Nurmektebinde zaman farklı yaşanır. Nurmektebinde aslında bizim için çok kıymetli olan ama bizim bir türlü kıymetini anlayamadığımız zaman kavramının değerini anlayacak ve zamana değer katacaksınız.Nurmektebinde zamanınız Değerlidir.

3 Eylül 2008 Çarşamba

ON DOKUZUNCU MEKTUP-10.İŞARET

ON DOKUZUNCU MEKTUP

Bu risale, üç yüzden fazla mu'cizâtı beyan eder. Risalet-i Ahmediyenin (a.s.m.) mucizesini beyan ettiği gibi, kendisi de o mucizenin bir kerametidir. Üç dört nev ile harika olmuştur:

Birincisi: Nakil ve rivayet olmakla beraber, yüz sayfadan fazla olduğu halde, kitaplara müracaat edilmeden, ezber olarak, dağ, bağ köşelerinde, üç dört gün zarfında, her günde iki üç saat çalışmak şartıyla, mecmuu on iki saatte telif edilmesi, harika bir vakıadır.

İkincisi: Bu risale, uzunluğuyla beraber, ne yazması usanç verir ve ne de okuması halâvetini kaybeder. Tembel ehl-i kalemi öyle bir şevk ve gayrete getirdi ki, bu sıkıntılı ve usançlı bir zamanda, bu civarda, bir sene zarfında yetmiş adede yakın nüshalar yazıldığı, o mucize-i risaletin bir kerameti olduğunu, muttali olanlara kanaat verdi.

Üçüncüsü: Acemî ve tevafuktan haberi yok ve bize de daha tevafuk tezahür etmeden evvel onun ve başka sekiz müstensihin birbirini görmeden yazdıkları nüshalarda, lâfz-ı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kelimesi, bütün risalede ve lâfz-ı Kur'ân beşinci parçasında öyle bir tarzda tevafuk etmeleri göründü ki, zerre miktar insafı olan, tesadüfe vermez. Kim görmüşse kati hükmediyor ki, bu bir sırr-ı gaybîdir, mucize-i Ahmediyenin (a.s.m.) bir kerametidir.

Şu risalenin başındaki esaslar çok mühimdirler. Hem şu risaledeki ehâdis, hemen umumen eimme-i hadisçe makbul ve sahih olmakla beraber, en kati hâdisât-ı risaleti beyan ediyorlar. O risalenin mezâyâsını söylemek lâzım gelse, o risale kadar bir eser yazmak lâzım geldiğinden, müştak olanları, onu bir kere okumasına havale ediyoruz.

Said Nursî


İHTAR

Şu risalede çok ehâdis-i şerife nakletmişim. Yanımda kütüb-ü hadisiye bulunmuyor. Yazdığım hadislerin lâfzında yanlışım varsa, ya tashih edilsin, veyahut "hadis-i bilmânâdır" denilsin. Çünkü, kavl-i râcih odur ki, "Nakl-i hadis-i bilmânâ caizdir." Yani, hadisin yalnız mânâsını alıp, lâfzını kendi zikreder. Madem öyledir; lâfzında yanlışım varsa, hadis-i bilmânâ nazarıyla bakılsın.

MU'CİZAT-I AHMEDİYE (a.s.m.)


-1-


-2-

ilâ âhir.


Risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) dair On Dokuzuncu Sözle Otuz Birinci Söz, nübüvvet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) delâil-i katiye ile ispat ettiklerinden, ispat cihetini onlara havale edip, yalnız onlara bir tetimme olarak, On Dokuz Nükteli İşaretler ile, o büyük hakikatin bazı lem'alarını göstereceğiz.

Birinci Nükteli İşaret

Şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve her şeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve her şeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faydaları irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak; elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak.

Madem zîfikirle konuşacak; elbette zîşuurun içinde en cemiyetli ve şuuru küllî olan insan neviyle konuşacaktır.

Madem insan neviyle konuşacak; elbette insanlar içinde kabil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak.



1- Onun adıyla. O her kusurdan münezzehtir. Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin.
2- Bütün dinlere üstün kılmak üzere Resulünü hidayet ve hak din ile gönderen Odur. Buna şahit olarak Allah yeter. Muhammed Allah'ın Resulüdür. (Fetih Sûresi: 48:28-29.)

Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev-i beşere muktedâ olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidatta ve en âli ahlâkta ve nev-i beşerin humsu ona iktidâ etmiş ve nısf-ı arz onun hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üç yüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip ona dua-yı rahmet ve saadet edip ona medih ve muhabbet etmiş olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş; ve resul yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır.

İkinci Nükteli İşaret

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm iddia-yı nübüvvet etmiş, Kur'ân-ı Azîmüşşan gibi bir ferman-ı göstermiş ve ehl-i tahkikin yanında bine kadar mu'cizât-ı bâhireyi göstermiştir. O mu'cizât, heyet-i mecmuasıyla, dâvâ-yı nübüvvetin vukuu kadar vücutları katidir. Kur'ân-ı Hakîmin çok yerlerinde en muannid kâfirlerden naklettiği sihir isnad etmeleri gösteriyor ki, o muannid kâfirler dahi mu'cizâtın vücutlarını ve vukularını inkâr edemiyorlar. Yalnız, kendilerini aldatmak veya etbâlarını kandırmak için (hâşâ) sihir demişler.

Evet, mu'cizât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) yüz tevatür kuvvetinde bir katiyeti vardır. Mucize ise, Hâlık-ı Kâinat tarafından, onun dâvâsına bir tasdiktir, "Sadakte" -1- hükmüne geçer. Nasıl ki, sen bir padişahın meclisinde ve daire-i nazarında desen ki, "Padişah beni filân işe memur etmiş." Senden o dâvâya bir delil istenilse, padişah "Evet" dese, nasıl seni tasdik eder. Öyle de, âdetini ve vaziyetini senin iltimasınla değiştirirse, "Evet" sözünden daha kati, daha sağlam, senin dâvânı tasdik eder.


Öyle de, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dâvâ etmiş ki:

"Ben, şu kâinat Hâlıkının mebusuyum. Delilim de şudur ki: Müstemir âdetini, benim dua ve iltimasımla değiştirecek. İşte, parmaklarıma bakınız, beş musluklu bir çeşme gibi akıttırıyor. Kamere bakınız, bir parmağımın işaretiyle iki parça ediyor. Şu ağaca bakınız, beni tasdik için yanıma geliyor, şehadet ediyor. Şu bir parça taama bakınız, iki üç adama ancak kâfi geldiği halde, işte, iki yüz, üç yüz adamı tok ediyor."

Ve hâkezâ, yüzer mu'cizâtı böyle göstermiştir.

Şimdi, şu zâtın delâil-i sıdkı ve berâhin-i nübüvveti, yalnız mu'cizâtına münhasır değildir. Belki, ehl-i dikkat için, hemen umum harekâtı ve ef'âli, ahval ve akvâli, ahlâk ve etvârı, sîret ve sureti, sıdkını ve ciddiyetini ispat eder. Hattâ, meşhur ulema-i Benî İsrailiyeden Abdullah ibni Selâm gibi pek çok zatlar, yalnız o Zât-ı Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın simasını görmekle, "Şu simada yalan yok; şu yüzde hile olamaz" -2- diyerek imana gelmişler.



1- Doğru Söyledin
2- Suyuti, El-Hasais1:1473; Kadı İyaz, eş-Şifa, 1:207; Mişkatü'-Mesabih, Hadis no:5870.

Çendan muhakkıkîn-i ulema, delâil-i nübüvveti ve mu'cizâtı bin kadar demişler; fakat binler, belki yüz binler delâil-i nübüvvet vardır. Ve yüz binler yolla yüz binler muhtelif fikirli adamlar, o zâtın nübüvvetini tasdik etmişler. Yalnız Kur'ân-ı Hakîmde kırk vech-i i'câzdan başka, nübüvvet-i Ahmediyenin (a.s.m.) bin bürhanını gösteriyor.

Hem madem nev-i beşerde nübüvvet vardır. Ve yüz binler zat, nübüvvet dâvâ edip mucize gösterenler gelip geçmişler. Elbette, umumun fevkinde bir katiyetle, nübüvvet-i Ahmediye (a.s.m.) sabittir. Çünkü, İsâ Aleyhisselâm ve Mûsâ Aleyhisselâm gibi umum resullere nebî dedirten ve risaletlerine medar olan delâil ve evsaf ve vaziyetler ve ümmetlerine karşı muameleler, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmda daha ekmel, daha câmi bir surette mevcuttur.

Madem hükm-ü nübüvvetin illeti ve sebebi, zât-ı Ahmedîde (a.s.m.) daha mükemmel mevcuttur. Elbette, hükm-ü nübüvvet, umum enbiyadan daha vâzıh bir katiyetle ona sabittir.

Üçüncü Nükteli İşaret

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mu'cizâtı çok mütenevvidir. Risaleti umumî olduğu için, hemen ekser envâ-ı kâinattan birer mucizeye mazhardır. Güya, nasıl ki bir padişah-ı zîşânın bir yaver-i ekremi, mütenevvi hediyelerle muhtelif akvâmın mecmaı olan bir şehre geldiği vakit, her taife onun istikbaline bir mümessil gönderir, kendi taifesi lisanıyla ona hoşâmedî eder, onu alkışlar. Öyle de, Sultân-ı Ezel ve Ebedin en büyük yaveri olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, âleme teşrif edip ve küre-i arzın ahalisi olan nev-i beşere mebus olarak geldiği ve umum kâinatın Hâlıkı tarafından umum kâinatın hakaikine karşı alâkadar olan envâr-ı hakikat ve hedâyâ-yı mâneviyeyi getirdiği zaman, taştan, sudan, ağaçtan, hayvandan, insandan tut, tâ aydan, güneşten yıldızlara kadar her taife kendi lisan-ı mahsusuyla ve ellerinde birer mucizesini taşımasıyla, onun nübüvvetini alkışlamış ve hoşâmedî demiş.

Şimdi, o mu'cizâtın umumunu bahsetmek için ciltlerle yazı yazmak lâzım gelir. Muhakkikîn-i asfiya, delâil-i nübüvvetin tafsilâtına dair çok ciltler yazmışlar. Biz, yalnız icmâlî işaretler nevinden, o mu'cizâtın kati ve mânevî mütevatir olan küllî envâına işaret ederiz.

İşte, nübüvvet-i Ahmediyenin (a.s.m.) delâili, evvelâ iki kısımdır:

Birisi, "irhasat" denilen, nübüvvetten evvel ve velâdeti vaktinde zuhur eden harikulâde hallerdir.

İkinci kısım, sair delâil-i nübüvvettir.

İkinci kısım da iki kısımdır: Biri, ondan sonra, fakat nübüvvetini tasdiken zuhura gelen harikalardır. İkincisi, Asr-ı Saadetinde mazhar olduğu harikalardır.

Şu ikinci kısım dahi iki kısımdır: Biri, zâtında, sîretinde, suretinde, ahlâkında, kemâlinde zâhir olan delâil-i nübüvvettir. İkincisi, âfâkî, haricî şeylerde mazhar olduğu mu'cizâttır.

Şu ikinci kısım dahi iki kısımdır: Biri mânevî ve Kur'ânîdir. Diğeri maddî ve ekvânîdir.

Şu ikinci kısım dahi iki kısımdır:

Biri: Dâvâ-yı nübüvvet vaktinde, ehl-i küfrün inadını kırmak veyahut ehl-i imanın kuvvet-i imanını ziyadeleştirmek için zuhura gelen harikulâde mu'cizâttır. Şakk-ı kamer ve parmağından suyun akması ve az taamla çokları doyurması ve hayvan ve ağaç ve taşın konuşması gibi yirmi nevi ve herbir nevi mânevî tevatür derecesinde ve herbir nevin de çok mükerrer efradı vardır.

İkinci kısım, istikbalde ihbar ettiği hadiselerdir ki, Cenâb-ı Hakkın talimiyle o da haber vermiş, haber verdiği gibi doğru çıkmıştır.

İşte, biz de şu âhir ki kısımdan başlayıp icmâlî bir fihriste göstereceğiz. Haşiye

Dördüncü Nükteli İşaret

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın, Allâmü'l-Guyûbun talimiyle haber verdiği umur-u gaybiye, had ve hesaba gelmez. İ'câz-ı Kur'ân'a dair olan Yirmi Beşinci Sözde envâına işaret ve bir derece izah ve ispat ettiğimizden, geçmiş zamana dair ve enbiya-yı sabıkaya dair ve hakaik-i İlâhiyeye ve hakaik-i kevniyeye ve hakaik-i uhreviyeye dair ihbârât-ı gaybiyelerini Yirmi Beşinci Söze havale edip, şimdilik bahsetmeyeceğiz. Yalnız, kendinden sonra Sahabe ve Âl-i Beytin başına gelen ve ümmetin ileride mazhar olacağı hâdisâta dair pek çok ihbârât-ı sadıka-i gaybiyesi kısmından, cüz'î birkaç misaline işaret edeceğiz. Ve şu hakikat tamamıyla anlaşılmak için, Altı Esas, mukaddime olarak beyan edeceğiz.

Birinci Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın, çendan her hali ve her tavrı, sıdkına ve nübüvvetine şahit olabilir. Fakat her hali, her tavrı harikulâde olmak lâzım değildir. Çünkü, Cenâb-ı Hak onu beşer suretinde göndermiş, tâ insanın ahvâl-i içtimaiyelerinde ve dünyevî, uhrevî saadetlerini kazandıracak a'mâl ve harekâtlarında rehber olsun ve imam olsun ve herbiri birer mu'cizât-ı kudret-i İlâhiye olan âdiyat içindeki harikulâde olan san'at-ı Rabbâniyeyi ve tasarruf-u kudret-i İlâhiyeyi göstersin. Eğer ef'âlinde beşeriyetten çıkıp harikulâde olsaydı, bizzat imam olamazdı; ef'âliyle, ahvâliyle, etvârıyla ders veremezdi.



Haşiye: Maatteessüf niyet ettiğim gibi yazamadım. İhtiyarsız olarak nasıl kalbe geldi, öyle yazıldı. Şu taksi-mattaki tertibi tamamıyla müraat edemedim.


Fakat, yalnız nübüvvetini muannidlere karşı ispat etmek için harikulâde işlere mazhar olur ve indelhâce, ara sıra mu'cizâtı gösterirdi. Fakat, sırr-ı teklif olan imtihan ve tecrübe muktezasıyla, elbette bedâhet derecesinde ve ister istemez tasdike mecbur kalacak derecede mucize olmazdı. Çünkü, sırr-ı imtihan ve hikmet-i teklif iktiza eder ki, akla kapı açılsın ve aklın ihtiyarı elinden alınmasın. Eğer gayet bedihî bir surette olsa, o vakit aklın ihtiyarı kalmaz, Ebu Cehil de Ebu Bekir gibi tasdik eder, imtihan ve teklifin faydası kalmaz, kömürle elmas bir seviyede kalırdı.

Câ-yı hayrettir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın, mübalâğasız binler vecihte binler çeşit insan, herbiri birtek mucizesiyle veya bir delil-i nübüvvetle veya bir kelâmıyla veya yüzünü görmesiyle, ve hâkezâ, birer alâmetiyle İmân getirdikleri halde, bütün bu binler ayrı ayrı insanları ve müdakkik ve mütefekkirleri imana getiren bütün o binler delâil-i nübüvveti, nakl-i sahihle ve âsâr-ı katiye ile şimdiki bedbaht bir kısım insanlara kâfi gelmiyor gibi, dalâlete sapıyorlar.

İkinci Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hem beşerdir, beşeriyet itibarıyla beşer gibi muamele eder; hem resuldür, risalet itibarıyla Cenâb-ı Hakkın tercümanıdır, elçisidir. Risaleti, vahye istinad eder. Vahiy iki kısımdır:

Biri vahy-i sarihîdir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur: Kur'ân ve bazı ehâdis-i kudsiye gibi.

İkinci kısım, vahy-i zımnîdir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasvirâtı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma aittir. O vahiyden gelen mücmel hadiseyi tafsil ve tasvirde, zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, bazen yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder, veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilât ve tasvirâtı ya vazife-i risalet noktasında ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder, veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder.

İşte, her hadiste, bütün tafsilâtına vahy-i mahz noktasıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelâtında, risaletin ulvî âsârı aranılmaz. Madem bazı hadiseler mücmel olarak, mutlak bir surette ona vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihâta ve müşkülâta bazen tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir lâzım geliyor. Çünkü, bazı hakikatler var ki, temsille fehme takrib edilir. Nasıl ki, bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: "Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp şimdi Cehennemin dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür." Bir saat sonra cevap geldi ki, "Yetmiş yaşına giren meşhur bir münafık ölüp Cehenneme gitti." -1- Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmın beliğ bir temsille beyan ettiği hadisenin tevilini gösterdi.

Üçüncü Esas: Naklolunan haberler, eğer tevatür suretinde olsa, katidir.

Tevatür iki kısımdır: Haşiye Biri sarih tevatür, biri mânevî tevatürdür.



1- Müslim, Cennet: 31; Müsned, 3:341, 346.




Haşiye: Şu risalede tevatür lâfzı, Türkçe "şayia" mânâsındaki tevatür değil, belki yakîni ifade eden, yalan ihtimali olmayan kuvvetli ihbardır.


Mânevî tevatür de iki kısımdır. Biri sükûtîdir. Yani, sükût ile kabul gösterilmiş. Meselâ, bir cemaat içinde bir adam, o cemaatin nazarı altında bir hadiseyi haber verse, cemaat onu tekzip etmezse, sükûtla mukabele etse, kabul etmiş gibi olur. Hususan, haber verdiği hadisede cemaat onunla alâkadar olsa, hem tenkide müheyyâ ve hatayı kabul etmez ve yalanı çok çirkin görür bir cemaat olsa, elbette onun sükûtu o hadisenin vukuuna kuvvetli delâlet eder.

İkinci kısım tevatür-ü mânevî şudur ki: Bir hadisenin vukuuna, meselâ "Bir kıyye taam, iki yüz adamı tok etmiş" denilse, fakat onu haber verenler ayrı ayrı surette haber veriyor. Biri bir çeşit, biri başka bir surette, diğeri başka bir şekilde beyan eder. Fakat umumen, aynı hadisenin vukuuna müttefiktirler. İşte, mutlak hadisenin vukuu, mütevatir-i bilmânâdır, katidir. İhtilâf-ı suret ise zarar vermez.

Hem bazen olur ki, haber-i vahid, bazı şerâit dahilinde tevatür gibi katiyeti ifade eder. Hem bazen olur ki, haber-i vahid, haricî emarelerle katiyeti ifade eder.

İşte, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan bize naklolunan mu'cizâtı ve delâil-i nübüvveti, kısm-ı âzamı tevatürledir: ya sarihî, ya mânevî, ya sükûtî. Ve bir kısmı, çendan haber-i vahidledir. Fakat öyle şerâit dahilinde, nakkad-ı muhaddisîn nazarında kabule şayan olduktan sonra, tevatür gibi katiyeti ifade etmek lâzım gelir. Evet, muhaddisînin muhakkikîninden "el-hâfız" tabir ettikleri zatlar, lâakal yüz bin hadisi hıfzına almış binler muhakkik muhaddisler, hem elli sene sabah namazını işâ abdestiyle kılan müttakî muhaddisler ve başta Buharî ve Müslim olarak Kütüb-ü Sitte-i Hadisiye sahipleri olan ilm-i hadis dâhileri, allâmeleri tashih ve kabul ettikleri haber-i vahid, tevatür katiyetinden geri kalmaz.

Evet, fenn-i hadisin muhakkikleri, nakkadları o derece hadisle hususiyet peydâ etmişler ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tarz-ı ifadesine ve üslûb-u âlisine ve suret-i ifadesine ünsiyet edip meleke kesb etmişler ki, yüz hadis içinde bir mevzuu görse, "Mevzudur" der. "Bu hadis olmaz ve Peygamberin sözü değildir" der, reddeder. Sarraf gibi, hadisin cevherini tanır, başka sözü ona iltibas edemez. Yalnız, İbn-i Cevzî gibi bazı muhakkikler, tenkitte ifrat edip, bazı ehâdis-i sahihaya da mevzu demişler. Fakat her mevzu şeyin mânâsı yanlıştır demek değildir; belki "Bu söz hadis değildir" demektir.

Sual: Ananeli senedin faydası nedir ki, lüzumsuz yerde, malûm bir vakıada, "an filân, an filân" derler?

Elcevap: Faydaları çoktur. Ezcümle, bir faydası şudur ki: Anane ile gösteriliyor ki, ananede dahil olan mevsuk ve hüccetli ve sadık ehl-i hadisin bir nevi icmâını irae eder ve o senette dahil olan ehl-i tahkikin bir nevi ittifakını gösterir. Güya o senette, o ananede dahil olan herbir imam, herbir allâme, o hadisin hükmünü imza ediyor, sıhhatine dair mührünü basıyor.

Sual: Neden hâdisât-ı i'câziye, sair zarurî ahkâm-ı şer'iye gibi tevatür suretinde, pek çok tariklerle, çok ehemmiyetli nakledilmemiş?

Elcevap: Çünkü ekser ahkâm-ı şer'iyeye, ekser nas, ekser evkatta muhtaçtır. Farz-ı ayn gibi, o ahkâmın her şahsa alâkası var. Amma mu'cizât ise, herkesin herbir mucizeye ihtiyacı yok. Eğer ihtiyaç olsa da, bir defa işitmek kâfi gelir. Âdetâ farz-ı kifaye gibi, bir kısım insanlar onları bilse yeter.

İşte bunun içindir ki, bazı olur, bir mucizenin vücudu ve tahakkuku, bir hükmün vücudundan on derece daha kati olduğu halde, onun râvisi bir iki olur, hükmün râvisi on yirmi olur.

Dördüncü Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın istikbalden haber verdiği bazı hadiseler, cüz'î birer hadise değil, belki tekerrür eden birer hadise-i külliyeyi, cüz'î bir surette haber verir. Halbuki o hadisenin müteaddit vecihleri var. Her defa bir veçhini beyan eder. Sonra râvi-i hadis o vecihleri birleştirir. Hilâf-ı vaki gibi görünür.

Meselâ, Hazret-i Mehdîye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilât ve tasvirat başka başkadır. Halbuki, Yirmi Dördüncü Sözün bir dalında ispat edildiği gibi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahye istinaden, herbir asırda kuvve-i mâneviye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem dehşetli hadiselerde ye'se düşmemek için, hem âlem-i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i imanı mânevî raptetmek için Mehdîyi haber vermiş. Âhirzamanda gelen Mehdî gibi herbir asır, Âl-i Beytten bir nevi mehdî, belki mehdîler bulmuş. Hattâ, Âl-i Beytten mâdud olan Abbasiye hulefasından, Büyük Mehdînin çok evsâfına câmi bir mehdî bulmuş. İşte, büyük Mehdîden evvel gelen emsalleri, numuneleri olan hulefa-i mehdiyyîn ve aktâb-ı mehdiyyîn evsafları, asıl Mehdînin evsâfına karışmış ve ondan rivayetler ihtilâfa düşmüş.

Beşinci Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, "La Yaglemul Gaybe İllalah" * sırrınca, kendi kendine gaybı bilmezdi. Belki Cenâb-ı Hak ona bildirirdi, o da bildirirdi. Cenâb-ı Hak hem Hakîmdir, hem Rahîmdir. Hikmet ve rahmeti ise, umur-u gaybiyeden çoğunun setrini iktiza ediyor, müphem kalmasını istiyor. Çünkü şu dünyada insanın hoşuna gitmeyen şeyler daha çoktur; vukuundan evvel onları bilmek elîmdir. İşte bu sır içindir ki, ölüm ve ecel müphem bırakılmış ve insanın başına gelecek musibetler dahi perde-i gaybda kalmış.

İşte, hikmet-i Rabbâniye ve rahmet-i İlâhiye böyle iktiza ettiği için, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ümmetine karşı ziyade hassas merhametini ziyade rencide etmemek ve âl ve ashabına karşı şedit şefkatini fazla incitmemek için, vefat-ı Nebevîden sonra âl ve ashabının ve ümmetinin başlarına gelen müthiş hâdisâtı umumiyetle ve tafsilâtıyla göstermemek, Haşiye mukteza-yı hikmet ve rahmettir.



* Gaybı Allah'tan başka kimse bilemez.




Haşiye: Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâma, Aişe-i Sıddıkaya karşı ziyade muhabbet ve şefkatini rencide etmemek için, vak'a-i Cemel hadisesinde o bulunacağı kati gösterilmediğine delil ise, ezvâc-ı tâhirâta ferman etmiş ki: "Keşke bilseydim, hanginiz o vak'ada bulunacak." Fakat sonra, hafif bir surette bildirilmiş ki, Hazret-i Ali'ye (r.a.) ferman etmiş: Seninle Aişe beyninde bir hadise olsa... ["Ona şefkatle muamele et ve onu selâmetle yerine gö-tür." Müsned, 6:393; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 6:410; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 7:234.]



Fakat yine bazı hikmetler için, mühim hâdisâtı-fakat dehşetli bir surette değil-ona talim etmiş, o da ihbar etmiş.

Hem güzel hadiseleri kısmen mücmel, kısmen tafsille bildirmiş, o da haber vermiş. Onun haberlerini de, en yüksek bir derece-i takvâda ve adlde ve sıdkta çalışan ve -1- hadisindeki tehditten şiddetle korkan ve -2- âyetindeki şiddetli tehditten şiddetle kaçan muhaddisîn-i kâmilîn, bize sahih bir surette o haberleri nakletmişler.

Altıncı Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ahval ve evsâfı, siyer ve tarih suretiyle beyan edilmiş. Fakat o evsaf ve ahvâl-i galibi, beşeriyetine bakar. Halbuki, o zât-ı mübarekin şahs-ı mânevîsi ve mahiyet-i kudsiyesi o derece yüksek ve nuranîdir ki, siyer ve tarihte beyan olunan evsaf, o bâlâ kamete uygun gelmiyor, o yüksek kıymete muvafık düşmüyor. Çünkü, -3- sırrınca, hergün, hattâ şimdi de bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azîm ibadet sahife-i kemâlâtına ilâve oluyor. Nihayetsiz rahmet-i İlâhiyeye, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir istidatla mazhar olduğu gibi, hergün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor.

Ve şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı Kâinatın tercümanı ve sevgilisi olan o zât-ı mübarekin tamam-ı mahiyeti ve hakikat-i kemâlâtı, siyer ve tarihe geçen beşerî ahval ve etvâra sığışmaz. Meselâ, Hazret-i Cebrâil ve Mikâil iki muhafız yaver hükmünde gazve-i Bedir'de yanında bulunan bir zât-ı mübarek, çarşı içinde bedevî bir Arapla at mübayaasında münazaa etmek, birtek şahit olan Huzeyme'yi şahit göstermekle -4- görünen etvârı içinde sığışmaz.

İşte, yanlış gitmemek için, her vakit mahiyet-i beşeriyeti itibarıyla işitilen evsâf-ı âliye içinde başını kaldırıp hakikî mahiyetine ve mertebe-i risalette durmuş nuranî şahsiyet-i mâneviyesine bakmak lâzımdır. Yoksa, ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer. Şu sırrı izah için şu temsili dinle:

Meselâ bir hurma çekirdeği var. O hurma çekirdeği toprak altına konup açılarak koca meyvedar bir ağaç oldu. Hem gittikçe tevessü eder, büyür.

Veya tavus kuşunun bir yumurtası vardı. O yumurtaya hararet verildi, bir tavus civcivi çıktı. Sonra, tam mükemmel, her tarafı kudretten yazılı ve yaldızlı bir tavus kuşu oldu. Hem gittikçe daha büyür ve güzelleşir.

Şimdi, o çekirdek ve o yumurtaya ait sıfatlar, haller var. İçinde incecik maddeler var. Hem ondan hasıl olan ağaç ve kuşun da, o çekirdek ve yumurtanın âdi, küçük keyfiyet ve vaziyetlerine nispeten büyük ve âli sıfatları ve keyfiyetleri var.



1- Kim bile bile benim söylemediğim birşeyi söylemişim gibi uydursa, cehennemdeki yerine hazırlansın. (Buhari, 1:38; Müslim, 1:10; En-Nazmü'-Mütenasir: Fil'l-Hadisil-Mütevatir, S. 20-24)
2- Allah adına yalan söyleyen kimseden daha zalim kim vardır? (Zümer Sûresi: 39:32.)
3- Bir işe sebep olan onu işleyen gibidir.
4- Ebû davud, Hadis no: 3607; Mecmaü'z-zevaid, 9:320; Müstedrekü'l-Hakim, 2:17


Şimdi, o çekirdek ve o yumurtanın evsâfını ağaç ve kuşun evsâfıyla raptedip bahsetmekte lâzım gelir ki, her vakit akl-ı beşer başını çekirdekten ağaca kaldırıp baksın ve yumurtadan kuşa gözünü tevcih edip dikkat etsin-tâ işittiği evsâfı onun aklı kabul edebilsin. Yoksa, "Bir dirhem çekirdekten bin batman hurma aldım" ve "Şu yumurta, cevv-i âsumanda kuşların sultanıdır" dese, tekzip ve inkâra sapacak.

İşte, bunun gibi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın beşeriyeti, o çekirdeğe, o yumurtaya benzer. Ve vazife-i risaletle parlayan mahiyeti ise, şecere-i tûbâ gibi ve Cennetin tayr-ı hümayunu gibidir. Hem daima tekemmüldedir. Onun için, çarşı içinde bir bedevî ile nizâ eden o zâtı düşündüğü vakit, Refref'e binip, Cebrâil'i arkada bırakıp, Kab-ı Kavseyne koşup giden zât-ı nuranîsine hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmâresi inanmayacak.

Beşinci Nükteli İşaret

Umur-u gaybiyeye dair hadislerin birkaç misalini zikrederiz.

* Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nakl-i sahihle ve mütevatir bir derecede bize vasıl olmuş ki, minber üstünde, cemaat-i Sahabe içinde ferman etmiş ki:


-1-

İşte, kırk sene sonra İslâmın en büyük iki ordusu karşı karşıya geldiği vakit, Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh, Hazret-i Muaviye (r.a.) ile musalâha edip, cedd-i emcedinin mucize-i gaybiyesini tasdik etmiştir.

* İkincisi: Nakl-i sahihle, Hazret-i Ali'ye (r.a.) demiş:


-2-

Hem vak'a-i Cemel, hem vak'a-i Sıffin, hem vak'a-i Havâriç hadiselerini haber vermiş.

Hem Hazret-i Ali (r.a.) Hazret-i Zübeyir ile seviştiği bir zaman dedi: "Bu sana karşı muharebe edecek. Fakat haksızdır." -3-



1- Şu benim oğlum Hasan, seyyiddir. Allah onun vasıtasıyla Müslümanların iki büyük ordusunu barıştıracaktır. (Buharî, Fiten: 20; Sulh: 9; Fedâilu Ashâbi'n-Nebî: 22; Menâkıb: 25; Dârîmî, Sünnet: 12; Tirmizî, Menâkıb: 25; Nesâî, Cum'a: 27; Müsned, 5:38, 44, 49, 51. )
2- Sen, biatını bozan, hak ve adaletten sapan ve dinden çıkan kimselerle savaşacaksın. (el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:139, 140; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 7:138; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 6:414. )
3- İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 6:213; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:366, 367; Ali el-Kari, Şerhü'ş-Şifâ, 1:686, 687.



Hem ezvâc-ı tâhirâtına demiş: "İçinizden birisi, mühim bir fitnenin başına geçecek ve etrafında çoklar katledilecek." -1-, -2-

İşte şu sahih, kati hadisler, otuz sene sonra Hazret-i Ali'nin Hazret-i Aişe ve Zübeyir ve Talha'ya karşı vak'a-i Cemel'de; ve Muaviye'ye karşı Sıffin'de; ve Havârice karşı Harûra'da ve Nehruvan'da muharebesi, o ihbar-ı gaybiyenin bir tasdik-i fiilîsidir.

Hem Hazret-i Ali'ye, "senin sakalını senin başının kanıyla ıslattıracak bir adamı" -3- ihbar etmiş. Hazret-i Ali o adamı tanırmış; o da Abdurrahman ibni Mülcemü'l-Hâricîdir.

Hem Hâricîlerin içinde "Züssedye" denilen bir adamı, garip bir nişanla alâmet olarak haber vermiştir ki, Havâriçlerin maktulleri içinde o adam bulunmuş, Hazret-i Ali onu hakkaniyetine hüccet göstermiş, hem mucize-i Nebeviyeyi ilân etmiş. -4-

Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ümmü Seleme'nin, daha diğerlerin rivayet-i sahihiyle haber vermiş ki, "Hazret-i Hüseyin, Taff, yani Kerbelâ'da katledilecektir." -5- Elli sene sonra, aynı vak'a-i ciğersûz vukua gelip o ihbar-ı gaybîyi tasdik etmiş.

Hem mükerreren ihbar etmiş ki: "Benim Âl-i Beytim, benden sonra yani "katle ve belâya ve nefye maruz kalacaklar." -6- Ve bir derece izah etmiş, aynen öyle çıkmıştır.

Şu makamda bir mühim sual vardır ki, denilir ki: "Hazret-i Ali, o derece hilâfete liyakati olduğu ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma karabeti ve harikulâde cesaret ve ilmiyle beraber, neden hilâfette tekaddüm ettirilmedi? Ve neden onun hilâfeti zamanında İslâm çok keşmekeşe mazhar oldu?"

Elcevap: Âl-i Beytten bir kutb-u âzam demiş ki: "Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ali'nin (r.a.) hilâfetini arzu etmiş. Fakat gaipten ona bildirilmiş ki, murad-ı İlâhî başkadır. O da arzusunu bırakıp murad-ı İlâhîye tâbi olmuş." -7- Murad-ı İlâhînin hikmetlerinden birisi şu olmak gerektir ki:





1- el-Askalânî, Fethü'l-Bârî, 13:45.

2- "Sana Hav'eb köpekleri havlayacak." Müsned, 6:52, 97; İbni Hibban, Sahih, 8:258, no: 6697; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:120.

3- el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:113; Müsned, 1:102, 103, 148, 156.

4- Buharî, Menâkıb: 25; Edeb: 95; İstitâbe: 7; Müslim, Zekât: 148, 156, 157; Ebû Dâvud, Sünnet: 28; Müsned, 3:56, 65.

5- el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 9:188;Müsned, 6:294.

6- İbni Mâce, Fiten: 34.

7- Ramuzu'l-ehadis, s. 293.




Vefat-ı Nebevîden sonra, en ziyade ittifak ve ittihada gelmeye muhtaç olan Sahabeler, eğer Hazret-i Ali başa geçseydi, Hazret-i Ali'nin hilâfeti zamanında zuhura gelen hâdisâtın şehadetiyle ve Hazret-i Ali'nin mümâşatsız, pervâsız, zâhidâne, kahramanâne, müstağniyâne tavrı ve şöhretgir-i âlem şecaati itibarıyla, çok zatlarda ve kabilelerde rekabet damarını harekete getirip tefrikaya sebep olmak kaviyen muhtemeldi.

Hem Hazret-i Ali'nin hilâfetinin teahhur etmesinin bir sırrı da şudur ki: Gayet muhtelif akvâmın birbirine karışmasıyla, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın haber verdiği gibi sonra inkişaf eden yetmiş üç fırka -1- efkârının esaslarını taşıyan o akvam içinde, fitne-engiz hâdisâtın zuhuru zamanında, Hazret-i Ali gibi harikulâde bir cesaret ve feraset sahibi, Hâşimî ve Âl-i Beyt gibi kuvvetli, hürmetli bir kuvvet lâzımdı ki dayanabilsin. Evet, dayandı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın haber verdiği gibi, "Ben Kur'ân'ın tenzili için harb ettim. Sen de tevili için harb edeceksin." -2-

Hem eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki, karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyti gördükleri için, onlara karşı muvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez, Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvipleriyle, etbâları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur'âniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beytin gayet kuvvetli velâyet ve diyanet ve kemâlâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak muhtemeldi.

Eğer denilse: "Neden hilâfet-i İslâmiye Âl-i Beyt-i Nebevîde takarrur etmedi? Halbuki en ziyade lâyık ve müstehak onlardı."

Elcevap: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise, hakaik-i İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur'âniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilâfet ve saltanata geçen, ya nebî gibi mâsum olmalı, veyahut Hulefâ-i Râşidîn ve Ömer ibni Abdülâziz-i Emevî ve Mehdî-i Abbâsî gibi harikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki, aldanmasın. Halbuki, Mısır'da Âl-i Beyt namına teşekkül eden devlet-i Fâtımiye hilâfeti ve Afrika'da Muvahhidîn hükûmeti ve İran'da Safevîler devleti gösteriyor ki, saltanat-ı dünyeviye Âl-i Beyte yaramaz; vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti onlara unutturur. Halbuki, saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur'ân'a hizmet etmişler.

İşte, bak: Hazret-i Hasan'ın neslinden gelen aktablar, hususan Aktâb-ı Erbaa ve bilhassa Gavs-ı Âzam olan Şeyh Abdülkadir-i Geylânî ve Hazret-i Hüseyin'in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelâbidin ve Cafer-i Sadık ki, herbiri birer mânevî mehdî hükmüne geçmiş, mânevî zulmü ve zulümatı dağıtıp envâr-ı Kur'âniyeyi ve hakaik-i imaniyeyi neşretmişler, cedd-i emcedlerinin birer vârisi olduklarını göstermişler.



1- Fiten:17; Sünen:1.
2- el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 6:244; Müsned, 3:31, 33, 82; İbni Hibban, Sahih, 9:46, no. 6898.



Eğer denilse: "Mübarek İslâmiyet ve nuranî Asr-ı Saadetin başına gelen o dehşetli, kanlı fitnenin hikmeti ve veçh-i rahmeti nedir? Çünkü onlar kahra lâyık değildiler."

Elcevap: Nasıl ki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebâtâtın, tohumların, ağaçların istidatlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar, fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de, Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı. "İslâmiyet tehlikededir, yangın var!" diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Herbiri, kendi istidadına göre, câmia-i İslâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemâl-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadislerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı hakaik-ı îmâniyenin muhafazasına, bir kısmı Kur'ân'ın muhafazasına çalıştı, ve hâkezâ, herbir taife bir hizmete girdi. Vezâif-i İslâmiyette hummâlı bir surette sa'y ettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyetin aktârına, o fırtına ile tohumlar atıldı, yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat, maatteessüf, o güller ve gülistan içinde, ehl-i bid'a fırkalarının dikenleri dahi çıktı.

Güya dest-i kudret, celâlle o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anilmerkeziyye ile, pek çok münevver müçtehidleri ve nuranî muhaddisleri, kudsî hafızları, asfiyaları, aktabları âlem-i İslâmın aktârına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar ehl-i İslâmı heyecana getirip, Kur'ân'ın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı. Şimdi sadede geliyoruz.

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın umur-u gaybiyeden haber verdiği gibi doğru vukua gelen işler binlerdir, pek çoktur. Biz yalnız cüz'î birkaç misaline işaret edeceğiz.

İşte, başta Buharî ve Müslim, sıhhatle meşhur Kütüb-ü Sitte-i Hadisiye sahipleri, beyan edeceğimiz haberlerin çoğunda müttefik ve o haberlerin çoğu mânen mütevatir ve bir kısmı dahi, ehl-i tahkik onların sıhhatine ittifak etmesiyle, mütevatir gibi kati denilebilir.

İşte, nakl-i sahih-i kati ile, Ashabına haber vermiş ki: "Siz umum düşmanlarınıza galebe edeceksiniz. Hem feth-i Mekke, hem feth-i Hayber, hem feth-i Şam, hem feth-i Irak, hem feth-i İran, hem feth-i Beytü'l-Makdise muvaffak olacaksınız. Hem o zamanın en büyük devletleri olan İran ve Rum padişahlarının hazinelerini beyninizde taksim edeceksiniz." -1- Haber vermiş. Hem "Tahminim böyle" veya "Zannederim" dememiş. Belki, görür gibi kati ihbar etmiş, haber verdiği gibi çıkmış. Halbuki haber verdiği vakit, hicrete mecbur olmuş, Sahabeleri az, Medine etrafı ve bütün dünya düşmandı.



1- Bir kaç değişik hadisten alınmış haberlerdir. Bazıları: Buharî, Cihad:157, Menâkıb:25, İman: 3; Müslim, Fiten: 75, 76; Tirmizî, Fiten: 41.




Hem, nakl-i sahih-i kati ile, çok defa ferman etmiş:

-1-

deyip, "Ebu Bekir ve Ömer kendinden sonraya kalacaklar, hem halife olacaklar, hem mükemmel bir surette ve rıza-i İlâhî ve marzî-i Nebevî dairesinde hareket edecekler. Hem Ebu Bekir az kalacak, Ömer çok kalacak ve pek çok fütuhat yapacak."


Hem ferman etmiş ki:


-2-

deyip, "Şarktan garba kadar benim ümmetimin eline geçecektir. Hiçbir ümmet o kadar mülk zaptetmemiş." Haber verdiği gibi çıkmış.


Hem, nakl-i sahih-i kati ile, gazâ-i Bedir'den evvel ferman etmiş:


-3-

deyip, müşrik-i Kureyş'in reislerinin herbiri nerede katledileceğini göstermiş ve demiş: "Ben kendi elimle Übeyy ibni Halef'i öldüreceğim." Haber verdiği gibi çıkmış.


Hem, nakl-i sahih-i kati ile, bir ay uzak mesafede, Şam etrafında, Mûte nam mevkideki gazve-i meşhurede muharebe eden Sahabelerini görür gibi ferman etmiş:

-4-

deyip, birer birer hâdisâtı Ashabına haber vermiş. İki üç hafta sonra Ya'le ibni Münebbih meydan-ı harpten geldi; daha söylemeden Muhbir-i Sadık (a.s.m.) harbin tafsilâtını beyan etti. Ya'le kasem etti: "Dediğin gibi, aynen öyle oldu."




Tirmizî, 3662; Müsned, 3:75, Fevaid, 2:498.
1- Benden sonra Ebû Bekir ve Ömer'in yolu üzere gidin. (Tirmizî, Menâkıb: 16, 37; İbni Mâce, Mukaddime: 11; Müsned, 5:382, 385, 399, 402. )
2- Müslim, Fiten: 19, 20; Ebû Dâvud, Fiten: 1; Tirmizî, Fiten: 14; İbni Mâce, Fiten: 9; Müsned, 4:123, 278, 284.
3- Hadis-i bilmânâdır. Meâli: 'Burası Ebû Cehil'in katledileceği yer, burası Utbe'nin katledileceği yer, burası Ümeyye'nin katledileceği yer ve burası da falan ve falanın katledileceği yerlerdir.' (Müslim, Cihad: 83, Cennet: 76; Ebû Dâvud, Cihad: 115; Nesâi, Cenâiz: 117; Müsned, 1:26, 3:219, 258.)
4- Sancağı Zeyd aldı ve vuruldu. Sonra Câfer aldı, o da vuruldu. Sonra İbni Revâha aldı, o da vuruldu.. Ve sonra onu, Allah'ın kılıçlarından bir kılıç eline aldı... (Buharî, Mağâzî: 44; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:298. )



Hem, nakl-i sahih-i kati ile, ferman etmiş:


-1-

-2-

deyip, Hazret-i Hasan'ın altı ay hilâfetiyle, Ciharyâr-ı Güzînin (Hulefâ-i Râşidînin) zaman-ı hilâfetlerini ve onlardan sonra saltanat şekline girmesini, sonra o saltanattan ceberut ve fesad-ı ümmet olacağını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.


Hem, nakl-i sahih-i kati ile, ferman etmiş:


-3-

deyip, Hazret-i Osman halife olacağını ve hal'i istenileceğini ve mazlum olarak, Kur'ân okurken katledileceğini haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.


Hem, nakl-i sahih-i kati ile, hacamat edip, mübarek kanını Abdullah ibni Zübeyr teberrüken şerbet gibi içtiği zaman ferman etmiş:


-4-

deyip, harika bir şecaatle ümmetin başına geçeceğini ve müthiş hücumlara maruz kalacaklarını ve insanlar onun yüzünden dehşetli hadiselere giriftar olacaklarını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış. Abdullah ibni Zübeyr, Emevîler zamanında, hilâfeti Mekke'de ilân ederek kahramanâne çok müsademe etmiş. Nihayet Haccac-ı Zalim büyük bir orduyla üzerine hücum ederek, şiddetli müsademeden sonra o kahraman-ı âlişan şehid edilmiş.




1- "Hilâfet benden sonra otuz sene sürecek, ondan sonra da saltanat şeklini alacaktır." Müsned, 5:220, 221.
2- "Bu iş nübüvvet ve rahmetle başladı, sonra rahmet ve hilâfet halini alacak, sonra saltanat şekline girecek, sonra da ceberût ve fesâd-ı ümmet meydan alacak." Kadî İyâz, eş-Şifâ, 1:340; Müsned, 4:273.
3- "Osman Mushaf okurken şehid edilecek." el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:103. "Muhakkak ki Cenab-ı Hak Osman'a halife gömleğini giydirecektir; fakat onlar bu gömleği çıkartmak isteyecekler." Bkz. el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:100.
4- "Senin yüzünden insanların, insanlar yüzünden de senin vay haline!" el-Askalânî, el-Metâlibü'l-Âliye, 4:21; el-Heysemî, Mecma'u'z-Zevâid, 2708; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:554.




Hem, nakl-i sahih-i kati ile, Emeviye devletinin zuhurunu ve onların padişahlarının çoğu zalim olacağını ve içlerinde Yezid ve Velid bulunacağını ve Hazret-i Muaviye ümmetin başına geçeceğini, -1- fermanıyla rıfk ve adaleti tavsiye etmiş. Ve Emeviyeden sonra


-2-

deyip, devlet-i Abbasiyenin zuhurunu ve uzun müddet devam edeceğini haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.


Hem, nakl-i sahih-i kati ile, ferman etmiş:

-3- deyip, Cengiz ve Hülâgû'nun dehşetli fitnelerini ve Arap devlet-i Abbasiyesini mahvedeceklerini haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, Sa'd ibni Ebî Vakkas gayet ağır hasta iken ona ferman etmiş:


-4-

deyip, ileride büyük bir kumandan olacağını, çok fütuhat yapacağını, çok milletler ve kavimler ondan menfaat görüp, yani İslâm olup ve çoklar zarar görecek, yani devletleri onun eliyle harap olacağını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış. Hazret-i Sa'd ordu-yu İslâm başına geçti, devlet-i İraniyeyi zir ü zeber etti, çok kavimlerin daire-i İslâma ve hidayete girmelerine sebep oldu.


Hem, nakl-i sahih-i kati ile, imana gelen Habeş Meliki olan Necâşî hicretin yedinci senesinde vefat ettiği gün Ashabına haber vermiş, hattâ cenaze namazını kılmış. Bir hafta sonra cevap geldi ki, aynı günde vefat etmiş.

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, Ciharyâr-ı Güzîn ile beraber Uhud veya Hira Dağının başında iken dağ titredi, zelzelelendi. Dağa ferman etti ki:

-5- deyip, Hazret-i Ömer ve Osman ve Ali'nin şehid olacaklarını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.



1- "Başa geçtiğin zaman affedici ol ve âdil davran." el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 5:186; İbni Hacer, el-Metâlibü'l-Â'liye (tahkik: Abdurrahman el-A'zamî), no. 4085.
2- "Abbas'ın oğlu siyah bayraklarla zuhur eder ve uzun müddet saltanat sürerler." Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:338; Müsned, 3:216-218; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:326.
3- "Yaklaşmakta olan bir şerden vay Arapların haline!" Buharî, Fiten: 4, 28; Müslim, Fiten: 1; Ebû Dâvud, Fiten: 1; Tirmizî, Fiten: 23; İbni Mâce, Fiten: 9; Müsned, 2:390, 39; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1:108, 4:439, 483.
4- "Ola ki sen daha çok yaşayasın; tâ ki, bir kısım milletler senden faydalanır, bir kısmı da zarar görürler..." Buharî, Cenâiz: 36, Menâkıbü'l-Ensâr: 49, Ferâiz: 6; el-Hafâci, Şerhu'ş-Şifâ, 3:209; A'liyyü'l-Karî, Şerhu'ş-Şifâ, 1:699; Ebû Naîm, Hilyetü'l-Evliyâ, 1:94.
5- "Sâkin ol! Zira senin üstünde bir peygamber, bir sıddık ve iki de şehid vardır." Buharî, Fedâilü's-Sahâbe: 5, 7; Ebû Dâvud, Sünnet, 8; Tirmizî, Menâkıb: 17, 18; Müsned, 3:112, 5:331; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:450, 451.
Buharî, Cenâiz: 57, Menâkıbü'l-Ensâr: 38; Müslim, Ferâiz: 14; Ebû Dâvud, Cihad: 133; Büyû': 9; Tirmizî, Cenâiz: 69; Nesâî, Cenâiz: 66, 67; İbni Mâce, Sadakat: 9, 13.





Şimdi, ey bedbaht, kalbsiz, biçare adam! "Muhammed-i Arabî akıllı bir adamdı" diye o şems-i hakikate karşı gözünü yuman biçare insan! On beş envâ-ı külliye-i mu'cizâtından birtek nevi olan umur-u gaybiyeden, on beş ve belki yüz kısmından bir kısmını işittin. Mânevî tevatür derecesinde kati bir kısmını duydun. Şu ihbar-ı gayb kısmının yüzden birisini akıl gözüyle gören bir zâta "dâhi-i âzam" denilir ki, ferasetiyle istikbali keşfediyor. Binaenaleyh, senin gibi haydi dehâ desek, yüz dâhi-i âzam derecesinde bir dehâ-yı kudsiyeyi taşıyan bir adam yanlış görür mü? Yanlış haber vermeye tenezzül eder mi? Böyle yüz derece bir dehâ-yı âzam sahibinin saadet-i dâreyne dair sözlerini dinlememek, elbette yüz derece divaneliğin alâmetidir.

Altıncı Nükteli İşaret

Nakl-i sahih-i kati ile, Hazret-i Fatıma'ya (r.a.) ferman etmiş ki:


-1-

deyip, "Âl-i Beytimden, herkesten evvel vefat edip bana iltihak edeceksin" diye söylemiş. Altı ay sonra, haber verdiği gibi aynen zuhur etmiş.


Hem Ebû Zer'e ferman etmiş:


-2-

deyip, Medine'den nefyedilip, yalnız hayat geçirip, yalnız bir sahrâda vefat edeceğini haber vermiş. Yirmi sene sonra, haber verdiği gibi çıkmış.


Hem Enes ibni Mâlik'in halası olan Ümmü Haram'ın hanesinde uykudan kalkmış, tebessüm edip ferman etmiş:


-3-

Ümm-ü Haram niyaz etmiş:

"Dua ediniz, ben de onlarla beraber olayım." Ferman etmiş: "Beraber olacaksın." Kırk sene sonra, zevci olan Ubâde ibni Sâmit refakatiyle Kıbrıs'ın fethine gitmiş; Kıbrıs'ta vefat edip, mezarı ziyaretgâh olmuş. Haber verdiği gibi aynen zuhur etmiş.



1- Buharî, Menâkıb: 25, Müslim, Fedâilü's-Sahâbe: 101; İbni Mâce, Cenâiz: 64; Müsned, 6:240, 282, 283; Kadî İyâz, eş-Şifâ, 1:340.
2- "Buradan çıkarılacak, tek başına yaşayacak ve tek başına öleceksin." el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:345; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:343; Aliyyü'l-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:700; el-Askalânî, el-Metâlibü'l-Â'liye, 4:116, no. 4109; İbni Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 5:8-9; el-Askalânî, el-İsabe: 4:64.
3- "Rüyâmda ümmetimin gazilerini gördüm. Tahtlarına oturmuş padişahlar gibi denizde savaşarak yollarına devam ediyorlardı." Buharî, Ta'bîr: 12; Cihad: 3, 8, 63, 75; İsti'zân, 41; Müslim, İmâret: 160, 161; Ebû Dâvud, Cihad: 9; Tirmizî, Fedâilü'l-Cihad: 15; Nesâî, Cihad: 40; İbni Mâce, Cihad: 10; Dârîmî, Cihad: 28; Muvatta', Cihad: 39; Müsned, 3:240, 264 ...; el-Elbânî, Sahîhu'l-Câmiü's-Sağîr, 6:24, no: 6620; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:556.





Hem, nakl-i sahih-i kati ile, ferman etmiş ki:


-1-

Yani, "Sakif kabilesinden biri dâvâ-yı nübüvvet edecek ve biri hunhar zalim zuhur edecek" deyip, nübüvvet dâvâ eden meşhur Muhtar'ı ve yüz bin adam öldüren Haccac-ı Zalimi haber vermiş.


Hem, nakl-i sahih-i kati ile,


-2-

deyip, İstanbul'un İslâm eliyle fetholacağını ve Hazret-i Sultan Mehmed Fatih'in yüksek bir mertebe sahibi olduğunu haber vermiş. Haber verdiği gibi zuhur etmiş.


Hem, nakl-i sahih-i kati ile, ferman etmiş ki:


-3-

deyip, başta Ebu Hanife olarak, İran'ın emsalsiz bir surette yetiştirdiği ulema ve evliyaya işaret ediyor, haber veriyor.


Hem ferman etmiş ki:

-4-

deyip, İmam-ı Şâfiî'ye işaret edip haber veriyor.


Hem, nakl-i sahih-i kati ile, ferman etmiş ki:


-5-

deyip, ümmeti yetmiş üç fırkaya inkısam edeceğini ve içinde fırka-i nâciye-i kâmile, Ehl-i Sünnet ve Cemaat olduğunu haber veriyor.

Hem ferman etmiş ki:


-6-

deyip, çok şubelere inkısam eden ve kaderi inkâr eden Kaderiye taifesini haber vermiş. Hem çok şubelere inkısam eden Râfızîleri haber vermiş.




1- Müslim, Fedâilü's-Sahâbe: 229, Tirmizî, Fiten: 44, Menâkıb: 73; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:450, 4:254.
2- "İstanbul fethedilecektir. Onu fethedecek olan kumandan ne güzel kumandan ve onun ordusu ne güzel ordudur." el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:422; Buharî, Târihü's-Sağîr, no. 139; Müsned, 4:335; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 6:218.
3- "Eğer din, Ülker Takımyıldızında bile olsaydı, Fars'tan bazı kimseler ona ulaşıp alabileceklerdi." Buharî, Tefsir: 62; Tirmizî, 47. sûrenin tefsiri: 3.
4- "Kureyş'in âlimi yeryüzünün tabakalarını ilimle dolduracaktır." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 2:53, 54.
5- "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. İçlerinden birisi fırka-i nâciyedir. 'Onlar kimdir?' dediler. Buyurdu ki: Bana ve Ashabıma tâbi olanlardır." Ebû Dâvud, Sünnet: 1; İbni Mâce, Fiten: 17; Tirmizî, Îmân: 18; Müsned, 2:232, 3:120, 148; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1: 679.
6- "Kaderiye fırkası, bu ümmetin mecûsîleridir." 4:150; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1:85; Ebû Dâvud, Sünnet: 5; Süyûti, el-Fethu'l-Kebîr, 3:23; Müsned, 2:86, 125, 5:406.






Hem, nakl-i sahih-i kati ile, İmam-ı Ali'ye (r.a.) demiş: "Sende, Hazret-i İsâ (a.s.) gibi, iki kısım insan helâkete gider: Birisi ifrat-ı muhabbet, diğeri ifrat-ı adâvetle. Hazret-i İsâ'ya, Nasrânî, muhabbetinden, hadd-i meşrudan tecavüzle (hâşâ) 'ibnullah' dediler. Yahudi, adâvetinden çok tecavüz ettiler, nübüvvetini ve kemâlini inkâr ettiler. Senin hakkında da, bir kısım, hadd-i meşrudan tecavüz edecek, muhabbetinden helâkete gidecektir." -1- demiş. "Bir kısmı, senin adâvetinden çok ileri gidecekler. Onlar da Havâriçtir ve Emevîlerin müfrit bir kısım taraftarlarıdır ki, onlara 'Nâsibe' denilir."

Eğer denilse: "Âl-i Beyte muhabbeti Kur'ân emrediyor. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm çok teşvik etmiş. O muhabbet, Şîalar için belki bir özür teşkil eder. Çünkü, ehl-i muhabbet bir derece ehl-i sekirdir. Niçin Şîalar, hususan Râfızîler o muhabbetten istifade etmiyorlar, belki işaret-i Nebeviye ile o fart-ı muhabbete mahkûmdurlar?"

Elcevap: Muhabbet iki kısımdır.

Biri: Mânâ-yı harfiyle, yani Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hesabına, Cenâb-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyti sevmektir. Şu muhabbet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın muhabbetini ziyadeleştirir, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adâvetini iktiza etmez.

İkincisi: Mânâ-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı düşünmeden, Hazret-i Ali'nin kahramanlıklarını ve kemâlini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah'ı bilmese de, Peygamberi tanımasa da, yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın muhabbetine ve Cenâb-ı Hakkın muhabbetine sebebiyet vermez. Hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adâvetini iktiza eder.

İşte, işaret-i Nebeviye ile, Hazret-i Ali hakkında ziyade muhabbetlerinden, Hazret-i Ebu Bekri's-Sıddık ile Hazret-i Ömer'den teberri ettiklerinden, hasârete düşmüşler. Ve o menfi muhabbet, sebeb-i hasârettir.

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, ferman etmiş ki:


-2-

deyip, "Ne vakit size Fars ve Rum kızları hizmet etti; o vakit belânız, fitneniz içinize girecek, harbiniz dahilî olacak, şerirleriniz başa geçip hayırlılar ve iyilerinize musallat olacaklar" haber vermiş. Otuz sene sonra haber verdiği gibi çıkmış.




1- Onların bir lâkabı vardır ki, onlara Rafizî denir. (Müsned, 1:103.)
2- Tirmizî (tahkik: Ahmed Şâkir), no. 2262; el-Elbânî, Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha, 954; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 10:232, 237.





Hem, nakl-i sahih-i kati ile, ferman etmiş ki:


-1-

deyip, "Hayber Kalesinin fethi Ali'nin eliyle olacak." Me'mulün pek fevkinde, ikinci gün bir mucize-i Nebeviye olarak, Hayber Kalesinin kapısını Hazret-i Ali çekip kalkan gibi istimal ederek fethe muvaffak olduktan sonra kapıyı yere atmış. Sekiz kuvvetli adam o kapıyı yerden kaldıramamış. Bir rivayette, kırk adam kaldıramamış.


Hem ferman etmiş ki:


-2-

diye, Sıffin'de Hazret-i Ali ile Muaviye'nin harbini haber vermiş.


Hem ferman etmiş ki:


-3-

diye, "Bâği bir taife Ammâr'ı katledecek." Sonra, Sıffin harbinde katledildi. Hazret-i Ali, onu Muaviye'nin taraftarları bâği olduklarına hüccet gösterdi. Fakat Muaviye tevil etti. Amr ibnü'l-Âs dedi ki: "Bâği yalnız onun katilleridir; umumumuz değiliz."


Hem ferman etmiş ki:


-4-

diye, "Hazret-i Ömer sağ kaldıkça içinizde fitneler zuhur etmez." Haber vermiş; öyle de olmuş.

Hem Süheyl ibni Amr daha imana gelmeden esir olmuş. Hazret-i Ömer Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma demiş ki: "İzin ver, ben bunun dişlerini çekeceğim. Çünkü o fesahatiyle küffâr-ı Kureyş'i harbimize teşvik ediyordu." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş ki:


-5-

diye, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın vefatı hengâmında olan dehşet-engiz ve sabır-sûz hadisede, Hazret-i Ebu Bekri's-Sıddık nasıl ki Medine-i Münevverede kemâl-i metanetle herkese teselli verip mühim bir hutbe ile Sahabeleri teskin etmiş; aynen onun gibi, şu Süheyl, o hengâmda, Mekke-i Mükerremede, aynı Ebu Bekri's-Sıddık gibi Sahabeye teskin ve teselli verip, malûm fesahatiyle Ebu Bekri's-Sıddık'ın aynı hutbesinin meâlinde bir nutuk söylemiş. Hattâ iki hutbenin kelimeleri birbirine benzer.




1- Buharî, Cihad: 102,143, el-Mağâzî: 38; Müslim, Fedâilü's-Sahâbe: 34, 35; Müsned, 2:484, 5:333; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 4:205.
2- "Müslümanlardan aynı dâvâya sahip iki büyük topluluk birbiriyle savaşmadıkça kıyamet kopmaz." Müslim, Fiten: 4; İbni Hibban, Sahih, 8:259; Ali el-Karî, Şerhu'ş-Şifâ, 1:704; el-Elbânî, Sahihü'l-Câmî, 6:174, no. 7294.
3- Buharî, Salât, 63; Müslim, Fiten: 70, 72, 73; Tirmizî, Menâkıb: 34; Müsned, 2:161, 164, 206, 3:5, 22, 28, 91, 4:197, 199, 5:215, 306, 307, 6:289, 300, 311, 315; Kettânî, Nazmü'l-Mütenâsir, 126; İbni Hibban, Sahih, 8:260; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:155, 3:191, 397; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:339; es-Sâ'âtî, el-Fethü'r-Rabbânî, 23:142.
4- Buharî, Mevâkît, 4; Menâkıb: 25, Fiten: 22; Müslim, Îmân: 231, Fiten: 27; İbni Mâce, Fiten: 9; Müsned, 5:401, 405.
5- "Yâ Ömer! Gün gelir, bu adam seni sevindirecek bir duruma gelir." Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:704; el-Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:218; el-Askalânî, el-İsâbe, 2:93-94; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:282.




Hem Sürâka'ya ferman etmiş ki:

-1-

diye, "Kisrânın iki bileziğini giyeceksin." Hazret-i Ömer zamanında Kisrâ mahvedildi; ziynetleri ve şahane bilezikleri geldi, Hazret-i Ömer Sürâka'ya giydirdi. Dedi:


-2-

ihbar-ı Nebevîyi tasdik ettirdi.


Hem ferman etmiş ki:

-3-

diye, "Kisrâ-yı Fars gittikten sonra daha kisrâ çıkmayacak." Haber vermiş; hem öyle olmuş.


Hem Kisrâ elçisine demiş: "Şimdi Kisrânın oğlu Şirviye Perviz, Kisrâyı öldürdü." 1 O elçi tahkik etmiş; aynı vakitte öyle olmuş. O da İslâm olmuş. Bazı ehâdiste o elçinin adı Firuz'dur.

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, Hâtıb ibni Ebî Beltea'nın, gizli Kureyş'e gönderdiği mektubu haber vermiş. Hazret-i Ali ile Mikdad'ı göndermiş, "Filân mevkide bir şahısta şöyle bir mektup var; alınız, getiriniz." Gittiler, aynı yerden aynı mektubu getirdiler. Hâtıb'ı celb etti. "Neden yaptın?" demiş; o da özür beyan etmiş, özrünü kabul etmiş. 2

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, Utbe ibni Ebî Leheb hakkında ferman etmiş ki: -4- diye, Utbe'nin âkıbet-i feciasını haber vermiş. Sonra Yemen tarafına giderken bir arslan gelip onu yemiş, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın hem bedduasını, hem haberini tasdik etmiş.

Hem, nakl-i sahih ile, feth-i Mekke vaktinde, Hazret-i Bilâl-i Habeşî Kâbe damına çıkıp ezan okumuş. Rüesa-yı Kureyş'ten Ebu Süfyan, Attab ibni Esid ve Hâris ibni Hişam oturup konuştular.

Attab dedi: "Pederim Esid bahtiyardı ki bugünü görmedi."

Hâris dedi ki: "Muhammed bu siyah kargadan başka adam bulmadı mı ki müezzin yapsın?" Hazret-i Bilâl-i Habeşîyi tezyif etti.



1- Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:703, el-Askalânî, el-İsâbe, no. 3115.
2- "Bu iki bileziği Kisrâ'dan alıp Sürâka'ya giydiren Allah'a hamd olsun." Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:703, el-Askalânî, el-İsâbe, no. 3115; Kâd-ı Iyâz, eş-Şifâ, 1:344.
3- Buharî, İmân: 31; Müslim, Fiten: 76; Tirmizî, Fiten: 41; Müsned, 2:233, 240, 5:92, 99; Kâd-ı Iyâz, eş-Şifâ, 1: 337; el-Mubârekforî, Tuhfetü'l-Ahvezî, 6:462, 663.
4- "Allah'ın bir iti onu yiyecek." el-Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:139; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:664
1 Kadî Iyâz, eş-Şifâ, 1:343; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3: 211; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:700; el-Elbânî, Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha, 1427.
2 Buharî, Cihad: 141, Tefsir: 60:1, Meğâzî: 46; Müslim, Fedâilü's-Sahâbe: 161; Ebû Dâvud, Cihad: 98; Tirmizî, 60:1; Müsned, 1:79; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:301; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:342.



Ebu Süfyan dedi: "Ben korkarım, birşey demeyeceğim. Kimse olmasa da, şu Batha'nın taşları ona haber verecek, o bilecek." Hakikaten, bir parça sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onlara rast geldi, harfiyen konuştuklarını söyledi. O vakit Attab ile Hâris şehadet getirdiler, Müslüman oldular.1

İşte, ey biçare mülhid! Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı tanımayan kalbsiz adam! Bak, Kureyş'in iki muannid büyükleri, birtek ihbar-ı gaybî ile imana geldiler. Ne kadar kalbin bozulmuş ki, mânevî tevatürle, bu ihbar-ı gaybî gibi binler mu'cizâtı işitiyorsun, yine kanaat-i tammen gelmiyor. Her ne ise, sadede dönüyoruz.

Hem, nakl-i sahih ile, gazve-i Bedir'de, Hazret-i Abbas Sahabelerin eline esir düştüğü vakitte, fidye-i necat istenilmiş. O da demiş: "Param yok." Hazret-i Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş ki:

"Zevcen Ümmü Fadl yanında bu kadar parayı filân yere bırakmışsın." Hazret-i Abbas tasdik edip, "İkimizden başka kimsenin bilmediği bir sır idi." O vakit kemâl-i imanı kazanıp İslâm olmuş. 2

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, muzır bir sâhir olan Lebid-i Yahudi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı rencide etmek için acip ve müessir bir sihir yapmış. Bir tarağa saçları sarmış, üstünde sihir yapmış, bir kuyuya atmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ali'ye ve Sahabelere ferman etmiş: "Gidiniz, filân kuyuda bu çeşit sihir âletlerini bulup getiriniz." Gitmişler, aynen öyle bulup getirmişler. Herbir ipi açıldıkça, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dahi rahatsızlığından hiffet buluyordu.3

Hem, nakl-i sahih ile, Ebu Hüreyre ve Huzeyfe gibi mühim zatlar bulunduğu bir heyette Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş ki:


*

diye, birinin irtidadıyla müthiş âkıbetini haber vermiş. Ebu Hüreyre dedi: "O heyetten, ben bir adamla ikimiz kaldık. Ben korktum. Sonra öteki adam Yemâme Harbinde Müseylime tarafında bulunup mürted olarak katledildi." İhbar-ı Nebevînin hakikati çıktı.



1- el-Hafâci, Şerhu'ş-Şifâ, 3:219, 220; el-Askâlânî, el-Metâlibü'l-Âliye, no. 4366; İbnü'l-Kayyım, Zâdü'l-Meâd, (tahkik: el-Arnavud), 3:409-410; İbni Hişâm, Sîretü'n-Nebî, 2:413.
2- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:343, Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:699; Hafâci, Şerhu'ş-Şifâ, 3:206, 207; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 6:85.
3- Buharî, Tıb: 47, 49, 50; Edeb: 56; Daavât: 57; Bedü'l-Halk: 11; Müslim, Selâm: 43; İbni Mâce, Tıb: 45; Müsned, 6:57, 63, 96; Ali el-Kari, Şerü'ş-Şifâ, 1:706; Tebrîzî, Mişkâtü'l-Mesâbîh, (tahkik: el-Elbânî), 3:174, no. 5893.
* "Birinizin dişi, Cehennemde Uhud Dağından daha büyük olacaktır." Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 4:342, el-Hafâci, Şerhu'ş-Şifâ, 3:203; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 8:289-290, 8:290; Tebrîzî, Mişkâtü'l-Mesâbîh, 3:103.




Hem, nakl-i sahih ile, Umeyr ve Safvan Müslüman olmadan evvel, mühim bir mala mukabil, Peygamberin (a.s.m.) katline karar verip, Umeyr ise Peygamberin (a.s.m.) katlini niyet ederek Medine'ye gelmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Umeyr'i gördü, yanına çağırdı. dedi: "Safvan ile maceranız budur." elini Umeyr'in göğsüne koydu; Umeyr "Evet" dedi, Müslüman oldu. 1

Daha bunlar gibi pek çok sahih ihbârât-ı gaybiye vuku bulmuş. Meşhur kütüb-ü sitte-i sahiha-i hadisiyede zikredilmiştir ve senetleriyle beyan edilmiştir. Bu risalede beyan edilen vakıatın ekseri, tevatür-ü mânevî hükmünde katidir, yakinîdirler. Başta Buharî ve Müslim-ki, Kur'ân'dan sonra en sahih kitap olduklarını ehl-i tahkik kabul etmiş-ve sair Sahih-i Tirmizî, Neseî ve Ebu Davud ve Müstedrekü'-Hâkim ve Müsned-i Ahmed ibni Hanbel ve Delâil-i Beyhakî gibi kitaplarda ananesiyle beyan edilmiştir.

Şimdi, ey mülhid-i bîhuş! "Muhammed-i Arabî (a.s.m.) akıllı bir adamdı" deyip geçme. Çünkü şu umur-u gaybiyeye dair ihbârât-ı sadıka-i Ahmediye (a.s.m.) iki şıktan hâli değil: Ya diyeceksin ki, o zât-ı kudsîde öyle keskin bir nazar ve geniş bir dehâ var ki, mâzi ve müstakbeli ve umum dünyayı görür, bilir ve etraf-ı âlemi ve şark ve garbı temâşâ eder bir gözü ve geçmiş ve gelecek bütün zamanları keşfeder bir dehâsı vardır. Bu hal ise beşerde olamaz; eğer olsa, Hâlık-ı âlem tarafından verilmiş bir harika, bir mevhibe olur. Bu ise, tek başıyla bir mucize-i âzamdır. Veyahut inanacaksın ki, o zât-ı mübarek, öyle bir Zâtın memuru ve şakirdidir ki, herşey Onun nazarında ve tasarrufundadır. Ve bütün envâ-ı kâinat ve bütün zamanlar Onun taht-ı emrindedir. Defter-i kebirinde herşey yazılıdır; istediği zaman talebesine bildirir ve gösterir. Demek, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, Üstad-ı Ezelîsinden ders alır, öyle ders verir.

Hem, nakl-i sahih ile, Hazret-i Hâlid'i, harp için Düvmetü'l-Cendel reisi olan Ükeydir'e gönderdiği vakit ferman etmiş ki: * diye, bakar-ı vahşî avında bulacağını, kavgasız esir edileceğini ihbar etmiş. Hazret-i Hâlid gitmiş, aynen öyle bulmuş, esir etmiş, getirmiş.

Hem, nakl-i sahih ile, Kureyş, Benî Hâşimî aleyhinde yazdıkları ve Kâbenin sakfına astıkları sayfa hakkında ferman etmiş ki: "Kurtlar yazılarınızı yemiş; yalnız sayfadaki esmâ-i İlâhiyeye ilişmemişler." Haber vermiş. Sonra sayfaya bakmışlar; aynen öyle olmuş. 2

Hem, nakl-i sahih ile, "Beytü'l-Makdisin fethinde büyük bir tâun çıkacak" ferman etmişti. Hazret-i Ömer zamanında Beytü'l-Makdis fetholundu. Ve öyle bir tâun çıktı ki, üç günde yetmiş bir vefiyat oldu.3



* "Onu yabânî öküz avlarken bulacaksın." Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:344; Hafâci, Şerhu'ş-Şifâ, 3:218; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:704; İbnü'l-Kayyım, Zâdü'l-Meâd, 5:538-539; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:519; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 4:30.
1- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:342, 343; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 8:286-287, 8:284-286; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 3:313.
2- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:345; Hafâci, Şerhu'ş-Şifâ, 3: 720; Aliyyü'l-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:706; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 3:96-97; İbni Hişâm, Sîretü'n-Nebî, 1:371.
3- Buharî, Tıb: 30, Hıyel: 13; Müslim, Selâm: 98, 100; Muvatta', Medine: 22, 24; Müsned, 4:195-196; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 6:383; Süyûtî, el-Hasâisü'l-Kübrâ, 2:477-478.





Hem, nakl-i sahih ile, o zamanda vücudu olmayan Basra ve Bağdad'ın vücuda geleceklerini ve Bağdad'a dünya hazinelerinin gireceğini 1 ve Türkler ve Bahr-i Hazar etrafındaki milletlerle Araplar muharebe edeceklerini ve sonra onlar çoklukla İslâmiyete girecek, Araplara Araplar içinde hâkim olacaklarını haber vermiş. Demiş ki:


-2-

Hem ferman etmiş ki:

-3-

diye, Emeviyenin Yezid ve Velid gibi şerir reislerinin fesadını haber vermiş.


Hem Yemâme gibi bir kısım yerlerde irtidat vuku bulacağını haber vermiş.4

Hem gazve-i meşhure-i Hendek'te ferman etmiş ki:


-5-

diye, "Bundan sonra onlar bana değil, belki ben onlara hücum edeceğim." Haber vermiş, haber verdiği gibi çıkmış.


Hem, nakl-i sahih ile, vefatından bir iki ay evvel ferman etmiş ki:


-6-

diye vefatını haber vermiş.


Hem Zeyd ibni Sûvahan hakkında ferman etmiş ki:


-7-

Zeyd'den evvel bir uzvu şehid edileceğini haber vermiş. Bir zaman sonra, Nihavend harbinde bir eli kesilmiş. Demek, en evvel o el şehid olup mânen Cennete gitmiş.




1- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:344; Aliyyü'l-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:703; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 10:102; Tebrizî, Mişkâtü'l-Mesâbîh, no. 5433.
2- "İçinizde Arap olmayan milletlerin çoğalacağı günler yakındır. Onlar sizin malınızı ve herşeyinizi gözünüz önünde yiyecekler ve ensenize tokat indirecekler." Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:341; Hafâci, Şerhu'ş-Şifâ, 3:194; Aliyyü'l-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:692; el-Heysemî, Mecme'u'z-Zevâid, 7:310; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:519; Müsned, 2:288, 296, 304, 324, 377, 520, 4:66, 5:38.
3- "Ümmetimin helâki, Kureyş'in sefihlerinin elleriyle olacak." Buharî, Menâkıb: 25; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:479, 527, 572; Müsned, 2:288, 296, 301, 304, 324, 377, 520, 536, 4:66, 5:38; İbni Hibban, Sahih, 8:215, 252.
4- Buharî, Menâkıb: 25, Meğâzi: 70, Ta'bîr: 40; Müslim, Rüyâ: 21, 22; Tirmizî, Rüyâ: 10; Müsned, 2:319; Beyhâkî, Delâliü'n-Nübüvve: 5:334-3366:358, 360, 524.
5- Buharî, Meğâzî: 29; Müsned, 4:262, 6:394; İbni Hibban, Sahih, 6:272.
6- "Allah bir kulunu serbest bıraktı. O da, Allah katındakini seçti." Buharî, Menâkıbu'l-Ensâr: 45; Salât: 80, Fedâilü's-Sahâbe: 3; Müslim, Fedâilü's-Sahâbe: 2; Tirmizî, Menâkıb: 15; Ebû Dâvud, Mukaddime: 14; Müsned, 3:18, 478, 4:211, 5:139; İbni Hibban, Sahih, 8:200, 9:58.
7- "Onun bir uzvu kendisinden önce Cennete gider." Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:343; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:702; Hafâci, Şerhu'ş-Şifâ, 3:214; el-Heysemî, Mecme'u'z-Zevâid, 9:398; Askâlânî, el-Metâlibü'l-Âliye, 4:91, no. 4047.





İşte, bütün bahsettiğimiz umur-u gaybiye, on kısım envâ-ı mu'cizâtından birtek nevidir. O nevin on kısmından bir kısmını söylemedik. Şimdi, bu kısımla beraber, i'câz-ı Kur'ân'a dair Yirmi Beşinci Sözde, gayet geniş ihbar-ı gayb nevinin, dört nevini icmâlen beyan etmişiz. İşte buradaki nevi ile beraber, Kur'ân'ın lisanıyla gaybdan haber verilen o dört büyük nevi beraber düşün. Gör ki, ne kadar kati, şüphesiz, parlak, kuvvetli, kavî bir bürhan-ı risalettir ki, bütün bütün kalbi, aklı bozulmayan, elbette İmân edecek ki, zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, Hâlık-ı Külli Şey ve Allâmü'l-Guyûb olan bir Zât-ı Zülcelâlin resulüdür ve Ondan haber alıyor.

Yedinci Nükteli İşaret

Mu'cizât-ı Nebeviyenin bereket-i taam hususunda olan kısmından birkaç kati ve mânen mütevatir misaline işaret edeceğiz. Bahisten evvel bir mukaddime zikri münasiptir.

Mukaddime:

Şu gelecek bereketli mu'cizât misalleri, herbiri müteaddit tarikle, hattâ bazıları on altı tarikle sahih bir surette nakledilmiş. Ekserisi bir cemaat-i kesire huzurunda vuku bulmuş; o cemaat içinde muteber ve sadık insanlar onlardan bahsedip nakletmişler. Meselâ, "Sâ' denilen dört avuç taamdan yetmiş adam yemişler, tok olmuşlar" naklediyor. O yetmiş adam onun sözünü işitiyor, tekzip etmiyor. Demek sükûtla tasdik ediyorlar. Halbuki, o asr-ı sıdk ve hakikatte ve o hakperest ve ciddî ve doğru adam olan Sahabeler, zerre miktar yalanı görse, red ve tekzip ederler. Halbuki, bahsedeceğimiz vakıaları çoklar rivayet etmiş ve ötekiler de sükûtla tasdik etmişler. Demek, herbir hadise mânen mütevatir gibi katidir.

Hem Sahabeler, Kur'ân'ın ve âyetlerin hıfzından sonra, en ziyade Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ef'al ve akvâlinin muhafazasına, bahusus ahkâma ve mu'cizâta dair ahvâline bütün kuvvetleriyle çalıştıklarını ve sıhhatlerine pek çok dikkat ettiklerini, tarih ve siyer şehadet ediyor. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma ait en küçük bir hareketi, bir sîreti, bir hali ihmal etmemişler. Ve etmediklerini ve kaydettiklerini, kütüb-ü ehâdisiye şehadet ediyor.

Hem Asr-ı Saadette, mu'cizâtı ve medar-ı ahkâm ehâdisi, kitabetle çoklar kaydedip yazdılar. Hususan Abâdile-i Seb'a kitabetle kaydettiler. Hususan, Tercümanü'l-Kur'ân olan Abdullah ibni Abbas ve Abdullah ibni Amr ibni'l-Âs, bahusus otuz kırk sene sonra Tâbiînin binler muhakkikleri, ehâdisi ve mu'cizâtı yazıyla kaydettiler.

Daha ondan sonra, başta dört imam-ı müçtehid ve binler muhakkik muhaddisler naklettiler, yazıyla muhafaza ettiler.

Daha Hicretten iki yüz sene sonra, başta Buharî, Müslim, Kütüb-ü Sitte-i makbule vazife-i hıfzı omuzlarına aldılar. İbni Cevzî gibi şiddetli binler münekkitler çıkıp, bazı mülhidlerin veya fikirsiz veya hıfzsız veya nâdanların karıştırdıkları mevzu ehâdisi tefrik ettiler, gösterdiler.

Sonra, ehl-i keşfin tasdikiyle, yetmiş defa Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm temessül edip yakaza halinde onun sohbetiyle müşerref olan Celâleddin Süyutî gibi allâmeler ve muhakkikler, ehâdis-i sahihanın elmaslarını, sair sözlerden ve mevzuattan tefrik ettiler. İşte, bahsedeceğimiz hadiseler, mucizeler, böyle elden ele-kuvvetli, emin, müteaddit ve çok, belki hadsiz ellerden-sağlam olarak bize gelmiş. "Elhamdü lillâhi hâzâ min fadli Rabbî". 1

İşte buna binaen, "Bu zamana kadar uzun mesafeden gelen, şu zamandan tâ o zamana kadar bu hadiseleri, nasıl bileceğiz ki karışmamış ve sâfidir?" hatıra gelmemelidir.

Berekete Dair Mu'cizât-ı Katiyenin Birinci Misali: Başta Buharî ve Müslim, Kütüb-ü Sitte-i sahiha müttefikan haber veriyorlar ki:

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Hazret-i Zeynep ile tezevvücü velîmesinde, Hazret-i Enes'in validesi Ümmü Süleym, bir iki avuç hurmayı yağla kavurarak bir kaba koyup Hazret-i Enes'le Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâma gönderdi. Enes'e ferman etti ki: "Filân, filânı çağır. Hem, kime tesadüf etsen davet et." Enes de kime rast geldiyse çağırdı. Üç yüz kadar Sahabe gelip suffe ve hücre-i saadeti doldurdular.

Ferman etti: Yani, "Onar onar halka olunuz." Sonra, mübarek elini o az taam üzerine koydu, dua etti, "Buyurun" dedi. Bütün o üç yüz adam yediler, tok olup kalktılar. Enes'e ferman etmiş: "Kaldır." Enes demiş ki: "Bilmedim, taam kabını koyduğum vakit mi taam çoktu, yoksa kaldırdığım vakit mi çoktu, fark edemedim." 2

İkinci Misal: Mihmandâr-ı Nebevî Ebu Eyyubi'l-Ensârî hanesine teşrif-i Nebevî hengâmında Ebu Eyyüb der ki:

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve Ebu Bekr-i Sıddık'a kâfi gelecek iki kişilik yemek yaptım. Ona ferman etti: -3- Otuz adam geldiler, yediler. Sonra ferman etti: -4- Altmış daha davet ettim. Geldiler, yediler. Sonra ferman etti: -5- Yetmiş daha davet ettim. Geldiler, yediler. Kaplarda yemek daha kaldı. Bütün gelenler o mucize karşısında İslâmiyete girip biat ettiler. O iki kişilik taamdan yüz seksen adam yediler. 6



1- Allah'a hamd olsun. Bu Rabbimin ihsanıdır. (Dua)
2- Buharî, Nikâh: 64; Müslim, Nikâh: 94, 95; Tirmizî, 33:21; Nesâî, Nikâh: 84; Ebû Dâvud, Edeb: 95; Müsned, 3:29, 5:462; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:294.
3- "Ensar'dan otuz kişi çağır."
4- "Altmış kişi çağır."
5- "Yetmiş kişi çağır."
6- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:292; el-Heysemî, el-Mecmeu'z-Zevâid, 8:303; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:33; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:604.






Üçüncü Misal: Hazret-i Ömer ibnü'l-Hattab ve Ebu Hüreyre ve Selemetübnü'l-Ekvâ ve Ebu Amratü'l-Ensarî gibi, müteaddit tariklerle diyorlar ki:

Bir gazvede ordu aç kaldı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma müracaat ettiler. Ferman etti ki: "Heybelerinizde kalan bakıye-i erzakı toplayınız." Herkes azar birer parça hurma getirdi. En çok getiren, dört avuç getirebildi. Bir kilime koydular.

Seleme der ki: "Mecmuunu ben tahmin ettim, oturmuş bir keçi kadar ancak vardı." Sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bereketle dua edip ferman etti: "Herkes kabını getirsin." Koşuştular, geldiler. O ordu içinde hiçbir kap kalmadı, hepsini doldurdular. Hem fazla kaldı.

Sahabeden bir râvi demiş: "O bereketin gidişatından anladım: Eğer ehl-i arz gelseydi, onlara dahi kâfi gelecekti." -1-

Dördüncü Misal: Başta Buharî ve Müslim, kütüb-ü sahiha beyan ediyorlar ki:

Abdurrahman ibn-i Ebî Bekr-i Sıddık der: Biz yüz otuz Sahabe, bir seferde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraberdik. Dört avuç miktarı olan bir sâ' ekmek için hamur yapıldı. Bir keçi dahi kesildi, pişirildi; yalnız ciğer ve böbrekleri kebap yapıldı. Kasem ederim, o kebaptan, yüz otuz Sahabeden herbirisine bir parça kesti, verdi. Sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm pişmiş eti iki kâseye koydu. Biz umumumuz tok oluncaya kadar yedik; fazla kaldı. Ben fazlasını deveye yükledim. -2-

Beşinci Misal: Kütüb-ü sahiha katiyetle beyan ediyorlar ki:

Gazve-i Garra-i Ahzabda, meşhur Yevmü'l-Hendek'te, Hazret-i Câbiru'l-Ensârî kasemle ilân ediyor: O günde, dört avuç olan bir sâ' arpa ekmeğinden, bir senelik bir keçi oğlağından bin adam yediler ve öylece kaldı.

Hazret-i Câbir der ki: O gün yemek, hanemde pişirildi. Bütün bin adam o sâ'dan, o oğlaktan yediler, gittiler. Daha tenceremiz dolu kaynıyor, daha hamurumuz ekmek yapılıyor. O hamura, o tencereye mübarek ağzının suyunu koyup bereketle dua etmişti. -3-

İşte, şu mucize-i bereketi, bin zâtın huzurunda, onları ona alâkadar göstererek Hazret-i Câbir kasemle ilân ediyor. Demek şu hadise, bin adam rivayet etmiş gibi kati denilebilir.

Altıncı Misal: Nakl-i sahih-i kati ile, hâdim-i Nebevî Hazret-i Enes'in amcası meşhur Ebu Talha der ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, yetmiş seksen adamı, Enes'in koltuğu altında getirdiği az arpa ekmeğinden tok oluncaya kadar yedirdi. "O az ekmekleri parça parça ediniz" emretti ve bereketle dua etti. Menzil dar olduğundan, onar onar gelip yediler, tok olarak gittiler. -4-



1- Buharî, Şerike: 1; Cihad: 123; Müslim, İman: 44, 45; Müsned, 3:11, 418.

2- Buharî, Hibe: 28, Et'ıme: 6; Müslim, Eşribe: 175; Müsned: 1:197, 198; es-Sâ'âtî, el-Fethü'r-Rabbânî: 22:55.

3- Buharî, Mağâzî: 29; Müslim, Eşribe: 141; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:31; Ali el-Kari, eş-Şifâ, 1:290; Kenzü'l-Ummal, 12:409, 424.

4- Buharî, Et'ıme: 6, 48; Müslim, Eşribe: 142, 143; Müsned, 3:218; Ali el-Kari, eş-Şifâ, 1:291, 297; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:31.





Yedinci Misal: Nakl-i sahih-i kati ile, Şifâ-i Şerif ve Müslim gibi kütüb-ü sahiha beyan ederler ki:

Hazret-i Câbiru'l-Ensârî diyor: Bir zat, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan iyâli için taam istedi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yarım yük arpa verdi. Çok zaman o adam iyâliyle ve misafirleriyle o arpadan yediler. Bakıyorlar, bitmiyor. Noksaniyetini anlamak için ölçtüler. Sonra bereket dahi kalktı; noksan olmaya başladı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma geldi, vak'ayı beyan etti. Ona cevaben ferman etti: Yani, "Eğer kile ile tecrübe etmeseydiniz, hayatınızca size yeterdi." -1-

Sekizinci Misal: Tirmizî ve Neseî ve Beyhakî ve Şifâ-i Şerif gibi kütüb-ü sahiha beyan ediyorlar ki:

Hazret-i Semeretübnü Cündüb der: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma bir kâse et geldi. Sabahtan akşama kadar fevc fevc adamlar geldiler, yediler. -2-

İşte, mukaddimede beyan ettiğimiz sırra binaen, şu vakıa-i bereket yalnız Semure'nin rivayeti değil; belki Semure, o yemeği yiyen cemaatlerin mümessili gibi, onların namına ve tasdiklerine binaen ilân ediyor.

Dokuzuncu Misal: Şifâ-i Şerif sahibi ve meşhur İbni Ebî Şeybe ve Taberânî gibi mevsuk ve sahih muhakkikler rivayetiyle, Hazret-i Ebu Hüreyre der:

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bana emretti: "Mescid-i şerifin suffesini mesken ittihaz eden yüzden ziyade fukara-yı muhacirîni davet et." Ben dahi onları aradım, topladım. Umumumuza bir tabla taam konuldu. Biz istediğimiz kadar yedik, kalktık. O kâse konulduğu vakit nasıl idi; yine öyle dolu kaldı. Yalnız parmakların izi taamda görünüyordu. -3-

İşte, Hazret-i Ebu Hüreyre, umum kâmilîn-i ehl-i suffe tasdikine istinaden, onlar namına haber verir. Demek, mânen umum ehl-i suffe rivayet etmiş gibi katidir. Hem hiç mümkün müdür ki, o haber hak ve doğru olmasa, o sadık ve kâmil zatlar sükût edip tekzip etmesinler?

Onuncu Misal: Nakl-i sahih-i kati ile, Hazret-i İmam-ı Ali der:

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Benî Abdülmuttalib'i cem etti. Onlar kırk adam idiler. Onlardan bazıları bir deve yavrusunu yerdi ve dört kıyye süt içerdi. Halbuki, umum onlara bir avuç kadar bir yemek yaptı; umum yiyip tok oldular, yemek eskisi gibi kaldı. Sonra, üç dört adama ancak kâfi gelir ağaçtan bir kap içinde süt getirdi. Umumen içtiler, doydular; içilmemiş gibi bâki kaldı. -4- İşte, Hazret-i Ali'nin şecaati ve sadakati katiyetinde bir mucize-i bereket!



1- Müslim, Fedâil: 3, no. 2281; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 6:114.

2- Tirmizî (tahkik Ahmed Şâkir), no. 2629; Ebû Dâvud, Mukaddime: 9; Müsned, 5:12, 18; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:618.

3- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:293; Ali el-Kari, eş-Şifâ, 1:606; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 8:308; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 6:101.

4- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:293; Ali el-Kari, eş-Şifâ, 1:607; el-Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:36; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 8:302-303; Ahmed ibni Hanbel, Fedâilü's-Sahâbe (tahkik: Vasiyyüllah), 1220; Müsned, 1:159.






On Birinci Misal: Nakl-i sahih ile, Hazret-i Ali ve Fatımatü'z-Zehrâ velîmesinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Bilâl-ı Habeşîye emretti: "Dört beş avuç un, ekmek yapılsın ve bir deve yavrusu kesilsin."

Hazret-i Bilâl der: Ben taamı getirdim. Mübarek elini üstüne vurdu. Sonra taife taife Sahabeler geldiler, yediler, gittiler. O yemekten bâki kalan miktara yine bereketle dua etti. Bütün ezvâc-ı tâhirâta, herbirine birer kâse gönderildi. Emretti ki: "Hem yesinler, hem yanlarına gelenlere yedirsinler." -1-

Evet, böyle mübarek bir izdivaçta, elbette böyle bir bereket lâzımdır ve vukuu katidir.

On İkinci Misal: Hazret-i İmam-ı Cafer-i Sadık, pederleri İmam-ı Muhammedü'l-Bâkır'dan, o da pederi İmam-ı Zeynelâbidîn'den, o dahi İmam-ı Ali'den nakleder ki:

Fatımatü'z-Zehrâ, yalnız ikisine kâfi gelecek bir yemek pişirdi. Sonra Ali'yi gönderdi, tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gelsin, beraber yesinler. Teşrif etti ve emretti ki, o yemekten herbir ezvâcına birer kâse gönderildi. Sonra kendine, hem Ali'ye, hem Fatıma ve evlâtlarına birer kâse ayrıldıktan sonra, Hazret-i Fatıma der: "Tenceremizi kaldırdık; daha dolu olup taşıyordu. Meşiet-i İlâhiye ile, hayli zaman o yemekten yedik." -2-

Acaba niçin bu nuranî, yüksek silsile-i rivayetten gelen şu mucize-i berekete, gözünle görmüş gibi inanmıyorsun? Evet, buna karşı şeytan dahi bahane bulamaz.

On Üçüncü Misal: Ebu Davud ve Ahmed ibni Hanbel ve İmam-ı Beyhakî gibi sadûk imamlar, Dükeynü'l-Ahmes ibni Saidi'l-Müzeyn'den, hem altı kardeşle beraber sohbete müşerref ve Sahabelerden olan Numan ibni Mukarrini'l-Ahmesiyyi'l-Müzeyn'den, hem Cerir'den naklederek, müteaddit tariklerle Hazreti Ömer ibnü'l-Hattab'dan naklediyorlar ki:

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Hazret-i Ömer'e emretti: "Ahmesî kabilesinden gelen dört yüz atlıya yolculuk için zâd ü zahîre ver." Hazret-i Ömer dedi: "Ya Resulallah, mevcut zahîre birkaç sâ'dır. Kümesi, oturmuş bir deve yavrusu kadardır." Ferman etti: "Git, ver." O da gitti, yarım yük hurmadan, dört yüz süvariye kifayet derecesinde zâd ü zahîre verdi. Ve dedi: Hiç noksan olmamış gibi eski halinde kaldı. -3-

İşte şu mucize-i bereket, dört yüz adamla ve bahusus Hazret-i Ömer ile münasebettar bir surette vukua gelmiştir. Rivayetlerin arkasında bunlar var. Bunların sükûtu, tasdiktir; iki üç haber-i vahid deyip geçme. Böyle hadiseler haber-i vahid dahi olsa, tevatür-ü mânevî hükmünde kanaat verir.



1- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:297; Ali el-Kari, eş-Şifâ, 1:613; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 3:160.

2- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:294; Ali el-Kari, eş-Şifâ, 1:608; İbni Hacer, el-Metâlibü'l-Âliye, 4:73, no. 4001.

3- Es-Sâ'âtî, el-Fethü'r-Rabbânî, 22:85; Müsned, 5:445; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:294; Ali el-Kari, eş-Şifâ, 1:609; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 5:365.





On Dördüncü Misal: Başta Buharî ve Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki:

Hazret-i Câbir'in pederi vefat eder. Borcu çok, ziyade medyun; borç sahipleri de Yahudiler. Câbir, pederinin asıl malını guremâya verdi, kabul etmediler. Halbuki, bağındaki meyveleri, kaç senede deynine kâfi gelmeyecek. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: "Bağın meyvelerini koparınız, harman ediniz." Öyle yaptılar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm harman içinde gezdi, dua etti. Sonra Câbir, harmandan pederinin bütün guremâsının borçlarını verdikten sonra, yine, bir senede bağdan gelen mahsulât kadar harmanda kaldı. Bir rivayette, bütün guremâya verdiği kadar kaldı. O hadiseden, borç sahipleri olan Yahudiler çok taaccüp edip hayrette kaldılar. -1-

İşte şu mucize-i bâhire-i bereket, yalnız Hazret-i Câbir gibi birkaç râvilerin haberi değil. Belki mânevî tevatür hükmünde, o hadise ile münasebettar, hadd-i tevatür derecesinde çok adamları temsil ederek rivayet etmişler.

On Beşinci Misal: Başta Tirmizî ve İmam-ı Beyhakî gibi muhakkikler, Hazret-i Ebu Hüreyre'den nakl-i sahihle beraber haber veriyorlar ki:

Ebu Hüreyre demiş ki: Bir gazvede (başka bir rivayette, gazve-i Tebük'te), ordu aç kaldı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: "Birşey var mı?" diye emretti. Ben dedim: "Heybede bir parça hurma var." (Bir rivayette, on beş tane imiş.) Dedi: "Getir." Getirdim. Mübarek elini soktu, bir kabza çıkardı, bir kaba bıraktı, bereketle dua buyurdular. Sonra onar onar askeri çağırdı, umumen yediler. Sonra ferman etti: -2- Ben aldım, elimi o heybeye soktum. Evvel getirdiğim kadar elime geçti. Sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hayatında, Ebu Bekir ve Ömer ve Osman hayatında o hurmalardan yedim. (Başka bir tarikte rivayet edilmiş ki: O hurmalardan kaç yük, fî sebilillâh sarf ettim. Sonra Hazret-i Osman'ın katlinde o hurma, kabıyla nehb ve garat edildi, gitti.) -3 -

İşte, hoca-i kâinat olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâmın kudsî medresesi ve tekkesi olan suffenin demirbaş bir mühim talebesi ve müridi ve kuvve-i hafızanın ziyadesi için dua-yı Nebeviyeye mazhar olan Hazret-i Ebu Hüreyre, gazve-i Tebük gibi bir mecma-ı nâsta vukuunu haber verdiği şu mucize-i bereket, mânen bir ordu sözü kadar kati ve kuvvetli olmak gerektir.


1- Buharî, Vesâyâ: 36, Büyû': 51, Sulh: 13, İstikraz: 18; Nesâî, Vesâyâ: 3, 4; Müsned, 3:313, 365, 373, 391, 395, 398; İbni Hibban, Sahih, 8:167; es-Sâ'âtî, el-Fethü'r-Rabbânî, 22:60; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:295.

2- "Getirdiğin şeyi al götür. Onu tut muhafaza et ve boşaltma."

3- Tirmizî, Menâkıb: 47, no. 3839; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 6:110 (muhtelif tariklerle); Müsned, 2:352; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:295; es-Sâ'âtî, el-Fethü'r-Rabbânî, 22:56; Tebrîzî, Mişkâtü'l-Mesâbîh, 3:191 no. 5933.




On Altıncı Misal: Başta Buharî, kütüb-ü sahiha nakl-ı kati ile beyan ediyorlar ki:

Hazret-i Ebu Hüreyre aç olmuş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın arkasından gidip menzil-i saadete gitmişler. Bakarlar ki, bir kadeh süt oraya hediye getirilmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm emretti ki:

"Ehl-i Suffeyi çağır." Ben kalbimden dedim ki: "Bu sütün bütününü ben içebilirim; ben daha ziyade muhtacım." Fakat emr-i Nebevî için onları topladım, getirdim. Yüzü mütecaviz idiler. Ferman etti: "Onlara içir." Ben de o kadehteki sütü birer birer verdim. Herbirisi doyuncaya kadar içer, diğerine veririm. Böyle birer birer içirerek bütün Ehl-i Suffe o sâfi sütten içtiler. Sonra ferman etti ki:

-1- Ben içtim. İçtikçe, "İç" ferman eder. Tâ, ben dedim: "Seni hak ile irsal eden Zât-ı Zülcelâle kasem ederim, yer kalmadı ki içeyim." Sonra kendisi aldı, Bismillâh deyip hamd ederek bakıyesini içti. Yüz bin âfiyet olsun! -2-

İşte şu sâfi, hâlis süt gibi lâtîf, şüphesiz mucize-i bâhire-i bereket, beş yüz bin hadisi hıfzına alan Hazret-i Buharî başta olarak, Kütüb-ü Sitte-i sahiha ile nakilleri, gözle görmek kadar kati olmakla beraber, medrese-i kudsiye-i Ahmediye (a.s.m.) olan suffenin namdar, sadık, hafız bir şakirdi olan Ebu Hüreyre'nin, umum Ehl-i Suffeyi mânen işhad ederek, âdetâ umumunu temsil edip şu ihbarı tevatür derecesinde kati telâkki etmeyenin, ya kalbi bozuk veya aklı yok. Acaba, Hazret-i Ebu Hüreyre gibi sadık ve bütün hayatını hadise ve dine vakfeden,


-3-

hadisini işiten ve nakleden, hiç mümkün müdür ki, hıfzındaki ehâdis-i Nebeviyenin kıymetini ve sıhhatini şüpheye düşürüp Ehl-i Suffenin tekzibine hedef edecek muhalif bir söz ve asılsız bir vak'a söylesin? Hâşâ!


Yâ Rab! Şu Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bereketi hürmetine, bize ihsan ettiğin maddî ve mânevî rızkımıza bereket ihsan et!

Bir Nükte-i Mühimme: Malûmdur ki, zayıf şeyler içtimâ ettikçe kuvvetleşir. İncecik ipler topak yapılsa, kuvvetli halat olur. Kuvvetli halatlar topak yapılsa, kimse koparamaz. İşte, on beş envâ-ı mu'cizâttan yalnız bereket kısmındaki mu'cizâtı ve o kısmın on beş kısmından ancak bir kısmını, on beş misalle gösterdik. Herbir misal, tek başıyla nübüvveti ispat eder bir derecede kuvvetliydi. Farz-ı muhal olarak, bunların bir kısmını kuvvetsiz saysak da yine kuvvetsiz diyemeyiz. Çünkü, kavî ile ittifak eden kavîleşir.

Hem şu on beş misalin içtimaı, kati, şüphesiz bir tevatür-ü mânevî ile, kuvvetli bir mucize-i kübrâyı gösterir. Şimdi, şu mecmudaki mucize-i kübrâ, bereket mucizelerinden zikredilmemiş olan on dört kısm-ı âhare mezc edilse, kuvvetli halatları topak yapmak gibi, koparılması mümkün olmayan bir mucize-i ekber, içinde görünür.




1- "Geriye seninle ben kaldık, iç."

2- Buharî, Rikâk: 17; Tirmizî, Sıfatü'l-Kıyâme: 36, no. 2477; Müsned, 2:515; Tirmizî (tahkik: Ahmed Şâkir), no. 2479; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:15; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:296.

3- "Benden bilerek yalan birşey haber veren, Cehennemdeki yerini hazırlasın." Buharî, İlim: 39; Cenâiz: 33; Enbiyâ: 50; Edeb: 109; Müslim, Zühd: 72; Ebû Dâvud, İlim: 4; Tirmizî, Fiten: 70, İlim: 8, 13; Tefsir: 1; Menâkıb: 19; İbni Mâce, Mukaddime: 4; Dârîmî, Mukaddime: 25, 46; Müsned, 1:70, 78.






Sonra, şu mucize-i ekberi, sair on dört nevi mu'cizâtın mecmuuna ilâve et, gör ki, ne derece kuvvetli, sarsılmaz, kati bir bürhan-ı nübüvvet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) gösterir. İşte, nübüvvet-i Ahmediyenin (a.s.m.) direği, şu mecmudan teşekkül eden dağ gibi kuvvetli bir direktir. Şimdi, cüz'iyatta ve misallerde, sû-i fehimden gelen şüphelerle, o metin sakf-ı muallâyı sebatsız ve kabil-i sukut görmek ne derece akılsızlık olduğunu anladın.

Evet, berekete dair o mucizeler gösteriyorlar ki, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, umuma rızık veren ve rızıkları halk eden bir Zât-ı Rahîm ve Kerîmin sevgili memurudur, pek hürmetli bir abdidir ki, rızkın envâında, hilâf-ı âdet olarak, ona hiçten ve sırf gaybdan ziyafetler gönderiyor.

Malûmdur ki, Ceziretü'l-Arab, suyu ve ziraati az bir yerdir. Onun için, ahalisi, hususan bidayet-i İslâmdaki Sahabeler, dıyk-ı maişete maruzdular. Hem susuzluğa çok defa giriftar oluyorlardı. İşte, bu hikmete binaen, mu'cizât-ı bâhire-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmın mühimleri, taam ve su hususunda tezahür etmiş. Bu harikalar, dâvâ-yı nübüvvete delil ve mucize olmaktan ziyade, ihtiyaca binaen, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma bir ikram-ı İlâhî, bir ihsan-ı Rabbânî, bir ziyafet-i Rahmâniye hükmündedir. Çünkü, o mu'cizâtı görenler, nübüvveti tasdik etmişler. Fakat mucize zuhur ettikçe İmân ziyadeleşir, nurun alâ nur olur.

Sekizinci İşaret

Su hususunda tezahür eden bir kısım mu'cizâtı beyan eder.

Mukaddime:

Malûmdur ki, cemaatler içinde vuku bulan hadiseler, âhâdî bir surette nakledilse, tekzip edilmediği vakit, doğruluğunu gösterir. Çünkü, insanın fıtratında, yalana yalandır demeye cibillî bir meyil vardır. Hususan, her kavimden ziyade yalana karşı sükût etmez Sahabeler olsa; hususan hadiseler Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma taallûk etse; ve bilhassa, nakleden, meşâhir-i Sahabeden olsa, elbette o haber-i vahid sahibi, o hadiseyi gören cemaati temsil eder hükmünde rivayet eder.

Halbuki, şimdi bahsedeceğimiz mu'cizât-ı mâiyeyi, herbir misali çok tariklerle, çok Sahabelerin ellerinden, binler Tâbiînin muhakkikleri el atıp almışlar, sağlam olarak ikinci asır müçtehidlerinin ellerine vermişler. Onlar da, kemâl-i ciddiyetle ve hürmetle el atıp, kabul edip, arkalarındaki asrın muhakkiklerinin ellerine vermişler. Her tabaka, binler kuvvetli ellerden geçip, gele gele tâ asrımıza gelmiş. Hem Asr-ı Saadette yazılan kütüb-ü ehâdisiye sağlam olarak devredilip, tâ Buharî ve Müslim gibi ilm-i hadisin dâhi imamlarının ellerine geçmiş. Onlar da, kemâl-i tahkikle merâtibini tefrik ederek, sıhhati şüphesiz olanları cem ederek bir ders vermişler, takdim etmişler. -1-




1- Allah onları bol hayırlarla mükafatlandırsın.




İşte, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mübarek parmaklarından suyun akması ve pek çok adama içirmesi mütevatirdir. Öyle bir cemaat nakletmiş ki, yalana ittifakları muhaldir. Şu mucize gayet katidir. Hem üç defa, üç mecma-ı azîmde tekerrür etmiş. Başta Buharî, Müslim, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Şuayb, İmam-ı Katâde gibi pek çok ehl-i sahih bir cemaat, Sahabelerden, başta hâdim-i Nebevî Hazret-i Enes, Hazret-i Câbir, Hazret-i İbni Mes'ud gibi meşâhir-i Sahabenin bir cemaatinden, parmaklarından suyun kesretle akması ve orduya içirmesi, nakl-i sahih-i kati ile beyan edilmiştir. Bu nevi mucize-i mâiyeden, pek çok misallerinden dokuz misali beyan edeceğiz.

Birinci Misal: Başta Buharî, Müslim, kütüb-ü sahiha, Hazret-i Enes'ten nakl-i sahihle haber veriyorlar ki:

Hazret-i Enes diyor: Zevra nâm-mahalde, üç yüz kişi kadar, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraberdik. İkindi namazı için abdest almayı emretti. Su bulunmadı. Yalnız bir parça su emretti; getirdik. Mübarek ellerini içine batırdı. Gördüm ki, parmaklarından çeşme gibi su akıyor. Sonra, bütün maiyetindeki üç yüz adam geldiler, umumu abdest alıp içtiler. -1-

İşte, şu misali, Hazret-i Enes, üç yüz kişiyi temsil ederek haber veriyor. Mümkün müdür ki, o üç yüz kişi, şu habere mânen iştirak etmesinler; hem iştirak etmedikleri halde tekzip etmesinler?

İkinci Misal: Başta Buharî, Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki:

Hazret-i Câbir ibni Abdullahi'l-Ensârî beyan ediyor: Biz, bin beş yüz kişi, gazve-i Hudeybiye'de susadık. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, kırba denilen deriden bir kap sudan abdest aldı, sonra elini içine soktu. Gördüm ki, parmaklarından çeşme gibi su akıyor. Bin beş yüz kişi içip, kaplarını o kırbadan doldurdular.

Sâlim ibni Ebi'l-Ca'd, Câbir'den sormuş: "Kaç kişiydiniz?" Câbir demiş ki: "Yüz bin kişi de olsaydı, yine kâfi gelirdi. Fakat biz, on beş yüz (yani bin beş yüz) idik." -2-

İşte, şu mucize-i bâhirenin râvileri, mânen bin beş yüz kadardırlar. Çünkü, fıtrat-ı beşeriyede, yalana yalan demek bir meyl-i arzusu vardır. Sahabeler ise, sıdk ve doğruluk için, can ve mal ve peder ve validelerini ve kavim ve kabilelerini feda edip, sıdk ve hak için fedai oldukları halde, hem "Benden bilerek yalan birşey haber veren, Cehennem ateşinden yerini hazırlasın" -3- meâlindeki hadis-i şerifin tehdidine karşı, yalana mukabil sükût etmeleri mümkün değildir. Madem sükût ettiler; o haberi kabul ettiler, mânen iştirak edip tasdik ediyorlar demektir.




1- Buhârî, Vudû': 32, 46, Menâkıb: 25; Müslim, Fedâil: 45, 6; Nesâî, Tahâret: 60; Ebû Dâvud, Mukaddime: 5; Tirmizî, Menâkıb: 6; Muvatta, Tahâret: 32; Müsned, 3:132, 147, 170, 215, 289; İbni Hibban, Sahih, 8:171; Tirmizî (Ahmed Şâkir), no. 3635.

2- Buhârî, Menâkıb: 25; Mağâzî: 35; Tefsir: Fetih Sûresi: 5; Eşribe: 31; Müslim, İmâra: 72, 73; Müsned, 3:329; İbni Hibban, Sahih, 8:110.

3- Buhârî, 1:38; Müslim, 1:10; en-Nazmü'l Mütenasir: Fi'l hadisi'l-mütevatir, s. 20-24.




Üçüncü Misal: Gazve-i Buvat'ta, yine Buharî, Müslim başta, kütüb-ü sahiha beyan ediyorlar ki:

Hazret-i Câbir dedi ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: "Abdest almak için nida et" dediler. "Su yok" denildi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dedi: "Bir parça su bulunuz." Gayet az su getirdik. Sonra, o az su üstüne elini kapadı, birşeyler okudu, bilmedim ne idi. Sonra ferman etti: Yani, "Kafilenin büyük teştini (tekne) getir." Bana getirildi; ben de Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın önüne koydum. O da elini içine koydu, parmaklarını açtı. Ben de o az suyu, mübarek eli üzerine döküyordum. Gördüm ki, mübarek parmaklarından kesretle su aktı, sonra teşt doldu. Suya muhtaç olanları çağırdım. Bütün geldiler, o sudan abdest alıp içtiler. Ben dedim: "Daha kimse kalmadı." Elini kaldırdı; o cefne (yani tekne) lebâleb dolu kaldı. -1-

İşte, şu mucize-i bâhire-i Ahmediye (a.s.m.) mânen mütevatirdir. Çünkü, Hazret-i Câbir o işte başta olduğu için, birinci söz onun hakkıdır; o, umumun namına ilân ediyor. Çünkü o vakit hizmet eden o zat idi; ilân, başta onun hakkıdır. İbni Mes'ud da aynen rivayetinde diyor ki: "Ben gördüm ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın parmaklarından çeşme gibi su akıyor." Acaba, meşâhir-i sıddıkîn-i Sahabeden olan Enes, Câbir, İbni Mes'ud gibi bir cemaat dese, "Ben gördüm"; görmemesi mümkün müdür?

Şimdi şu üç misali birleştir, ne kadar kuvvetli bir mucize-i bâhire olduğunu gör. Ve üç tarik birleşse, hakikî tevatür hükmünde parmaklarından su akmasını kati ispat eder. Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın taştan on iki yerde çeşme gibi su akıtması, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın on parmağından on musluk suyun akmasının derecesine çıkamaz. Çünkü, taştan su akması mümkündür; âdiyat içinde nazîri bulunur. Fakat et ve kemikten âb-ı kevser gibi suyun kesretle akmasının nazîri, âdiyat içinde yoktur.

Dördüncü Misal: Başta İmam-ı Mâlik, Muvatta' kitab-ı muteberinde, Muâz ibni Cebel gibi meşâhir-i Sahabeden haber veriyor ki:

Hazret-i Muâz ibni Cebel dedi ki: Gazve-i Tebük'te bir çeşmeye rast geldik; sicim kalınlığında, güçle akıyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm emretti ki: "Bir parça o suyu toplayınız." Avuçlarında bir parça topladılar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, onunla elini yüzünü yıkadı. Suyu çeşmeye koyduk. Birden çeşmenin menfezi açılıp kesretle aktı, bütün orduya kâfi geldi.




1- Müslim, Zühd, 74, no. 3013; İbni Hibban, Sahih, 8:159.




Hattâ bir râvi olan İmam İbni İshak der ki: Gök gürültüsü gibi, toprak altında o çeşmenin suyu gürültü yaparak öyle aktı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Hazret-i Muâz'a ferman etti ki:



Yani, "Bu eser-i mucize olan mübarek su devam edip buraları bağa çevirecek; ömrün varsa göreceksin." -1- Ve öyle olmuştur.

Beşinci Misal: Başta Buharî, Hazret-i Berâ'dan ve Müslim, Hazret-i Selemet ibni Ekvâ'dan ve sair kütüb-ü sahiha başka râvilerden müttefikan haber veriyorlar ki:

Gazve-i Hudeybiye'de bir kuyuya rast geldik. Bin dört yüz kişiydik. O kuyunun suyu elli kişiyi ancak idare ederdi. Biz suyu çektik, içinde birşey bırakmadık. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm geldi, kuyunun başına oturdu. Bir kova su istedi; getirdik. Kovanın içine mübarek ağzının suyunu bıraktı ve dua etti, sonra o kovayı kuyuya döktü. Birden kuyu coştu ve kaynadı, ağzına kadar doldu. Bütün ordu, kendileri ve hayvânâtı doyuncaya kadar içtiler, kaplarını da doldurdular. -2-

Altıncı Misal: Yine Müslim ve İbni Cerîr-i Taberî gibi, hadisin dâhi imamları başta olarak, kütüb-ü sahiha, nakl-i sahihle, meşhur Ebu Katâde'den haber veriyorlar ki:

Ebu Katâde diyor: Mûte gazve-i meşhuresinde, reislerin şehadeti üzerine, imdada gidiyorduk. Bende bir kırba vardı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bana ferman etti:


Yani, "Kırbanı sakla; onun büyük işi var." Sonra susuzluk başladı. Yetmiş iki kişi idik. (Taberî'nin nakline göre, üç yüz idik.) Susuz kaldık. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dedi: "Kırbanı getir." Ben getirdim. O da aldı, ağzını ağzına getirdi. İçine nefes etti, etmedi, bilmem. Sonra yetmiş iki kişi geldiler, içtiler, kaplarını doldurdular. Sonra ben aldım; verdiğim gibi kalmıştı. -3-


İşte, şu mucize-i bâhire-i Ahmediyeyi (a.s.m.) gör,


-4-

Yedinci Misal: Başta Buharî ve Müslim olarak, kütüb-ü sahiha, Hazret-i İmran ibni Husayn'dan haber veriyorlar ki:




1- Muvattâ, Sefer, 2; Müsned, 2: 308, 323, 5:228, 237; İbni Hibban, Sahih, 8:167; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 2:64, 5:236.

2- Buharî, Menâkıb: 25, Mağâzî: 35; Müsned, 4:290, 301; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 4:110.

3- Müslim, Mesâcid, 311.

4- Allahım, suyun damlaları adedince ona ve âline salât ve selâm et.





İmran der: Bir seferde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraber susuz kaldık. Bana ve Ali'ye ferman etti ki: "Filân mevkide bir kadın, iki kırba suyu hayvana yükletmiş, gidiyor. Alıp buraya getiriniz." Ben ve Ali beraber gittik; aynı yerde kadını su yüküyle bulduk, getirdik. Sonra emretti: "Bir kaba, bir parça su boşaltınız." Boşalttık. Bereketle dua etti. Sonra, yine suyu o hayvandaki kırbaya koyduk. Ferman etti ki: "Herkes gelsin, kabını doldursun." Bütün kafile geldi, kaplarını doldurdular, içtiler. Sonra ferman etti: "Kadına birşeyler toplayınız." Kadının eteğini doldurdular.

İmran diyor ki: Ben tahayyül ediyordum ki, gittikçe iki kırba doluyor, daha ziyadeleşiyor. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o kadına ferman etti ki:



Yani, "Senin suyundan almadık. Belki Cenâb-ı Hak bize hazinesinden su içirdi." -1-


Sekizinci Misal: Başta meşhur İbni Huzeyme, Sahih'inde, râviler Hazret-i Ömer'den naklediyorlar ki:

Gazve-i Tebük'te susuz kaldık. Hattâ bazılar devesini keser, susuzluktan içini sıkar, içerdi. Ebu Bekri's-Sıddık, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma dua etmek için rica etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm elini kaldırdı; daha elini indirmeden bulut toplandı, yağmur öyle geldi ki, kaplarımızı doldurduk. Sonra su çekildi. Ordumuza mahsus olarak, hududumuzu tecavüz etmedi. -2-


Demek, tesadüf içine karışmamış, sırf bir mucize-i Ahmediyedir (a.s.m.).

Dokuzuncu Misal: Meşhur Abdullah ibni Amr ibni'l-Âs'ın hafidi ve dört imamın ona itimad edip ve ondan tahric-i hadis ettikleri Amr ibni Şuayb'dan, nakl-i sahihle haber veriyorlar ki:

Demiş: Nübüvvetten evvel, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, amcası Ebu Talip ile deveye binip, Arafe civarında Zilhicaz nam-mevkie geldikleri vakit, Ebu Talip demiş: "Ben susadım." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm inmiş, yere ayağını vurmuş, su çıkmış, Ebu Talip içmiştir. -3-

Muhakkikînden birisi demiş ki: Şu hadise nübüvvetten evvel olduğundan, irhasat kabilinden olmakla beraber, bin sene sonra aynı yerde Arafat çeşmesi çıkması, o hadiseye binaen bir keramet-i Ahmediye (a.s.m.) sayılabilir.

İşte, şu dokuz misaller gibi, doksan misal olmasa da, belki doksan surette rivayetler, mu'cizât-ı mâiyeyi haber vermişler. Baştaki yedi misal, mânevî tevatür gibi kati ve kuvvetlidirler. Âhirdeki iki misal, çendan o derece tarikleri kuvvetli ve müteaddit değil, râvileri çok değiller. Fakat sekizinci misalde Hazret-i Ömer'den rivayet olunan mucize-i sahâbiyeyi teyid ve takviye eden ikinci bir mucize-i sahâbiye, başta İmam-ı Beyhakî ve Hâkim olarak, kütüb-ü sahiha, Hazret-i Ömer'den haber veriyorlar ki:




1- Buharî, Teyemmüm: 6, Menâkıb: 25; Müslim, Mesâcid: 312; Müsned, 4:434-435; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 4:216, 6:130.

2- el-Heysemî, el-Mecmeu'z-Zevâid, 6:194; el-Hindî, Kenzü'l-Ummâl, 12:353; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:190; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:600; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 2:63; Süyûtî, el-Hasâisü'l-Kübrâ, 2:105.

3- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:290; el-Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:29; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 2:15-20.





Hazret-i Ömer, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan yağmur duasını niyaz etti. Çünkü ordu suya muhtaçtı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm elini kaldırdı. Birden bulut toplandı, yağmur geldi, ordunun ihtiyacı kadar su verdi, gitti. Âdetâ, yalnız orduya su vermek için memurdu; geldi, ihtiyaca göre verdi, gitti.

Şu hadise, nasıl ki sekizinci misali teyid ve kati ispat eder. Öyle de, şu hadisede, meşhur allâmelerden ve tashihte çok müşkülpesent, hattâ çok sahihlere mevzu deyip kabul etmeyen İbni Cevzî gibi bir muhakkik der ki: "Şu hadise gazve-i meşhure-i Bedir'de vuku bulmuş.


-1-


âyet-i kerimesi o hadiseyi beyan edip ifade eder."


Madem âyet o hadiseyi gösterir; katiyetinde şüphe kalmaz. Hem dua-i Nebevî ile, birden ve süratle, daha elini indirmeden yağmurun gelmesi, çok tekerrür etmiş, tek başıyla bir mucize-i mütevatiredir. Bazı defa camide, minber üstünde elini kaldırmış, daha indirmeden yağmış; tevatürle nakledilmiş. -2-

Dokuzuncu İşaret

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın envâ-ı mu'cizâtından birisi de, ağaçların insanlar gibi emrini dinlemeleri ve yerinden kalkıp yanına geldikleridir ki, şu mucize-i şeceriye, mübarek parmaklarından suyun akması gibi, mânen mütevatirdir. Müteaddit suretleri var ve çok tariklerle gelmiştir.

Evet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın emri için, ağaç, yerinden çıkıp yanına gelmesi, sarihan mütevatir denilebilir. Çünkü, meşâhir-i sıddıkîn-i Sahabeden Hazret-i Ali, Hazret-i İbni Abbas, Hazret-i İbni Mes'ud, Hazret-i İbni Ömer, Hazret-i Ya'le ibni Murre, Hazret-i Câbir, Hazret-i Enes ibni Mâlik, Hazret-i Büreyde, Hazret-i Üsâme bin Zeyd ve Hazret-i Gaylan ibni Seleme gibi Sahabeler, herbiri katiyetle, aynı mucize-i şeceriyeyi haber vermiş. Tâbiînin yüzer imamları, mezkûr Sahabelerden herbir Sahabeden, ayrı bir tarikle o mucize-i şeceriyeyi nakletmişler, âdetâ muzaaf tevatür suretinde bize nakletmişler. İşte şu mucize-i şeceriye, hiçbir şüphe kabul etmez bir tevatür-ü mânevî-i kati hükmündedir.

Şimdi, o mucize-i kübrânın, tekerrür ettiği halde, birkaç sahih suretlerini birkaç misalle beyan edeceğiz.

Birinci Misal: Başta İmam-ı İbn-i Mâce ve Dârimî ve İmam-ı Beyhakî, nakl-i sahihle, Hazret-i Enes ibni Mâlik'ten ve Hazret-i Ali'den ve Bezzaz ve İmam-ı Beyhakî, Hazret-i Ömer'den haber veriyorlar ki: Üç Sahabe demişler:




1- "Sizi temizlemek için üzerinize gökten yağmur indirmişti." (Enfal Sûresi: 8:11.)

2- Buhari, 2:15, 34, 36, 37, 38, 4:236; Beyhaki, Delailü'n Nübüvve, 6:139.




Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm küffârın tekzibinden müteessir olarak mahzun idi. Dedi:

-1-

Enes'in rivayetinde, Hazret-i Cebrâil hazırdı. Vadi kenarında bir ağaç vardı. Hazret-i Cebrâil'in ilâmıyla, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o ağacı çağırdı, tâ yanına geldi. Sonra "Git" dedi. Tekrar gitti, yerine yerleşti. -2-

İkinci Misal: Allâme-i Mağrib Kadı İyaz, Şifâ-i Şerifte, ulvî bir senetle, doğru ve sağlam bir Anane ile, Hazret-i Abdullah ibni Ömer'den haber veriyor ki:

Bir seferde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına bir bedevî geldi. Ferman etti:



"Nereye gidiyorsun?" Bedevî dedi: "Ehlime." Ferman etti:



"Ondan daha iyi bir hayır istemiyor musun?" Bedevî dedi: "Nedir?" Ferman etti:


-3-

Bedevî dedi: "Bu şehadete şahit nedir?" Ferman etti:


-4-

"Vadi kenarındaki ağaç şahit olacak."


İbni Ömer der ki: O ağaç yerinden sallanarak çıktı, yeri şak etti, geldi, tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına. Üç defa Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o ağacı istişhad etti, ağaç da sıdkına şehadet etti. Emretti, yine yerine gidip yerleşti. -5-

Hazret-i Büreyde, İbni Sahibi'l-Eslemî tarikinde, nakl-i sahihle, Büreyde dedi ki: Biz Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanında iken, bir seferde bir a'râbî geldi. Bir âyet, yani bir mucize istedi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti:


-6-




1- "Ey Rabbim, bana öyle bir âyet göster ki, bundan böyle beni yalanlayanlara aldırmayayım."

2- İbni Mâce, Fiten: 23, no. 4028; Dârîmî, Mukaddime: 3; Müsned, 1:223, 3:113, 4:177; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:302; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:620; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 9:10; el-Hindî, Kenzü'l-Ummâl, 2:354.

3- "Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına, Onun bir olduğuna, hiçbir şeriki bulunmadığına ve Muhammed'in, Onun kulu ve resulü olduğuna şehadet etmendir."

4- Şu semüre ağacıdır.

5- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:298; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:615; Beyhâkî, Delâilü'n-Nübüvve: 6:14; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 8:292; İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 6:125; el-Askalânî, el-Metâlibü'l-Âliye, 4:16, no. 3836; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:620; İbni Hibban, Sahih, 8:150.

6- "Şu ağaca, 'Resulullah seni çağırıyor' de."




Bir ağaca işaret etti. Ağaç, sağa ve sola meylederek köklerini yerden çıkarıp huzur-u Nebevîye geldi,


-1-

dedi. Sonra a'râbî dedi: "Yine yerine gitsin." Emretti, yerine gitti. A'râbî dedi: "İzin ver, sana secde edeyim." Dedi: "İzin yok kimseye." Dedi: "Öyleyse senin elini, ayağını öpeceğim." İzin verdi. -2-


Üçüncü Misal: Başta Sahih-i Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki:

Câbir diyor: Biz bir seferde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraberdik. Kaza-yı hacet için bir yer aradı. Settareli bir yer yoktu. Sonra gitti iki ağaç yanına, bir ağacın dalını tuttu, çekti. Ağaç itaat ederek beraber gitti; öteki ağacın yanına getirdi. Mutî devenin yularını tutup çekildikte geldiği gibi, o iki ağacı o suretle yan yana getirdi. Sonra dedi:


-3-

Yani, "Üstüme birleşiniz" dedi. İkisi birleşerek settare oldular. Arkalarında kaza-yı hacet ettikten sonra onlara emretti, yerlerine gittiler. -4


İkinci bir rivayette, yine Hazret-i Câbir der ki: Bana emretti ki:


-5-

Yani, "O ağaçlara de: Resulullahın haceti için birleşiniz." Ben öyle dedim, onlar da birleştiler. Sonra ben beklerken, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm çıkageldi. Başıyla sağa sola işaret etti; o iki ağaç yerlerine gittiler. -6-


Dördüncü Misal: Nakl-i sahihle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın cesur kumandanlarından ve hizmetkârlarından olan Üsâme bin Zeyd der ki:

Bir seferde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraberdik. Kaza-yı hacet için, hâli, settareli bir yer bulunmuyordu. Ferman etti ki:


-7-

Dedim: "Evet, var." Emretti ve dedi:





1- Selam sana ey Allah'ın Resulü.

2- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:299; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:49.

3- Allah'ın izni ile üstümde birleşiniz.

4- Müslim, Zühd: 74, no. 3012.

5- Ey Cabir! Şu ağaca söyleki: "Resulullah arkanızda def-i hacet yapmak için, arkadaşınla bir araya gelmeni istiyor."

6- Dârîmî, Mukaddime: 4; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:299; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:616; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:51.

7- "Ağaç veya taş gibi bir şeyler görüyor musun?"





Yani, "Ağaçlara de ki: 'Resulullahın haceti için birleşiniz.' Ve taşlara da de: 'Duvar gibi toplanınız.'" Ben gittim, söyledim. Kasem ediyorum ki, ağaçlar birleştiler ve taşlar duvar oldular. Resul-i Ekrem

Aleyhissalâtü Vesselâm, hacetinden sonra yine emretti:


-1-

Benim nefsim kabza-i kudretinde olan Zât-ı Zülcelâle kasem ederim, ağaçlar ve taşlar ayrılıp yerlerine gittiler. -2-

Şu, Hazret-i Câbir ve Üsâme'nin beyan ettiği iki hadiseyi, aynen Ya'le ibni Murre ve Gaylan ibni Selemeti's-Sakafî ve Hazret-i İbni Mes'ud, gazve-i Huneyn'de aynen haber veriyorlar.

Beşinci Misal: İmam-ı İbni Fevrek ki, kemâl-i içtihad ve fazlından kinaye olarak "Şâfiî-yi Sânî" ünvanını alan allâme-i asır, kati haber veriyor ki:

Gazve-i Taif'te, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gece at üstünde giderken uykusu geliyordu. O halde iken bir sidre ağacına rast geldi. Ağaç ona yol verip atını incitmemek için iki şak oldu; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hayvan ile içinden geçti. Tâ zamanımıza kadar o ağaç iki ayak üstünde, muhterem bir vaziyette kaldı. -3-

Altıncı Misal: Hazret-i Ya'le, tarikinde nakl-i sahihle haber veriyor ki:

Bir seferde, "talha" veya "semure" denilen bir ağaç geldi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın etrafında tavaf eder gibi döndü, sonra yine yerine gitti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti ki:



Yani, "O ağaç Cenâb-ı Haktan istedi ki, bana selâm etsin." -4-


Yedinci Misal: Muhaddisler, nakl-i sahihle İbni Mesud'dan beyan ediyorlar ki:

İbni Mes'ud dedi: Batn-ı Nahl denilen nam mevkide, Nusaybin ecinnîleri ihtidâ için Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma geldikleri vakit, bir ağaç o ecinnîlerin geldiklerini haber verdi.

Hem İmam-ı Mücahid, o hadiste İbni Mes'ud'dan nakleder ki: O cinnîler bir delil istediler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir ağaca emretti; yerinden çıkıp geldi, sonra yine yerine gitti. -5-




1- "Onlara söyle, ayrılsınlar."

2- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:300; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:617-619; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:51; el-Askalânî, el-Metâlibü'l-Âliye, 4:8-10, no. 3830.

3- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:301; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:620; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:57.

4- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:301; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:619; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:53; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 9:6-7; Müsned, 4:170, 172; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:617.

5- Buharî, Menâkıbu'l-Ensâr: 32 (Bâb: Zikru'l-Cin); Müslim, Salât: 150; Ali el-Karî, Şerhu'ş-Şifâ, 1:619.





İşte, cin taifesine birtek mucize kâfi geldi. Acaba bu mucize gibi bin mu'cizât işiten bir insan imana gelmezse, cinnîlerin


-1-

tabir ettikleri şeytanlardan daha şeytan olmaz mı?


Sekizinci Misal: Sahih-i Tirmizî, nakl-i sahihle Hazret-i İbni Abbas'tan haber veriyorlar ki:

İbni Abbas dedi ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir a'râbîye ferman etti:



"Ben bu ağacın şu dalını çağırsam, yanıma gelse, İmân edecek misin?" "Evet" dedi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm çağırdı. O urcun, ağacının başından kopup, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına atladı, geldi. Sonra emretti, yine yerine gitti. -2-


İşte, bu sekiz misal gibi çok misaller var; çok tariklerle nakledilmişler. Malûmdur ki, yedi sekiz urgan toplansa, kuvvetli bir halat olur. Binaenaleyh, şu en meşhur sıddıkîn-i Sahabeden böyle müteaddit tariklerle ihbar edilen şu mucize-i şeceriye, elbette tevatür-ü mânevî kuvvetindedir, belki tevatür-ü hakikîdir. Zaten Sahabeden sonra Tâbiînin eline geçtiği vakit, tevatür suretini alır. Hususan Buharî, Müslim, İbni Hibban, Tirmizî gibi kütüb-ü sahiha, tâ zaman-ı Sahabeye kadar, o yolu o kadar sağlam yapmışlar ve tutmuşlar ki, meselâ Buharî'de görmek, aynı Sahabeden işitmek gibidir. Acaba, o Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma ağaçlar, misallerde göründüğü gibi, onu tanıyıp, risaletini tasdik edip, ona selâm ederek ziyaret edip emirlerini dinleyerek itaat ettiği halde, kendilerine insan diyen bir kısım câmid, akılsız mahlûklar onu tanımazsa, İmân etmezse, kuru ağaçtan çok ednâ, odun parçası gibi ehemmiyetsiz, kıymetsiz olarak ateşe lâyık olmaz mı?


Onuncu İşaret

Şu mucize-i şeceriyeyi daha ziyade takviye eden, mütevatir bir surette nakledilen -3- mucizesidir. Evet, Mescid-i Şerif-i Nebevîde, kuru direğin büyük bir cemaat içinde, muvakkaten firak-ı Ahmedîden (a.s.m.) ağlaması, beyan ettiğimiz mucize-i şeceriyenin misallerini hem teyid eder, hem kuvvet verir.




1- "Bizim akılsızlarımız ise Allah hakkında yalan yanlış şeyler söylüyorlar." (Cin Sûresi: 72:4.)

2- Tirmizî, Menâkıb: 6; el-Mubârekforî, Tuhfetü'l-Ahvezî, no. 3707; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 9:10.

3- Kuru hurma dalının inlemesi.




Çünkü o da ağaçtır, cinsi birdir. Fakat şunun şahsı mütevatirdir. Öteki kısımlar, herbirinin nevi mütevatirdir; cüz'iyatları, misalleri, çoğu sarih tevatür derecesine çıkmıyor.

Evet, Mescid-i Şerifte, hurma ağacından olan kuru direk, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hutbe okurken ona dayanıyordu. Sonra minber-i şerif yapıldığı vakit, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm minbere çıkıp hutbeye başladı. Okurken, direk deve gibi enin edip ağladı; bütün cemaat işitti. Tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yanına geldi, elini üstüne koydu, onunla konuştu, teselli verdi, sonra durdu.-1-
Şu mucize-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, pek çok tariklerle, tevatür derecesinde nakledilmiştir.

Evet, mucizesi çok münteşir ve meşhur ve hakikî mütevatirdir. Sahabelerin bir cemaat-i âlisinden on beş tarikle gelip, Tâbiînin yüzer imamları o mucizeyi, o tariklerle, arkadaki asırlara haber vermişler. Sahabenin o cemaatinden ulema-i Sahabe namdarları ve rivayet-i hadisin reislerinden Hazret-i Enes ibni Mâlik (hâdim-i Nebevî), Hazret-i Câbir bin Abdullahi'l-Ensârî (hâdim-i Nebevî), Hazret-i Abdullah ibni Ömer, Hazret-i Abdullah bin Abbas, Hazret-i Sehl bin Sa'd, Hazret-i Ebu Saidi'l-Hudrî, Hazret-i Übey ibni'l-Kâ'b, Hazret-i Büreyde, Hazret-i Ümmü'l-mü'minîn Ümmü Seleme gibi meşâhir-i ulema-i Sahabe ve rivayet-i hadisin rüesaları gibi, herbiri bir tarikin başında, aynı mucizeyi ümmete haber vermişler. Başta Buharî, Müslim, kütüb-ü sahiha, arkalarındaki asırlara o mütevatir mucize-i kübrâyı tarikleriyle haber vermişler.

İşte, Hazret-i Câbir tarikinde der ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hutbe okurken, Mescid-i Şerifte -2- denilen kuru direğe dayanıp okurdu. Minber-i şerif yapıldıktan sonra, minbere geçtiği vakit, direk tahammül edemeyerek, hamile deve gibi ses verip inleyerek ağladı. Hazret-i Enes, tarikinde der ki: Camus gibi ağladı, mescidi lerzeye getirdi. Sehl ibni Sa'd, tarikinde der: Hem onun ağlaması üzerine, halklarda ağlamak çoğaldı. Hazret-i Übeyy ibni'l-Kâ'b, tarikinde diyor: Hem öyle ağladı ki, inşikak etti.




1- Buhari, 2:11; 3:80; Müslim, 2374; Şifa; 1:303, 305; Nesei, 3:102; Beyhaki, 6:66, Kenzü'l ummal, 12:411.

2- Kuru hurma direği.




Diğer bir tarikte, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti:



Yani, "Onun mevkiinde okunan zikir ve hutbedeki zikr-i İlâhînin iftirakındandır ağlaması."


Diğer bir tarikte, ferman etmiş:



Yani, "Ben onu kucaklayıp teselli vermeseydim, Resulullahın iftirakından kıyamete kadar böyle ağlaması devam edecekti."


Hazret-i Büreyde, tarikinde der ki: Ciz' ağladıktan sonra, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm elini üstüne koyup ferman etti:


-1-

Sonra o ciz'i dinledi, ne söylüyor. Ciz' söyledi; arkadaki adamlar da işitti:



Yani, "Cennette beni dik ki, benim meyvelerimden, Cenâb-ı Hakkın sevgili kulları yesin. Hem bir mekân ki, orada beka bulup, çürümek yoktur." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti:


-2-

Sonra ferman etti:

-3-

İlm-i kelâmın büyük imamlarından meşhur Ebu İshak-ı İsferânî naklediyor ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm direğin yanına gitmedi. Belki direk onun emriyle onun yanına geldi. Sonra emretti, yerine döndü.

Hazret-i Übey ibni Kâ'b der ki: Şu hadise-i harikadan sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm emretti ki, "Direk minberin altına konulsun." Minberin altına konuldu-tâ Mescid-i Şerifin tamiri için hedmedilinceye kadar. O vakit Hazret-i Übeyy ibni Kâ'b yanına aldı; çürüyünceye kadar muhafaza edildi.




1- "İstersen seni eski yerine nakledeyim. Orada kök salar, büyüyüp gelişirsin, yaprakların tazelenir ve defalarca meyve verirsin. Eğer Cenneti istersen seni Cennette dikeyim; orada meyvelerinden Allah'ın sevgili kulları yer."

2- "Öyle yaptım."

3- Baki yurdu fani dünyaya tercih etti.






Meşhur Hasan-ı Basrî, şu hadise-i mucizeyi şakirtlerine ders verdiği vakit ağlardı ve derdi ki: "Ağaç, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma meyil ve iştiyak gösteriyor. Sizler daha ziyade iştiyaka, meyle müstehaksınız."

Biz de deriz ki: Evet, hem ona iştiyak ve meyil ve muhabbet, onun sünnet-i seniyyesine ve şeriat-ı garrâsına ittibâ iledir.

Bir Nükte-İ Mühimme:

Eğer denilse: "Neden gazve-i Hendek'te dört avuç taamla bin adamı doyurmak olan mucize-i taamiye; ve mübarek parmaklarından akan su ile, bin kişiye suyu doyuruncaya kadar içiren mucize-i mâiye, neden şu hanîn-i ciz' mucizesi gibi şâşaa ile, çok kesretli tariklerle nakledilmemiş? Halbuki o ikisi, bundan daha ziyade bir cemaatte vuku bulmuş."

Elcevap: Zuhur eden mucizeler iki kısımdır. Bir kısmı, nübüvveti tasdik ettirmek için, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm elinde izhar ediliyor. Hanîn-i ciz' şu nevidendir ki, sırf nübüvvetin tasdiki için bir hüccet olarak zuhura gelmiş ki, mü'minlerin imanını ziyadeleştirmek ve münafıkları ihlâsa ve imana sevk etmek ve küffârı imana getirmek için zâhir olmuş. Onun için, avam ve havas, herkes onu gördü; onun neşrine fazla ihtimam edildi.

Fakat şu mucize-i taamiye ve mucize-i mâiye ise, mucizeden ziyade bir keramettir; belki kerametten ziyade bir ikramdır; belki ikramdan ziyade, ihtiyaca binaen bir ziyafet-i Rahmâniyedir. Onun için, çendan dâvâ-yı nübüvvete delildir ve mucizedir; fakat asıl maksat, ordu aç kalmış, bir çekirdekten bin batman hurmayı halk ettiği gibi, Cenâb-ı Hak, hazine-i gaybdan bir sâ' taamdan bin adama ziyafet veriyor. Hem susuz kalmış mücahid bir orduya, kumandan-ı âzamın parmaklarından âb-ı kevser gibi su akıttırıp içiriyor.

İşte şu sır içindir ki, mucize-i taamiye ve mucize-i mâiyenin herbir misali, hanîn-i ciz' derecesine çıkmıyor. Fakat o iki mucizenin cinsleri ve nevileri, külliyet itibarıyla, hanîn-i ciz' gibi mütevatir ve kesretlidir. Hem taamın bereketini ve parmaklarından suyun akmasını herkes göremiyor, yalnız eserlerini görüyor. Direğin ağlamasını ise herkes işitiyor. Onun için fazla intişar etti.

Eğer denilse: "Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın her hal ve hareketini kemâl-i ihtimamla Sahabeler muhafaza ederek nakletmişler. Böyle mu'cizât-ı azîme, neden on, yirmi tarikle geliyor? Yüz tarikle gelmeliydi. Hem neden Hazret-i Enes, Câbir, Ebu Hüreyre'den çok geliyor; Hazret-i Ebu Bekir ve Ömer az rivayet ediyor?"

Elcevap: Birinci şıkkın cevabı, Dördüncü İşaretin Üçüncü Esasında geçmiş. İkinci şıkkın cevabı ise:Nasıl ki insan bir ilâca muhtaç olsa, bir tabibe gider; hendese için mühendise gider, mühendisten nakleder; mesele-i şer'iye müftüden haber alınır, ve hâkezâ... Öyle de, Sahabe içinde, ehâdis-i Nebeviyeyi gelecek asırlara ders vermek için, ulema-i Sahabeden bir kısım, ona mânen muvazzaf idiler, bütün kuvvetleriyle ona çalışıyorlardı. Evet, Hazret-i Ebu Hüreyre bütün hayatını hadisin hıfzına vermiş. Hazret-i Ömer siyaset âlemiyle ve hilâfet-i kübrâ ile meşgulmüş. Onun için, ehâdisi ümmete ders vermek için, Ebu Hüreyre ve Enes ve Câbir gibi zatlara itimad edip, ondan, rivayeti az ederdi. Hem madem sıddık, sadûk, sadık ve musaddak bir Sahabenin meşhur bir namdarı, bir tarikle bir hadiseyi haber verse, yeter denilir, başkasının nakline ihtiyaç da kalmaz. Onun için bazı mühim hadiseler iki üç tarikle geliyor.

On Birinci İşaret

Onuncu İşaret, nasıl ki şecer taifesindeki mucize-i Nebeviyeyi gösterdi. On Birinci İşaret dahi, cemâdatta taş ve dağ taifesinin mucize-i Nebeviyeyi gösterdiklerine işaret edecek. İşte, biz de, o çok kesretli misallerinden yedi sekiz misali zikredeceğiz.

Birinci Misal: Allâme-i Mağrib Hazret-i Kadı İyaz, Şifâ-i Şerif'inde ulvî bir senetle ve Buharî sahibi gibi mühim imamlardan nakl-i sahihle haber veriyorlar ki:

Hâdim-i Nebevî Hazret-i İbni Mes'ud der ki: Biz Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanında taam yerken, taamın tesbihlerini işitiyorduk. -1-

İkinci Misal: Nakl-i sahihle, Enes ve Ebu Zer'den kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki:

Hazret-i Enes (hâdim-i Nebevî) demiş ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanında idik. Avucuna küçük taşları aldı; mübarek elinde tesbih etmeye başladılar. Sonra Ebu Bekri's-Sıddık'ın eline koydu; yine tesbih ettiler.

Ebu Zerr-i Gıfârî, tarikinde der ki: Sonra Hazret-i Ömer'in eline koydu; yine tesbih ettiler. Sonra aldı, yere koydu, sustular. Sonra yine aldı, Hazret-i Osman'ın eline koydu; yine tesbihe başladılar. Sonra, Hazret-i Enes ve Ebu Zer diyorlar ki: "Ellerimize koydu, sustular." -2-

Üçüncü Misal: Hazret-i Ali ve Hazret-i Câbir ve Hazret-i Aişe-i Sıddıkadan nakl-i sahihle sabittir ki:

Dağ, taş, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma


-3-

diyorlardı.


Hazret-i Ali'nin tarikinde diyor ki: Bidâyet-i nübüvvette, nevâhî-i Mekke'de Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraber gezdiğimizde, ağaç ve taşa rast geldiğimiz vakit


-3-

diyorlardı. -4-


Hazret-i Câbir, tarikinde der ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, taş ve ağaca rast geldiği vakit, ona secde ediyordular. Yani, inkıyad edip


-3-

diyordular.





1- Buharî, Menâkıb: 25; Tirmizî, Menâkıb: 6 (tahkik: İbrahim A'vad) no. 3633; Müsned, 1:460; Kadı İyâz, eş-Şifâ, 1:306; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:627; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 6:97-98, 133.

2- Kadı İyâz, eş-Şifâ, 1:306; el-Heysemî, Mecme'u'z-Zevâid, 5:179, 8:298-299; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 6:132-133.

3- Selam sana ey Allah'ın Resulü.

4- Ali (r.a.)'dan: Tirmizî, Menâkıb: 6; Dârîmî, Mukaddime: 4; el-Heysemî, Mecme'u'z-Zevâid, 8:260; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:607; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:628.

Hiç yorum yok: