tag:blogger.com,1999:blog-4311051056795723552024-03-13T13:39:00.174-07:00MEKTUBATNurmektebinde zaman farklı yaşanır.
Nurmektebinde aslında bizim için çok kıymetli olan ama bizim bir türlü kıymetini anlayamadığımız zaman kavramının değerini anlayacak ve zamana değer katacaksınız.Nurmektebinde zamanınız Değerlidir.İbrahimhttp://www.blogger.com/profile/14965094735125295317noreply@blogger.comBlogger36125tag:blogger.com,1999:blog-431105105679572355.post-5601618865974486422009-11-25T14:18:00.000-08:002009-11-25T14:40:13.819-08:00Bir İkram-ı İlâhî Ve Bir Eser-i İnâyet-i Rabbâniye-Mucizat-ı Ahmediyenin Birinci zeyli<center><span id="c_RisaleAdi">MUCİZAT-I AHMEDİYENİN BİRİNCİ ZEYLİ </span></center><br /><p id="c_paragraf">On Dokuzuncu Söz, Risalet-i Ahmediye ve zeyl-i Şakk-ı Kamer Mucizesine dair olduğundan; makam münasebetiyle buraya alınmıştır. </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b424.gif" /> -1- </center><br /><p id="c_paragraf">On dört reşahatı tazammum eden On Dördüncü Lem'anın </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci Reşhası:</span> Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarrif var. Birisi şu kitâb-ı kâinattır ki, bir nebze, şehâdetini on üç lem'a ile, Arabî Nur Risâlesinden On Üçüncü Dersten işittik; birisi şu kitâb-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmdır; biri de Kur'ân-ı Azîmüşşandır. Şimdi, şu ikinci bürhan-ı nâtıkî olan Hâtemü'l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmı tanımalıyız, dinlemeliyiz. </p><p id="c_paragraf">Evet, o bürhanın şahs-ı mânevîsine bak: Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medîne bir minber; o bürhan-ı bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imâna imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyâya reis, bütün evliyâya seyyid, bütün enbiyâ ve evliyâdan mürekkeb bir halka-i zikrin serzakiri; bütün enbiyâ hayattar kökleri, bütün evliyâ tarâvettar semereleri bir şecere-i nurâniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizâtlarına istinad eden bütün enbiyâ ve kerâmetlerine itimad eden bütün evliyâ tasdik edip imza ediyorlar.</p><p id="c_paragraf">Zîrâ, o <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b489.gif" /> -2- der, dâvâ eder. Bütün sağ ve sol, yani mâzi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nurânî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ ile mânen <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b496.gif" /> -3- derler. </p><p id="c_paragraf">Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesabsız imzalarla teyid edilen bir müddeâya parmak karıştırsın. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Rahman ve Rahim Olan Allah'ın adıyla. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Allah'tan başka hiç bir ilah yoktur. (Muhammed Sûresi: 19.) </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Doğru söyledin ve hakkı ifade ettin.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Reşha:</span> O nurânî bürhan-ı tevhid, nasıl ki iki cenâhın icmâ ve tevâtürüyle teyid ediliyor; öyle de, Tevrat ve İncil gibi kütüb-ü semâviyenin <sup id="c_supa">Haşiye</sup> yüzler işârâtı ve irhâsâtın binler rumuzâtı ve hâtiflerin meşhur beşârâtı ve kâhinlerin mütevâtir şehâdâtı ve Şakk-ı Kamer gibi binler mu'cizâtının delâlâtı ve Şeriatın hakkâniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri gibi, zâtında gayet kemâldeki ahlâk-ı hamîdesi ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secâyâ-i gâliyesi ve kemâl-i emniyeti ve kuvvet-i imânını ve gayet itminânını ve nihayet vüsûkunu gösteren fevkalâde takvâsı, fevkalâde ubûdiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metâneti; dâvâsında nihayet derecede sâdık olduğunu güneş gibi âşikâre gösteriyor. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Reşha:</span> Eğer istersen gel, Asr-ı Saadete, Cezîretü'l-Araba gideriz. Hayalen olsun onu vazife başında görüp ziyâret ederiz. İşte bak: </p><p id="c_paragraf">Hüsn-ü sîret ve cemâl-i sûret ile mümtaz bir zâtı görüyoruz ki, elinde mu'ciznümâ bir kitap, lisânında hakâikâşinâ bir hitâb, bütün benîâdem'e, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudâta karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor. Sırr-ı hilkat-i âlem olan muammâ-i acîbânesini hall ve şerh edip ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlâkını feth ve keşfederek, bütün mevcudâttan sorulan, bütün ukûlü hayret içinde meşgul eden üç müşkül ve müthiş suâl-i azîm olan "Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?" suâllerine muknî, makbul cevap verir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü Reşha:</span> Bak, öyle bir ziyâ-i hakikat neşreder ki, eğer onun o nurânî daire-i hakikat-i irşâdından hariç bir sûrette kâinata baksan, elbette kâinatın şeklini bir mâtemhâne-i umumi hükmünde ve mevcudâtı birbirine ecnebî, belki düşman ve câmidâtı dehşetli cenazeler ve bütün zevi'l-hayatı zevâl ve firâkın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün. </p><p id="c_paragraf">Şimdi bak, onun neşrettiği nur ile, mâtemhâne-i umumi, şevk u cezbe içinde bir zikirhâneye inkılâb etti. O ecnebî, düşman mevcudât, birer dost ve kardeş şekline girdi. O câmidât-ı meyyite-i sâmite, birer mûnis memur, birer musahhar hizmetkâr vaziyetini aldı. Ve o ağlayıcı ve şekvâ edici, kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zâkir veya vazife paydosundan şâkir sûretine girdi. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşinci Reşha:</span> Hem o nur ile; kâinattaki harekât, tenevvüât, tebeddülât, tegayyürât, mânâsızlıktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp, birer mektubât-ı Rabbâniye, birer sahife-i âyât-ı tekviniye, birer merâyâ-i esmâ-i İlâhiye ve âlem dahi birer kitâb-ı hikmet-i Samedâniye mertebesine çıktılar. </p><p id="c_paragraf">Hem, insanı bütün hayvanâtın mâdununa düşüren hadsiz zaaf ve aczi, fakr ve ihtiyacâtı ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vâsıta-i nakl-i hüzün ve elem ve gam olan aklı o nur ile nurlandığı vakit, insan bütün hayvanât, bütün mahlûkat üstüne çıkar. O nurlanmış acz, fakr, akılla niyaz ile nâzenin bir sultan ve fîzâr ile nazdar bir halîfe-i zemin olur. Demek, o nur olmazsa, kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi hiçe iner. Evet, elbette böyle bedî bir kâinatta, böyle bir zât lâzımdır; yoksa, kâinat ve eflâk olmamalıdır. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- HAŞİYE --><span style="font-weight: bold; color: rgb(255, 0, 0);" id="c_c_kalin">Haşiye:</span> Hüseyin-i Cisri Risale-i Hamidiye'sinde, yüz on dört işaratı o kitaplardan çıkarmıştır. Tahriften sonra bu kadar bulunsa, elbette daha evvel çok tasrihat varmış<br /><br /><br /><br /><br /><br /><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Altıncı Reşha:</span> İşte o zât, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihâyenin kâşifi ve ilâncısı ve saltanat-ı Rubûbiyetin mehâsininin dellâlı, seyircisi ve künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşâfı, göstericisi olduğundan, böyle baksan, yani ubûdiyeti cihetiyle, onu bir misâl-i muhabbet, bir timsâl-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nurânî bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin; şöyle baksan, yani risâleti cihetiyle, bir bürhan-ı Hak, bir sirâc-ı hakikat, bir şems-i hidâyet, bir vesîle-i saadet görürsün. </p><p id="c_paragraf">İşte, bak: Nasıl berk-i hâtif gibi, onun nuru şarktan garbı tuttu. Ve nısf-ı arz ve hums-u beşer onun hediye-i hidâyetini kabul edip hırz-ı cân etti. Bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki, böyle bir zâtın bütün dâvâlarının esası olan <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b489.gif" /> -1- 'ı, bütün merâtibiyle beraber kabul etmesin? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Yedinci Reşha:</span> İşte, bak: Şu cezîre-i vâsiada vahşî ve âdetlerine mutaassıb ve inadcı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def'aten kal' ve ref' ederek bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak, değil zâhirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri feth ve teshîr ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbî-i nüfûs, sultan-ı ervâh oldu. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sekizinci Reşha:</span> Bilirsin ki sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak dâimî kaldırabilir. Halbuki, bak, bu zât büyük ve çok âdetleri, hem inadcı, mutaassıb büyük kavimlerden zâhirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref' edip, yerlerine öyle secâyâ-i âliyeyi ki, dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak-vaz' ve tespit eyliyor. Bunun gibi daha pek hârika icraatı yapıyor. </p><p id="c_paragraf">İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere Cezîretü'l-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar. O zâtın, o zamana nispeten bir senede yaptığının yüzden birisini, acaba yapabilirler mi? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dokuzuncu Reşha:</span> Hem, bilirsin, küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir cemaatte, küçük bir meselede, münâzaralı bir dâvâda hicabsız, pervâsız, küçük fakat hacâletâver bir yalanı, düşmanları yanında, hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telâş göstermeden söyleyemez. </p><p id="c_paragraf">Şimdi bak bu zâta: Şek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedar; pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir cemaatte, pek büyük husûmet karşısında, pek büyük meselelerde, pek büyük dâvâda, pek büyük bir serbestiyetle, bilâpervâ, bilâtereddüt, bilâhicab, telâşsız, samimi bir safvetle, büyük bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokunduracak şedid, ulvî bir sûrette söylediği sözlerinde hiç hilâf bulunabilir mi? Hiç hile karışması mümkün müdür? Kellâ! <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b498.gif" /> -2- </p><p id="c_paragraf">Evet, hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz. Hak olan mesleği hileden müstağnîdir; hakikatbînin gözüne hayalin ne haddi var ki hakikat görünsün, aldatsın. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Allah'tan başka hiç bir ilah yoktur. (Muhammed Sûresi: 19.) </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- O Ancak kendisine vahyolunanı söyler. (Necm Sûresi: 4)<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Onuncu Reşha:</span> İşte bak: Ne kadar merakâver, ne kadar câzibedar, ne kadar lüzumlu, ne kadar dehşetli hakâikı gösterir ve mesâili ispat eder. Bilirsin ki, en ziyâde insanı tahrik eden meraktır. Hattâ, eğer sana denilse, "Yarı ömrünü, yarı malını versen, Kamerden ve Müşteriden biri gelir, Kamerde ve Müşteride ne var, ne yok, ahvâlini sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbâlini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek"; merakın varsa, vereceksin. </p><p id="c_paragraf">Halbuki, şu zât öyle bir Sultanın ahbârını söylüyor ki, memleketinde Kamer, bir sinek gibi, bir pervâne etrafında döner. O Arz olan o pervâne ise, bir lâmba etrafında pervâz eder; ve o güneş olan lâmba ise, o Sultanın binler menzillerinden bir misafirhânesinde binler misbahlar içinde bir lâmbasıdır. </p><p id="c_paragraf">Hem öyle acâib bir âlemden hakiki olarak bahsediyor ve öyle bir inkılâbdan haber veriyor ki, binler küre-i arz bomba olsa, patlasalar, o kadar acîb olmaz. Bak, onun lisânında </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b863.gif" /> </center><br /><p>gibi sûreleri işit. </p><br /><p id="c_paragraf">Hem öyle bir istikbâlden doğru olarak haber veriyor ki, şu dünyevî istikbâl ona nispeten bir katre serap hükmündedir. Hem, öyle bir saadetten pek ciddi olarak haber veriyor ki, bütün saadet-i dünyeviye, ona nispeten bir berk-i zâilin bir şems-i sermede nispeti gibidir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">On Birinci Reşha:</span> Böyle acîb ve muammââlûd şu kâinatın perde-i zâhiriyesi altında, elbette ve elbette böyle acâib bizi bekliyor. Böyle acâibi haber verecek, böyle hârika ve fevkalâde mu'ciznümâ bir zât lâzımdır. </p><p id="c_paragraf">Hem, bu zâtın gidişatından görünüyor ki, o, görmüş ve görüyor ve gördüğünü söylüyor. Hem, "Bizi nimetleriyle perverde eden şu semâvât ve arzın İlâhı, bizden ne istiyor, marziyâtı nedir?" pek sağlam olarak bize ders veriyor. </p><p id="c_paragraf">Hem bunlar gibi daha pekçok merakâver, lüzumlu hakâikı ders veren bu zâta karşı her şeyi bırakıp ona koşmak, onu dinlemek lâzım gelirken, ekser insanlara ne olmuş ki, sağır olup kör olmuşlar, belki divâne olmuşlar ki bu hakkı görmüyorlar, bu hakikati işitmiyorlar, anlamıyorlar? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">On İkinci Reşha:</span> İşte şu zât, şu mevcudât Hâlıkının vahdâniyetinin hakkâniyeti derecesinde hak bir bürhan-ı nâtık, bir delil-i sâdık olduğu gibi, haşrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir bürhan-ı kâtıı, bir delil-i sâtııdır. Belki, nasıl ki o zât, hidâyetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husûlü ve vesîle-i vüsûlüdür. Öyle de; duâsıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesîle-i icadıdır. Haşir meselesinde geçen şu sırrı, makam münâsebetiyle tekrar ederiz. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Güneş dürülüp toplandığında.(Tekvir Sûresi: 1) Gök yarıldığı zaman. (İnfitar Sûresi: 1) Çarpacak olan felaket. (Karia Sûresi: 1)<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">İşte, bak: O zât öyle bir salât-ı kübrâda duâ ediyor ki, güyâ şu cezîre, belki arz, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder. Bak, hem öyle bir cemaat-i uzmâda niyaz ediyor ki, güyâ benîâdem'in zaman-ı Âdem'den asrımıza, Kıyâmete kadar bütün nurânî kâmil insanlar, ona ittibâ ile iktidâ edip duâsına âmin diyorlar. </p><p id="c_paragraf">Hem bak, öyle bir hâcet-i âmme için duâ ediyor ki, değil ehl-i arz, belki ehl-i semâvât, belki bütün mevcudât, niyazına, "Evet, yâ Rabbenâ, ver, biz dahi istiyoruz" deyip iştirak ediyorlar. </p><p id="c_paragraf">Hem öyle fakirâne, öyle hazinâne, öyle mahbubâne, öyle müştâkâne, öyle tazarrûkârâne niyaz ediyor ki, bütün kâinatı ağlattırıyor, duâsına iştirak ettiriyor. </p><p id="c_paragraf">Bak, hem öyle bir maksad, öyle bir gâye için duâ ediyor ki, insanı ve âlemi, belki bütün mahlûkatı esfel-i sâfilînden, sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan âlâ-yı illiyyîne, yani kıymete, bekâya, ulvî vazifeye çıkarıyor. </p><p id="c_paragraf">Bak, hem öyle yüksek bir fîzâr-ı istimdâdkârâne ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâne ile istiyor, yalvarıyor ki, güyâ bütün mevcudâta ve semâvâta ve Arşa işittirip, vecde getirip, duâsına "Âmin, Allahümme âmin" dedirtiyor. </p><p id="c_paragraf">Bak, hem öyle Semî, Kerîm bir Kadîr'den, öyle Basîr, Rahîm bir Alîm'den hâcetini istiyor ki, bilmüşâhede en hafî bir zîhayatın en hafî bir hâcetini, bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Çünkü, istediğini-velev lisân-ı hal ile olsun-verir ve öyle bir sûret-i Hakîmâne, Basîrâne, Rahîmânede verir ki, şüphe bırakmaz, bu terbiye ve tedbîr, öyle bir Semî ve Basîr ve öyle bir Kerîm ve Rahîm'e hastır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">On Üçüncü Reşha:</span> Acaba bütün efâzıl-ı benî Âdem'i arkasına alıp, arz üstünde durup, Arş-ı Âzama müteveccihen el kaldırıp duâ eden şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman ve bihakkın Fahr-i Kâinat ne istiyor? </p><p id="c_paragraf">Bak, dinle; saadet-i ebediye istiyor, bekâ istiyor, likâ istiyor, Cennet istiyor. Hem, merayâ-i mevcudâtta ahkâmını ve cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiye ile beraber istiyor. Hattâ, eğer rahmet, inâyet, hikmet, adâlet gibi, hesabsız o matlûbun esbâb-ı mûcibesi olmasa idi, şu zâtın tek duâsı, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennetin binâsına sebebiyet verecekti. </p><p id="c_paragraf">Evet, nasıl ki onun risâleti şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi; öyle de, onun ubûdiyeti dahi, öteki dârın açılmasına sebeptir. Acaba ehl-i akıl ve tahkike </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b500.gif" /> -1- </center><br /><p id="c_paragraf">dediren şu meşhud intizam-ı fâik, şu rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san'at ve misilsiz cemâl-i Rubûbiyet, hiç böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul eder mi ki, en cüz'î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip ifâ etsin, en ehemmiyetli, en lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ, yüz bin defa hâşâ; böyle bir cemâl, böyle bir çirkinliği kabul etmez, çirkin olmaz. </p><p id="c_paragraf">Yâhu, ey hayalî arkadaşım! Şimdilik kâfidir, geri gitmeliyiz. Yoksa yüz sene şu zamanda, şu cezîrede kalsak, yine o zâtın garâib-i icraatını ve acâib-i vezâifini, yüzden birisine, tamamen ihâta edip, temâşâsında doyamayız. Şimdi, gel, üstünde döneceğimiz her asra birer birer bakacağız. Bak, nasıl her asır, o şems-i hidâyetten aldıkları feyiz ile çiçek açmışlar; Ebû Hanife, Şâfiî, Bâyezid-i Bistâmî, Şâh-ı Geylânî, Şâh-ı Nakşibend, İmâm-ı Gazâlî, İmâm-ı Rabbânî gibi milyonlar münevver meyveler veriyor. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- İmkân dairesi dahilinde, şu andaki durumdan daha güzel yoktur.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Meşhudâtımızın tafsilâtını başka vakte ta'lik edip, o mu'ciznümâ ve hidâyetedâya bir kısım kati mu'cizâtına işaret eden bir salâvât getirmeliyiz: </p><br /><center><div id="c_Border"><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b501.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b502.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b503.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b504.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b505.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b506.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b507.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b508.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b509.gif" /></center></div></center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf">Rahmân-ı Rahîm olan Allah'ın, Furkan-ı Hakîmi Arş-ı Azîmden üzerine indirdiği zât olan Efendimiz Muhammed'e (a.s.m.) ümmetinin iyilikleri adedince milyon salât ve milyon selâm olsun. </p><p id="c_paragraf">Risâletini İncil, Tevrat ve Zebûr'un müjdelediği; nübüvvetini doğduğundan hemen önce ve doğumu ânında meydana gelen hârikulâde hallerin, cinnî hâtiflerin, insanlardan evliyâ ve kâhinlerin haber verdiği; işaretiyle ayın ikiye bölündüğü Efendimiz Muhammed'e (a.s.m.) ümmetinin alıp verdiği nefesler sayısınca milyon salât ve milyon selâm olsun. </p><p id="c_paragraf">Çağırmasıyla, ağaçların, yanına geldiği, duâsıyla yağmurun süratle yağdığı, bulutun sıcaktan korumak için başında gölge yaptığı, bir kilelik yiyeceğinden yüzlerce insanın doyduğu, parmakları arasından suyun üç defa Kevser gibi aktığı; Allah'ın kertenkeleyi, ceylanı, kuru hurma direğini, koyun paçasını, deveyi, dağı, taşı ve çakıl taşlarını onun için konuşturduğu; Mi'racın ve, "Göz ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı" (Necm Sûresi: 17.) âyetinin sahibi Efendimiz ve şefaatçimiz Muhammed'e, (a.s.m.) ilk indiği andan itibâren Kıyâmete kadar Kur'ân'ın, her okuyanın okuduğunda hava dalgalarının aynalarında Allah'ın izni ile temessül eden her kelimesindeki her harfi sayısınca salât ve selâm olsun. Bu salâvâtların herbirisi hürmetine bizi bağışla, bize merhamet et, ey İlâhımız! âmin.<br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><center><div id="c_Border"><p id="c_paragraf">[Şuâât-ı Mârifetü'n-Nebî nâmındaki Türkçe bir risâlede ve On Dokuzuncu Mektupta ve şu sözde icmâlen işaret ettiğimiz delâil-i nübüvvet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) beyân etmişim. Hem onda Kur'ân-ı Hakîm'in vücûh-u i'câzı icmâlen zikredilmiş. Yine "Lemeât" nâmında Türkçe bir risâlede ve Yirmi Beşinci Sözde Kur'ân'ın kırk vecihle mu'cize olduğunu icmâlen beyân ve kırk vücûh-u i'câzına işaret etmişim. O kırk vecihde, yalnız nazımda olan belâgatı, İşârâtü'l-İ'câz nâmındaki bir tefsir-i Arabîde kırk sayfa içinde yazmışım. Eğer ihtiyacın varsa, şu üç kitâba mürâcaat edebilirsin.] </p></div></center><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">On Dördüncü Reşha:</span> Mahzen-i mu'cizât ve mu'cize-i kübrâ olan Kur'ân-ı Hakîm, nübüvvet-i Ahmediye (a.s.m.) ile Vahdâniyet-i İlâhiyeyi, o derece kati ispat ediyor ki, başka bürhana hâcet bırakmıyor. Biz de onun tarifine ve medâr-ı tenkid olmuş bir iki lem'a-i i'câzına işaret ederiz. </p><p id="c_paragraf">İşte, Rabbimizi bize tarif eden Kur'ân-ı Hakîm, şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi, şu sahâif-i arz ve semâda müstetir künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşâfı, şu sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakâikın miftâhı, şu âlem-i şehâdet perdesi arkasındaki âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatât-ı Rahmâniye ve hitâbât-ı Ezeliyenin hazînesi, şu âlem-i mâneviye-i İslâmiyenin güneşi, temeli, hendesesi, âlem-i uhreviyenin haritası, zât ve sıfât ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı nâtıkı, tercümân-ı sâtıı, şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi, hikmet-i hakikisi, mürşid ve hâdîsi; hem bir kitâb-ı hikmet ve şeriat, hem bir kitâb-ı duâ ve ubûdiyet, hem bir kitâb-ı emir ve dâvet, hem bir kitâb-ı zikir ve mârifet gibi, bütün hâcât-ı mâneviyesine karşı birer kitap ve bütün muhtelif ehl-i mesâlik ve meşârib olan evliyâ ve sıddîkînin, asfiyâ ve muhakkikînin her birinin meşreblerine lâyık birer risâle ibrâz eden bir kütüphâne-i mukaddesedir. </p><p id="c_paragraf">Sebeb-i kusur tevehhüm edilen tekrarâtındaki lem'a-i i'câza bak ki; Kur'ân, hem bir kitâb-ı zikir, hem bir kitâb-ı duâ, hem bir kitâb-ı dâvet olduğundan, içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir ve eblağdır, ehl-i kusurun zannı gibi değil. Zîrâ, zikrin şe'ni, tekrar ile tenvirdir; duânın şe'ni, terdad ile takrirdir; emir ve dâvetin şe'ni, tekrar ile te'kiddir. </p><p id="c_paragraf">Hem, herkes her vakit bütün Kur'ân'ı okumaya muktedir olamaz, fakat bir sûreye gâliben muktedir olur. Onun için, en mühim makâsıd-ı Kur'âniye ekser uzun sûrelerde derc edilerek, herbir sûre bir küçük Kur'ân hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için tevhid ve haşir ve kıssa-i Mûsâ gibi bâzı maksadlar tekrar edilmiş. </p><p id="c_paragraf">Hem, cismânî ihtiyaç gibi, mânevî hâcât dahi muhteliftir. Bâzısına insan her nefes muhtaç olur: cisme hava, ruha Hû gibi. Bâzısına her saat: Bismillâh gibi ve hâkezâ. Demek, tekrar-ı âyet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmiş ve o ihtiyaca işaret ederek, uyandırıp teşvik etmek, hem iştiyâkı ve iştihâyı tahrik etmek için tekrar eder.<br /></p><p id="c_paragraf">Hem Kur'ân, müessistir, bir Din-i Mübînin esâsıdır ve şu âlem-i İslâmiyetin temelleridir ve hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeyi değiştirip, muhtelif tabakâta, mükerrer suâllerine cevaptır. Müessise, tespit etmek için tekrar lâzımdır, te'kid için terdad lâzımdır, teyid için takrîr, tahkik, tekrîr lâzımdır. </p><p id="c_paragraf">Hem öyle mesâil-i azîme ve hakâik-ı dakîkadan bahsediyor ki, umumun kalblerinde yerleştirmek için çok defa muhtelif sûretlerde tekrar lâzımdır. </p><p id="c_paragraf">Bununla beraber, sûreten tekrardır, fakat mânen herbir âyetin çok mânâları, çok faydaları, çok vücuh ve tabakâtı vardır. Herbir makamda ayrı bir mânâ ve fayda ve maksadlar için zikrediliyor. </p><p id="c_paragraf">Hem Kur'ân'ın, mesâil-i kevniyenin bâzısında ibhâm ve icmâli ise, irşâdî bir lem'a-i i'câzdır. Ehl-i ilhâdın tevehhüm ettikleri gibi medâr-ı tenkid olamaz ve sebeb-i kusur değildir. </p><p id="c_paragraf">Eğer desen: "Acaba neden Kur'ân-ı Hakîm, felsefenin mevcudâttan bahsettiği gibi etmiyor? Bâzı mesâili mücmel bırakır, bâzısını nazar-ı umumiyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avâmı tâciz edip yormayacak bir sûret-i basitâne-i zâhirânede söylüyor." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Cevaben deriz ki:</span> Felsefe, hakikatin yolunu şaşırmış onun için. Hem, geçmiş derslerden ve sözlerden elbette anlamışsın ki, Kur'ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor; tâ zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani bu kitâb-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudâta kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor. Hem, umuma hitâb ediyor. İlm-i hikmet ise, mevcudâta mevcudât için bakıyor. Hem, hususan ehl-i fenne hitâb ediyor. Öyle ise, mâdem ki Kur'ân-ı Hakîm mevcudâtı delil yapıyor, bürhan yapıyor; delil zâhirî olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir. Hem mâdem ki Kur'ân-ı Mürşid, bütün tabakât-ı beşere hitâb eder; kesretli tabaka ise, tabaka-i avâmdır. Elbette irşâd ister ki, lüzumsuz şeyleri ibhâm ile icmâl etsin ve dakîk şeyleri temsil ile takrîb etsin; ve mugâlâtalara düşürmemek için zâhirî nazarlarında bedihî olan şeyleri, lüzumsuz, belki zararlı bir sûrette tağyir etmemektir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Meselâ, güneşe der:</span> "Döner bir siracdır, bir lâmbadır." Zîrâ, güneşten güneş için, mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizamın zembereği ve nizâmın merkezi olduğundan; intizam ve nizam ise Sâniin âyine-i mârifeti olduğundan bahsediyor. </p><p id="c_paragraf">Evet, der: <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b510.gif" /> "Güneş döner." Bu "döner" tâbiriyle, kış-yaz, gece-gündüzün deverânındaki muntazam tasarrufât-ı kudreti ihtar ile azamet-i Sânii ifham eder. İşte, bu dönmek hakikati ne olursa olsun, maksud olan ve hem mensuc, hem meşhud olan intizama tesir etmez. </p><p id="c_paragraf">Hem, der: <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b511.jpg" /> -1- Şu "sirac" tâbiriyle âlemi bir kasır sûretinde; içinde olan eşya ise, insana ve zîhayata ihzâr edilmiş müzeyyenât ve mat'umât ve levâzımât olduğunu ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile, rahmet ve ihsan-ı Hâlıkı ifham eder. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Güneşi de bir kandil olarak asmıştır. (Nuh Sûresi: 16.)<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Şimdi bak; şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak, diyor ki: "Güneş, bir kitle-i azîme-i mâyia-i nâriyedir. Ondan fırlamış olan seyyârâtı, etrafında döndürüp, cesâmeti bu kadar, mahiyeti böyledir, şöyledir." Mûhiş bir dehşetten, müthiş bir hayretten başka ruha bir kemâl-i ilmî vermiyor. Bahs-i Kur'ân gibi etmiyor. Buna kıyasen, bâtınen kof, zâhiren mutantan felsefî meselelerin ne kıymette olduğunu anlarsın. Onun şâşaa-i sûriyesine aldanıp, Kur'ân'ın gayet mu'ciznümâ beyânına karşı hürmetsizlik etme. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İhtar:</span> Arabî Risâle-i Nur'da On Dördüncü Reşhanın Altı Katresi, bâhusus Dördüncü Katrenin Altı Nüktesi, Kur'ân-ı Hâkîmin kırk kadar envâ-ı i'câzından on beşini beyân eder. Ona iktifâen burada ihtisar ettik. İstersen ona mürâcaat et; bir hazîne-i mu'cizât bulursun. </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b512.gif" /><br />-1- </center><br /><p id="c_sagayasla" align="justify"><span id="c_c_kalin"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b126.gif" /> -2-<br />Said Nursî </span></p><p id="c_sagayasla" align="justify"><br /><br /></p><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Allahım! Kur'ân'ı, bizim için, onu yazan ve benzerleri için, her türlü hastalıktan şifâ, bize ve onlara hem dünyada, hem de âhirette dost, dünyada yoldaş, kabirde arkadaş, Kıyâmette şefaatçi, Sırat üzerinde nur, Cehenneme karşı perde ve örtü, Cennette arkadaş ve bütün hayırlara bizi sevk eden rehber ve önder kıl. Bunu fazlın, cömertliğin, keremin ve rahmetinle yap ey merhametlilerin en merhametlisi ve ey bütün cömertlerden daha cömert olan! Duâmızı kabul buyur. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">Allahım! Kendisine hakla bâtılı ayırt eden Kur'ân-ı Hakîmin indiği zâta, onun bütün âl ve Ashâbına salât ve selâm eyle. âmin, âmin. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Baki olan yalnız Allah'tır. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><center><span id="c_RisaleAdi">Şakk-ı Kamer Mu'cizesine Dâirdir </span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b424.gif" /></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b515.gif" /> -1- </center><br /><p id="c_paragraf">Kamer gibi parlak bir mu'cize-i Ahmediye (a.s.m.) olan inşikâk-ı kameri, evhâm-ı fâside ile inhisâfa uğratmak isteyen feylesoflar ve onların muhakemesiz mukallitleri diyorlar ki, "Eğer inşikâk-ı kamer vukû bulsa idi, umum âleme mâlûm olurdu. Bütün tarih-i beşerin nakletmesi lâzım gelirdi." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> İnşikâk-ı kamer, dâvâ-i nübüvvete delil olmak için, o dâvâyı işiten ve inkâr eden hazır bir cemaate, gecede, vakt-i gaflette, âni olarak gösterildiğinden; hem, ihtilâf-ı metâlî ve sis ve bulut gibi, rü'yete mâni esbâbın vücudu ile beraber, o zamanda medeniyet taammüm etmediğinden ve husûsi kaldığından ve tarassudâtı semâviye pek az olduğundan; bütün etrâf ı âlemde görülmek, umum tarihlere geçmek, elbette lâzım değildir. Şakk-ı kamer yüzünden, bu evham bulutlarını dağıtacak çok noktalardan şimdilik Beş Noktayı dinle. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">BİRİNCİ NOKTA:</span></p><p id="c_paragraf">O zaman, o zemindeki küffârın gâyet şedid derecede inatları tarihen mâlûm ve meşhur olduğu halde; Kur'ân-ı Hakîmin, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b516.gif" /> -2- demesiyle, şu vak'ayı umum âleme ihbar ettiği halde; Kur'ân'ı inkâr eden o küffardan hiçbir kimse, şu âyetin tekzibine, yani ihbar ettiği şu vâkıanın inkârına ağız açmamışlar. Eğer o zamanda o hâdise, o küffarca katî ve vâki bir hâdise olmasa idi, şu sözü serrişte ederek, gâyet dehşetli bir tekzibe ve Peygamberin iptal-i dâvâsına hücum göstereceklerdi. Halbuki, şu vak'aya dâir siyer ve tarih, o vak'a ile münâsebettar küffânn adem-i vukûuna dâir hiçbir şeyini nakletmemişlerdir. Yalnız,"veyekulusihrummüntesir" ayetinin beyan ettiği gibi, tarihçe menkul olan şudur ki:O hâdiseyi gören küffar, "Sihirdir" demişler ve "Bize sihir gösterdi. Eğer sâir taraflardaki kervan ve kâfileler görmüşlerse, hakîkattir; yoksa bize sihir etmiş" demişler. Sonra, sabahleyin Yemen ve başka taraflardan gelen kâfileler ihbar ettiler ki, "Böyle bir hâdiseyi gördük." Sonra küffar, Fahr-i Âlem (a.s.m.) hakkında, hâşâ, "Yetim-i Ebû Tâlib'in sihri semâya da tesir etti" dediler. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla Kıyâmet yaklaştı, ay yarıldı. · Onlar bir mu'cize görseler yüz çevirir ve "Bu kuvvetli bir sihirdir" derler. (Kamer Sûresi: 1.) </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Ay yarıldı. (Kamer Sûresi: 1.)<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İKİNCİ NOKTA:</span></p><p id="c_paragraf">Sa'd-ı Taftazânî gibi eâzım-ı muhakkikînin ekseri demişler ki, "İnşikâk-ı kamer; parmaklarından su akması, umum bir orduya su içirmesi, câmide hutbe okurken dayandığı kuru direğin müfârakat-ı Ahmediyeden (a.s.m.) ağlaması, umum cemaatin işitmesi gibi mütevâtirdir. Yani, öyle tabakadan tabakaya bir cemaat-i kesîre nakletmiştir ki, kizbe ittifakları muhâldir. Hâle gibi meşhur bir kuyruklu yıldızın bin sene evvel çıkması gibi mütevâtirdir. Görmediğimiz Serendip Adasının vücudu gibi, tevâtürle vücudu katîdir" demişler. İşte böyle gâyet katî ve şuhûdî mesâilde teşkikât-ı vehmiye yapmak, akılsızlıktır. Yalnız muhâl olmamak kâfîdir. Halbuki, şakk-ı kamer, bir volkanla inşikak eden bir dağ gibi mümkündür. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">ÜÇÜNCÜ NOKTA:</span></p><p id="c_paragraf">Mu'cize, dâvâ-i nübüvvetin ispatı için, münkirleri iknâ etmek içindir, icbar için değildir. Öyle ise, dâvâ-i nübüvveti işitenler için, iknâ edecek bir derecede mu'cize göstermek lâzımdır. Sâir taraflara göstermek veyahut icbar derecesinde bir bedâhetle izhar etmek, Hakîm-i Zülcelâlin hikmetine münâfı olduğu gibi, sırr-ı teklife dahi muhâliftir. Çünkü, "Akla kapı açmak, ihtiyarı elinden almamak" sırr-ı teklif iktizâ ediyor. Eğer Fâtır-ı Hakîm, inşikâk-ı kameri, feylesofların hevesâtına göre bütün âleme göstermek için bir iki saat öyle bıraksa idi ve beşerin umum tarihlerine geçse idi, o vakit sâir hâdisât-ı semâviye gibi, ya dâvâ-i nübüvvete delil olmazdı ve risâlet-i Ahmediyeye (a.s.m.) husûsiyeti kalmazdı, veyahut bedâhet derecesinde öyle bir mu'cize olacaktı ki, aklı icbar edecek, aklın ihtiyârını elinden alacak, ister istemez nübüvveti tasdik edecek; Ebû Cehil gibi kömür ruhlu, Ebû Bekir-i Sıddîk gibi elmas ruhlu adamlar bir seviyede kalıp, sırr-ı teklif zâyi olacaktı. İşte bu sır içindir ki, hem âni, hem gece, hem vakt-i gaflet, hem ihtilâf-ı metâli, sis ve bulut gibi sâir mevânü perde ederek, umum âleme gösterilmedi, veyahut tarihlere geçirilmedi. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">DÖRDÜNCÜ NOKTA: </span></p><p id="c_paragraf">Şu hâdise, gece vakti herkes gatlette iken, âni bir sûrette vukû bulduğundan, etrâf-ı âlemde elbette görülmeyecek Bâzı efrâda görünse de, gözüne inanmayacak. İnandırsa da, elbette böyle mühim bir hâdise, haber-i vâhid ile tarihlere bâkî bir sermâye olmayacak. </p><p id="c_paragraf">Bâzı kitaplarda, "Kamer, iki parça olduktan sonra yere inmiş" ilâvesi ise, ehl-i tahkik reddetmişlerdir. "Şu mu'cize-i bâhireyi kıymetten düşürmek niyetiyle, belki bir münâfık ilhak etmiş" demişler.<br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem meselâ, o vakit, cehâlet sisiyle muhât İngiltere, İspanya'da yeni gurûb; Amerika'da gündüz; Çin'de, Japonya'da sabah olduğu gibi, başka yerlerde başka esbâb-ı mâniaya binâen elbette görülmeyecek. Şimdi bu akılsız mûterize bak; diyor ki, "İngiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvâmın tarihleri bundan bahsetmiyor. Öyle ise vukû bulmamış." Bin nefrin onun gibi Avrupa kâselislerin başına! </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">BEŞİNCİ NOKTA: </span></p><p id="c_paragraf">İnşikâk-ı kamer kendi kendine, bâzı esbâba binâen vukû bulmuş, tesâdüfî, tabiî bir hâdise değil ki, âdi ve tabiî kânunlarına tatbik edilsin. Belki, şems ve kamerin Hâlık-ı Hakîmi, Resûlünün risâletini tasdik ve dâvâsını tenvir için, hârikulâde olarak o hâdiseyi îkâ etmiştir. Sırr-ı irşad ve sırr-ı teklif ve hikmet-i risâletin iktizâsıyla, hikmet-i Rubûbiyetin istediği insanlara ilzâm-ı hüccet için gösterilmiştir. O sırr-ı hikmetin iktizâ etmedikleri, istemedikleri ve dâvâ-i nübüvveti henüz işitmedikleri aktâr-ı zemindeki insanlara göstermemek için, sis ve bulut ve ihtilâf-ı metâlî haysiyetiyle, bâzı memleketin kameri daha çıkmaması ve bâzılarının güneşleri çıkması ve bir kısmının sabahı olması ve bir kısmının güneşi yeni gurûb etmesi gibi o hâdiseyi görmeye mâni pekçok esbâbâ binâen, gösterilmemiş. Eğer, umum onlara dahi gösterilse idi, o halde ya işaret-i Ahmediyenin (a.s.m.) neticesi ve mu'cize-i nübüvvet olarak gösterilecekti: o vakit, risâleti bedâhet derecesine çıkacaktı, herkes tasdike mecbur olurdu, aklın ihtiyârı kalmazdı; İmân ise, aklın ihtiyâriyledir; sırr-ı teklif zâyi olurdu. Eğer sırf bir hâdise-i semâviye olarak gösterilse idi, risâlet-i Ahmediye (a.s.m.) ile münâsebeti kesilirdi ve onunla husûsiyeti kalmazdı. </p><p id="c_paragraf">Elhâsıl, şakk-ı kamerin imkânında şüphe kalmadı. Katî ispat edildi. Şimdi, vukûuna delâlet eden çok bürhanlarından altısına <sup id="c_supa">Haşiye</sup> işaret ederiz. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">Ehl-i adâlet olan Sahâbelerin, vukûuna icmâı ve ehl-i tahkik umum müfessirlerin, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b516.gif" /> tefsirinde, onun vukûuna ittifâkı ve ehl-i rivâyet-i sâdıka bütün muhaddisînin pekçok senetlerle ve muhtelif tarîklerle vukûunu nakletmesi ve ehl-i keşif ve ilhâm bütün evliyâ ve sıddıkînin şehâdeti ve ilm-i kelâmın meslekçe birbirinden çok uzak olan imamların ve mütebahhir ulemânın tasdiki ve nass-ı katî ile dalâlet üzerine icmâları vâki olmayan ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) o vak'ayı telâkkî-i bilkabul etmesi, güneş gibi, inşikâk-ı kameri ispat eder. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elhâsıl:</span> Buraya kadar tahkik namına ve hasmı ilzam hesâbına idi. Bundan sonraki cümleler, hakikat nâmına ve îman hesabınadır. Evet, tahkik öyle dedi. Hakikat ise diyor ki: </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- HAŞİYE --><p id="c_paragraf"><span style="font-weight: bold; color: rgb(255, 0, 0);" id="c_c_kalin">Haşiye:</span> Yani, altı defa icmâ suretinde, vukûuna dâir altı hüccet vardır. Bu makam çok izaha lâyık iken, maattessüf kısa kalmıştır.<br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Semâ-i risâletin kamer-i münîri olan Hâtem-i Dîvân-ı Nübüvvet, nasıl ki mahbûbiyet derecesine çıkan ubûdiyetindeki velâyetin kerâmet-i uzmâsı ve mu'cize-i kübrâsı olan Mîrac ile, yani bir cism-i arzı semâvâtta gezdirmekle semâvâtın sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüçhâniyeti ve mahbûbiyeti gösterildi ve velâyetini isbat etti; öyle de, arza bağlı, semâya asılı olan kameri bir arzlının işaretiyle iki parça ederek, arzın sekenesine o arzlının risâletine öyle bir mu'cize gösterildi ki, zât-ı Ahmediye (a.s.m.), kamerin açılmış iki nûrânî kanadı gibi, risâlet ve velâyet gibi iki nûrânî kanadıyla, iki ziyâdar cenah ile, evc-i kemâlâta uçmuş, tâ Kâb-ı Kavseyne çıkmış; hem ehl-i semâvât, hem ehl-i arza, medâr-ı fahr olmuştur. </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b518.gif" /> -1- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b457.gif" /> -2- </center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Ona ve âline yer ve gökler dolusu rahmet ve selâmlar olsun. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.)<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><center><span id="c_RisaleAdi">Mucizat-ı Ahmediye (a.s.m) Zeylinin Bir Parçasıdır </span></center><br /><p id="c_paragraf">Risalet-i Ahmediye (a.s.m) delaili hakkında olup, Mirac Risalesinin Üçüncü esasının nihayetindeki üç mühim müşkülden birinci müşküle ait suale, muhtasar bir fihriste suretinde verilen bir cevaptır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sual:</span> Şu Miracı Azim ne için Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselama mahsustur. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Birinci müşkülünüz Otuz adet Sözlerde tafsîlen halledilmiştir. Yalnız, şurada zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) kemâlâtına ve delâil-i nübüvvetine ve o Mi'rac-ı âzama en elyak o olduğuna icmâlî işaretler nevinde bir muhtasar fihriste gösteriyoruz. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Evvelâ:</span> Tevrat, İncil, Zebur gibi kütüb-ü mukaddeseden, pekçok tahrifâta mâruz oldukları halde, şu zamanda dahi, Hüseyn-i Cisrî gibi bir muhakkik nübüvvet-i Ahmediyeye (a.s.m.) dâir, yüz on dört işarî beşâretleri çıkarıp, Risâle-i Hamîdiye'de göstermiştir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sâniyen:</span> Tarihçe sabit, Şık ve Satîh gibi meşhur iki kâhinin, nübüvvet-i Ahmediyeden (a.s.m.) biraz evvel, nübüvvetine ve âhirzaman Peygamberi o olduğuna beyânâtları gibi çok beşâretler, sahih bir sûrette tarihen nakledilmiştir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sâlisen:</span> Velâdet-i Ahmediye (a.s.m.) gecesinde Kâbe'deki sanemlerin sukûtuyla, Kisrâ-i Fârisin saray-ı meşhuresi olan Eyvânı inşikak etmesi gibi, irhâsât denilen yüzer hârika, tarihçe meşhurdur. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Râbian:</span> Bir orduya parmağından gelen suyu içirmesi ve câmide bir cemaat-i azîme huzurunda, kuru direğin, minberin naklinden dolayı müfârakat-i Ahmediyeden (a.s.m.) deve gibi enîn ederek ağlaması; <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b516.gif" /> nassı ile, şakk-ı kamer gibi, muhakkiklerin tahkikatıyla bine bâliğ mu'cizâtla serfirâz olduğunu tarih ve siyer gösteriyor. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Ay yarıldı. (Kamer Sûresi: 1.)<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Hâmisen:</span> Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenenin şahsında en yüksek derecede ve bütün muâmelâtının şehâdetiyle secâyâ-i sâmiye, vazifesinde ve tebligâtında en âlî bir derecede ve din-i İslâmdaki mehâsin-i ahlâkın şehâdetiyle şeriatında en âlî hisâl-ı hamîde en mükemmel derecede bulunduğuna ehl-i insaf ve dikkat tereddüt etmez. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sâdisen:</span> Onuncu Sözün İkinci İşaretinde işaret edildiği gibi; Ulûhiyet, muktezâ-i hikmet olarak tezâhür istemesine mukabil, en âzamî bir derecede zât-ı Ahmediye (a.s.m.), dinindeki âzamî ubûdiyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir. </p><p id="c_paragraf">Hem Hâlık-ı âlemin nihayet kemâldeki cemâlini bir vâsıta ile göstermek muktezâ-i hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil, en güzel bir sûrette gösterici ve tarif edici, bilbedâhe o zâttır. </p><p id="c_paragraf">Hem Sâni-i âlemin nihayet cemâlde olan kemâl-i san'atı üzerine enzâr-ı dikkati celb etmek, teşhir etmek istemesine mukabil, en yüksek bir sadâ ile dellâllık eden, yine bilmüşâhede o zâttır. </p><p id="c_paragraf">Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakâtında Vahdâniyetini ilân etmek istemesine mukabil, tevhidin en âzamî bir derecede, bütün merâtib-i tevhidi ilân eden, yine bizzarure o zâttır. </p><p id="c_paragraf">Hem Sahib-i âlemin nihayet derecede âsârındaki cemâlin işaretiyle, nihayetsiz hüsn-ü zâtîsini ve cemâlinin mehâsinini ve hüsnünün letâifini aynalarda muktezâ-i hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine mukabil, en şâşaalı bir sûrette âyinedarlık eden ve gösteren ve sevip ve başkasına sevdiren, yine bilbedâhe o zâttır. </p><p id="c_paragraf">Hem şu saray-ı âlemin Sânii, gayet hârika mu'cizeleri ile ve gayet kıymettar cevâhirler ile dolu hazîne-i gaybiyelerini izhâr ve teşhir istemesi ve onlarla kemâlâtını tarif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en âzamî bir sûrette teşhir edici ve tavsif edici ve tarif edici, yine bilbedâhe o zâttır. </p><p id="c_paragraf">Hem şu kâinatın Sânii, şu kâinatı enva-ı acâib ve zînetlerle süslendirmek sûretinde yapması ve zîşuur mahlûkatını seyir ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona idhâl etmesi ve muktezâ-i hikmet olarak onlara o âsâr ve sanâyîinin mânâlarını, kıymetlerini ehl-i temâşâ ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil, en âzamî bir sûrette cin ve inse, belki ruhânîlere ve melâikelere de Kur'ân-ı Hakîm vâsıtasıyla rehberlik eden, yine bilbedâhe o zâttır. </p><p id="c_paragraf">Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîmi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksad ve gâyeyi tazammun eden tılsım-ı muğlâkını ve mevcudâtın "Nereden? Nereye? Ve ne oldukları?" olan şu üç suâl-i müşkülün muammâsını bir elçi vâsıtasıyla umum zîşuurlara açtırmak istemesine mukabil, en vâzıh bir sûrette ve en âzamî bir derecede hakâik-ı Kur'âniye vâsıtasıyla o tılsımı açan ve o muammâyı halleden, yine bilbedâhe o zâttır.<br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelâli, bütün güzel masnuâtıyla Kendini zîşuur olanlara tanıttırmak ve kıymetli nimetlerle Kendini onlara sevdirmesi, bizzarûre onun mukabilinde zîşuur olanlara marziyâtı ve arzu-yu İlâhiyelerini bir elçi vâsıtasıyla bildirmesini istemesine mukabil, en âlâ ve ekmel bir sûrette, Kur'ân vâsıtasıyla o marziyât ve arzuları beyân eden ve getiren, yine bilbedâhe o zâttır. </p><p id="c_paragraf">Hem Rabbü'l-âlemîn, meyve-i âlem olan insana âlemi içine alacak bir vüs'at-i istidad verdiğinden ve bir ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ ettiğinden; ve hissiyâtça kesrete ve dünyaya müptela olduğundan, bir rehber vâsıtasıyla yüzlerini kesretten Vahdete, fânîden bâkîye çevirmek istemesine mukabil, en âzamî bir derecede, en eblâğ bir sûrette, Kur'ân vâsıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risâletin vazifesini en ekmel bir tarzda ifâ eden, yine bilbedâhe o zâttır. </p><p id="c_paragraf">İşte, mevcudâtın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eşref olan zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan hakiki insan ve hakiki insan içinde geçmiş vezâifi en âzamî bir derecede, en ekmel bir sûrette ifâ eden zât, elbette o Mi'rac-ı Azîm ile Kâb-ı Kavseyne çıkacak, saadet-i ebediye kapısını çalacak, hazîne-i rahmetini açacak, imânın hakâik-ı gaybiyesini görecek, yine o olacaktır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sâbian:</span> Bilmüşâhede şu masnuâtta gayet güzel tahsînât, nihayet derecede süslü tezyinât vardır. Ve bilbedâhe şöyle tahsînât ve tezyinât, onların Sâniinde, gayet şiddetli bir irâde-i tahsin ve kasd-ı tezyin var olduğunu gösterir. Ve irâde-i tahsin ve tezyin ise, bizzarûre o Sâni'de, san'atına karşı kuvvetli bir rağbet ve kudsî bir muhabbet olduğunu gösterir. Ve masnuât içinde en câmi' ve letâif-i san'atı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve başka masnuâttaki güzellikleri deyip istihsan eden, bilbedâhe o san'atperver ve san'atını çok seven Sâniin nazarında en ziyâde mahbub, o olacaktır. </p><p id="c_paragraf">İşte masnuâtı yaldızlayan mezâyâ ve mehâsine ve mevcudâtı ışıklandıran letâif ve kemâlâta karşı, "<span id="c_c_kalin">Sübhanallah, Maşaallah, Allahü Ekber!</span>" diyerek semâvâtı çınlattıran ve Kur'ân'ın nağamâtıyla kâinatı velveleye verdiren, istihsan ve takdir ile, tefekkür ve teşhir ile, zikir ve tevhid ile, berr ve bahri cezbeye getiren, yine bilmüşâhede o zâttır.<br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">İşte böyle bir zât ki, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl2/b625.gif" /> -1- sırrınca, bütün ümmetin işlediği hasenâtın bir misli onun kefe-i mîzanında bulunan ve umum ümmetinin salâvâtı, onun mânevî kemâlâtına imdad veren ve risâletinde gördüğü vezâifin netâicini ve mânevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i İlâhiyenin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir zât, elbette Mi'rac merdiveniyle Cennete, Sidretü'l-Müntehâya, Arş'a ve Kâb-ı Kavseyne kadar gitmek, aynı hak, nefs-i hakikat ve mahz-ı hikmettir. <sup id="c_supa">Haşiye</sup></p><br /><p id="c_sagayasla" align="justify"><span id="c_c_kalin"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b126.gif" /> -2-<br />Said Nursî </span></p><p id="c_sagayasla" align="justify"><br /><br /></p><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Bir şeye sebep olan, onu işleyen gibidir. ["Hayrın yolunu gösteren, onu işleyen gibidir" (Feyzü'l-Kadîr, c.3, s. 537, hadîs no: 4250; Keşfü'l-Hafâ, c. 1, s. 399.) hadîsinden alınan bir ölçü.] </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Baki olan yalnız Allah'tır.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><center><span id="c_KonuBaslik">Ayetü'l-Kübra Risalesinin Risalet-i Ahmediyeden Bahseden<br /><span id="c_RisaleAdi">On Altıncı Mesele</span> </span></center><br /><p id="c_paragraf">(Makam Münasebetiyle buraya ilhak edilmiştir.) </p><p id="c_paragraf">Sonra, o dünya seyyahı kendi aklına dedi ki: "Madem bu kainatın mevcudatıyla Malikimi ve Halıkımı arıyorum; elbette herşeyden evvel bu mevcudatın en meşhuru ve adasının tasdikiyle dahi en mükemmeli ve en büyük kumandanı ve en namdar hakimi ve sözce en yükseği ve akılca en parlağı ve on dört asrı fazileti ile ve Kur'ân'ı ile ışıklandıran Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselamı ziyaret etmek ve aradığımı ondan sormak için Asr-ı Saadete beraber gitmeliyiz" diyerek, aklıyla beraber o asra girdi. Gördü ki, o asır, hakikaten o Zat (a.s.m.) ile bir saadet-i beşeriye asrı olmuş. Çünkü, en bedevi, en ümmi bir kavmi getirdiği nur vasıtasıyla kısa bir zamanda dünyaya üstad ve hakim eylemiş. </p><p id="c_paragraf">Hem, kendi aklına dedi: "Biz, en evvel bu fevkalade Zatın (a.s.m.) bir derece kıymetini ve sözlerinin hakkaniyetini ve ihbaratının doğruluğunu bilmeliyiz; sonra Halıkımızı ondan sormalıyız" diyerek taharriye başladı. Bulduğu hadsiz kati delillerden, burada yalnız dokuz külliyetine birer kısa işaret edilecek. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Bu Zatta (a.s.m.), hatta düşmanlarının tasdikiyle dahi, bütün güzel huyların ve hasletlerin bulunması ve </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b523.gif" /> -1- </center><br /><p>ayetlerinin sarahatiyle, bir parmağının işaretiyle kamer iki parça olması; ve bir avucu ile adasının ordusuna attığı az bir toprak, umum o ordunun gözlerine girmesiyle kaçmaları; ve susuz kalmış kendi ordusuna, beş parmağından Kevser gibi akan suyu kifayet derecesinde içirmesi gibi, nakl-i kati ile ve bir sırr-ı tevatür ile, yüzer mu'cizâtın onun elinde zahir olmasıdır. </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Ay yarıldı. (Kamer Sûresi: 1.) </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"> Attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı. (Enfal Sûresi: 17.)<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Bu mu'cizâttan üç yüzden ziyade bir kısmı, "On Dokuzuncu Mektup" olan "Mucizat-ı Ahmediye (a.s.m.)" namındaki harika ve kerametli bir risalede kati delilleriyle beraber beyan edildiğinden, onları ona havale ederek dedi ki: </p><p id="c_paragraf">"Bu kadar ahlak-ı hasene ve kemalatla beraber, bu kadar mu'cizât-ı bahiresi bulunan bir Zat (a.s.m.), elbette en doğru sözlüdür. Ahlaksızların işi olan hileye, yalana, yanlışa tenezzül etmesi kabil değil." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Elinde, Bu Kainat Sahibinin bir fermanı bulunduğu ve o fermanı her asırda üç yüz milyondan ziyade insanların kabul ve tasdik ettikleri ve o ferman olan Kur'ân-ı Azimüşşanın yedi vecihle harika olmasıdır. Ve bu Kur'ân'ın kırk vecihle mucize olduğu ve kainat Halıkının sözü bulunduğu, kuvvetli delilleriyle beraber "Yirmi Beşinci Söz" ve "Mucizat-ı, Kur'âniye" namlarındaki Risale-i Nurun bir güneşi olan meşhur bir risalede tafsilen beyan edilmesinden, onu ona havale ederek dedi: </p><p id="c_paragraf">"Böyle ayn-ı hak ve hakikat bir fermanın tercümanı ve tebliğ edicisi bir Zatta (a.s.m.), fermana cinayet ve ferman sahibine hıyanet hükmünde olan yalan olamaz ve bulunamaz." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncüsü:</span> O Zat (a.s.m.) öyle bir şeriat ve bir İslamiyet ve bir ubudiyet ve bir dua ve bir davet ve bir İmân ile meydana çıkmış ki, onların ne misli var ve ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel, ne bulunmuş ve ne de bulunur. Çünkü, ümmi bir Zatta (a.s.m.) zuhur eden o şeriat, on dört asrı ve nev-i beşerin humsunu adilane ve hakkaniyet üzere ve müdakkikane hadsiz kanunlarıyla idare etmesi emsal kabul etmez. </p><p id="c_paragraf">Hem, ümmi bir Zatın (a.s.m.) ef'al ve akval ve ahvalinden çıkan İslamiyet, her asırda üç yüz milyon insanın rehberi ve mercii; ve akıllarının muallimi ve mürşidi; ve kalblerinin münevviri ve musaffisi; ve nefislerinin mürebbisi ve müzekkisi; ve ruhlarının medar-ı inkişafı ve maden-i terakkiyatı olması cihetiyle, misli olamaz ve olamamış. </p><p id="c_paragraf">Hem, dininde bulunan bütün ibadatın bütün envaında en ileri olması ve herkesten ziyade takvada bulunması ve Allah'tan korkması; ve fevkalade daimi mücahedat ve dağdağalar içinde tam tamına ubudiyetin en ince esrarına kadar müraat etmesi; ve hiç kimseyi taklit etmeyerek ve tam manasıyla ve müptediyane fakat en mükemmel olarak, hem iptida ve intihayı birleştirerek yapması, elbette misli görülmez ve görülmemiş. </p><p id="c_paragraf">Hem, binler dua ve münacatlarından Cevşenü'l-Kebir ile, öyle bir marifet-i Rabbaniye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki, o zamandan beri gelen ehl-i marifet ve ehl-i velayet, telahuk-u efkâr ile beraber, ne o mertebe-i marifete ve · ne de o derece-i tavsife yetişememeleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli yoktur.<br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Risale-i Münacatın başında, Cevşenü'l-Kebirin doksan dokuz fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir mealinin beyan edildiği yere bakan adam, Cevşen'in dahi misli yoktur diyecek. </p><p id="c_paragraf">Hem, tebliğ-i risalette ve nassı hakka davette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermiş ki, büyük devletler ve büyük dinler, hatta kavim ve kabilesi ve amcası ona şiddetli adavet ettikleri halde, zerre miktar bir eser-i tereddüt, bir telaş, bir korkaklık göstermemesi ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması ve başa da çıkarması ve İslamiyeti dünyanın başına geçirmesi ispat eder ki, tebliğ ve davette dahi misli olmamış ve olamaz. </p><p id="c_paragraf">Hem, imanda öyle fevkalade bir kuvvet ve harika bir yakin ve mucizane bir inkişaf ve cihanı ışıklandıran bir ulvi itikad taşımış ki, o zamanın hükümranı olan bütün efkarı ve akideleri ve hükemanın hikmetleri ve ruhani reislerin ilimleri ona muarız ve muhalif ve münkir oldukları halde, onun ne yakinine, ne itikadına, ne itimadına, ne itminanına hiçbir şüphe, hiçbir tereddüt, hiçbir zaaf, hiçbir vesvese vermemesi ve maneviyatta ve meratib-i imaniyede terakki eden başta Sahabeler ve bütün ehl-i velayet, onun, her vakit mertebe-i imanından feyz almaları ve onu en yüksek derecede bulmaları bilbedahe gösterir ki, imanı dahi emsalsizdir. </p><p id="c_paragraf">İşte, böyle emsalsiz bir şeriat ve misilsiz bir İslamiyet ve harika bir ubudiyet ve fevkalade bir dua ve cihanpesendane bir davet ve mucizane bir İmân sahibinde elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz, diye anladı ve aklı dahi tasdik etti. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncüsü:</span> Enbiyaların (aleyhimüsselam) icmaı, nasıl ki vücud ve vahdaniyet-i İlahiyeye gayet kuvvetli bir delildir; öyle de, bu Zatın (a.s.m.) doğruluğuna ve risaletine gayet sağlam bir şehadettir. Çünkü, enbiya aleyhimüsselamın doğruluklarına ve peygamber olmalarına medar olan ne kadar kudsi sıfatlar ve mucizeler ve vazifeler varsa, o Zatta (a.s.m.) en ileride olduğu tarihçe musaddaktır. Demek onlar, nasıl ki lisan-ı kal ile Tevrat, İncil, Zebur ve suhuflarında bu Zatın (a.s.m.) geleceğini haber verip insanlara beşaret vermişler ki, kütüb-ü mukaddesenin o beşaretli işaratından yirmiden fazla ve pek zahir bir kısmı "On Dokuzuncu Mektup"ta güzelce beyan ve ispat edilmiş. Öyle de, lisan-ı halleriyle yani nübüvvetleriyle ve mucizeleriyle, kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu Zatı tasdik edip davasını imza ediyorlar. Ve lisan-ı kal ve icma ile vahdaniyete delalet ettikleri gibi, lisan-ı hal ile ve ittifak ile de bu Zatın sadıkıyetine şehadet ediyorlar diye anladı. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşincisi:</span> Bu Zatın düsturlarıyla ve terbiyesi ve tebaiyetiyle ve arkasından gitmeleriyle hakka, hakikate, kemalata, keramata, keşfiyata, müşahedata yetişen binlerce evliya, vahdaniyete delalet ettikleri gibi, üstadları olan bu Zatın sadıkıyetine ve risaletine icma ve ittifakla şehadet ediyorlar. Ve alem-i gaybdan verdiği haberlerin bir kısmını nur-u velayetle müşahede etmeleri ve umumunu nur-u İmân ile ya ilmelyakin veya aynelyakin veya hakkalyakin suretinde itikad ve tasdik etmeleri, üstadları olan bu Zatın derece-i hakkaniyet ve sadıkıyetini güneş gibi gösterdiğini gördü.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Altıncısı:</span> Bu Zatın ümmiliğiyle beraber getirdiği hakaik-ı kudsiye ve ihtira ettiği ulum-u aliye ve keşfettiği marifet-i İlahiyenin dersiyle ve talimiyle, mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetişen milyonlar asfiya-i müdakkikin ve sıddikin-i muhakkikin ve dahi hükema-i müminin, bu Zatın üssül-esas davası olan vahdaniyeti kuvvetli bürhanlarıyla bilittifak ispat ve tasdik ettikleri gibi, bu muallim-i ekberin ve bu üstad-ı azamın hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduğuna ittifakla şehadetleri, gündüz gibi bir hüccet-i risaleti ve sadıkıyetidir. Mesela, Risale-i Nur yüz parçası ile bu Zatın sadakatinin birtek bürhanıdır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Yedincisi:</span> Al ve Ashab namında ve nev-i beşerin enbiyadan sonra feraset ve dirayet ve kemalatla en meşhuru ve en muhterem ve en namdan ve en dindar ve en keskin nazarlı taife-i azimesi, kemal-i merak ile ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle bu Zatın bütün gizli ve aşikar hallerini ve fikirlerini ve vaziyetlerini taharri ve teftiş ve tetkik etmeleri neticesinde, bu Zatın dünyada en sadık ve en yüksek ve en haklı ve hakikatli olduğuna ittifakla, icma ile sarsılmaz tasdikleri ve kuvvetli imanları, güneşin ziyasına delalet eden gündüz gibi bir delildir, diye anladı. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sekizincisi:</span> Bu kainat, nasıl ki kendini icad ve idare ve tertip eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi, bir kitap gibi, bir sergi gibi, bir temaşagah gibi tasarruf eden saniine ve katibine ve nakkaşına delalet eder; öyle de, kainatın hilkatindeki makasıd-ı İlahiyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülatındaki Rabbani hikmetleri talim edecek ve vazifedarane harekatındaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın kemalatını ilan edecek ve o kitab-ı kebirin manalarını ifade edecek bir yüksek dellal, bir doğru keşşaf, bir muhakkik üstad, bir sadık muallim istediği ve iktiza ettiği ve her halde bulunmasına delalet ettiği cihetiyle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu Zatın hakkaniyetine ve bu kainat Halıkının en yüksek ve sadık bir memuru olduğuna şehadet ettiğini bildi. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dokuzuncusu:</span> Madem bu sanatlı ve hikmetli masnuatıyla Kendi hünerlerini ve sanatkarlığının kemalatını teşhir etmek; ve şu süslü, zinetli nihayetsiz mahlukatıyla Kendini tanıttırmak ve sevdirmek; ve bu lezzetli ve kıymetli hesapsız nimetleriyle Kendine teşekkür ve hamd ettirmek; ve bu şefkatli ve himayetli umumi terbiye ve iaşe ile, hatta ağızların en ince zevklerini ve iştihaların her nevini tatmin edecek bir surette izhar edilen Rabbani it'amlar ve ziyafetlerle Kendi rububiyetine karşı minnettarane ve müteşekkirane ve perestişkarane ibadet ettirmek; ve mevsimlerin tebdili ve gece gündüzün tahvili ve ihtilafı gibi, azametli ve haşmetli tasaızufat ve icraat ve dehşetli ve hikmetli faaliyet ve hallakıyet ile Kendi uluhiyetini izhar ederek, o uluhiyetine karşı İmân ve teslim ve inkıyad ve itaat ettirmek; ve her vakit iyiliği ve iyileri himaye, fenalığı ve fenaları izale ve semavi tokatlarla zalimleri ve yalancıları imha etmek cihetiyle, hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen perde arkasında birisi var. Elbette ve herhalde o gaybi Zatın yanında en sevgili mahluku ve en doğru abdi ve Onun mezkur maksatlarına tam hizmet ederek, hilkat-i kainatın tılsımını ve muammasını hall ve keşfeden ve daima o Halıkının namına hareket eden ve Ondan istimdat eden ve muvaffakıyet isteyen ve Onun tarafından imdada ve tevfika mazhar olan Muhammed-i Kureyşi (a.s.m.) denilen bu Zat olacak.<br /></p><p id="c_paragraf">Hem, aklına dedi: Madem bu mezkur dokuz hakikatler bu Zatın sıdkına şehadet ederler; elbette bu adem, beniademin medar-ı şerefi ve bu alemin medar-ı iftiharıdır. Ve ona "Fahr-i Alem" ve "Şeref-i Beni Adem" denilmesi pek layıktır. Ve onun elinde bulunan ferman-ı Rahman olan Kur'ân-ı Mucizül-Beyanın haşmet-i saltanat-ı maneviyesinin nısf-ı arzı istilası ve şahsi kemalatı ve yüksek hasletleri gösteriyor ki, bu alemde en mühim zat budur; Halıkımız hakkında en mühim söz onundur. </p><p id="c_paragraf">İşte, gel bak, bu harika Zatın yüzer zahir ve bahir kati mucizelerinin kuvvetine ve dinindeki binler ali ve esaslı hakikatlerine istinaden bütün davalarının esası ve bütün hayatının gayesi, Vacibü'l-Vücudun vücuduna ve vahdetine ve sıfatına ve esmasına delalet ve şehadet ve o Vacibü'l-Vücudu ispat ve ilan ve ilam etmektir. Demek bu kainatın manevi güneşi ve Halıkımızın en parlak bir bürhanı bu "Habibullah" denilen Zattır ki, onun şehadetini teyid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icma var. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">· Birincisi:</span> "Eğer perde-i gayb açılsa yakinim ziyadeleşmeyecek" diyen İmam-ı Ali (r.a.) ve yerde iken Arş-ı Azamı ve İsrafilin azamet-i heykelini temaşa eden Gavs-ı Azam (k.s.) gibi keskin nazar ve gaybbin gözleri bulunan binler aktab ve evliya-i azimeyi cami ve Al-i Muhammed (Aleyhissalatü Vesselam) namıyla şöhretşiar-ı alem olan cemaat-i nuraniyenin icma ile tasdikleridir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">· İkincisi:</span> Bedevi bir kavim ve ümmi bir muhitte, hayat-ı içtimaiyeden ve efkar-ı siyasiyeden hali ve kitapsız ve Fetret Asrının karanlıklarında bulunan ve pek az bir zamanda en medeni ve malumatlı ve hayat-ı içtimaiyede ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükümetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hakim-i adil olarak şarktan garba kadar cihanpesendane idare eden ve "Sahabe" namıyla dünyada namdar olan cemaat-i meşhurenin ittifakla can ve mallarını, peder ve aşiretlerini feda ettiren bir kuvvetli imanla tasdikleridir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">· Üçüncüsü:</span> Her asırda binlerle efradı bulunan ve her fende dahiyane ileri giden ve muhtelif mesleklerde çalışan, ümmetinde yetişen hadsiz muhakkik ve mütebahhir ulemasının cemaat-i uzmasının tevafukla ve ilmelyakin derecesinde tasdikleridir. </p><p id="c_paragraf">Demek, bu Zatın vahdaniyete şehadeti şahsi ve cüz'i değil, belki umumi ve külli ve sarsılmaz ve bütün şeytanlar toplansa karşısına hiçbir cihetle çıkamaz bir şehadettir, diye hükmetti.<br /></p><p id="c_paragraf">İşte, Asr-ı Saadette aklıyla beraber seyahat eden dünya misafiri ve hayat yolcusunun o medrese-i nuraniyeden aldığı derse kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Altıncı Mertebesinde böyle, </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b524.gif" /><br />-1- </center><br /><p>denilmiştir. </p><br /><p id="c_sagayasla" align="justify"><span id="c_c_kalin"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b126.gif" /> -2-<br />Said Nursî </span></p><p id="c_sagayasla" align="justify"><br /><br /></p><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur. O öyle bir Vacibü'l-Vücud ve Vahidü'l-Ehaddir ki, Onun vücub-u vücuduna ve vahdetine tenezzülat-ı İlahiyeyi, mükaleme-i Sübhaniyeyi, taarrüfat-ı Rabbaniyeyi, kullarının dualarına mukabele-i Rahmaniyeyi ve varlığını mahlukatına hissettirmesini tazammun eden bütün gerçek vahiylerin icmaı, delalet eder. Ve keza teveddüdat-ı İlahiyeyi, mahlukatının dualarına icabat-ı Rahmaniyeyi kullarının istigaselerine olan imdadat-ı Rabbaniyeyi ve masnuatının vücuduna olan ihsanat-ı Sübhaniyeyi tazammun eden ilhamat-ı sadıkanın ittifakı da Onun vücub-u vücuduna ve vahdetine delalet eder. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Baki olan yalnız Allah'tır. </p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p>İbrahimhttp://www.blogger.com/profile/14965094735125295317noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-431105105679572355.post-1347690212462469752009-11-25T14:02:00.000-08:002009-11-25T14:18:06.637-08:0017.İŞARET-Bir İkram-ı İlâhî Ve Bir Eser-i İnâyet-i Rabbâniye<p id="c_paragraf">Miraç gecesinin sabahında, miracını Kureyş'e haber verdi. Kureyş tekzip etti. Dediler: "Eğer Beytü'l-Makdise gitmişsen, Beytü'l-Makdisin kapılarını ve duvarlarını ve ahvâlini bize tarif et." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman ediyor ki: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b458.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "Onların tekziplerinden ve suallerinden pek çok sıkıldım. Hattâ öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Birden, Cenâb-ı Hak, Beytü'l-Makdisi bana gösterdi. Ben de Beytü'l-Makdise bakıyorum, birer birer her şeyi tarif ediyordum." -1- İşte, o vakit Kureyş baktılar ki, Beytü'l-Makdisten doğru ve tam haber veriyor. </p><p id="c_paragraf">Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Kureyş'e demiş ki: "Yolda giderken sizin bir kafilenizi gördüm. Kafileniz yarın filân vakitte gelecek." Sonra o vakit kafileye muntazır kaldılar. Kafile bir saat taahhur etmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ihbarı doğru çıkmak için, ehl-i tahkikin tasdikiyle, güneş bir saat tevakkuf etmiş. Yani, arz, onun sözünü doğru çıkarmak için, vazifesini, seyahatini bir saat tatil etmiştir ve o tatili güneşin sükûnetiyle göstermiştir. </p><p id="c_paragraf">İşte, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın birtek sözünün tasdiki için, koca arz vazifesini terk eder, koca güneş şahit olur. Böyle bir zâtı tasdik etmeyen ve emrini tutmayanın ne derece bedbaht olduğunu ve onu tasdik edip emrine </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b459.gif" /> -2- </center><br /><p>diyenlerin ne kadar bahtiyar olduklarını anla, </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b460.gif" /> -3- </center><br /><p>de. </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Buharî, Menâkıbu'l-Ensâr: 41; Tefsîru Sûre: 17; Müslim, İmân: 276, 278, Tefsîru Sûre: 17; Müsned, 1:309, 3:377; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:191. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- İşittik ve itaat ettik. (Bakara Sûresi: 285) </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- İman ve islam nimetinden dolayı Allah'a hamd olsun.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">On Sekizinci İşaret </span></p><p id="c_paragraf">Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın en büyük ve ebedî ve yüzer delâil-i nübüvveti câmi ve kırk vecihle i'câzı ispat edilmiş bir mucizesi dahi Kur'ân-ı Hakîmdir. İşte şu mucize-i ekberin beyanına dair Yirmi Beşinci Söz, takriben yüz elli sayfada, kırk veçh-i i'câzını icmâlen beyan ve ispat etmiştir. Öyleyse, şu mahzen-i mu'cizât olan mucize-i âzamı o Söze havale ederek, yalnız iki üç nükteyi beyan edeceğiz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci Nükte:</span> Eğer denilse, "İ'câz-ı Kur'ân belâgattedir. Halbuki umum tabakatın hakları var ki, i'câzında hisseleri bulunsun. Halbuki, belâgattaki i'câz, binde ancak bir muhakkik âlim anlayabilir." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Kur'ân-ı Hakîmin her tabakaya karşı bir nevi i'câzı vardır ve bir tarzda i'câzının vücudunu ihsas eder. </p><p id="c_paragraf">Meselâ, ehl-i belâgat ve fesâhat tabakasına karşı, harikulâde belâgattaki i'câzını gösterir. </p><p id="c_paragraf">Ve ehl-i şiir ve hitabet tabakasına karşı garip, güzel, yüksek üslûb-u bedîin i'câzını gösterir. O üslûp herkesin hoşuna gittiği halde, kimse taklit edemiyor. Mürur-u zaman o üslûbu ihtiyarlatmıyor; daima genç ve tazedir. Öyle muntazam bir nesir ve mensur bir nazımdır ki, hem âli, hem tatlıdır. </p><p id="c_paragraf">Hem kâhinler ve gaibden haber verenler tabakasına karşı, harikulâde ihbârât-ı gaybiyedeki i'câzını gösterir. </p><p id="c_paragraf">Ve ehl-i tarih ve hâdisât-ı âlem uleması tabakasına karşı, Kur'ân'daki ihbârat ve hâdisât-ı ümem-i sâlife ve ahval ve vâkıât-ı istikbaliye ve berzahiye ve uhreviyedeki i'câzını gösterir. </p><p id="c_paragraf">Ve içtimaiyat-ı beşeriye uleması ve ehl-i siyaset tabakasına karşı, Kur'ân'ın desâtir-i kudsiyesindeki i'câzını gösterir. Evet, o Kur'ân'dan çıkan şeriat-i kübrâ, o sırr-ı i'câzı gösterir. </p><p id="c_paragraf">Hem maarif-i İlâhiye ve hakaik-i kevniyede tevaggul eden tabakaya karşı, Kur'ân'daki hakaik-i kudsiye-i İlâhiyedeki i'câzı gösterir veya i'câzın vücudunu ihsas eder. </p><p id="c_paragraf">Ve ehl-i tarikat ve velâyete karşı, Kur'ân bir deniz gibi daima temevvücde olan âyâtının esrarındaki i'câzını gösterir. </p><p id="c_paragraf">Ve hâkezâ, kırk tabakadan her tabakaya karşı bir pencere açar, i'câzını gösterir. Hattâ, yalnız kulağı bulunan ve bir derece mânâ fehmeden avam tabakasına karşı, Kur'ân'ın okunmasıyla, başka kitaplara benzemediğini, kulak sahibi tasdik eder. Ve o âmi der ki: "Ya bu Kur'ân bütün dinlediğimiz kitapların aşağısındadır-bu ise, hiçbir düşman dahi diyemez ve hem yüz derece muhaldir. Öyleyse, bütün işitilen kitapların fevkindedir. Öyleyse mucizedir." </p><p id="c_paragraf">İşte bu kulaklı âminin fehmettiği i'câzı, ona yardım için bir derece izah edeceğiz. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan meydana çıktığı vakit, bütün âleme meydan okudu ve insanlarda iki şiddetli his uyandırdı: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birisi:</span> Dostlarında hiss-i taklidî, yani sevgili Kur'ân'ın üslûbuna karşı benzemeklik arzusu ve onun gibi konuşmak hissi. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Düşmanlarda bir hiss-i tenkit ve muaraza, yani Kur'ân üslûbuna mukabele etmekle dâvâ-yı i'câzı kırmak hissi.<br /></p><p id="c_paragraf">İşte bu iki hiss-i şeditle milyonlar Arabî kitaplar yazılmışlar, meydandadır. Şimdi, bütün bu kitapların en beliğleri, en fasihleri Kur'ân'la beraber okunduğu vakit, her kim dinlese, Katiyen diyecek ki, Kur'ân bunların hiçbirisine benzemiyor. Demek Kur'ân, umum bu kitapların derecesinde değildir. Öyleyse, herhalde, ya Kur'ân umumunun altında olacak-o ise, yüz derece muhal olmakla beraber, hiç kimse, hattâ şeytan bile olsa diyemez. <sup id="c_supa">Haşiye1 </sup></p><p id="c_paragraf">Öyleyse, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, yazılan umum kitapların fevkindedir. </p><p id="c_paragraf">Hattâ, mânâyı da fehmetmeyen cahil âmi tabakaya karşı da, Kur'ân-ı Hakîm, usandırmamak suretiyle i'câzını gösterir. Evet, o âmi, cahil adam der ki: "En güzel, en meşhur bir beyti iki üç defa işitsem, bana usanç veriyor. Şu Kur'ân ise hiç usandırmıyor; gittikçe daha ziyade dinlemesi hoşuma gidiyor. Öyleyse bu insan sözü değildir." </p><p id="c_paragraf">Hem hıfza çalışan çocukların tabakasına karşı dahi, Kur'ân-ı Hakîm, o nazik, zayıf, basit ve bir sayfa kitabı hıfzında tutamayan o çocukların küçük kafalarında, o büyük Kur'ân ve çok yerlerinde iltibas ve müşevveşiyete sebebiyet veren, birbirine benzeyen âyetlerin ve cümlelerin teşabühüyle beraber, kemâl-i suhuletle, kolaylıkla o çocukların hafızalarında yerleşmesi suretinde, i'câzını onlara dahi gösterir. </p><p id="c_paragraf">Hattâ, az sözden ve gürültüden müteessir olan hastalara ve sekeratta olanlara karşı, Kur'ân'ın zemzemesi ve sadâsı, zemzem suyu gibi onlara hoş ve tatlı geldiği cihetle, bir nevi i'câzını onlara da ihsas eder. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elhasıl:</span> Kırk muhtelif tabakata ve ayrı ayrı insanlara, kırk vecihle Kur'ân-ı Hakîm i'câzını gösterir veya i'câzının vücudunu ihsas eder, kimseyi mahrum bırakmaz. Hattâ, yalnız gözü bulunan, <sup id="c_supa">Haşiye2</sup> kulaksız, kalbsiz, ilimsiz tabakasına karşı da, Kur'ân'ın bir nevi alâmet-i i'câzı vardır. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">Hafız Osman hattıyla ve basmasıyla olan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın yazılan kelimeleri birbirine bakıyor. Meselâ, Sûre-i Kehf'te <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b461.gif" /> -1- kelimesi altında yapraklar delinse, Sûre-i Fâtır'daki <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b462.gif" /> -2- kelimesi az bir inhirafla görünecek ve o kelbin ismi de anlaşılacak. Ve Sûre-i Yâsin'de iki defa <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b463.gif" /> -3- birbiri üstüne; ve's-Sâffât'taki <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b464.gif" /> -4- ve <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b463.gif" /> hem birbirine, hem onlara bakıyor; biri delinse, ötekiler az bir inhirafla görünecek. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- HAŞİYE --><p id="c_paragraf"><span style="font-weight: bold; color: rgb(255, 0, 0);" id="c_c_kalin">Haşiye 1:</span> Yirmi Altıncı Mektubun ehemmiyetli Birinci Mebhası, şu cümlenin Haşiyesi ve izahıdır. </p><p id="c_paragraf"><span style="font-weight: bold; color: rgb(255, 0, 0);" id="c_c_kalin">Haşiye 2:</span> Yalnız gözü bulunan, kulaksız, kalbsiz tabakasına karşı veçh-i i'câzı, burada gayet mücmel ve muhtasar ve nâkıs kalmıştır. Fakat bu veçh-i i'câzı Yirmi Dokuzuncu ve Otuzuncu Mektuplarda* gayet parlak ve nuranî ve zâhir ve bâhir gösterilmiştir; hattâ körler de görebilir. O veçh-i i'câzı gösterecek bir Kur'ân yazdırdık; inşaallah tab edilecek, herkes de o güzel veçhi görecektir. </p><p id="c_paragraf">* Otuzuncu Mektup pek parlak tasavvur ve niyet edilmişti. Fakat yerini başkasına, İşârâtü'l-İ'câz'a verdi, kendisi meydana çıkmadı. </p><!-- HAŞİYE --><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Sekizincileri köpekleriydi. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Ashab-ı Kehf'in köpeklerinin adı. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Hazır kılınanlar. (Yasin Sûresi: 32, 53, 75.) </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Hazır kılınanlar. (Saffat Suresi)<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Meselâ, Sûre-i Sebe'in âhirinde, Sûre-i Fâtır'ın evvelindeki iki <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b468.gif" /> -1- birbirine bakar. Bütün Kur'ân'da yalnız üç <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b468.gif" /> -1- dan ikisi birbirine bakmaları tesadüfî olamaz. </p><p id="c_paragraf">Ve bunların emsali pek çoktur. Hattâ bir kelime, beş altı yerde yapraklar arkasında az bir inhirafla birbirine bakıyorlar. Ve Kur'ân'ın birbirine bakan iki sayfasında, birbirine bakan cümleleri kırmızı kalemle yazılan bir Kur'ân'ı ben gördüm, "Şu vaziyet dahi bir nevi mucizenin emaresidir" o vakit dedim. Daha sonra baktım ki, Kur'ân'ın, müteaddit yapraklar arkasında birbirine bakar çok cümleleri var ki, mânidar bir surette birbirine bakar. </p><p id="c_paragraf">İşte, tertib-i Kur'ân irşad-ı Nebevî ile, münteşir ve matbu Kur'ân'lar da ilham-ı İlâhî ile olduğundan, Kur'ân-ı Hakîmin nakşında ve o hattında bir nevi alâmet-i i'câz işareti var. Çünkü o vaziyet ne tesadüfün işi ve ne de fikr-i beşerin düşünüşüdür. Fakat bazı inhiraf var ki, o da tab'ın noksanıdır ki, tam muntazam olsaydı, kelimeler tam birbiri üzerine düşecekti. </p><p id="c_paragraf">Hem, Kur'ân'ın Medine'de nâzil olan mutavassıt ve uzun sûrelerinin herbir sayfasında lâfzullah pek bedî bir tarzda tekrar edilmiş. Ağleben ya beş, ya altı, ya yedi, ya sekiz, ya dokuz, ya on bir adet tekrarla beraber, bir yaprağın iki yüzünde ve karşı karşıya gelen sayfada güzel ve mânidar bir münasebet-i adediye gösterir. <sup id="c_supa">Haşiye 1,2,3, 4 </sup></p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- İkişer.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Nükte:</span> Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın zamanında sihrin revacı olduğundan, mühim mu'cizâtı ona benzer bir tarzda geldiği; ve Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın zamanında ilm-i tıp revaçta olduğundan, mu'cizâtının galibi o cinsten geldiği gibi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın dahi zamanında Ceziretü'l-Arabda en ziyade revaçta dört şey idi: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Belâgat ve fesahat. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Şiir ve hitabet. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncüsü:</span> Kâhinlik ve gaibden haber vermek. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncüsü:</span> Hâdisât-ı maziyeyi ve vâkıât-ı kevniyeyi bilmekti. </p><p id="c_paragraf">İşte, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan geldiği zaman, bu dört nevi malûmat sahiplerine karşı meydan okudu. </p><p id="c_paragraf">Başta, ehl-i belâgate birden diz çöktürdü; hayretle Kur'ân'ı dinlediler. </p><p id="c_paragraf">İkincisi, ehl-i şiir ve hitabet, yani muntazam nutuk okuyan ve güzel şiir söyleyenlere karşı öyle bir hayret verdi ki, parmaklarını ısırttı. Altınla yazılan en güzel şiirlerini ve Kâbe duvarlarına medar-ı iftihar için asılan meşhur Muallâkat-ı Seb'alarını indirtti, kıymetten düşürdü. </p><p id="c_paragraf">Hem gaipten haber veren kâhinleri ve sâhirleri susturdu. Onların gaybî haberlerini onlara unutturdu. Cinnîlerini tard ettirdi. Kâhinliğe hâtime çektirdi. </p><p id="c_paragraf">Hem ümem-i sâlifenin vekayiine ve hâdisât-ı âlemin ahvâline vakıf olanları hurafattan ve yalandan kurtarıp, hakikî hâdisât-ı maziyeyi ve nurlu olan vekayi-i âlemi onlara ders verdi. </p><p id="c_paragraf">İşte bu dört tabaka, Kur'ân'a karşı kemâl-i hayret ve hürmetle onun önüne diz çökerek şakirt oldular. Hiçbirisi hiçbir vakit birtek sûreyle muarazaya kalkışamadılar.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Eğer denilse:</span> "Nasıl biliyoruz ki, kimse muaraza edemedi ve muaraza kabil değil?" </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Eğer muaraza mümkün olsaydı, herhalde teşebbüs edilecekti. Çünkü muarazaya ihtiyaç şedit idi. Zira dinleri, malları, canları, iyalleri tehlikeye düşüyor; muaraza edilseydi kurtulurlardı. Eğer muaraza mümkün olsaydı, herhalde muaraza edecektiler. Eğer muaraza edilseydi, muaraza taraftarları kâfirler, münafıklar çok, hem pek çok olduğundan, herhalde muarazaya taraftar çıkıp iltizam ederek herkese neşredeceklerdi. (Nasıl ki, İslâmiyetin aleyhinde her şeyi neşretmişler.) Eğer neşretseydiler ve muaraza olsaydı, herhalde tarihlere, kitaplara şâşaalı bir surette geçecekti. İşte, meydanda bütün tarihler, kitaplar; hiçbirisinde, Müseylime-i Kezzâbın birkaç fıkrasından başka yoktur. Halbuki, Kur'ân-ı Hakîm, yirmi üç sene mütemadiyen damarlara dokunduracak ve inadı tahrik edecek bir tarzda meydan okudu. Ve derdi ki: </p><p id="c_paragraf">"Şu Kur'ân'ın, Muhammedü'l-Emin gibi bir ümmîden nazîrini yapınız ve gösteriniz. </p><p id="c_paragraf">"Haydi, bunu yapamıyorsunuz; o zat ümmî olmasın, gayet âlim ve kâtip olsun. </p><p id="c_paragraf">"Haydi, bunu da getiremiyorsunuz; birtek zât olmasın. Bütün âlimleriniz, beliğleriniz toplansın, birbirine yardım etsin. Hattâ güvendiğiniz âliheleriniz size yardım etsin. </p><p id="c_paragraf">"Haydi, bununla da yapamayacaksınız. Eskiden yazılmış beliğ eserlerden de istifade edip, hattâ gelecekleri de yardıma çağırıp Kur'ân'ın nazîrini gösteriniz, yapınız. </p><p id="c_paragraf">"Haydi, bunu da yapamıyorsunuz. Kur'ân'ın mecmuuna olmasın da, yalnız on sûresinin nazîrini getiriniz. </p><p id="c_paragraf">"Haydi, on sûresine mukabil, hakikî, doğru olarak bir nazîre getiremiyorsunuz. Haydi, hikâyelerden, asılsız kıssalardan terkip ediniz, yalnız nazmına ve belâgatine nazîre olsun getiriniz. </p><p id="c_paragraf">"Haydi, bunu da yapamıyorsunuz; birtek sûresinin nazîrini getiriniz. </p><p id="c_paragraf">"Haydi, sûre uzun olmasın; kısa bir sûre olsun, nazîrini getiriniz. Yoksa din, can, mal, iyalleriniz, dünyada da, âhirette de tehlikeye düşecektir." </p><p id="c_paragraf">İşte, sekiz tabakada ilzam suretinde, Kur'ân-ı Hakîm yirmi üç senede değil, belki bin üç yüz senede bütün ins ve cinne karşı bu meydanı okumuş ve okuyor. Halbuki, evvelki zamanda o kâfirler can, mal ve iyâlini tehlikeye atıp en dehşetli yol olan harp yolunu ihtiyar ederek, en kolay ve en kısa olan muaraza yolunu terk ettiler. Demek muaraza yolu mümkün değildi. </p><p id="c_paragraf">İşte, hiçbir âkıl, hususan o zamanda Ceziretü'l-Arabdaki adamlar, hususan Kureyşîler gibi zeki adamlar, birtek edipleri Kur'ân'ın birtek sûresine nazîre yapıp Kur'ân'ın hücumundan kurtulmasını temin ederek, kısa ve kolay yolu terk edip can, mal, iyâlini tehlikeye atıp, en müşkülâtlı yola sülûk eder mi? </p><p id="c_paragraf">Elhasıl, meşhur Câhız'ın dediği gibi, "Muaraza-i bilhuruf mümkün olmadı, muharebe-i bissüyufa mecbur oldular."<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Eğer denilse:</span> Bazı muhakkik ulema demişler ki: "Kur'ân'ın bir sûresine değil, birtek âyetine, hattâ birtek cümlesine, hattâ birtek kelimesine muaraza edilmez ve edilmemiş." Bu sözler mübalâğa görünüyor ve akıl kabul etmiyor. Çünkü beşerin sözlerinde Kur'ân cümlelerine benzeyen çok cümleler var. Bu sözün sırr-ı hikmeti nedir? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> İ'câz-ı Kur'ân'da iki mezhep var: </p><p id="c_paragraf">Mezheb-i ekser ve râcih odur ki, Kur'ân'daki letâif-i belâgat ve mezâyâ-yı maânî, kudret-i beşerin fevkindedir. </p><p id="c_paragraf">İkinci, mercuh mezhep odur ki, Kur'ân'ın bir sûresine muaraza kudret-i beşer dahilindedir; fakat Cenâb-ı Hak, mucize-i Ahmediye (a.s.m.) olarak men etmiş. Nasıl ki bir adam ayağa kalkabilir; fakat eser-i mucize olarak bir nebî dese ki, "Sen kalkamayacaksın," o da kalkamazsa mucize olur. Şu mezheb-i mercûha "Sarfe Mezhebi" denilir. Yani, Cenâb-ı Hak cin ve insi men etmiş ki, Kur'ân'ın bir sûresine mukabele edemesinler. Eğer men etmeseydi, cin ve ins bir sûresine mukabele ederdi. İşte, şu mezhebe göre, "Bir kelimesine de muaraza edilmez" diyen ulemanın sözleri hakikattir. Çünkü, madem Cenâb-ı Hak i'câz için onları men etmiş; muarazaya ağızlarını açamazlar. Ağızlarını açsalar da, izn-i İlâhî olmazsa kelimeyi çıkaramazlar. </p><p id="c_paragraf">Amma mezheb-i râcih ve ekser olan mezheb-i evvele göre dahi, o ulemanın beyan ettiği fikrin şöyle bir ince veçhi vardır ki: </p><p id="c_paragraf">Kur'ân-ı Hakîmin cümleleri, kelimeleri birbirine bakar. Bazı olur, bir kelime on yere bakar; onda, on nükte-i belâgat, on münasebet bulunuyor. Nasıl ki, İşârâtü'l-İ'câz namındaki tefsirde, Fâtiha'nın bazı cümleleri içinde ve </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b470.gif" /></center><br /><p>cümleleri içinde, şu nüktelerden bazı numuneleri göstermişiz. </p><br /><p id="c_paragraf">Meselâ, nasıl ki münakkaş bir sarayda, müteaddit, muhtelif nakışların düğümü hükmünde bir taşı, bütün nakışlara bakacak bir yerde yerleştirmek, bütün o duvarı nukuşuyla bilmeye mütevakkıftır. Hem nasıl ki, insanın başındaki gözbebeğini yerinde yerleştirmek, bütün cesedin münasebâtını ve vezâif-i acibesini ve gözün o vezâife karşı vaziyetini bilmekle oluyor. Öyle de, ehl-i hakikatin çok ileri giden bir kısmı, Kur'ân'ın kelimâtında pek çok münasebâtı ve sair âyetlere, cümlelere bakan vücuhları, alâkaları göstermişler. Hususan ulema-i ilm-i huruf daha ileri gidip, bir harf-i Kur'ân'da bir sayfa kadar esrarı, ehline beyan ederek ispat etmişler. </p><p id="c_paragraf">Hem madem Hâlık-ı Külli Şeyin kelâmıdır; herbir kelimesi, kalb ve çekirdek hükmüne geçebilir. Etrafında, esrardan müteşekkil bir cesed-i mânevîye kalb ve bir şecere-i mâneviyeye çekirdek hükmüne geçebilir. </p><p id="c_paragraf">İşte, insanın sözlerinde, Kur'ân'ın kelimeleri gibi kelimeler, belki cümleler, âyetler bulunabilir. Fakat Kur'ân'da çok münasebat gözetilerek bir tarzla yerleştirildiği yerde, bir ilm-i muhit lâzım ki, öyle yerli yerine yerleşsin. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- "Elif lâm mim. Şu yüce kitap ki, onda asla şüphe yoktur." (Bakara Sûresi: 2:1-2. )</p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">ÜÇÜNCÜ NÜKTE:</span></p><br /><p id="c_paragraf">Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın hülâsatü'l-hülâsa bir icmâl-i mahiyeti için, bir vakit Arabî ibare ile bir tefekkür-ü hakikîyi Cenâb-ı Hak benim kalbime ihsan etmişti. Şimdi, aynen o tefekkürü Arabî olarak yazacağız, sonra mânâsını beyan edeceğiz. İşte: </p><center><div id="c_Border"><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b471.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b472.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b473.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b474.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b475.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b476.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b477.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b478.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b479.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b480.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b481.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b482.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b483.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b484.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b485.gif" /><br />-1- </center></div></center><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İşte, şu tefekkür-ü Arabînin tercümesi ve meâli şudur ki: </span></p><p id="c_paragraf">Yani, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın altı ciheti parlaktır ve nurludur. Evham ve şübehat içine giremez. Çünkü arkası Arşa dayanıyor; o cihette nur-u vahiy var. Önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn var. Ebede, âhirete el atmış, Cennet ve saadet nuru var. Üstünde sikke-i i'câz parlıyor. Altında bürhan ve delil direkleri var. İçi hâlis hidayet; sağı <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b486.gif" /> -2- 'lar ile ukulü istintakla "Sadakte" dedirtiyor. Solunda, kalblere ezvâk-ı ruhanî vermekle, vicdanları istişhad ederek "Bârekâllah" dediren Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyâna hangi köşeden, hangi cihetten evham ve şübehâtın hırsızları girebilir? </p><p id="c_paragraf">Evet, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan asırları, meşrepleri, meslekleri muhtelif olan enbiyanın, evliyanın, muvahhidînin kitaplarının sırr-ı icmâını câmidir. Yani, bütün o ehl-i kalb ve akıl, Kur'ân-ı Hakîmin mücmel ahkâmını ve esâsâtını tasdik eder bir surette, o esâsâtı kitaplarında zikredip kabul etmişler. Demek onlar, Kur'ân şecere-i semâvîsinin kökleri hükmündedirler. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Meali metinde verilmiştir. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Akıl etmezler mi? (Yasin Sûresi: 68)<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem Kur'ân-ı Hakîm vahye istinad ediyor ve vahiydir. Çünkü, Kur'ân'ı nâzil eden <b id="eh">Zât-ı Zülcelâl</b>, mu'cizât-ı Ahmediye (a.s.m.) ile, Kur'ân vahiy olduğunu gösterir, ispat eder. Ve nâzil olan Kur'ân dahi, üstündeki i'câz ile gösterir ki, Arştan geliyor. Ve münzel-i aleyh olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bidâyet-i vahiydeki telâşı ve nüzul-ü vahiy vaktindeki vaziyet-i bîhuşu ve herkesten ziyade Kur'ân'a karşı ihlâs ve hürmeti gösteriyor ki, vahiy olup ezelden geliyor, ona misafir oluyor. </p><p id="c_paragraf">Hem o Kur'ân, bilbedâhe mahz-ı hidayettir. Çünkü onun muhalifi, bilmüşahede, küfrün dalâletidir. </p><p id="c_paragraf">Hem, bizzarure, Kur'ân envâr-ı imaniyenin madenidir. Elbette envâr-ı imaniyenin aksi zulümattır. Çok Sözlerde bunu kati olarak ispat etmişiz. </p><p id="c_paragraf">Hem Kur'ân, bilyakîn, hakaikin mecmaıdır. Hayalât ve hurafat, içine giremez. Teşkil ettiği hakikatli âlem-i İslâmiyet, izhar ettiği esaslı şeriat ve gösterdiği âli kemâlâtın şehadetiyle, âlem-i gayba ait olan bahislerinde dahi, âlem-i şehadetteki bahisleri gibi ayn-ı hakaik olduğunu ve içinde hilâf bulunmadığını ispat eder. </p><p id="c_paragraf">Hem Kur'ân, bil'ayan ve şüphesiz, saadet-i dâreyne isal eder, beşeri ona sevk eder. Kimin şüphesi varsa, bir defa Kur'ân'ı okusun ve dinlesin, ne diyor? </p><p id="c_paragraf">Hem Kur'ân'ın verdiği meyveler hem mükemmeldir, hem hayattardır. Öyleyse, Kur'ân ağacının kökü hakikattedir, hayattardır. Çünkü meyvenin hayatı, ağacın hayatına delâlet eder. İşte, bak, her asırda ne kadar asfiya ve evliya gibi mükemmel ve kâmil zîhayat ve zînur meyveler vermiş. </p><p id="c_paragraf">Hem hadsiz müteferrik emârelerden neş'et eden bir hads ve kanaatle, Kur'ân, hem ins, hem cin, hem meleğin makbulü ve mergubudur ki, okunduğu vakit, onlar iştiyakla pervane gibi etrafına toplanıyorlar. </p><p id="c_paragraf">Hem Kur'ân vahiy olmakla beraber, delâil-i akliye ile teyid ve tahkim edilmiş. Evet, kâmil ukalânın ittifakı buna şahittir. Başta ulema-i ilm-i kelâmın allâmeleri ve İbni Sina, İbni Rüşd gibi felsefenin dâhileri, müttefikan, esâsât-ı Kur'âniyeyi usulleriyle, delilleriyle ispat etmişler. </p><p id="c_paragraf">Hem Kur'ân, fıtrat-ı selime cihetiyle musaddaktır. Eğer bir arıza ve bir maraz olmazsa, herbir fıtrat-ı selime onu tasdik eder. Çünkü itminân-ı vicdan ve istirahat-i kalb, onun envârıyla olur. Demek fıtrat-ı selime, vicdanın itminânı şehadetiyle onu tasdik ediyor. Evet, fıtrat, lisan-ı haliyle Kur'ân'a der: "Fıtratımızın kemâli sensiz olamaz." Şu hakikati çok yerlerde ispat etmişiz. </p><p id="c_paragraf">Hem Kur'ân, bilmüşahede ve bilbedâhe, ebedî ve daimî bir mucizedir. Her vakit i'câzını gösterir. Sair mu'cizât gibi sönmez, vakti bitmez; ebedîdir. </p><p id="c_paragraf">Hem Kur'ân'ın mertebe-i irşadında öyle bir genişlik var ki, birtek dersinde, Hazret-i Cebrâil (a.s.), bir tıfl-ı nevresîde ile omuz omuza o dersi dinler, hisselerini alırlar. Ve İbni Sina gibi en dâhi filozof, en âmi bir ehl-i kıraatle diz dize aynı dersi okurlar, derslerini alırlar. Hattâ bazen olur ki, o âmi adam, kuvvet ve safvet-i İmân cihetiyle, İbni Sina'dan daha ziyade istifade eder.<br /></p><p id="c_paragraf">Hem Kur'ân'ın içinde öyle bir göz var ki, bütün kâinatı görür, ihata eder ve bir kitabın sayfaları gibi kâinatı göz önünde tutar, tabakatını ve âlemlerini beyan eder. Bir saatin san'atkârı nasıl saatini çevirir, açar, gösterir, tarif eder. Kur'ân dahi, elinde kâinatı tutmuş, öyle yapıyor. </p><p id="c_paragraf">İşte şöyle bir Kur'ân-ı Azîmüşşandır ki, </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl2/b942.gif" /> -1- </center><br /><p>der, vahdâniyeti ilân eder. </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b488.gif" /> -2- </center><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">On Dokuzuncu Nükteli İşaret </span></p><p id="c_paragraf">Sabık işaretlerde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Cenâb-ı Hakkın Resulü olduğu gayet kati ve şüphesiz bir surette ispat edildi. İşte, risaleti binler delâil-i katiye ile sabit olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, vahdâniyet-i İlâhiyenin ve saadet-i ebediyenin en parlak bir delili ve en kati bir bürhanıdır. Biz şu İşarette, o muşrık, parlak delile ve nâtık-ı sâdık bürhana, hülâsatü'l-hülâsa bir icmal ile küçük bir tarif yapacağız. Çünkü, madem o delildir ve neticesi marifet-i İlâhiyedir; elbette delili tanımak ve veçh-i delâletini bilmek lâzımdır. Öyleyse, biz de gayet muhtasar bir hülâsa ile veçh-i delâletini ve sıhhatini beyan edeceğiz. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, şu kâinatın mevcudatı gibi, Hâlık-ı Kâinatın vücuduna ve vahdetine kendi zâtı delâlet ettiği gibi, o kendi delâlet-i zâtiyesini, bütün mevcudatın delâletiyle beraber, lisanıyla ilân etmiştir. Madem delildir; biz de o delilin hüccet ve istikametine ve sıdk ve hakkaniyetine on beş esasta işaret ederiz: </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- "Bil ki Allah'tan başka ilâh yoktur." (Muhammed Sûresi: 47:19.)</p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Allahım! Kur'ân'ı bize dünyada bir dost, kabirde ünsiyetli bir yoldaş, kıyamette bir şefaatçi, sırat üzerinde bir nur, Cehennem ateşine karşı bir siper ve örtü, Cennette bir refik, bütün hayırlara bir delil ve imam kıl. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">Allahım! Kalblerimizi ve kabirlerimizi İmân ve Kur'ân nuruyla nurlandır. Üzerine Kur'ân indirilen zâtın-Rahmân-ı Hannân'ın salât ve selâmı onun ve âlinin üzerine olsun-hakkı ve hürmeti için, bize Kur'ân'ın burhanlarını aydınlat. Âmin.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci Esas:</span> Hem zâtıyla, hem lisanıyla, hem delâlet-i haliyle, hem kaliyle, kâinatın Sâniine delâlet eden şu delil, hem hakikat-i kâinatça musaddak, hem sâdıktır. Çünkü, bütün mevcudatın vahdâniyete delâletleri, elbette, vahdâniyeti söyleyen zâtı tasdik hükmündedir. Demek, söylediği dâvâ da umum kâinatça musaddaktır. </p><p id="c_paragraf">Hem beyan ettiği kemâl-i mutlak olan vahdâniyet-i İlâhiye ve hayr-ı mutlak olan saadet-i ebediye, bütün hakaik-i âlemin hüsün ve kemâline muvafık ve mutabık olduğundan, o, dâvâsında elbette sâdıktır. </p><p id="c_paragraf">Demek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahdâniyet-i İlâhiyeye ve saadet-i ebediyeye bir bürhan-ı nâtık-ı sâdık ve musaddaktır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Esas:</span> Hem o delil-i sâdık ve musaddak, madem umum enbiyanın fevkinde binler mu'cizât ve neshedilmeyen bir şeriat ve umum cin ve inse şamil bir davet sahibi olduğundan, elbette umum enbiyanın reisidir. Öyleyse, umum enbiyanın mu'cizâtlarının sırrını ve ittifaklarını câmidir. Demek, bütün enbiyanın kuvvet-i icmâı ve mu'cizâtlarının şehadeti, onun sıdk ve hakkaniyetine bir nokta-i istinad teşkil eder. </p><p id="c_paragraf">Hem onun terbiyesi ve irşadı ve nur-u şeriatiyle kemal bulan bütün evliya ve asfiyanın sultanı ve üstadıdır. Öyleyse, onların sırr-ı kerametlerini ve icmâkârâne tasdiklerini ve tahkiklerinin kuvvetini câmidir. Çünkü onlar üstadlarının açtığı ve kapıyı açık bıraktığı yolda gitmişler, hakikati bulmuşlar. Öyleyse, onların bütün kerametleri ve tahkikatları ve icmâları, o mukaddes üstadlarının sıdk ve hakkaniyeti için bir nokta-i istinad temin eder. </p><p id="c_paragraf">Hem o bürhan-ı vahdâniyet, sabık işaretlerde görüldüğü gibi, o kadar kati, yakînî ve bâhir mucizeleri ve harika irhasatları ve şüphesiz delâil-i nübüvveti var ve o zâtı öyle bir tasdik ediyor ki, kâinat toplansa onların tasdikini iptal edemez. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Esas:</span> Hem o mu'cizât-ı bâhire sahibi olan vahdâniyet dellâlı ve saadet-i ebediye müjdecisi, kendi zât-ı mübarekinde öyle ahlâk-ı âliye ve vazife-i risaletinde öyle secâyâ-yı sâmiye ve tebliğ ettiği şeriat ve dininde öyle hasâil-i galiye vardır ki, en şedit düşman dahi onu tasdik ediyor, inkâra mecal bulamıyor. Madem zâtında ve vazifesinde ve dininde en yüksek ve güzel ahlâkları ve en ulvî ve mükemmel seciyeleri ve en kıymettar ve makbul hasletleri bulunuyor. Elbette o zat, mevcudattaki kemâlâtın ve ahlâk-ı âliyenin misali ve mümessili ve timsali ve üstadıdır. Öyleyse, zâtında ve vazifesinde ve dininde şu kemâlât ise, hakkaniyetine ve sıdkına o kadar kuvvetli bir nokta-i istinaddır ki, hiçbir cihette sarsılmaz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü Esas:</span> Hem maden-i kemâlât ve muallim-i ahlâk-ı âliye olan o dellâl-ı vahdâniyet ve saadet, kendi kendine söylemiyor, belki söylettiriliyor. Evet, Hâlık-ı Kâinat tarafından söylettiriliyor. Üstad-ı Ezelîsinden ders alır, sonra ders verir. Çünkü, sabık işaretlerde kısmen beyan edilen binler delâil-i nübüvvetle, Hâlık-ı Kâinat, bütün mu'cizâtı onun elinde halk etmekle gösterdi ki, o, Onun hesabına konuşuyor, Onun kelâmını tebliğ ediyor. </p><p id="c_paragraf">Hem ona gelen Kur'ân ise, içinde, dışında kırk veçh-i i'câz ile gösterir ki, o Cenâb-ı Hakkın tercümanıdır.<br /></p><p id="c_paragraf">Hem o kendi zâtında bütün ihlâsıyla ve takvâsıyla ve ciddiyetiyle ve emanetiyle ve sair bütün ahval ve etvârıyla gösterir ki, o kendi namına, kendi fikriyle demiyor, belki Hâlıkı namına konuşuyor. Hem onu dinleyen bütün ehl-i hakikat, keşif ve tahkikle tasdik etmişler ve ilmelyakîn İmân etmişler ki, o kendi kendine konuşmuyor; belki Hâlık-ı Kâinat onu konuşturuyor, ders veriyor, onunla ders verdiriyor. </p><p id="c_paragraf">Öyleyse, onun sıdk ve hakkaniyeti, bu dört gayet kuvvetli esasların icmâına istinad eder. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşinci Esas:</span> Hem o tercüman-ı Kelâm-ı Ezelî, ervahları görüyor, melâikelerle sohbet ediyor, cin ve insi de irşad ediyor. Değil ins ve cin âlemi, belki âlem-i ervah ve âlem-i melâike fevkinde ders alıyor ve mâverâsında münasebeti var ve ıttılaı vardır. Sabık mu'cizâtı ve tevatürle kati macera-yı hayatı, şu hakikati ispat etmiştir. Öyleyse, kâhinler ve sair gaibden haber verenler gibi, onun haberlerine değil cin, değil ervah, değil melâike, belki Cibril'den başka Melâike-i Mukarrebîn dahi karışamıyor. Hattâ, ekser evkatta onun arkadaşı olan Hazret-i Cebrâil'i dahi bazı geri bırakıyor. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Altıncı Esas:</span> Hem o melek, cin ve beşerin seyyidi olan zat, şu kâinat ağacının en münevver ve mükemmel meyvesi ve rahmet-i İlâhiyenin timsali ve muhabbet-i Rabbâniyenin misali ve Hakkın en münevver bürhanı ve hakikatin en parlak sirâcı ve tılsım-ı kâinatın miftahı ve muammâ-yı hilkatin keşşafı ve hikmet-i âlemin şârihi ve saltanat-ı İlâhiyenin dellâlı ve mehâsin-i san'at-ı Rabbâniyenin vassâfı; ve câmiiyet-i istidat cihetiyle, o zat mevcudattaki kemâlâtın en mükemmel enmuzecidir. Öyleyse, o zâtın şu evsâfı ve şahsiyet-i mâneviyesi işaret eder, belki gösterir ki, o zat kâinatın illet-i gaiyesidir. Yani, "O zâta şu kâinatın Hâlıkı bakmış, kâinatı halk etmiştir. Eğer onu icad etmeseydi, kâinatı dahi icad etmezdi" denilebilir. Evet, cin ve inse getirdiği hakaik-i Kur'âniye ve envâr-ı imaniye ve zâtında görünen ahlâk-ı âliye ve kemâlât-ı sâmiye, şu hakikate şahid-i katı'dır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Yedinci Esas:</span> Hem o bürhan-ı hak ve sirâc-ı hakikat, öyle bir din ve şeriat göstermiştir ki, iki cihanın saadetini temin edecek desâtiri câmidir. Ve câmi olmakla beraber, kâinatın hakaikini ve vezâifini ve Hâlık-ı Kâinatın esmâsını ve sıfâtını, kemâl-i hakkaniyetle beyan etmiştir. </p><p id="c_paragraf">İşte o İslâmiyet ve şeriat, öyle bir tarzda muhit ve mükemmeldir ve öyle bir surette kâinatı kendiyle beraber tarif eder ki; onun mâhiyetine dikkat eden elbette anlar ki; o din, bu güzel kâinatı yapan Zâtın, o kâinatı kendiyle beraber tarif edecek bir beyannamesidir ve bir tarifesidir. Nasıl ki bir sarayın ustası, o saraya münasip bir tarife yapar, kendini vasıflarıyla göstermek için bir tarife kaleme alır. Öyle de, din ve şeriat-i Muhammediyede (a.s.m.) öyle bir ihata, bir ulviyet, bir hakkaniyet görünüyor ki, kâinatı halk ve tedbir edenin kaleminden çıktığını gösterir. Ve o kâinatı güzelce tanzim eden kim ise, şu dini güzelce tanzim eden yine Odur. Evet, o nizam-ı ekmel, elbette bu nazm-ı ecmeli ister. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sekizinci Esas:</span> İşte, mezkûr sıfatlarla muttasıf ve her cihetle sarsılmaz, kuvvetli istinad noktalarına dayanan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, âlem-i şehadete müteveccih olarak, âlem-i gayb namına, cin ve insin başları üzerine ilân ederek, istikbalde gelecek asırlar arkasında duran akvâma ve milletlere hitap edip öyle bir nidâ eder ki, umum cin ve inse, umum yerlere, umum asırlara işittiriyor. Evet, işitiyoruz.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dokuzuncu Esas:</span> Hem öyle yüksek, kuvvetli hitap ediyor ki, bütün asırlar onu dinler. Evet, aks-i sadâsını herbir asır işitiyor. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Onuncu Esas:</span> Hem o zâtın gidişatında görünüyor ki: Görüyor, öyle haber veriyor. Çünkü en tehlikeli vakitlerde, kemâl-i metanetle, tereddütsüz, telâşsız söylüyor. Bazı olur, tek başıyla dünyaya meydan okuyor. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">On Birinci Esas:</span> Hem bütün kuvvetiyle, öyle kuvvetli davet edip çağırır ki, yarı yeri ve nev-i beşerin beşte birini, sesine karşı "Lebbeyk" dedirtti, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b459.gif" /> -1- söylettirdi. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">On İkinci Esas:</span> Hem öyle bir ciddiyetle davet ve öyle esaslı bir surette terbiye eder ki, düsturlarını asırların cephesinde ve aktârın taşlarında nakşediyor ve dehirlerin yüzlerinde pâyidar ediyor. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">On Üçüncü Esas:</span> Hem tebliğ ettiği ahkâmın sağlamlığına öyle bir vüsuk ve güvenmekle söylüyor ve davet ediyor ki, dünya toplansa, onu bir hükmünden geri çevirip pişman edemez. Buna şahit, bütün tarih-i hayatı ve Siyer-i Seniyesidir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">On Dördüncü Esas:</span> Hem öyle bir itminân ile, bir itimad ile davet eder, tebliğ eder ki, kimseden minnet almaz, hiçbir müşkülâta karşı telâş etmez. Tereddütsüz, kemâl-i samimiyetle ve safvetle ve herkesten evvel kendisi amel edip kabul ederek, getirdiği ahkâmı ilân eder. Buna şahit ise, herkesçe, dost ve düşmanca malûm olan meşhur zühdü ve istiğnâsı ve dünyanın fâni müzeyyenâtına adem-i tenezzülüdür. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">On Beşinci Esas:</span> Hem getirdiği dine herkesten ziyade itaati ve Hâlıkına karşı herkesten ziyade ubudiyeti ve menhiyâta karşı herkesten ziyade takvâsı Katiyen gösterir ki, o, <b id="eh">Sultân-ı Ezel ve Ebed</b>in mübelliğidir, elçisidir. Ve o, Mâbud-u Bilhakkın en hâlis abdidir ve Kelâm-ı Ezelînin tercümanıdır. </p><p id="c_paragraf">Şu on beş adet esasların neticesi şudur ki: Mezkûr evsafla muttasıf şu zat, bütün kuvvetiyle, bütün hayatında mükerreren ve mütemadiyen <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl2/b942.gif" /> -2- der, vahdâniyeti ilân eder. </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b491.gif" /> -3- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b457.gif" /> -4- </center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- İşittik ve itaat ettik. (Bakara Sûresi: 285) </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- "Bil ki Allah'tan başka ilâh yoktur." (Muhammed Sûresi: 47:19.)</p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Allahım! Ona ve âline, ümmetinin hasenâtı adedin-ce salât ve selâm et. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- "Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Sensin." (Bakara Sûresi: 2:32.)</p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><center><span id="c_RisaleAdi">Bir İkram-ı İlâhî Ve<br />Bir Eser-i İnâyet-i Rabbâniye </span></center><br /><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b493.gif" /> -1- mazmununa mâsadak olmak emeliyle deriz: </p><p id="c_paragraf">Şu risalenin telifinde Cenâb-ı Hakkın bir eser-i inâyetini ve rahmetini zikredeceğim. Tâ, şu risaleyi okuyanlar ehemmiyetle baksınlar. </p><p id="c_paragraf">İşte, şu risalenin telifi, hiç kalbimde yoktu. Çünkü risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) dair Otuz Birinci ve On Dokuzuncu Sözler yazılmıştı. Birden bire, şu risaleyi yazmak için mücbir bir hatıra kalbe geldi. </p><p id="c_paragraf">Hem kuvve-i hafızam, musibetler neticesi olarak sönmüştü. Hem meşrebimde, yazdığım eserlerde nakil suretiyle, kale-kîle suretiyle gitmemiştim. Hem yanımda kütüb-ü hadisiye ve siyer kitapları yoktur. Bununla beraber, "Tevekkeltü alâllah" diyerek başladım. </p><p id="c_paragraf">Öyle bir muvaffakiyet oldu ki, Eski Said'in kuvve-i hafızasından ziyade hafızam yardım etti. Her iki üç saatte, süratle otuz kırk sayfa yazıldı. Birtek saatte on beş sayfa yazılıyordu. Ekser Buharî, Müslim, Beyhakî, Tirmizî, Şifâ-i Şerif, Ebu Nuaym, Taberanî gibi kitaplardan naklediliyor. Halbuki bu nakilde hata olsa-hadis olduğu için-günah olması lâzım geldiğinden, kalbim titriyordu. Fakat anlaşıldı ki, inâyet var ve şu risaleye ihtiyaç var. İnşaallah sahih bir surette yazılmıştır. Şayet bazı elfâz-ı hadisiyede veya râvilerin isminde bir yanlış bulunsa, tashih edilerek müsamaha ile bakmalarını ihvanlarımdan rica ediyorum. </p><p id="c_sagayasla" align="justify"><span id="c_c_kalin">Said Nursî </span></p><p id="c_sagayasla" align="justify"><br /></p><p id="c_paragraf">Evet, biz müsveddeyi yazıyorduk. Üstadımız da söylüyordu. Yanında hiç kitap yoktu; hiç müracaat da etmiyordu. Birden bire, gayet süratli söylüyordu, biz de yazıyorduk. İki üç saatte otuz kırk, daha fazla sayfa yazıyorduk. Bizim de kanaatimiz geldi ki, bu muvaffakiyet, mu'cizât-ı Nebeviyenin bir kerametidir. </p><p id="c_sagayasla" align="justify"><span id="c_c_kalin">Daimî Hizmetkarı Abdullah Çavuş </span></p><p id="c_sagayasla" align="justify"><br /></p><p id="c_sagayasla" align="justify"><span id="c_c_kalin">Hizmetkârı ve müsvedde Katibi Süleyman Sami </span></p><p id="c_sagayasla" align="justify"><br /></p><p id="c_sagayasla" align="justify"><span id="c_c_kalin">Müsvedde Katibi ve ahiret kardeşi Hafız Halid </span></p><p id="c_sagayasla" align="justify"><br /></p><p id="c_sagayasla" align="justify"><span id="c_c_kalin">Müsvedde ve tebyiz katibi Hafız Tevfik</span></p><p id="c_sagayasla" align="justify"><br /><br /></p><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- "Rabbinin nimetini yâd et." (Duhâ Sûresi: 93:11.)</p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p>İbrahimhttp://www.blogger.com/profile/14965094735125295317noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-431105105679572355.post-34985100687063833132009-11-25T13:09:00.000-08:002009-11-25T13:58:50.649-08:0011.İŞARET-17.İŞARET<p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">On Birinci İşaret </span></p><p id="c_paragraf">Onuncu İşaret, nasıl ki şecer taifesindeki mucize-i Nebeviyeyi gösterdi. On Birinci İşaret dahi, cemâdatta taş ve dağ taifesinin mucize-i Nebeviyeyi gösterdiklerine işaret edecek. İşte, biz de, o çok kesretli misallerinden yedi sekiz misali zikredeceğiz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci Misal:</span> Allâme-i Mağrib Hazret-i Kadı İyaz, Şifâ-i Şerif'inde ulvî bir senetle ve Buharî sahibi gibi mühim imamlardan nakl-i sahihle haber veriyorlar ki: </p><p id="c_paragraf">Hâdim-i Nebevî Hazret-i İbni Mes'ud der ki: Biz Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanında taam yerken, taamın tesbihlerini işitiyorduk. -1- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Misal:</span> Nakl-i sahihle, Enes ve Ebu Zer'den kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki: </p><p id="c_paragraf">Hazret-i Enes (hâdim-i Nebevî) demiş ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanında idik. Avucuna küçük taşları aldı; mübarek elinde tesbih etmeye başladılar. Sonra Ebu Bekri's-Sıddık'ın eline koydu; yine tesbih ettiler. </p><p id="c_paragraf">Ebu Zerr-i Gıfârî, tarikinde der ki: Sonra Hazret-i Ömer'in eline koydu; yine tesbih ettiler. Sonra aldı, yere koydu, sustular. Sonra yine aldı, Hazret-i Osman'ın eline koydu; yine tesbihe başladılar. Sonra, Hazret-i Enes ve Ebu Zer diyorlar ki: "Ellerimize koydu, sustular." -2- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Misal:</span> Hazret-i Ali ve Hazret-i Câbir ve Hazret-i Aişe-i Sıddıkadan nakl-i sahihle sabittir ki: </p><p id="c_paragraf">Dağ, taş, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b329.gif" /> -3- </center><br /><p>diyorlardı. </p><br /><p id="c_paragraf">Hazret-i Ali'nin tarikinde diyor ki: Bidâyet-i nübüvvette, nevâhî-i Mekke'de Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraber gezdiğimizde, ağaç ve taşa rast geldiğimiz vakit </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b329.gif" /> -3- </center><br /><p>diyorlardı. -4- </p><br /><p id="c_paragraf">Hazret-i Câbir, tarikinde der ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, taş ve ağaca rast geldiği vakit, ona secde ediyordular. Yani, inkıyad edip </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b329.gif" /> -3- </center><br /><p>diyordular. </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Buharî, Menâkıb: 25; Tirmizî, Menâkıb: 6 (tahkik: İbrahim A'vad) no. 3633; Müsned, 1:460; Kadı İyâz, eş-Şifâ, 1:306; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:627; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 6:97-98, 133. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Kadı İyâz, eş-Şifâ, 1:306; el-Heysemî, Mecme'u'z-Zevâid, 5:179, 8:298-299; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 6:132-133. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Selam sana ey Allah'ın Resulü. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Ali (r.a.)'dan: Tirmizî, Menâkıb: 6; Dârîmî, Mukaddime: 4; el-Heysemî, Mecme'u'z-Zevâid, 8:260; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:607; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:628.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Câbir'in bir rivayetinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b350.gif" /> -1- </center><br /><p>Bazılar demişler ki, "O Hacerü'l-Esvede işarettir." </p><br /><p id="c_paragraf">Hazret-i Aişe'nin tarikinde demiş: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b351.gif" /> -2- </center><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü Misal:</span> Nakl-i sahihle Hazret-i Abbas'tan haber veriyorlar ki: </p><p id="c_paragraf">Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Abbas ve dört oğlunu (Abdullah, Ubeydullah, Fazl, Kusem) beraber, "mülâet" denilen bir perde altına alarak üzerlerine örttü. Dedi: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b352.gif" /> -3- </center><br /><p id="c_paragraf">deyip dua etti. Birden, evin damı ve kapısı ve duvarları "Âmin, âmin" diyerek duaya iştirak ettiler. -4- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşinci Misal:</span> Başta Buharî, İbni Hibban, Ebû Davud, Tirmizî gibi kütüb-ü sahiha, müttefikan Hazret-i Enes'ten, Ebu Hüreyre'den, Osman-ı Zinnureynden, Aşere-i Mübeşşereden Said ibni Zeyd'den haber veriyorlar ki: </p><p id="c_paragraf">Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekri's-Sıddık, Ömerü'l-Faruk ve Osman-ı Zinnureyn ile Uhud Dağının başına çıktılar. Cebel-i Uhud, ya onların mehabetlerinden veya kendi sürur ve sevincinden lerzeye geldi, kımıldandı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti ki:</p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b353.gif" /> -5- </center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- "Bana selâm veren bir taş biliyorum." Müslim, Fedâil: 2; Tirmizî, Menâkıb: 5; Müsned, 5:89, 95, 105; İbni Hibban, Sahih, 8:139. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- "Cebrâil bana vahiy getirmeye başladıktan sonra hangi taşın ve hangi ağacın yanından geçsem, bana mutlaka 'Esselâmü aleyke yâ Resulallah' derlerdi." Kadı İyâz, eş-Şifâ, 1:307; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:71; el-Heysemî, Mecme'u'z-Zevâid, 8:259. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- "Yâ Rabbi! Bu benim amcamdır ve babam hükmündedir. Bunlar da onun çocuklarıdır. Ben abâmla onların üzerlerini örttüğüm gibi, sen de onları örterek ateşten koru." </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Kadı İyâz, eş-Şifâ, 1:608; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:628; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:309; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 9:269-270. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">5- Dur ey Uhud! Şüphesiz üzerinde bir peygamber, bir sıddık ve iki tanede şehid var. Bazı kaynaklar: Buhari, Fezailü's- sahabe: 5, 6; Müslim; 4:1880; Ebu Davut; 2:515; Tirmizi; 3758.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Şu hadis, Hazret-i Ömer ve Osman şehid olacaklarına bir ihbar-ı gaybîdir. </p><p id="c_paragraf">Şu misalin tetimmesi olarak nakledilmiş ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Mekke'den hicret ettiği ve küffarlar takibe çıktıkları vakit, Sebîr namındaki dağa çıktılar. Sebîr dedi: "Yâ Resulallah, benden ininiz. Korkarım, benim üstümde sizi vururlarsa Allah beni tâzip eder. Onun için korkarım." Cebel-i Hira çağırdı: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b354.gif" /></center><br /><p>"Bana gel." -1- Bu sır içindir ki, ehl-i kalb Sebîr'de havf ve Hira'da da emniyeti hissederler. </p><br /><p id="c_paragraf">Bu misalden anlaşılır ki, o koca dağlar birer müstakil abddir, müsebbihtir ve vazifedardırlar. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı tanır ve severler; başıboş değillerdir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Altıncı Misal:</span> Nakl-i sahihle Abdullah ibni Ömer'den haber veriyorlar ki: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Demiş:</span> Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm minberde hutbe okurken, </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b355.gif" /> -2- </center><br /><p>âyetini okudu. Ve dedi: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b356.gif" /> -3- </center><br /><p>dediği vakit minber öyle sarsıldı ve öyle lerzeye geldi ve titredi; korktuk ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı düşürecek bir derecede sallandı. -4- </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Yedinci Misal:</span> Nakl-i sahihle, habrü'l-ümme ve tercümanü'l-Kur'ân olan Hazret-i İbni Abbas ve hâdim-i Nebevî ve ulema-i azîme-i Sahabeden olan İbni Mes'ud'dan haber veriyorlar ki: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Demişler:</span> Feth-i Mekke gününde, Kâbe ve etrafında, taşta rasasla mıhlanmış üç yüz altmış sanem vardı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm elinde kavse benzer bir değnekle o sanemlere birer birer işaret ederek </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b357.gif" /> -5- </center><br /><p>deyip, hangisine işaret etti, yere düştü. Sanemin yüzüne işaret ettiyse arkasına düşer, arkasına işaret ettiyse yüz üstüne düşer, ve hâkezâ, sanemler yere yuvarlandılar. -6- </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:308; Hafâci, Şerhu'ş-Şifâ, 3:75. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- "Onlar Allah'ın kudret ve azametini hakkıyla bilemediler. Halbuki kıyamet gününde yeryüzü bütünüyle Onun tasarrufundadır; gökler de Onun kudretiyle dürülmüştür." (Zümer Sûresi: 39:67.)</p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- "Cebbâr olan Allah kendini tâzîm ediyor ve buyuruyor ki: Cebbar Benim, Cebbar Benim; herşeyden büyük ve herşeyden yüce olan Benim." </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Müslim, Sıfatü'l-Kıyâme: 19-26; Müsned, 2:88; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:252; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:308; Hafâci, Şerhu'ş-Şifâ, 3:75; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:630; İbni Hibban, Sahih, 9:214. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">5- "Hak geldi, bâtıl yok oldu. Muhakkak ki bâtıl yok olup gidicidir." (İsrâ Sûresi: 17:81.)</p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">6- Yedinci misaldeki bu hadisin bazı kaynakları: Buhâri, 3:178,179; Müslim, 3:1407,1408.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sekizinci Misal:</span> Meşhur Bahîra-i Rahibin meşhur kıssasıdır ki, nübüvvetten evvel, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, amcası Ebu Talip ve bir kısım Kureyşî ile beraber Şam tarafına, ticarete gidiyorlar. Bahîra-i Rahibin kilisesi civarına geldikleri vakit oturdular. İnsanlarla ihtilât etmeyen münzevî Bahîra-i Rahip birden çıkageldi. Kafile içinde Muhammedü'l-Emin'i (a.s.m.) gördü. Kafileye dedi: "Şu Seyyidü'l-Âlemîndir ve peygamber olacaktır." Kureyşîler dediler: "Nereden biliyorsun?" Mübarek rahip dedi ki: "Siz gelirken baktım ki, havada, üstünüzde bir parça bulut vardı. Siz otururken, şu Muhammedü'l-Emin (a.s.m.) tarafına bulut meyletti, gölge yaptı. Hem görüyordum ki, taş, ağaç ona secde eder gibi bir vaziyet gördüm. Bu ise nebîlere yapılır." -1- </p><p id="c_paragraf">İşte, bu sekiz misal gibi, belki seksen misal var. Bu sekiz misal birleştirilse, öyle kopmaz bir zincir olur ki, hiçbir şüphe onu koparamaz ve sarsamaz. Şu cins mucize, umumiyeti itibarıyla, yani cemâdâtın dâvâ-yı nübüvvete delil olarak konuşmaları, mânevî tevatür hükmünde yakîni ve katiyeti ifade eder. Herbir misal, mecmuun kuvvetinden, kendi kuvvetinden fazla bir kuvvet daha alır. Evet, zayıf bir direk, kuvvetli direklerle omuz omuza geldiği vakit, muhkemleşir. Zayıf, kuvvetsiz bir adam, asker olup orduya girse öyle kuvvetleşir ki, bin adama meydan okur. </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">On İkinci İşaret </span></p><p id="c_paragraf">On Birinci İşaretle alâkadar olan üç misal, fakat gayet mühim misallerdir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci Misal:</span> <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b358.gif" /><br />-2- nass-ı katîsiyle ve ehl-i tahkik umum müfessirlerin tahkikiyle ve umum ehl-i hadisin ihbarıyla, gazve-i Bedir'de, şu âyet haber veriyor ki: </p><p id="c_paragraf">Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir avuç toprakla küçük taşları aldı, küffar ordusunun yüzüne attı, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b359.gif" /> -3- dedi. <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b359.gif" /> -3- kelimesi bir kelâm iken onların herbirinin kulağına gitmesi gibi, o bir avuç toprak dahi herbir kâfirin gözüne gitti. Herbiri kendi gözüyle meşgul olup, hücumda iken, birden kaçtılar. </p><p id="c_paragraf">Hem gazve-i Huneyn'de, -4- Gazve-i Huneyn'de, Bedir gibi, küffar şiddetle hücum ederken, yine bir avuç toprak atıp, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b359.gif" /> -3- diyerek, herbirinin kulağına bir <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b359.gif" /> -3- kelimesi girdiği gibi, biiznillâh herbirinin yüzüne bir avuç toprak gitti, gözleriyle meşgul olup kaçtılar. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:308; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:631; Tirmizî, Menâkıb: 3 (Bab, Mâcâe fî Bed'i'n-Nü-büvve); el-Mubârekforî, Tuhfetü'l-Ahvezî, no: 3699; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:615; İbni Hişâm, Siretü'n-Nebî, s. 115. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- "Attığın zaman sen atmadın; ancak Allah attı." (En-fâl Sûresi: 6:17.)</p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- "Bu yüzler kahrolsun!" </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Müslim, Cihad: 76, 81 (Bâb: Gazvet-ü Huneyn); Dârîmî, Siyer: 15 (Bâb: Şâheti'l-Vücûh); Müsned, 5:286.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">İşte, Bedir'de ve Huneyn'deki harika olan şu hadise, esbab-ı âdi ve kudret-i beşer dahilinde olmadığından, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b363.gif" /> </center><br /><p>ferman eder. Yani, "O hadise kudret-i beşer haricindedir. Kuvve-i beşeriye ile değil, belki fevkalâde bir surette, kudret-i İlâhiye ile olmuştur." </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Misal:</span> Başta Buharî, Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki: </p><p id="c_paragraf">Gazve-i Hayber'de bir Yahudi kadını, bir keçiyi biryan yapıp pişirmiş, gayet müessir bir zehirle zehirlemiş, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma göndermiş. Sahabeler yemeye başladılar. Birden ferman etti: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b364.gif" /> -1- </center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "Pişirilen keçi bana der ki, 'Ben zehirliyim" diye haber veriyor. Herkes elini çekti. Fakat o şiddetli zehirin tesirinden, Bişr ibni'l-Bera' aldığı birtek lokmadan vefat etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o Zeynep ismindeki kadını çağırdı. Ferman etti: "Neden böyle yaptın?" O menhuse dedi: "Eğer peygambersen sana zarar vermeyecek. Eğer padişahsan, insanları senden kurtarmak için yaptım." Bazı rivayette onu öldürtmemiş, bazı tarikte öldürtmüş. Ehl-i tahkik demiş ki: Kendi öldürtmemiş; fakat Bişr'in veresesine verilmiş, onlar öldürmüşler. -2- </p><p id="c_paragraf">Şu vak'a-i acibedeki veçh-i i'câzı gösterecek iki üç noktayı dinle: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Bir rivayette var ki, o keçinin kavli haber verdiği vakit bazı Sahabeler de işittiler. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Hem bir rivayette vardır ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, haber verdikten sonra dedi: </p><br /><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b365.gif" /> deyiniz, ondan sonra yiyiniz. Zehir daha tesir etmeyecektir." </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- "Ellerinizi kaldırın, çünkü bana zehirli olduğunu haber verdi." </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:219, 4:109; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 6:256, 264; İbnü'l-Kayyım, Zâdü'l-Me'âd, 3:336. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Şu rivayeti çendan İbni Hacer-i Askalânî kabul etmemiş, fakat başkaları kabul etmişler. -1- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncüsü:</span> Hem dessas Yahudiler, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma ve mukarrebîn-i Sahabeye birden darbe vurmak istedikleri halde, birden gaipten haber verilmiş gibi hadisenin inkişafı ve desiselerinin akîm kalması ve o ihbarın ifade ettiği vakıa doğru çıkması ve hiçbir vakit Sahabeleri nazarında mütehalif bir haberi görülmeyen Zât-ı Ahmediyenin "Şu keçinin kavli bana söylüyor" demesi, herkesin kulağıyla o keçiden o sözü işitmesi kadar kanaat-i katiyeleri olmuş. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Misal:</span> Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın "yed-i beyzâ" ve "asâ" mucizesine nazire olarak, üç hadisede bir mucize-i Ahmediye: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Hazret-i İmam-ı Ahmed ibni Hanbel, Ebu Saidi'l-Hudrî'den tahriç ve tashih eder ki: </p><p id="c_paragraf">Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Katâde ibni Numan'a, karanlıklı, yağmurlu bir gecede bir değnek verir ve ferman eder ki: "Sana, lâmba gibi, onar arşın her tarafta ışık verecek. Evine gittiğin zaman bir siyah şahıs gölge göreceksin. O şeytandır. Onu hanenden çıkar, tard et." Katâde değneği alır, gider. Yed-i beyzâ gibi ışık verir. Evine gider, o siyah şahsı görür, tard eder. -2- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Bir menba-ı garaip olan gazve-i kübrâ-yı Bedir'de, Ukkâşe ibni'l-Muhassını'l-Esedî'nin müşriklerle döğüşürken kılıcı kırıldı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, ona, kılıca mukabil, kalınca bir değnek verdi. Dedi: "Bununla harb et." Birden, değnek, biiznillâh, uzun, beyaz bir kılıç oldu. Onunla harb etti. Hayatı miktarınca, tâ Yemâme harbinde şehid oluncaya kadar boynunda taşıdı. -3- </p><p id="c_paragraf">Şu hadise katidir. Çünkü Ukkâşe bütün hayatında onunla iftihar etmiş ve o kılıç "el-avn" namıyla meşhur olmuş. İşte, Hazret-i Ukkâşe'nin iftiharı ve kılıcın "avn" namıyla, kılıçların fevkinde iştiharı, şu hadisenin iki hüccetidir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncüsü:</span> İbnü Abdi'l-Berr -4- gibi bir allâme-i asır ve ehl-i tahkikin büyüklerinden nakil ve tashih ediyorlar ki: </p><p id="c_paragraf">Gazve-i Uhud'da, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın halazâdesi olan Abdullah ibni Cahş harb ederken kılıcı kırıldı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona bir değnek verdi. O değnek onun elinde bir kılıç oldu; onunla harb etti. O eser-i mucize olan kılıç bâki kaldı. Meşhur İbnü Seyyidi'n-Nâs, siyerinde haber veriyor ki: Bir zaman sonra, Abdullah'ın o kılıcı Buğa-yı Türkî namında bir adama iki yüz liraya satıldı. </p><p id="c_paragraf">İşte bu iki kılıç, asâ-yı Mûsâ gibi birer mucizedir. Fakat asâ-yı Mûsâ, vefat-ı Mûsâ'dan sonra veçh-i i'câzı kalmadı; fakat şunlar bâki kaldılar. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:317-319; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:645. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Müsned, 3:65; es-Sâ'âtî, el-Fethü'r-Rabbânî, 22:66-67; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 2:166-167; el-Hindî, Kenzü'l-Ummâl, 12:376; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:3323; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:671; el-Askalânî, el-İsâbe, no. 7076. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:333; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:671; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:156; İbni Hişâm, Siretü'n-Nebî, 1:637; İbnü'l-Kayyım, Zâdü'l-Meâd (tahkik: Arnavûd), 3:186. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:333; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:157; İbni Seyyidi'n-Nâs, Uyûnu'l-Eser, 2:20; el-Askâlânî, el-İsâbe, no. 4583.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">On Üçüncü İşaret </span></p><p id="c_paragraf">Mu'cizât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmın hem mütevatir, hem misalleri pek çok bir nevi dahi, hastalar ve yaralılar, nefes-i mübarekiyle şifa bulmalarıdır. Şu nevi mucize-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, nev itibarıyla mânevî mütevatirdir. Cüz'iyatları, bir kısmı dahi mânevî mütevatir hükmündedir. Diğer kısmı âhâdî ise de, ilm-i hadisin müdakkik imamları tashih ve tahriç ettikleri için, kanaat-i ilmiye verir. Biz de, pek çok misallerinden birkaç misalini zikredeceğiz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci Misal:</span> Allâme-i Mağrib Kadı İyaz, Şifa-i Şerif'inde, ulvî bir Anane ile ve müteaddit tariklerle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın hâdimi ve bir kumandanı ve Hazret-i Ömer'in zamanında ordu-yu İslâmın başkumandanı ve İran'ın fatihi ve Aşere-i Mübeşşereden olan Hazret-i Sa'd ibni Ebî Vakkas diyor: </p><p id="c_paragraf">Gazve-i Uhud'da, ben Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanındaydım. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o gün kavsı kırılıncaya kadar küffâra oklar attı. Sonra bana okları veriyordu, "At" diyordu. Nasl'sız, yani okun uçmasına yardım eden kanatları olmayan okları verirdi ve bana emrederdi: "At!" Ben de atardım; kanatlı oklar gibi uçardı, küffârın cesedine yerleşirdi. </p><p id="c_paragraf">O halde iken, Katâde ibni Numan'ın gözüne bir ok isabet etmiş. Gözünü çıkarıp, gözünün hadakası yüzünün üstüne indi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm mübarek, şifalı eliyle onun gözünü alıp, eski yuvasına yerleştirip, iki gözünden en güzeli olarak, hiçbir şey olmamış gibi şifa buldu. </p><p id="c_paragraf">Şu vakıa çok iştihar etmiş. Hattâ Katâde'nin bir hafîdi, Ömer ibni Abdi'l-Aziz'in yanına geldiği vakit, kendini şöyle tarif etmiş: "Ben öyle bir zâtın hafîdiyim ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onun çıkmış gözünü yerine koyup birden şifa buldu; en güzel göz o olmuş" diye, nazım suretinde <sup id="c_supa">Haşiye </sup> Hazret-i Ömer'e söylemiş, onunla kendini tanıttırmış. </p><p id="c_paragraf">Hem nakl-i sahihle haber verilmiş ki: Meşhur Ebu Katâde'nin, yevm-i Zîkarad denilen gazvede, bir ok mübarek yüzüne isabet etmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm mübarek eliyle meshetmiş. Ebu Katâde der ki: "Katiyen ve asla ne acısını ve ne de cerahatini görmedim." -1-</p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Misal:</span> Başta Buharî ve Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki: </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- HAŞİYE --><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Haşiye: </span></p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b366.gif" /></center><br /><p>Manası metinde verilmiş. </p><!-- HAŞİYE --><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:322; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:113; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:653.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Gazve-i Hayber'de, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Aliyy-i Haydarî'yi bayraktar tayin ettiği halde, Ali'nin gözleri hastalıktan çok ağrıyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm tiryak gibi tükürüğünü gözüne sürdüğü dakikada şifa bularak hiçbir şey kalmadı. Sabahleyin Hayber Kalesinin pek ağır demir kapısını çekip, elinde kalkan gibi tutup Kale-i Hayber'i fethetti. </p><p id="c_paragraf">Hem o vakıada, Selemet ibnü'l-Ekvâ'nın bacağına kılıç vurulmuş, yarılmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona nefes edip, birden ayağı şifa bulmuş. -1- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Misal:</span> Başta Neseî olarak, erbab-ı siyer, Osman ibni Huneyf'ten haber veriyorlar ki: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Osman diyor ki:</span> Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına bir âmâ geldi, dedi: "Benim gözlerimin açılması için dua et." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona ferman etti: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b367.gif" /> -2- </center><br /><p>O gitti, öyle yaptı, geldi. Gözü açılmış, güzel görüyormuş, gördük. -3- </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü Misal:</span> Büyük bir imam olan İbni Veheb haber veriyor ki: </p><p id="c_paragraf">Gazve-i Bedir'in on dört şehidinden birisi olan Muavviz ibni Afra' Ebu Cehil ile döğüşürken, Ebu Cehl-i lâin, o kahramanın bir elini kesmiş. O da öteki eliyle elini tutup Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına gelmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onun elini yine yerine yapıştırdı, tükürüğünü ona sürdü. Birden şifa buldu, yine harbe gitti, şehid oluncaya kadar harb etti. -4-</p><p id="c_paragraf">Hem yine İmam-ı Celîl ibni Veheb haber veriyor ki: O gazvede Hubeyb ibni Yesaf'ın omuz başına bir kılıç vurulmuş ki, bir şakkı ayrılmış gibi dehşetli bir yara açılmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onun kolunu omuzuna eliyle yapıştırmış, nefes etmiş; şifa bulmuş. -5- </p><p id="c_paragraf">İşte şu iki vakıa, çendan âhâdîdir ve haber-i vahiddir. Fakat İbni Veheb gibi bir imam tashih etse, gazve-i Bedir gibi bir menba-ı mu'cizât olan bir gazvede olsa, hem bu iki vakıayı andıracak çok misaller bulunsa, elbette şu iki vakıa kati ve vakidir denilebilir. </p><p id="c_paragraf">İşte, ehâdis-i sahiha ile sübut bulan belki bin misal var ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mübarek eli ona şifa olmuş. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Buharî, Mağâzî: 38 (Yezîd ibni Ubeyd'den); Ebû Dâvûd, Tıb: 19; Es-Sâ'âtî, el-Fethü'r-Rabbânî Şerh-i Müsned, 22:259. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- "Şimdi git, abdest al. Sonra iki rekât namaz kıl ve de ki: 'Allah'ım! Hâcetimi sana arz ediyor ve nebiyy-i rahmet olan Peygamberin Muhammed ile Sana teveccüh ediyorum. Yâ Muhammed! Gözümden perdeyi kaldırması için senin Rabbine seninle teveccüh ediyorum. Allahım, onu bana şefaatçi kıl.'" </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Tirmizî, Daavât: 119 (hadis no. 3578); el-Hâkim, el-Müstedrek, 1:526; Beyhâkî, Delâilü'n-Nübüvve: 6:166; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:322. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:324; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:656; İbni Seyyidi'n-Nâs, Uyûnü'l-Eser, 1:261. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">5- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:324; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:656; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 6:164; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 6:178. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Bir sual:</span> Deniliyor ki: "Sen çok şeylere mütevatir dersin. Halbuki biz onların çoğunu yeni işitiyoruz. Mütevatir birşey böyle gizli kalmaz." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Ulema-i şeriat yanında çok mütevatir ve bedihî şeyler var ki, onlardan olmayana göre meçhuldür. Ehl-i hadis yanında da çok mütevatir var, sairlerin yanında âhâdî de olmuyor. Ve hâkezâ, her fennin ehl-i ihtisası, o fenne göre bedihiyâtı, nazariyâtı beyan edilir. Umum halk ise, o fennin ehl-i ihtisasına itimad eder, teslim olur veya içine girer, görür. </p><p id="c_paragraf">Şimdi, haber verdiğimiz hakikî mütevatir veya mânevî mütevatir veya tevatür hükmünde katiyeti ifade eden vakıalar, hem ehl-i hadis, hem ehl-i şeriat, hem ehl-i usulü'd din, hem ekser tabakat-ı ulemada hükmünü öyle göstermiş. Gaflette bulunan avam veya gözünü kapayan nâdanlar bilmezlerse, kabahat onlara aittir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşinci Misal:</span> İmam-ı Bağavî, tahrici ve tashihiyle haber veriyor ki: </p><p id="c_paragraf">Aliyyi'bni'l-Hakem'in, gazve-i Hendek'te, küffârın darbesiyle ayağı kırıldı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm meshetti; dakikasında öyle şifa buldu ki, atından inmedi. -1- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Altıncı Misal:</span> Başta İmam-ı Beyhakî, ehl-i hadis haber veriyorlar ki: </p><p id="c_paragraf">İmam-ı Ali gayet hasta idi. Iztırabından, kendi kendine dua edip inliyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm geldi, dedi: </p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b368.gif" /> -2- Ve ayağıyla Hazret-i Ali'ye dokundu, "Kalk" dedi. Birden şifa buldu. İmam-ı Ali der ki: "Ondan sonra o hastalığı hiç görmedim." -3- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Yedinci Misal:</span> Şürehbilü'l-Cu'fî'nin meşhur kıssasıdır ki: </p><p id="c_paragraf">Avucunda etten bir ur vardı ki, kılıcı ve atın dizginini tutamıyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm eliyle avucundaki uru meshetti ve mübarek eliyle oğdu. O urdan hiçbir eser kalmadı. -4- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sekizinci Misal:</span> Altı çocuğun herbiri, ayrı ayrı birer mucize-i Ahmediyeye mazhar oldu. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> İbni Ebî Şeybe (muhakkik-i kâmil ve muhaddis-i meşhur) haber veriyor ki: </p><p id="c_paragraf">Bir kadın, bir çocuğu Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına getirdi. O çocukta bir belâ vardı; konuşmuyordu, aptaldı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir su ile mazmaza etti, elini yıkadı, o suyu kadına verdi, "Çocuğa içirsin" ferman etti. Çocuk o suyu içtikten sonra, hastalığından ve belâsından birşey kalmadı. Öyle bir akıl ve kemal sahibi oldu ki, ukalâ-yı nâsın fevkine çıktı. -5- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Bu Parça Altın Ve Elmasla Yazılsa Liyakati Var </span></p><p id="c_paragraf">Evet, sabıkan bahsi geçmiş:</p><p id="c_paragraf">� Avucunda küçük taşların zikir ve tesbih etmesi, </p><p id="c_paragraf">� <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b369.gif" /> sırrıyla, aynı avucunda, küçücük taş ve toprak, düşmana top ve gülle hükmünde, onları inhizâma sevk etmesi, </p><p id="c_paragraf">� <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b370.gif" /> nassı ile, aynı avucunun parmağıyla kameri iki parça etmesi, </p><p id="c_paragraf">� ve aynı el, çeşme gibi on parmağından suyun akması ve bir orduya içirmesi, </p><p id="c_paragraf">� ve aynı el, hastalara ve yaralılara şifa olması, </p><p id="c_paragraf">� elbette o mübarek el, ne kadar harika bir mucize-i kudret-i İlâhiye olduğunu gösterir. </p><p id="c_paragraf">Güya, ahbap içinde o elin avucu küçük bir zikirhane-i Sübhânîdir ki, küçücük taşlar dahi içine girse zikir ve tesbih ederler. </p><p id="c_paragraf">Ve a'dâya karşı küçücük bir cephane-i Rabbânîdir ki, içine taş ve toprak girse, gülle ve bomba olur. </p><p id="c_paragraf">Ve yaralılar ve hastalara karşı küçücük bir eczahane-i Rahmânîdir ki, hangi derde temas etse, derman olur. </p><p id="c_paragraf">Ve celâl ile kalktığı vakit, kameri parçalayıp, Kab-ı Kavseyn şeklini verir. </p><p id="c_paragraf">Ve cemâl ile döndüğü vakit, âb-ı kevser akıtan on musluklu bir çeşme-i rahmet hükmüne girer. </p><p id="c_paragraf">Acaba böyle bir zâtın birtek eli böyle acip mu'cizâta mazhar ve medar olsa, o zâtın, Hâlık-ı Kâinat yanında ne kadar makbul olduğu ve dâvâsında ne kadar sadık bulunduğu ve o el ile biat edenler ne kadar bahtiyar olacakları, bedâhet derecesinde anlaşılmaz mı? </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:323; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:656; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:118; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 6:134. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Allah'ım ona şifa ver. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Tirmizî, Daavât: 112; Müsned, 1:83, 107, 128; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:323; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:656; İbni Hibban, Sahih, 9:47; el-Mubârekforî, Tuhfetü'l-Ahvezî, 3635. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 8:298; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:324; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:657. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">5- İbni Mâce, Tıb: 40, no. 3532; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:324; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:654, 657.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Nakl-i sahihle, Hazret-i İbni Abbas demiş ki: </p><p id="c_paragraf">Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma mecnun bir çocuk getirildi. Mübarek elini onun göğsüne koydu. Birden çocuk istifrâ etti. İçinden, küçük hıyar kadar siyah birşey çıktı; çocuk şifa bulup gitti. -1-</p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncüsü:</span> İmam-ı Beyhakî ve Nesâî nakl-i sahihle haber veriyorlar ki: </p><p id="c_paragraf">Muhammed ibni Hâtib isminde bir çocuğun koluna kaynayan tencere dökülmüş, bütün kolunu yakmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm meshedip tükürüğünü sürdü; dakikasında şifa buldu. -2- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncüsü:</span> Büyümüş, fakat lisanı yok, büyükçe bir çocuk Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına geldi. Çocuğa ferman etmiş: "Ben kimim?" Hiç konuşmayan dilsiz çocuk <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b371.gif" /> -3- deyip tekellüme başlamış. -4-</p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşinci çocuk:</span> Âlem-i yakazada Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile mükerrer surette müşerref olan Celâleddin Süyutî ve asrın imamı, tahriç ve tashihle Mübarekü'l-Yemâme ismiyle meşhur bir zâtı, daha yeni dünyaya geldiği vakit, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına getirmişler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona müteveccih olmuş. Çocuk tekellüme başlamış, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b372.gif" /> -5- demiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm "Bârekâllah" demiş. Çocuk ondan sonra büyüyünceye kadar daha konuşmamış. O çocuk, bu mucize-i Ahmediyeye ve "Bârekâllah" dua-yı Nebevîsine mazhar olduğundan, "Mübarekü'l-Yemâme" ismiyle şöhret bulmuş. -6- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Altıncı çocuk:</span> Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm namaz kılarken, hırçın bir çocuk namazını kat edip geçtiğinden, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b373.gif" /> -7- demiş. Ondan sonra çocuk daha yürümemiş, öyle kalmış, hırçınlığının cezasını bulmuş. -8- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Yedinci çocuk:</span> Çocuk tabiatında hayâsız bir kadın, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yemek yerken lokma istemiş, vermiş. Demiş: "Yok, senin ağzındakini istiyorum." Onu da vermiş. O gayet hayâsız kadın, o lokmayı yedikten sonra, en hayâlı kadın ve Medine kadınlarının fevkinde bir hayâ sahibi oldu. -9- </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Dârîmî, Mukaddime: 4; Müsned, 4:172; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:324; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:657; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 9:2;Tebrîzî, Mişkâtü'l-Mesâbîh, 3:188. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:324; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:657; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:121; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 9:415; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 1:295; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:62-63. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- "Sen Allah'ın Resulüsün." </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:319; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:105; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 6:158-159. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">5- "Senin Allah Resulü olduğuna şehadet ederim." </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">6- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:319; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:105; Süyûtî, Kenzü'l-Ummâl, 4:379; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 6:159. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">7- "Allahım, onun yerden izini kes." </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">8- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:328; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:137; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:663. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">9- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:325; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:657; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 8:312.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">İşte bu sekiz misal gibi, seksen değil, belki sekiz yüz misalleri var. Çoğu kütüb-ü siyer ve ehâdiste beyan edilmiştir. Evet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mübarek eli Hekim-i Lokman'ın bir eczahanesi gibi ve tükürüğü Hazret-i Hızır'ın âb-ı hayat çeşmesi gibi ve nefesi Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın nefesi gibi meded-res ve şifa-resan olsa; ve nev-i beşer çok musibet ve belâlara giriftar olsa, elbette Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma hadsiz müracaatlar olmuş. Hastalar, çocuklar, mecnunlar pek kesretli gelmişler, cümlesi şifa bulup gitmişler. Hattâ, kırk defa hacceden ve kırk sene sabah namazını yatsı abdestiyle kılan, Tâbiînin azîm imamlarından ve çok Sahabelerle görüşen, Tavus denilen Ebu Abdurrahmani'l-Yemânî Katiyen haber verir ve hükmeder ve demiş ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma ne kadar mecnun gelmişse, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm sinesine elini koymuşsa, Katiyen şifa bulmuştur; şifa bulmayan kalmamış. </p><p id="c_paragraf">İşte, Asr-ı Saadete yetişmiş böyle bir imam, böyle kati ve küllî hükmetmişse, elbette ona gelen hiçbir hasta kalmamış ki, illâ şifa bulmuş. Madem şifa bulmuş; elbette müracaatlar binler olacaktır. </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">On Dördüncü İşaret </span></p><p id="c_paragraf">Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın envâ-ı mu'cizâtından bir nev-i azîmi, duasıyla zâhir olan harikalardır. Evet, şu nevi, kati ve hakikî mütevatirdir. Cüz'iyat ve misalleri o kadar çoktur ki, hesap edilmez. Misallerin çokları var ki, onlar da mütevatir derecesine çıkmışlar. Belki tevatüre yakın meşhur olmuşlar. Bir kısmını öyle imamlar nakletmiş ki, meşhur mütevatir gibi katiyeti ifade eder. Biz şu pek çok misallerinden, tevatüre yakın ve meşhur derecesinde münteşir bazı misalleri, numune olarak ve her misalin de birkaç cüz'iyâtını zikredeceğiz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci Misal:</span> Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yağmur duası tevatür derecesinde ve çok defa tekrar ile, daima süratle kabul olması, başta İmam-ı Buharî ve İmam-ı Müslim, eimme-i hadis nakletmişler. Hattâ bazı defa, minber-i şerif üstünde yağmur duası için elini kaldırıp, indirmeden yağmış. </p><p id="c_paragraf">Sabıkan zikrettiğimiz gibi, bir iki defa ordu susuz kaldığı vakit bulut geliyordu, yağmur veriyordu. Hattâ, nübüvvetten evvel, cedd-i Nebî Abdülmuttalib, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın küçüklük zamanında mübarek yüzüyle yağmur duasına giderdi. Onun yüzü hürmetine gelirdi ki, o hadise Abdülmuttalib'in bir şiiriyle iştihar bulmuş. -1-</p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Bazı kaynaklar: Şifa, 1:327; Beyhaki, 2:15-20, 6;139, 147; Müsned, 3:104, 261; Buhari, 2:34, 35, 5:25.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem vefat-ı Nebevîden sonra, Hazret-i Ömer, Hazret-i Abbas'ı vesile yapıp demiş: "Yâ Rab, bu Senin habibinin amcasıdır. Onun yüzü hürmetine yağmur ver." Yağmur gelmiş. -1-</p><br /><p id="c_paragraf">Hem İmam-ı Buharî ve Müslim haber veriyorlar ki: Yağmur için dua talep edildi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dua etti. Yağmur öyle geldi ki, mecbur oldular: "Aman dua et, kesilsin." Dua etti, birden kesildi. -2- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Misal:</span> Tevatüre yakın meşhurdur ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Sahabe ve imana gelenler daha kırka vasıl olmadan ve gizli ibadet etmekte iken, dua etti: -3- </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b374.gif" /> -4- </center><br /><p id="c_paragraf">Bir iki gün sonra, Hazret-i Ömer ibnü'l-Hattab imana geldi ve İslâmiyeti ilân ve i'zaz etmeye vesile oldu, "Faruk" ünvan-ı âlisini aldı. -5-</p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Misal:</span> Bazı Sahabe-i Güzine, ayrı ayrı maksatlar için dua etmiş. Duası öyle parlak bir surette kabul olmuş ki, o keramet-i duaiye, mucize derecesine çıkmış. </p><p id="c_paragraf">Ezcümle, başta Buharî ve Müslim haber veriyorlar ki, İbni Abbas'a şöyle dua etmiş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b375.gif" /> -6- </center><br /><p id="c_paragraf">Duası öyle makbul olmuş ki, İbni Abbas "tercümanü'l-Kur'ân" ünvan-ı zîşânını ve "habrü'l-ümme," yani "allâme-i ümmet" rütbe-i âlisini kazanmış. Hattâ çok gençken, Hazret-i Ömer onu ulema ve kudema-yı Sahabe meclisine alıyordu. -7- </p><p id="c_paragraf">Hem başta İmam-ı Buharî, ehl-i kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki: Enes'in validesi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma niyaz etmiş ki, "Senin hâdimin olan Enes'in evlât ve malı hakkında bereketle dua et." O da dua etmiş, </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b376.gif" /> -8- </center><br /><p>demiş. Hazret-i Enes, âhir ömründe kasemle ilân ediyor ki: "Ben kendi elimle yüz evlâdımı defnetmişim. Benim malım ve servetim itibarıyla da, hiçbirisi benim gibi mesut yaşamamış. Benim malımı görüyorsunuz ki pek çoktur. Bunlar bütün dua-yı Nebevî bereketindendir." -9- </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Buharî, İstiska: 3; Fedâilü Ashâbi'n-Nebî: 11. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Buharî, İstiska: 19; İbni Mâce, İkame: 154; Müslim, Salâtü'l-İstiska: 8, hadis no. 897; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 6:91-92; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:327. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Tirmizî, Menâkıb: 18, hadis no. 1683; el-Elbânî, Mişkâtü'l-Mesâbîh, no. 6036; el-Mubârekforî, Tuhfetü'l-Ahvezî, no. 3766; İbni Esîr el-Cizrî, Câmiu'l-Usûl, no. 7428; İbni Hibban, Sahih, 9:17; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:465, 3:83, 502; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:327; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 2:215. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- "Allahım, İslâmiyeti Ömer ibni'l-Hattâb veya Amr ibni'l-Hişâm (Ebû Cehil) ile aziz eyle." </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">5- Tirmizi, Menâkib: 17; Şifâ, 1:327 </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">6- "Allahım! Onu dinde fakîh kıl ve ona tefsir ilmini öğret." Buharî, Vudû': 10, İlim: 17, Fedâilü'l-Eshâb: 24; Müslim, Fedâilü's-Sahâbe: 138; İbni Hibban, Sahih, 9: 98; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:327; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:661; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:130; İbnü'l-Esîr, Câmiu'l-Usûl, 9:63; Müsned, 1:264, 314, 328, 330; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:534. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">7- Buhâri, 2:148; Şifâ, 1:327; Beyhâki, 6:192; Müsned, 1:264,314,328,335. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">8- "Allahım! Onun malını ve evlâdını çoğalt. Ve ona ihsan ettiğin nimetlere bereket ver." </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">9- Buhâri, 2:53, 8:93, 100; Şifâ, 1:325; Müslim, 1:458, 4:1928; Müsned, 3:190, 6:430.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem başta İmam-ı Beyhakî, ehl-i hadis haber veriyorlar ki: Aşere-i Mübeşşereden Abdurrahman bin Avf'a, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kesret-i mal ve bereketle dua etmiş. O duanın bereketiyle o kadar servet kazanmış ki, bir defa yedi yüz deveyi yükleriyle beraber fî sebîlillâh tasadduk etmiş. -1- </p><p id="c_paragraf">İşte, dua-yı Nebeviyenin bereketine bakınız, "Bârekâllah" deyiniz. </p><p id="c_paragraf">Hem İmam-ı Buharî başta, râviler naklediyorlar ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Urve bin Ebî Ca'de'ye, ticarette kâr ve kazanç için bereketle dua etmiş. Urve diyor ki: "Ben bazı Kûfe çarşısında duruyordum. Bir günde kırk bin kazanıyordum, sonra evime dönüyordum." İmam-ı Buharî der ki: "Toprağı da eline alsa onda bir kazanç bulurdu." -2- </p><p id="c_paragraf">Hem Abdullah ibni Cafer'e kesret-i mal ve bereket için dua etmiş. Hazret-i Abdullah ibni Cafer o derece servet kazanmış ki, o asırda şöhretgir olmuş. O bereket-i dua-yı Nebevî ile hasıl olan serveti kadar, sehâvetle de iştihar etmiş. -3- </p><p id="c_paragraf">Bu neviden çok misaller var. numune için bu dört misalle iktifa ediyoruz. </p><p id="c_paragraf">Hem başta İmam-ı Tirmizî haber veriyor ki: Sa'd ibni Ebî Vakkas için Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dua etmiş: </p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b377.gif" /> -4- demiş. Sa'd'ın duasının kabulü için dua etmiş. O asırda Sa'd'ın bedduasından herkes korkuyordu. Duasının kabulü de şöhret buldu. -5-</p><br /><p id="c_paragraf">Hem meşhur Ebu Katâde'ye ferman etmiş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b378.gif" /> -6- </center><br /><p id="c_paragraf">diye, genç kalmasına dua etmiş. Ebu Katâde yetmiş yaşında vefat ettiği vakit, on beş yaşında bir genç gibi olduğu, nakl-i sahihle -7- şöhret bulmuş. </p><p id="c_paragraf">Hem meşhur şair Nâbiğa'nın kıssa-i meşhuresidir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanında bir şiirini okumuş. Şu fıkra: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b379.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "Şerefimiz göğe çıktı; biz daha üstüne çıkmak istiyoruz." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, mülâtafe suretinde ferman etti: </p><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b380.gif" /></center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Buharî, Menâkıb: 28; İbni Mâce, Sadakat: 7; Müsned, 4:375; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:327; Es-Sâ'âtî, el-Fethü'r-Rabbânî, 22:326. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:327; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:661; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 5:286; İbni Hacer, el-Metâlibü'l-Âliye, no. 4077, 4078. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:327; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:661; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 5:286; İbni Hacer, el-Metâlibü'l-Âliye, no. 4077, 4078. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- "Allahım, onun duasını kabul eyle." Tirmizî, Menâkıb: 27, no. 3751; İbn-i Hibbân, Sahih, no. 12215; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:499; Ebû Naîm, Hilyetü'l-Evliyâ, 1:93, Ebû Naîm, Delâilü'n-Nübüvve, 3:206; el-Elbânî, Mişkâtü'l-Mesâbîh, 3:251, no. 6116; el-Mubârekforî, Tuhfetü'l-Ahvezî, 10:253-254, no. 3835; Ahmed ibni Hanbel, Fedâilü's-Sahâbe, 2:750, no. 1038; İbnü'l-Esîr, Câmi'u'l-Usûl, 10:16, no. 6535. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">5- Tirmizi, 5:649; Beyhaki, 6:189; Şifa, 1:327. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">6- "Allah yüzünü ak etsin. Allahım, onun tenini ve tüyünü mübarek kıl." </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">7- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:327; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:660; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:128.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Dedi: <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b381.gif" /> Yani, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, lâtife olarak dedi: "Gökten öbür tarafa nereyi istiyorsun ki, şiirinde orayı niyet ediyorsun?" Nâbiğa dedi: "Göklerin fevkinde Cennete gitmek istiyoruz." Sonra bir mânidar şiirini daha okudu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dua etti: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b382.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "Senin ağzın bozulmasın." İşte, o dua-yı Nebevînin bereketiyle, o Nâbiğa, yüz yirmi yaşında bir dişi noksan olmadı. Hattâ bazı bir dişi düştüğü vakit, yerine bir daha geliyordu. -1- </p><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahihle, İmam-ı Ali için dua etmiş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b383.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "Yâ Rab, soğuk ve sıcağın zahmetini ona gösterme." İşte şu dua bereketiyle, İmam-ı Ali kışta yaz libasını giyerdi, yazda kış libasını giyerdi. Derdi ki: "O duanın bereketiyle hiçbir soğuk ve sıcağın zahmetini çekmiyorum." -2- </p><p id="c_paragraf">Hem Hazret-i Fatıma için dua etmiş:</p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b384.gif" /> </center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "Açlık elemini ona verme." Hazret-i Fatıma der ki: "O duadan sonra açlık elemini görmedim." -3-</p><p id="c_paragraf">Hem Tufeyl ibni Amr, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan bir mucize istedi ki, götürüp kavmine göstersin. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b385.gif" /> -4- demiş. İki gözü ortasında bir nur zuhur etmiş, sonra değneği ucuna naklolmuş. Bununla "zinnur" diye iştihar bulmuş. -5- </p><p id="c_paragraf">İşte bu vakıalar ehâdis-i meşhuredendir ki, katiyet peydâ etmiştir. </p><p id="c_paragraf">Hem Ebu Hüreyre, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma şekvâ etmiş ki, "Nisyan bana ârız oluyor." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş, bir mendil şeklinde birşey açmış. Sonra, mübarek avucuyla gaibden birşey alır gibi, öyle avucunu oraya boşaltmış. İki üç defa öyle yaparak Ebu Hüreyre'ye demiş: "Şimdi mendili topla." Toplamış. Bu sırr-ı mânevî-i dua-yı Nebevî ile, Ebu Hüreyre kasem eder: "Ondan sonra hiçbir şey unutmadım." -6- </p><p id="c_paragraf">İşte bu vakıalar ehâdis-i meşhuredendirler. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:661; İbni Hacer, el-İsâbe fî Temyizi's-Sahâbe, no. 8639; el-Askalânî, el-Metâlibü'l-Âliye, no. 4060; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 6:168. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 9:122; Ahmed ibni Hanbel, Fedâilü's-Sahâbe, no. 950; İbni Mâce, Mukaddime: 11, no. 117; Müsned, 1:99, 133; Müsned (tahkik: Ahmed Şâkir), 2:120, no. 1114; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:133. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:328; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:134; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 9:203. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- "Allahım, onu nurlandır." </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">5- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:328; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:134; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:662. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">6- Buharî, İlim: 42; Menâkıb: 28; Büyû': 1; Hars: 21; Müslim, Fedâilü's-Sahâbe: 159, no. 2492; Tirmizî, Menâkıb: 46, 47; Müsned, 2:240, 274, 428; el-Mubârekforî, Tuhfetü'l-Ahvezî, 10:334, no. 3923; İbni'l-Esîr, Câmiü'l-Usûl , 9:95; İbni Kesîr, el-Bidâye Ve'n-Nihâye, 6:162; es-Sâ'âtî, el-Fethü'r-Rabbânî, 22:405, 409-410; Ebû Na'îm, Hılyetü'l-Evliyâ, 1:381; el-Askalânî, el-isâbe, no. 1190. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü Misal:</span> Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bedduasına mazhar olmuş birkaç vakıayı beyan ederiz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Perviz denilen Fars Padişahı, nâme-i Nebeviyeyi yırtmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma haber geldi. Şöyle beddua etti: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b386.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">"Yâ Rab! Nasıl mektubumu paraladı; Sen de onu ve onun mülkünü parça parça et." -1-</p><br /><p id="c_paragraf">İşte şu bedduanın tesiriyledir ki, o Kisrâ Perviz'in oğlu Şirviye, hançerle onu paraladı. Sa'd ibni Ebî Vakkas da saltanatını parça parça etti. Sâsâniye devletinin hiçbir yerde şevketi kalmadı. Fakat Kayser ve sair melikler, nâme-i Nebeviyeye hürmet ettikleri için, mahvolmadılar. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Tevatüre yakın meşhurdur ve âyât-ı Kur'âniye işaret ediyor ki: Bidâyet-i İslâmda, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Mescidü'l-Haramda namaz kılarken, rüesa-yı Kureyş toplandılar, ona karşı gayet bed bir muamele ettiler. O da, o vakit onlara beddua etti. İbni Mes'ud der ki: "Kasem ederim, o bed muameleyi yapan ve onun bedduasına mazhar olanları, gazve-i Bedir'de birer birer leşlerini gördüm." -2-</p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncüsü:</span> Mudariyye denilen Arabın büyük bir kabilesi, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı tekzip ettikleri için, onlara kaht ile beddua etti. Yağmur kesildi, kaht ve galâ baş gösterdi. Sonra Mudariyye kavminden olan kabile-i Kureyş, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma iltimas ettiler. Dua etti, yağmur geldi, kahtlık kalktı. -3-</p><br /><p id="c_paragraf">Bu vakıa tevatür derecesinde meşhurdur. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşinci Misal:</span> Hususî adamlara bedduasının dehşetli kabulüdür. Bunun çok misalleri var. Kati üç misali, numune olarak beyan ederiz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Utbe bin Ebî Leheb hakkında şöyle beddua etti: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b387.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "Yâ Rab! Ona bir itini musallat et." Sonra, Utbe sefere giderken, bir arslan gelip, kafile içinde onu arayıp bulmuş, parçalamış. -4- </p><p id="c_paragraf">Şu vakıa meşhurdur; eimme-i hadis nakil ve tashih etmişler. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Buharî, İlim: 7; Cihad: 101; Mağâzî: 82; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:328; es-Sâ'âtî, el-Fethü'r-Rabbânî, 22:159. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Buharî, Salât: 109; Menâkıbü'l-Ensâr: 45; Müslim, Cihad: 107, no. 1794; Müsned, 1:417. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Buharî, Tefsir: 30:.., 28:3, 44:3, 4; Daavât: 58, İstiska: 13; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:328; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:663; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 2:324. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:329; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:664.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Muhallim ibni Cessâme'dir ki, Âmir ibni Azbat'ı gadr ile katletmişti. Halbuki, Âmir'i, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, onu cihad ve harp için kumandan edip bir bölükle göndermişti. Muhallim de beraberdi. Bu gadrin haberi Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma yetiştiği vakit hiddet etmiş, </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b388.gif" /> -1- </center><br /><p>diye beddua buyurmuş. Yedi gün sonra o Muhallim öldü. Kabre koydular, kabir dışarıya attı. Kaç defa koydularsa yer kabul etmedi. Sonra mecbur oldular; iki taş ortasında muhkemce bir duvar yapılmış, o surette yeraltında setredilmiş. -2- </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncüsü:</span> Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm görüyordu, bir adam sol eliyle yemek yer. Ferman etmiş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b389.gif" /> </center><br /><p>"Sağ elinle ye" demiş. O adam demiş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b390.gif" /></center><br /><p>"Sağ elimle yapamıyorum." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm demiş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b391.gif" /> </center><br /><p>diye beddua etmiş: "Kaldıramayacaksın." İşte ondan sonra o adam sağ elini hiç kaldıramamış. -3- </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Altıncı Misal:</span> Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın hem duası, hem temasından zuhur eden pek çok harikalarından, katiyet kesb etmiş birkaç hadiseyi zikredeceğiz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Hazret-i Hâlid ibni Velid'e (Seyfullaha) birkaç saçını verip nusretine dua etmiş. Hazret-i Hâlid, o saçları külâhında hıfzetmiş. İşte o saç ve duanın bereketi hürmetine, hiçbir harbe girmemiş, illâ muzaffer çıkmış. -4-</p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Selmân-ı Farisî, evvelce Yahudilerin abdiymiş. Onun seyyidleri, onu âzâd etmek için çok şeyler istediler. "Üç yüz hurma fidanını dikip meyve verdikten sonra, kırk kıyye altın vermekle âzâd edilirsin" dediler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma geldi, beyan-ı hal etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, kendi eliyle, Medine civarında üç yüz fidanı dikti. Yalnız bir tanesini başkası dikti. O sene zarfında, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın diktiği bütün fidanlar meyve verdi. Yalnız birtek başkası dikmişti; o tek meyve vermedi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onu çıkardı, yeniden dikti. O da meyve verdi. </p><p id="c_paragraf">Hem tavuk yumurtası kadar bir altını, ağzının tükürüğünü ona sürdü, dua etti, Selmân'a verdi. Dedi: "Git, Yahudilere ver." Selmân-ı Farisî gidip o altından kırk kıyyeyi onlara verdi. O tavuk yumurtası kadar olan altın, eskisi gibi bâki kaldı. -5-</p><br /><p id="c_paragraf">İşte şu vakıa, Hazret-i Selmân-ı Pâkin sergüzeşte-i hayatının en mühim bir hadise-i mucizekârânesidir; muteber ve mevsuk imamlar haber vermişler. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- "Allahım, Muhallim'i affetme." </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- İbni Mâce, Fiten: 1, no. 3930; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:329; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:665; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:142; İbni Hişâm, Sîretü'n-Nebî, 4:247; İbni Kesîr, el-Bidâye Ve'n-Nihâye, 4:224-226. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Müslim, Eşribe: 107, no. 2021; İbni Hibban, Sahih, 8:152; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:328-329; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:666. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:331; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 9:349; el-Askalânî, el-Metâlibü'l-Âliye, 4:90, no. 4044; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:289. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">5- Müsned, 5:441-442; İbni Sa'd, Tabakâtü'l-Kübrâ, 4:53-57; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 9:332-336; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:332; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:16.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncüsü:</span> Ümmü Mâlik isminde bir Sahabiye, "ukke" denilen küçük bir yağ tulumundan, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma yağ hediye ederdi. Bir defa Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona dua edip ukkeyi vermiş, ferman etmiş ki: "Onu boşaltıp sıkmayınız." Ümmü Mâlik ukkeyi almış. Ne vakit evlâtları yağ isterlerse, bereket-i dua-yı Nebevî ile, ukkede yağ bulurlardı. Hayli zaman devam etti. Sonra sıktılar, bereket kesildi. -1- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Yedinci Misal:</span> Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın duasıyla ve temasıyla suların tatlılaşması ve güzel koku vermesinin çok hadiseleri var. İki üç taneyi numune olarak beyan ederiz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> İmam-ı Beyhakî başta, ehl-i hadis haber veriyorlar ki: Bi'r-i Kubâ denilen kuyunun suyu bazı kesiliyordu, yani bitiyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm abdest suyunu içine koyup dua ettikten sonra, kesretle devam etti, daha hiç kesilmedi. -2- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Başta Ebu Nuaym Delâil-i Nübüvvet'te, ehl-i hadis haber veriyorlar ki: Enes'in evindeki kuyuya, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm tükürüğünü içine atıp dua etmiş; Medine-i Münevverede en tatlı su o olmuş. -3- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncüsü:</span> İbni Mâce haber veriyor ki: Mâ-i zemzemden bir kova su, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma getirdiler. Bir parça ağzına aldı, kovaya boşalttı. Kova misk gibi rayiha verdi. -4-</p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncüsü:</span> İmam-ı Ahmed ibni Hanbel haber veriyor ki: Bir kuyudan bir kova su çıkardılar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, içine ağzının suyunu akıtıp kuyuya boşalttıktan sonra misk gibi rayiha vermeye başladı. -5- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşincisi:</span> Ricalullahtan ve İmam-ı Müslim ve ulema-i Mağribin mutemedi ve makbulü olan Hammad ibni Seleme haber veriyor ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, deriden bir tuluk su doldurup ağzına üflemiş, dua etmiş. Bağladı, bir kısım Sahabeye verdi. "Ağzını açmayınız; yalnız abdest aldığınız vakit açınız" demiş. Gitmişler, abdest almak vaktinde ağzını açmışlar. Görüyorlar ki, hâlis bir süt, ağzında da kaymak yağ. -6- </p><p id="c_paragraf">İşte bu beş cüz'ü, bazıları meşhur, bazı da mühim imamlar naklediyorlar. Bunlar ve burada nakledilmeyenlerle mecmuu, mânevî tevatür gibi bir mucize-i mutlakanın tahakkukunu gösteriyorlar. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Müslim, Fedâil: 8, no. 2280; Müsned, 3:340, 347; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:332. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Beyhakî, Delâlilü'n-Nübüvve: 6:136; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:331; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:149. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:331; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:668. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- İbni Mâce, Tahâret: 136, no. 659; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:332; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:669. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">6- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:334; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:160.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sekizinci Misal:</span> Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mesh ve duasıyla, sütsüz ve kısır keçilerin, mübarek elinin temasıyla ve duasıyla sütlü, hem çok sütlü olmaları misalleri ve cüz'iyatları çoktur. Biz, yalnız meşhur ve kati iki üç misali, numune olarak zikrediyoruz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Ehl-i siyerin bütün muteber kitapları haber veriyorlar ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekri's-Sıddık ile beraber hicret ederken, Âtiket bint-i Hâlidi'l-Huzâiyye denilen Ümmü Mâbed hanesine gelmişler. Gayet zayıf, sütsüz, kısır bir keçi orada vardı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ümmü Mâbed'e ferman etti: "Bunda süt yok mudur?" Ümmü Mâbed demiş ki: "Bunun vücudunda kan yoktur; nereden süt verecek?" Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gidip o keçinin beline elini sürmüş, memesini de meshetmiş, dua etmiş. Sonra demiş: "Kap getiriniz, sağınız." Sağdılar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekri's-Sıddık ile içtikten sonra, o hane halkı da doyuncaya kadar içmişler. O keçi kuvvetlenmiş, öyle de mübarek kalmış. -1- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Şât-ı İbni Mesud'un meşhur kıssasıdır ki: İbni Mes'ud, İslâm olmadan evvel, bazıların çobanıydı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekri's-Sıddık ile beraber, İbni Mes'ud'un keçileriyle bulunduğu yere gitmişler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, İbni Mes'ud'dan süt istemiş. O da demiş: "Keçiler benim değil, başkasının malıdırlar." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm demiş: "Kısır, sütsüz bir keçi bana getir." O da iki senedir teke görmemiş bir keçi getirdi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm eliyle onun memesine meshedip dua etmiş. Sonra sağmışlar, hâlis bir süt almışlar, içmişler. İbni Mesud bu mucizeyi gördükten sonra İmân etmiş. -2- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncüsü:</span> Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın murdiası, yani süt annesi olan Halime-i Sa'diye'nin keçilerinin kıssa-i meşhuresidir ki: O kabilede bir derece kahtlık vardı. Hayvânat zayıf ve sütsüz oluyordular. Ve tok oluncaya kadar yemiyorlardı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm oraya, süt annesinin yanına gönderildiği zaman, onun bereketiyle, Halime-i Sa'diye'nin keçileri, akşam vakti, başkalarının hilâfına olarak, hem tok ve memeleri dolu olarak geliyorlardı. </p><p id="c_paragraf">İşte bunun gibi, siyer kitaplarında daha başka cüz'iyatları var. Fakat bu numuneler asıl maksada kâfidir. -3- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dokuzuncu Misal:</span> Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bazı zatların başını ve yüzünü mübarek eliyle meshedip dua ettikten sonra zâhir olan harikaların çok cüz'iyatından, iştihar bulmuş birkaçını numune olarak beyan ediyoruz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Ömer ibni Sa'd'ın başına elini sürmüş, dua etmiş. Seksen yaşında o adam, o duanın bereketiyle, öldüğü vakit başında beyaz yoktu. -4- </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Tebrîzî, Mişkâtü'l-Mesâbîh (tahkik: Elbânî), no. 5943; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 6:58; 8:313; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:109; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 3:190-191; İbnü'l-Kayyım, Zâdü'l-Meâd, 3:55, 57; İbni Sa'd, Tabakâtü'l-Kübrâ, 1:230-231. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Müsned (tahkik Ahmed Şâkir), 5:210, no. 3598; İbni Hibban, Sahih, 8:149; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 6:102. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Es-Sâ'âtî, el-Fethü'r-Rabbânî, 20:192-193; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 8:220-221; Ebû Naîm, Delâilü'n-Nübüvve, 1:111-113; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 2:273; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:366; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:750; Hafâci, Şerhu'ş-Şifâ, 3:313. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:334; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:673.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Kays ibni Zeyd'in başına elini koyup, meshedip dua etmiş. O duanın bereketiyle, yüz yaşına girdiği vakit, meshin tesiriyle, bütün başı beyaz, yalnız Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın elini koyduğu yer sim siyah olarak kalmış. -1- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncüsü:</span> Abdurrahman ibni Zeyd ibni'l-Hattab, hem küçük, hem çirkindi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm eliyle başını meshedip dua etmiş. O duanın bereketiyle, kametçe en bâlâ kamet ve suretçe en güzel bir surete girmiş. -2- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncüsü:</span> Âiz ibni Amr'ın gazve-i Huneyn'de yüzü yaralanmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, eliyle yüzündeki kanı silmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın elinin temas ettiği yer, parlak bir nuraniyet vermiş ki, muhaddisler <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b392.gif" /> tabir etmişler. Yani, "doru atın alnındaki beyaz gibi," temas yeri öyle parlıyordu. -3- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşincisi:</span> Katâde bin Selmân'ın yüzüne elini sürmüş, dua etmiş. Katâde'nin yüzü ayna gibi parlamaya başlamış. -4- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Altıncısı:</span> Ümmül mü'minîn Ümmü Seleme'nin kızı ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın üvey kızı Zeyneb'e, küçükken, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onun yüzüne abdest suyu atıp taltif etmiş. O suyun temasından sonra, Zeyneb'in hüsün ve cemâli acip suret almış, bedîülcemal olmuş. -5- </p><p id="c_paragraf">İşte, şu cüz'iyatlar gibi daha çok misaller var. Onların çoğunu eimme-i hadis nakletmişler. Bu cüz'iyâtın herbirini haber-i vahid farz etsek dahi, yine mecmuu, mânevî bir tevatür hükmünde, mutlak bir mucize-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmı gösterir. Çünkü bir hadise ayrı ayrı ve çok suretlerle nakledilse, asıl hadisenin vukuu kati olur. Suretlerin herbiri zayıf dahi olsa, yine asıl hadiseyi ispat ediyor. </p><p id="c_paragraf">Meselâ, bir gürültü işitildi. Bazılar dediler ki, "Filân ev harap oldu." Diğeri, "Başka ev harap oldu" dedi. Daha başkası, başka bir evi söyledi, ve hâkezâ... Herbir rivayet, haber-i vahid de, zayıf da, hilâf-ı vaki de olabilir. Fakat asıl vakıa ki, bir ev harap olmuş, o katidir; onda bütün müttefiktirler. Halbuki, bahsettiğimiz şu altı cüz'iyat, hem sahihtirler, hem bazıları şöhret derecesine çıkmışlar. Faraza bunların herbirini zayıf addetsek, temsilde mutlak bir hane harap olması gibi, yine cüz'iyâtın mecmuunda, mutlak bir mucize-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmın vücudunu Katiyen gösterir. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:334; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:674. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:335; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:676-677. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:334; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 9:412; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:487. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:334; el-Askalânî, el-İsâbe, 3:225; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 5:319. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">5- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:334; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:163; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 9:259.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">İşte, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mu'cizât-ı bâhiresi, herbir nevide kati olarak mevcuttur. Cüz'iyâtı dahi, o küllî ve mutlak mucizenin suretleri veyahut numuneleridir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın, nasıl ki eli, parmakları, tükürüğü, nefesi, sözü, yani duası, çok mu'cizâtın mebdei oluyor. Aynen öyle de, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın sair letâifi ve duyguları ve cihâzâtı, çok harikalara medardır. Kütüb-ü siyer ve tarih, o harikaları beyan etmişler, sîret ve suret ve duygularında çok delâil-i nübüvvet bulunduğunu göstermişler. </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">On Beşinci İşaret </span></p><p id="c_paragraf">Nasıl ki taşlar, ağaçlar, kamer, güneş onu tanıyorlar, birer mucizesini göstermekle nübüvvetini tasdik ediyorlar. Öyle de, hayvânat taifesi, ölüler taifesi, cinler taifesi, melâikeler taifesi o zât-ı mübareki tanıyorlar ve nübüvvetini tasdik ediyorlar ki, onlar, onu tanıdıklarını, herbir taifesi bazı mu'cizâtını göstermekle gösteriyorlar ve nübüvvetinin tasdikini ilân ediyorlar. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Şu On Beşinci İşaretin Üç Şubesi var. </span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci Şubesi:</span> Hayvânat cinsi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı tanıyorlar ve mu'cizâtını da izhar ediyorlar. Şu Şubenin çok misalleri var. Biz yalnız burada, meşhur ve mânevî tevatür derecesinde kati olmuş veya muhakkıkîn-i eimmenin makbulü olmuş veya ümmet telâkki-i bilkabul etmiş olan bir kısım hadiseleri, numune olarak zikredeceğiz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci hadise:</span> Mânevî tevatür derecesinde bir şöhretle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekri's-Sıddık ile, küffârın takibinden kurtulmak için tahassun ettikleri gar-ı Hira'nın kapısında, iki nöbetçi gibi, iki güvercin gelip beklemeleri ve örümcek dahi, perdedar gibi, harika bir tarzda, kalın bir ağla mağara kapısını örtmesidir. Hattâ, rüesa-yı Kureyş'ten, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın eliyle gazve-i Bedir'de öldürülen Übeyy ibni Halef mağaraya bakmış. Arkadaşları demişler: "Mağaraya girelim." O demiş: "Nasıl girelim? Burada bir ağ görüyorum ki, Hazret-i Muhammed tevellüt etmeden bu ağ yapılmış gibidir. Bu iki güvercin işte orada duruyor. Adam olsa orada dururlar mı?" -1- İşte bunun gibi, mübarek güvercin taifesi, feth-i Mekke'de dahi Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın başı üzerinde gölge yaptıklarını, İmam-ı Celil ibni Veheb naklediyor. -2- </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:313; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:368; Müsned, 1:248; San'ânî, el-Musannef, 5:389; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 3:179-181; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 7:27; İbnü'l-Kayyım, Zâdü'l-Meâd (tahkik: Arnavud), 3:52; et-Tebrîzî, Mişkâtü'l-Mesâbîh, no. 5934; Merûzî, Müsnedü Ebû Bekir-i Sıddık, no. 73; Zeyle'î, Nasbü'r-Râye, 1:123; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 6:52-53. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:313; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:637.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem nakl-i sahihle Hazret-i Aişe-i Sıddıka haber veriyor ki: Güvercin gibi, dâcin denilen bir kuş hanemizde vardı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hazır olsaydı, hiç debelenmezdi, sükûtla dururdu. Ne vakit Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm çıksaydı, o kuş başlardı harekete; giderdi, gelirdi, hiç durmuyordu. -1- Demek o kuş, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı dinliyordu, huzurunda temkinle sükût ederdi. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci hadise:</span> Beş altı tarikle, mânevî bir tevatür hükmünü almış kurt hadisesidir ki, bu kıssa-i acibe çok tariklerle meşhur Sahabelerden nakledilmiş. Ezcümle, Ebu Saidi'l-Hudrî ve Selemeti'bnü'l-Ekvâ ve İbni Ebî Veheb ve Ebu Hüreyre ve bir vak'a sahibi çoban (Uhban) gibi müteaddit tariklerle haber veriyorlar ki: </p><p id="c_paragraf">Bir kurt, keçilerden birisini tutmuş; çoban, kurdun elinden kurtarmış. Zi'b demiş: "Allah'tan korkmadın, benim rızkımı elimden aldın." Çoban demiş: "Acaip, zi'b konuşur mu?" Zi'b ona demiş: "Acip senin halindedir ki, bu yerin arka tarafında bir zat var ki sizi Cennete davet ediyor, peygamberdir, onu tanımıyorsunuz." Bütün tarikler kurdun konuşmasında müttefik olmakla beraber, kuvvetli bir tarik olan Ebu Hüreyre, ihbarında diyor ki: Çoban kurda demiş: "Ben gideceğim. Fakat kim benim keçilerime bakacak?" Zi'b demiş: "Ben bakacağım." Çoban ise, çobanlığı kurda devredip gelmiş, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı görmüş, İmân etmiş, dönüp gitmiş. Zi'bi çoban bulmuş; zayiat yok. Bir keçi ona kesmiş; çünkü ona üstadlık etmiş. -2- </p><p id="c_paragraf">Bir tarikte, rüesa-yı Kureyş'ten Ebu Süfyan ile Safvan bir kurdu gördüler, bir ceylânı takip edip Harem-i Şerife girdi. Kurt dönmüş; sonra taaccüp etmişler. Kurt konuşmuş, risalet-i Ahmediyeyi haber vermiş. Ebu Süfyan, Safvan'a demiş ki: "Bu kıssayı kimseye söylemeyelim. Korkarım, Mekke boşalıp onlara iltihak edecekler." -3- </p><p id="c_paragraf">Elhasıl, kurt kıssası kati ve mânevî mütevatir gibi kanaat verir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü hadise:</span> Beş altı tarikle, mühim Sahabelerden nakledilen cemel hadisesidir ki: </p><p id="c_paragraf">Ezcümle, Ebu Hüreyre ve Sa'lebe bin Mâlik ve Câbir ibni Abdullah ve Abdullah ibni Cafer ve Abdullah ibni Ebî Evfa gibi müteaddit tarikler ve o tariklerin başındaki Sahabeler müttefikan haber veriyorlar ki: Deve gelmiş, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma tahiyye-i ikram nevinden secde edip konuşmuş. Ve birkaç tarikte haber veriliyor ki, o deve bir bağda kızmış, vahşi olmuş, yanına kimseyi sokmuyor, hücum ediyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm girdi; deve geldi, ikrâmen secde etti, yanında ıhtı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yular taktı. Deve, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma dedi: "Beni çok meşakkatli şeylerde çalıştırdılar; şimdi de beni kesmek istiyorlar. Onun için kızdım." </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:309; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:632; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:79; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 9:403. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Müsned, 3:83, 88; Müsned (tahkik: Ahmed Şâkir), 15:202-203, no. 8049 ve 11864, 11867; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:310; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:467; İbni Hibban, Sahih, 8:144; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 8:291-292; es-Sâ'âtî, el-Fethü'r-Rabbânî, 20:240; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 8:291; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 6:141. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:311; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:84.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Deve sahibine söyledi: "Böyle midir?" "Evet" dediler. -1- </p><p id="c_paragraf">Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Adbâ ismindeki devesi, vefat-ı Nebevîden sonra kederinden ne yedi, ne içti, tâ öldü. Hem o deve, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile mühim bir kıssayı konuştuğunu, Ebu İshak-ı İsferanî gibi bazı mühim imamlar haber vermişler. -2- </p><p id="c_paragraf">Hem nakl-i sahihle, Câbir ibni Abdullah'ın bir seferde devesi çok yorulmuştu, daha yürüyemiyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o deveye ufak bir dürtmekle dürttü. O deve, o iltifat-ı Ahmedîden o kadar bir çeviklik, bir sevinçlik peydâ etti ki, daha süratinden dizgini zaptedilmiyor, yolda yetişilmiyordu; -3- Hazret-i Câbir haber veriyor. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü hadise:</span> Başta İmam-ı Buharî, eimme-i hadis haber veriyorlar ki: Bir defa, gecede, Medine-i Münevverenin haricinde, düşman hücum ediyor gibi mühim bir hadise işâa edildi. Sonra cesur atlılar çıktılar, gittiler. Yolda yürüyorlar; bir zat geliyor. Baktılar, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Ferman etmiş: "Birşey yoktur." Meşhur Ebu Talha'nın atına binip, şecaat-i kudsiyesi muktezasınca herkesten evvel gitmiş, tahkik etmiş ve dönmüştü. Ebu Talha'ya ferman etmiş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b393.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "Senin atın, sarsmadan, gayet çabuktur." Halbuki, Ebu Talha'nın atı, katuf tabir edilen, yürüyüşsüz kısmındandı. O geceden sonra, hiçbir at ona karşı yürüyüşte mukabele edemiyordu. -4- </p><p id="c_paragraf">Hem nakl-i sahihle, bir defa Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm seferde, namaz kılacak vaktinde, atına dedi: "Dur." O da durdu, namaz bitinceye kadar hiçbir âzâsını kımıldatmadı. -5- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşinci hadise:</span> Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın hizmetkârı Sefine, Yemen Valisi Muaz ibni Cebel'in yanına gitmek için, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan emir alıp gitmiş. Yolda bir arslan rast gelmiş. O Sefine ona demiş: "Ben Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın hizmetkârıyım." Arslan ses verip ayrılmış, ilişmemiş. Diğer bir tarikte haber veriyorlar ki: Sefine döndüğü vakit yolu kaybetmiş. Bir arslana rast gelmiş; arslan ona ilişmemekle beraber, yolu da göstermiş. -6- </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Dârîmî, Mukaddime: 4; Müsned, 4:173; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 9:4; es-Sâ'âtî, el-Fethü'r-Rabbânî, 22: 50-51; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:87, İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 6:135. el-Elbânî, Silsiletü'l-Ehâdisi's-Sahîha, 485; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:99, 100, 618. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:637. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Müslim, Müsâkat: 109, no. 715; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:145. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Buharî, Cihad: 46, 82; Edeb: 39; Müslim, Fezâil, 48, no. 2307; İbni Mâce, Cihad: 9; Ebû Dâvud, Edeb: 87, no. 4988; Tirmizî, Fedâilü'l-Cihad: no. 1685, 1686, 1687. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">5- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:315; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:95. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">6- Tebrîzî, Mişkâtü'l-Mesâbîh, 3:199, no. 5949; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:606; el-Askâlânî, el-Metâlibü'l-Âliye, 4:125, no. 4127; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 9:366-367; Ebû Na'îm, Hilyetü'l-Evliyâ, 1:368-369; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 6:147.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem Hazret-i Ömer'den haber veriyorlar ki, demiş: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına bir bedevî geldi. Arapça "dabb" denilen bir susmar, yani keler elindeydi. Dedi: "Eğer bu hayvan sana şehadet etse ben sana İmân getiririm, yoksa İmân getirmem." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o hayvandan sordu. O susmar, fasih bir dille, risaletine şehadet etti. -1-</p><br /><p id="c_paragraf">Hem Ümmü'l-mü'minîn Ümmü Seleme haber veriyor ki: Bir ceylân Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmla konuşmuş ve risaletine şehadet etmiş. -2-</p><p id="c_paragraf">İşte bunun gibi çok misaller var. Hem de kati şöhret bulmuş birkaç numuneyi gösterdik. Ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı tanımayana ve itaat etmeyene deriz: </p><p id="c_paragraf">Ey insan, ibret alınız! Kurt, arslan, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı tanıyor, itaat ediyorlar. Sizlerin hayvandan, kurttan aşağı düşmemeye çalışmanız iktiza eder. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Şube:</span> Cenazelerin ve cinlerin ve melâikelerin Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı tanımalarıdır. Bunun da çok hadiseleri var. numune için, şöhret bulmuş ve mevsuk imamlar haber vermiş birkaç numuneyi, evvelâ cenazelerden göstereceğiz. Amma cin ve melâike ise, o mütevatirdir; onların misalleri bir değil, bindir. </p><p id="c_paragraf">İşte, ölülerin konuşması misallerinden: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi şudur ki:</span> Ulema-i zâhir ve bâtının Tâbiîn zamanında en büyük reisi ve İmam-ı Ali'nin mühim ve sadık bir şakirdi olan Hasan Basrî haber veriyor ki: Bir adam, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına gelerek ağlayıp sızladı. Dedi: "Benim küçük bir kızım vardı. Şu yakın derede öldü, oraya attım." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona acıdı. Ona dedi: "Gel, oraya gideceğiz." Gittiler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o ölmüş kızı çağırdı, "Yâ fülâne!" dedi. Birden, o ölmüş kız <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b394.gif" /> -3- dedi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: "Tekrar peder ve validenin yanına gelmeyi arzu eder misin?" O dedi: "Yok, ben onlardan daha hayırlısını buldum." -4- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> İmam-ı Beyhakî ve İmam-ı İbni Adiyy gibi bazı mühim imamlar, Hazret-i Enes ibni Mâlik'ten haber veriyorlar ki, Enes demiş: Bir ihtiyare kadının birtek oğlu vardı, birden vefat etti. O saliha kadın çok müteessir oldu. Dedi: "Yâ Rab! Senin rızan için, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın biatı ve hizmeti için hicret edip buraya geldim. Benim hayatımda istirahatimi temin edecek tek evlâtçığımı, o Resulün hürmetine bağışla." Enes der: O ölmüş adam kalktı, bizimle yemek yedi. -5- </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 8:293-294; el-Hindî, Kenzü'l-Ummâl, 12:358; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 6:149-160; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:632; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:79. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:314; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:91; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 8:295. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Buyurun! Emredin. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:320; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:106. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">5- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:320; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 6:292.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">İşte, şu hadise-i acibeye işaret ve ifade eden, İmam-ı Busirî'nin Kaside-i Bürdede şu fıkrasıdır: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b395.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "Eğer alâmetleri, onun kadrine muvafık derecesinde azametini ve makbuliyetini gösterseydiler, değil yeni ölmüşler, belki onun ismiyle çürümüş kemikler de ihyâ edilebilirdi." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü hadise:</span> Başta İmam-ı Beyhakî gibi râviler, Abdullah ibni Ubeydullahi'l-Ensârî'den haber veriyorlar ki, Abdullah demiş: Sâbit ibni Kays ibni Şemmas'ın Yemâme harbinde şehid düştüğü ve kabre koyduğumuz vakit ben hazırdım. Kabre konulurken, birden ondan bir ses geldi: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b396.gif" /> -1- </center><br /><p>dedi. -2- </p><br /><p id="c_paragraf">Sonra açtık, baktık; ölü, cansız! İşte, o vakit, daha Hazret-i Ömer hilâfete geçmeden, şehadetini haber veriyor. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü hadise:</span> İmam-ı Taberanî ve Ebu Nuaym, Delâil-i Nübüvvet'te, Numan ibni Beşir'den haber veriyorlar ki: Zeyd ibni Hârice, çarşı içinde birden düşüp vefat etti. Eve getirdik. Akşam ve yatsı arasında, etrafında kadınlar ağlarken, birden </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b397.gif" /> </center><br /><p>dedi. Sonra, fasih bir lisanla, </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b398.gif" /> -3- </center><br /><p>diyerek bir miktar konuştu. Sonra baktık ki, cansız, vefat etmiş. -4- </p><br /><p id="c_paragraf">İşte, cansız cenazeler onun risaletini tasdik etse, canlı olanlar tasdik etmese, elbette o câni canlılar, cansızlardan daha cansız ve ölülerden daha ölüdürler! </p><p id="c_paragraf">Amma, melâikelerin Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma hizmeti ve görünmesi ve cinnîlerin ona İmân ve itaati, mütevatirdir. Nass-ı Kur'ân ve çok âyatla musarrahtır. Gazve-i Bedir'de beş bin melâike, nass-ı Kur'ân ile, önde, Sahabeler gibi ona hizmet edip asker olmuşlar. Hattâ o melekler, melâikeler içinde, Ashab-ı Bedir gibi şeref kazanmışlar. -5- </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- "Muhammed Allah'ın Resulüdür. Ebû Bekir Sıddıktır. Ömer şehiddir. Osman ise, şefkatli ve iyilikseverdir." </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:320; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:649; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 6:157-158. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Muhammed Allah'ın Resulüdür. Selam sana ey Allah'ın Resulü! </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 8:291 (muhtelif tariklerle); el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 5:179-180 (iki ayrı tarikle). </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">5- Buharî, Mağâzî: 11.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Şu meselede iki cihet var: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birisi:</span> Cin ve melâikenin taifeleri, hayvan ve insanın taifeleri gibi, vücutları kati ve bizimle münasebettar olduğu, Yirmi Dokuzuncu Sözde, iki kere iki dört eder derecesinde bir katiyetle ispat etmişiz. Onların ispatını o Söze havale ederiz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci cihet:</span> Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın şerefiyle, eser-i mucizesi olarak, efrad-ı ümmeti onları görmek ve konuşmaktır. </p><p id="c_paragraf">İşte, başta Buharî ve İmam-ı Müslim, eimme-i hadis müttefikan haber veriyorlar ki: Bir defa melek, yani Hazret-i Cebrâil, beyaz libaslı bir insan suretinde gelmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Sahabeleri içinde otururken, yanına gitmiş, demiş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b399.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "İman, İslâm, ihsan nedir? Tarif et." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm tarif etmiş. Oradaki cemaat-i Sahabe hem ders almış, hem de o zâtı iyi görmüşler. O zat, misafir gibi görünürken, üstünde alâmet-i sefer eseri hiç yoktu. Kalktı, birden kayboldu. O vakit Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş ki: "Size ders vermek için Cebrâil böyle yaptı." -1-</p><br /><p id="c_paragraf">Hem haber-i sahih ile ve haber-i kati ile ve mânevî tevatür derecesinde, eimme-i hadis haber veriyorlar ki, Hazret-i Cebrâil'i çok defa, hüsn-ü cemal sahibi olan Dıhye suretinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanında Sahabeler görüyorlardı. -2-</p><br /><p id="c_paragraf">Ezcümle, Hazret-i Ömer ve İbni Abbas ve Üsame bin Zeyd ve Hâris ve Aişe-i Sıddıka ve Ümmü Seleme, Katiyen sabittir ki, bunlar Katiyen haber veriyorlar ki, "Biz Hazret-i Cebrâil'i Dıhye suretinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanında çok görüyoruz." Acaba hiç mümkün müdür ki, bu zatlar, görmeden, görüyoruz desinler? </p><p id="c_paragraf">Hem nakl-i sahih-i kati ile, Aşere-i Mübeşşereden İran fatihi Sa'd ibni Ebî Vakkas haber veriyor ki: "Gazve-i Uhudda, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın iki tarafında, iki beyaz libaslı, ona nöbettar gibi, muhafız suretinde gördük. İkisi de, anlaşıldı ki, meleklerdir. Ve Hazret-i Cebrâil ile Mikâil olduğunu anladık." -3- Acaba böyle bir kahraman-ı İslâm "Gördük" dese, görmemek mümkün müdür? </p><p id="c_paragraf">Hem Ebu Süfyan ibni Hâris ibni Abdülmuttalib (ammizâde-i Nebevî), nakl-i sahihle haber veriyor ki: "Gazve-i Bedir'de, gökle yer arasında, beyaz libaslı, atlı zatları gördük." -4-</p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Buharî, İmân: 37; Müslim, İmân: 1-7. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Buhârî, Fedâilü'l-Eshâb: 30; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 9:276-277; Ahmed İbni Hanbel, Fedâilü's-Sahâbe (tahkik: Vasiyyüllah), no. 1817, 1853, 1918; Müsned, 1:212; el-Askalânî, el-İsâbe, 1:598. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Buharî, Mağâzî: 18, Libas: 24; Müslim, Fedâil: 46, 47, no. 2306; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:361. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Müsned, 1:147, 353; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:362; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:281; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:735.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem Hazret-i Hamza, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan niyaz etti ki, "Ben Cebrâil'i görmek istiyorum." Kâbede ona gösterdi. Dayanamadı, bîhuş oldu, yere düştü. -1- </p><p id="c_paragraf">Bu çeşit melâikeleri görmek vukuatı çoktur. Bütün bu vukuat, bir nevi mucize-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmı gösteriyor ve delâlet ediyor ki, onun misbâh-ı nübüvvetine melekler dahi pervanelerdir. </p><p id="c_paragraf">Cinnîler ise, onlarla görüşmek ve görmek, değil Sahabeler, belki avâm-ı ümmet dahi çoklarıyla görüşmeleri çok vuku buluyor. Fakat en kati, en sahih haberle, eimme-i hadis bize diyorlar ki, İbni Mes'ud: "Batn-ı Nahl'de, ecinnîlerin ihtidâsı gecesinde ecinnîleri gördüm ve Sudan kabilesinden Zut denilen uzun boylu taifeye benzettim. Onlara benziyordular." -2- </p><p id="c_paragraf">Hem meşhurdur ve hadis imamları tahriç ve kabul ettikleri Hazret-i Hâlid ibni Velid vak'asıdır ki, Uzzâ denilen sanemi tahrip ettikleri vakit, siyah bir kadın şeklinde, o sanem içinden bir cinniye çıktı. Hazret-i Hâlid bir kılıçla o cinniyeyi iki parça etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o hadise için ferman etmiş ki: "Uzzâ sanemi içinde ona ibadet ediliyordu. Daha ona ibadet edilmez." -3-</p><br /><p id="c_paragraf">Hem Hazret-i Ömer'den meşhur bir haberdir ki, demiş: Biz Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanında iken, ihtiyar şeklinde, elinde bir asâ, "Hâme" isminde bir cinnî geldi, İmân etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, ona kısa sûrelerden birkaç sûreyi ders verdi. Dersini aldı, gitti. -4-</p><br /><p id="c_paragraf">Şu âhirki hadiseye, çendan bazı hadis imamları ilişmişler. Fakat mühim imamlar, sıhhatine hükmetmişler. Her neyse, bu nevide uzun söylemeye lüzum yok; misalleri çoktur. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Hem deriz ki:</span> Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın nuruyla, terbiyesiyle ve onun arkasında gitmesiyle, binler Şeyh-i Geylânî gibi aktablar, asfiyalar, melâikeler ve cinlerle görüşmüşler ve konuşuyorlar; ve bu hadise, yüz tevatür derecesinde ve çok kesrettedir. Evet, ümmet-i Muhammed'in (a.s.m.) melâike ve cinlerle temasları ve tekellümleri ise, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın terbiye ve irşad-ı i'câzkârânesinin bir eseridir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Şube:</span> Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın hıfzı ve ismeti, bir mucize-i bâhiredir.</p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b400.gif" /> -5- </center><br /><p>âyet-i kerimesinin hakikat-i bâhiresi, çok mu'cizâtı gösterir. </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:362; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:282; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:736. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Müsned (tahkik: Ahmed Şâkir), 6:165, no. 4353; Süyûtî, el-Hasâisü'l-Kübrâ, 1:343, 2:361. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:362; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:287; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:738; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 4:316; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 6:176. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:363; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:287; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 5/416-418. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">5- "Allah seni insanlardan korur." (Mâide Sûresi: 5:67.)</p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Evet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm çıktığı vakit, değil yalnız bir taifeye, bir kavme, bir kısım ehl-i siyasete veya bir dine, belki umum padişahlara ve umum ehl-i dine tek başıyla meydan okudu. Halbuki onun amcası en büyük düşman ve kavim ve kabilesi düşman iken, yirmi üç sene nöbettarsız, tekellüfsüz, muhafazasız ve pek çok defa suikaste maruz kaldığı halde, kemâl-i saadetle, rahat döşeğinde vefat edip Mele-i Âlâya çıkmasına kadar hıfz ve ismeti, </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b400.gif" /></center><br /><p>ne kadar kuvvetli bir hakikati ifade ettiğini ve ne kadar metin bir nokta-i istinad olduğunu, güneş gibi gösterir. Biz, yalnız numune için, katiyet kesb etmiş birkaç hadiseyi zikredeceğiz. </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci hadise:</span> Ehl-i siyer ve hadis müttefikan haber veriyorlar ki: Kureyş kabilesi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı öldürtmek için kati ittifak ettiler. Hattâ, insan suretine girmiş bir şeytanın tedbiriyle, Kureyş içine fitne düşmemek için, her kabileden lâakal bir adam içinde bulunup, iki yüze yakın, Ebu Cehil ve Ebu Leheb'in taht-ı hükmünde olarak, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın hane-i saadetini bastılar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanında Hazret-i Ali vardı. Ona dedi: "Sen bu gece benim yatağımda yat." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm beklemiş, tâ Kureyş gelmiş, bütün hanenin etrafını tutmuşlar. O vakit çıktı, bir parça toprak başlarına attı, hiçbirisi onu görmedi, içlerinden çıktı, gitti. Gar-ı Hira'da iki güvercin ve bir örümcek, bütün Kureyş'e karşı ona nöbettar olup muhafaza ettiler. -1-</p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci hadise:</span> Vakıât-ı katiyedendir ki, mağaradan çıkıp Medine tarafına gittikleri vakit, Kureyş rüesası, mühim bir mal mukabilinde, Sürâka isminde gayet cesur bir adamı gönderdiler; tâ takip edip onları öldürmeye çalışsın. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekr-i Sıddık ile beraber gardan çıkıp giderken gördüler ki, Sürâka geliyor. Ebu Bekr-i Sıddık telâş etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm mağarada dediği gibi, </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b402.gif" /> -2- </center><br /><p>dedi. Sürâka'ya bir baktı; Sürâka'nın atının ayakları yere saplandı, kaldı. Tekrar kurtuldu, yine takip etti. Tekrar atının ayaklarının saplandığı yerden duman gibi birşey çıkıyordu. O vakit anladı ki, ne onun elinden ve ne de kimsenin elinden gelmez ki ona ilişsin. "El-aman" dedi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm aman verdi. Fakat dedi: "Git, öyle yap ki başkası gelmesin." -3- </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:349; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:236. bkz. s. 424, iki ve üç numaralı dipnotlar. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Üzülme Allah bizimle beraberdir. (Tevbe Suresi. 40) </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Buharî, Menakıb: 25; Müslim, Zühd:75; İbni Hibban, Sahih, 65, 9:11.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Şu hadise münasebetiyle bunu da beyan ederiz ki: Sahih bir surette haber veriyorlar: Bir çoban, onları gördükten sonra Kureyş'e haber vermek için Mekke'ye gitmiş. Mekke'ye dahil olduğu vakit, niçin geldiğini unutmuş. Ne kadar çalışmışsa, hatırına getirememiş. Mecbur olmuş, dönmüş. Sonra anlamış ki, ona unutturulmuş. -1-</p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü hadise:</span> Gazve-i Gatfan ve Enmar'da, müteaddit tariklerle eimme-i hadis haber veriyorlar ki: Gavres isminde cesur bir kabile reisi, kimse görmeden, tam Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın başı üzerine gelerek, yalın kılıç elinde olduğu halde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma dedi: "Kim seni benden kurtaracak?" Demiş: "Allah." Sonra böyle dua etti: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b403.gif" /> -2- </center><br /><p id="c_paragraf">Birden o Gavres, iki omuzu ortasına gaibden bir darbe yer, o kılıç elinden düşer, yere yuvarlanır. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kılıcı eline alır, "Şimdi seni kim kurtaracak?" der, sonra affeder. O adam gider taifesine. O pek cüretkâr, cesur adama herkes hayrette kalır. "Ne oldu sana? Niçin birşey yapamadın?" dediler. O dedi: "Hadise böyle oldu. Ben şimdi insanların en iyisinin yanından geliyorum." -3- </p><p id="c_paragraf">Hem şu hadise gibi, gazve-i Bedir'de bir münafık, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı bir gaflet vaktinde, kimse görmeden, tam arkasından kılıç kaldırıp vururken, birden Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bakmış. O titreyip, kılıç elinden yere düşmüş. -4-</p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü hadise:</span> Mânevî tevatüre yakın bir şöhretle ve ekser ehl-i tefsirin </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b404.gif" /> -5- </center><br /><p>âyetinin sebeb-i nüzulü ve ehl-i tefsir allâmeleri ve ehl-i hadis imamları haber veriyorlar ki: </p><br /><p id="c_paragraf">Ebu Cehil yemin etmiş ki, "Ben secdede Muhammed'i görsem, bu taşla onu vuracağım." Büyük bir taş alıp gitmiş. Secdede gördüğü vakit kaldırıp vurmakta iken, elleri yukarıda kalmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm namazı bitirdikten sonra kalkmış; Ebu Cehil'in eli çözülmüş. O ise, ya Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın müsaadesiyle, veyahut ihtiyaç kalmadığından çözülmüş. -6-</p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:351; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:715. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- "Allahım! Dilediğin bir şeyle beni ondan kurtar." </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Buharî, Cihad: 84, 87, Mağâzî: 31, 32; Müslim, Salâtü'l-Müsâfirîn: 311, no. 843; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:347, 348; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 9:7-8; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:29-30. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:347; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:710. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">5- "Biz onların boyunlarına öyle halkalar geçirdik ki, çenelerine kadar dayanır da hakka boyun eğmezler. Bir de önlerine bir sed, arkalarına bir sed çekip gözlerini kapattık; artık hakkı görmezler." (Yâsin Sûresi: 36:8-9.) </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">6- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:351; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3: 241; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 8:227; Müslim, No. 2797); İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihaye, 3:42-43.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem yine Ebu Cehil kabilesinden, bir tarikte Velid ibni Muğire, yine Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı vurmak için büyük bir taşı alıp, secdede iken vurmaya gitmiş, gözü kapanmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı Mescid-i Haramda görmedi, geldi. Onu gönderenleri de görmüyordu; yalnız seslerini işitiyordu. Tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm namazdan çıktı; ihtiyaç kalmadığından onun gözü de açıldı. -1-</p><br /><p id="c_paragraf">Hem nakl-i sahihle Ebu Bekr-i Sıddık'tan haber veriyorlar ki: Sûre-i <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b405.gif" /> -2- nâzil olduktan sonra, Ebu Leheb'in karısı Ümmü Cemil denilen <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b406.gif" /> -3-, bir taş alıp Mescid-i Harâma gelmiş. Ebu Bekir ile Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm orada oturuyorlarmış. Gözü Ebu Bekr-i Sıddık'ı görüyor, soruyor: "Yâ Ebâ Bekir! Senin arkadaşın nerede? Ben işitmişim ki beni hicvetmiş. Ben görsem, bu taşı ağzına vuracağım." Yanında iken Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı görmemiş.-4- </p><br /><p id="c_paragraf">Elbette, hıfz-ı İlâhîde olan bir Sultan-ı Levlâk'ı, böyle bir Cehennem oduncusu, onun huzuruna girip göremez. Ağzına mı düşmüş? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşinci hadise:</span> Haber-i sahihle haber veriliyor ki: Âmir ibni Tufeyl ve Erbed ibni Kays, ikisi ittifak ederek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına gitmişler. Âmir demiş: "Ben onu meşgul edeceğim, sen onu vuracaksın." Sonra bakıyor ki, birşey yapmıyor. Gittikten sonra arkadaşına dedi: "Neden vurmadın?" Dedi: "Nasıl vuracağım? Ne kadar niyet ettim; bakıyorum ki, ikimizin ortasına sen geçiyorsun. Seni nasıl vuracağım?" -5- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Altıncı hadise:</span> Nakl-i sahihle haber veriliyor ki: Gazve-i Uhud'da veya Huneyn'de, Şeybe bin Osmanü'l-Hacebiyye-ki, Hazret-i Hamza onun hem amcasını, hem pederini öldürmüştü-intikamını almak için gizli geldi. Tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın arkasından yalın kılıç kaldırdı. Birden kılıç elinden düştü. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona baktı, elini göğsüne koydu. Şeybe der ki: "O dakikada dünyada ondan daha sevgili adam bana olmazdı." İmana geldi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: "Haydi, git, harp et." Şeybe dedi: "Ben gittim, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm önünde harp ettim. Eğer o vakit pederim de rast gelseydi vuracaktım." -6-</p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:351; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3: 242. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Elleri kurusun Ebi Leheb'in! (Tebbet Sûresi: 1) </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Odun hammalı (Tebbet Sûresi: 4) </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:349; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3: 233; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 1:353; İbni Hibban, Sahih, 8:152; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:361. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">5- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:353; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3: 249; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 5:318. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">6- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:353; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3: 248; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 6:183,184; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:718; el-Askalânî, el-İsâbe, 2:157.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem feth-i Mekke gününde, Fedâle namında birisi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına, vurmak niyetiyle geldi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona bakıp tebessüm etti. "Nefsinle ne konuştun?" dedi ve Fedâle için taleb-i mağfiret etti. Fedâle imana geldi ve dedi ki: "O vakit ondan daha ziyade dünyada sevgilim olmazdı." -1-</p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Yedinci hadise:</span> Nakl-i sahihle, Yahudiler, suikast niyetiyle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın oturduğu yere, üstünden büyük bir taş atmak ânında, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o dakikada hıfz-ı İlâhî ile kalkmış; o suikast de akîm kalmış. -2- </p><p id="c_paragraf">Bu yedi misal gibi çok hadiseler vardır. Başta İmam-ı Buharî ve İmam-ı Müslim ve eimme-i hadis, Hazret-i Aişe'den naklediyorlar ki: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b407.gif" /> -3- </center><br /><p>âyeti nâzil olduktan sonra, ara sıra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı muhafaza eden zatlara ferman etti: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b408.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "Nöbettarlığa lüzum yok. Benim Rabbim beni hıfz ediyor." -4- </p><p id="c_paragraf">İşte, şu Risale de, baştan buraya kadar gösteriyor ki, şu kâinatın her nevi, her âlemi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı tanır, alâkadardır. Herbir nev-i kâinatta onun mu'cizâtı görünüyor. Demek, o zât-ı Ahmediye (a.s.m.), Cenâb-ı Hakkın-fakat "kâinatın Hâlıkı" itibarıyla ve "bütün mahlûkatın Rabbi" ünvanıyla-memurudur ve resulüdür. Evet, nasıl ki bir padişahın büyük ve müfettiş bir memurunu herbir daire bilir ve tanır; hangi daireye girse onunla münasebettar olur. Çünkü umumun padişahı namına bir memuriyeti var. Eğer meselâ yalnız adliye müfettişi olsa, o vakit adliye dairesiyle münasebettar olur; başka daireler onu pek tanımaz. Ve askeriye müfettişi olsa, mülkiye dairesi onu bilmez. Öyle de, anlaşılıyor ki, bütün devâir-i saltanat-ı İlâhiyede, melekten tut, tâ sineğe ve örümceğe kadar herbir taife onu tanır ve bilir veya bildirilir. Demek, Hâtemü'l-Enbiyâ ve Resulü Rabbi'l-Âlemîndir. Ve umum enbiyanın fevkinde, risaletinin şümulü var. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:353; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3: 248; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:718. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:352; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3: 243; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:716; Ebû Naîm, Delâilü'n-Nübüvve, 2:489-490. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- "Allah seni insanlardan korur." (Mâide Sûresi: 5:67.)</p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Tirmizî, 5:351, no. 3406; Tirmizî (tahkik: Ahmed Şâkir), no. 3049; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:352; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:313.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">On Altıncı İşaret </span></p><p id="c_paragraf">İrhasat denilen, bi'set-i nübüvvetten evvel, fakat nübüvvetle alâkadar olarak vücuda gelen harikalar dahi delâil-i nübüvvettir. Şu da üç kısımdır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci Kısım:</span> Nass-ı Kur'ân'la, Tevrat, İncil, Zebur ve suhuf-u enbiyanın, nübüvvet-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâma dair verdikleri haberdir. </p><p id="c_paragraf">Evet, madem o kitaplar semâvîdirler ve madem o kitap sahipleri enbiyadırlar. Elbette ve herhalde, onların dinlerini nesheden ve kâinatın şeklini değiştiren ve yerin yarısını getirdiği bir nurla ışıklandıran bir zattan bahsetmeleri, zarurî ve katidir. Evet, küçük hadiseleri haber veren o kitaplar, nev-i beşerin en büyük hadisesi olan hadise-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâmı haber vermemek kabil midir? </p><p id="c_paragraf">İşte, madem bilbedâhe haber verecekler; herhalde ya tekzip edecekler, tâ ki dinlerini tahripten ve kitaplarını nesihten kurtarsınlar; veya tasdik edecekler, tâ ki o hakikatli zat ile dinleri hurafattan ve tahrifattan kurtulsun. Halbuki, dost ve düşmanın ittifakıyla, tekzip emâresi hiçbir kitapta yoktur. Öyleyse tasdik vardır. </p><p id="c_paragraf">Madem mutlak bir surette tasdik vardır. Ve madem şu tasdikin vücudunu iktiza eden kati bir illet ve esaslı bir sebep vardır. Biz dahi, o tasdikin vücuduna delâlet eden üç hüccet-i katıa ile ispat edeceğiz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci hüccet:</span> Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Kur'ân'ın lisanıyla onlara der ki: "Kitaplarınızda benim tasdikim ve evsâfım vardır. Benim beyan ettiğim şeylerde, kitaplarınız beni tasdik ediyor." </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b409.gif" /> -1- , </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b410.gif" /> -2- </center><br /><p>gibi âyetlerle onlara meydan okuyor. "Tevrât'ınızı getiriniz, okuyunuz. Ve geliniz, biz çoluk ve çocuğumuzu alıp, Cenâb-ı Hakkın dergâhına el açıp, yalancılar aleyhinde lânetle dua edeceğiz" diye mütemadiyen onların başına vurduğu halde, hiç Yahudi bir âlim veya Nasrânî bir kıssîs, onun bir yanlışını gösteremedi. Eğer gösterseydi, pek çok kesrette bulunan ve pek çok inatlı ve hasetli olan kâfirler ve münafık Yahudiler ve bütün âlem-i küfür, her tarafta ilân edeceklerdi. </p><br /><p id="c_paragraf">Hem demiş: "Ya yanlışımı bulunuz; veyahut sizinle mahvoluncaya kadar cihad edeceğim." Halbuki, bunlar harbi ve perişaniyeti ve hicreti ihtiyar ettiler. Demek yanlışını bulamadılar. Bir yanlış bulunsaydı onlar kurtulurlardı. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- "De ki: Eğer sözünüzde doğru iseniz, getirin Tevrat'ı da okuyun." (Âl-i İmrân Sûresi: 3:93.)</p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- "De ki: Gelin, çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağırıp toplanalım, sonra niyaz edelim ki, Allah'ın lâneti yalancılar üzerine olsun." (Âl-i İmrân Sûresi: 3:61.)</p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci hüccet:</span> Tevrat, İncil ve Zebur'un ibareleri, Kur'ân gibi i'câzları olmadığından, hem mütemadiyen tercüme tercüme üstüne olduğundan, pek çok yabanî kelimeler, içlerine karıştı. Hem müfessirlerin sözleri ve yanlış tevilleri, onların âyetleriyle iltibas edildi. Hem bazı nâdanların ve bazı ehl-i garazın tahrifatı da ilâve edildi. Şu surette, o kitaplarda tahrifat, tağyirat çoğaldı. Hattâ, Şeyh Rahmetullah-i Hindî (allâme-i meşhur), kütüb-ü sabıkanın binler yerde tahrifatını, keşişlerine ve Yahudi ve Nasârâ ulemasına ispat ederek iskât etmiş. İşte bu kadar tahrifatla beraber, şu zamanda dahi, meşhur Hüseyin Cisrî (rahmetullahi aleyh), o kitaplardan yüz on delil, nübüvvet-i Ahmediyeye dair çıkarmıştır. Risale-i Hamidiye'de yazmış, o risaleyi de Manastırlı merhum İsmail Hakkı tercüme etmiş. Kim arzu ederse ona müracaat eder, görür. </p><p id="c_paragraf">Hem pek çok Yahudi uleması ve Nasârâ uleması ikrar ve itiraf etmişler ki, "Kitaplarımızda Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın evsâfı yazılıdır." Evet, gayr-ı müslim olarak, başta meşhur Rum meliklerinden Herakl itiraf etmiş, demiş ki: "Evet, İsâ Aleyhisselâm, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdan haber veriyor." -1-</p><br /><p id="c_paragraf">Hem Rum meliki Mukavkis namında Mısır hâkimi ve ulema-i Yehudun en meşhurlarından İbni Sûriya ve İbni Ahtab ve onun kardeşi Kâb bin Esed ve Zübeyr bin Bâtıyâ gibi meşhur ulema ve reisler, gayr-ı müslim kaldıkları halde ikrar etmişler ki, "Evet, kitaplarımızda onun evsâfı vardır; ondan bahsediyorlar." -2- </p><p id="c_paragraf">Hem Yehudun meşhur ulemasından ve Nasârânın meşhur kıssislerinden, kütüb-ü sabıkada evsâf-ı Muhammediyeyi (a.s.m.) gördükten sonra inadı terk edip imana gelenler, evsâfını Tevrat ve İncil'de göstermişler, ve sair Yahudi ve Nasrânî ulemasını onunla ilzam etmişler. Ezcümle, meşhur Abdullah ibni Selâm ve Veheb ibni Münebbih ve Ebu Yâsir ve Şâmul-ki bu zat, melik-i Yemen Tübba' zamanında idi; -3- </p><p id="c_paragraf">Tübba' nasıl gıyaben ve bi'setten evvel İmân getirmiş, Şâmul de öyle-ve Sâye'nin iki oğlu olan Esid ve Sa'lebe ki, İbni Heyeban denilen bir ârif-i billâh, bi'setten evvel Benî Nadr kabilesine misafir olmuş, </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b411.gif" /> -4- </center><br /><p>demiş, orada vefat etmiş. Sonra o kabile Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile harp ettikleri zaman, Esid ve Sa'lebe meydana çıktılar, o kabileye bağırdılar: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b412.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "İbni Heyeban'ın haber verdiği zat budur; onunla harp etmeyiniz." -5- Fakat onlar, onları dinlemediler, belâlarını buldular. </p><p id="c_paragraf">Hem ulema-i Yehuddan İbni Bünyamin ve Muhayrık ve Kâ'bü'l-Ahbar gibi çok ulema-i Yehud, evsâf-ı Nebeviyeyi kitaplarında gördüklerinden, imana gelmişler, sair imana gelmeyenleri de ilzam etmişler. -6- </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- İbnü Seyyidi'n-Nâs, Uyûnu'l-Eser, 2:26; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:364; Ali el-Kari, Şerhü'ş-Şifa: 745. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Kadı İyâz, eş-Şifâ, 1:366; Ali el-Kâri, Şerhü'ş-Şifâ, 1:744-745; İbni Kesîr, el-Bidâye Ve'n-Nihâye, 4:80-81; Beyhâkî, Delâilü'n-Nübüvve, 3:361-362; Vâkidî, el-Meğâzî: 403-404; İbni Cevzî, Sıfatü's-Safve, 3:361-362; Ebû Nîm, Delâilü'n-Nübüvve, 1:79, 2:492. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Beyhâkî, Delâilü'n-Nübüvve, 1:367, 2:526, 6:20-249; el-Hindî, Kenzü'l-Ummâl, 11:401, 12:390-408; Kâdı İyâz, eş-Şifâ, 1:364; Ali el-Kâri, Şerhü'ş-Şifâ, 1:739-743; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 8:240. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- "Bir peygamberin zuhuru yakındır. Burası da onun hicret yeridir." Beyhâkî, Delâilü'n-Nübüvve: 1:367, 2: 526, 6:240-249; el-Hindî, Kenzü'l-Ummâl, 11:401, 12:390-408; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:364; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:739-743; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 8:240. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">5- Beyhâkî, Delâilü'n-Nübüvve: 2:80-81, 4:31; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:744-745; Yusuf Nebhânî, Hüccetüllah ale'l-Âlemîn, 137; Ebû Naîm, Delâilü'n-Nübüvve, 1:82; İbni Cevzî, Sıfatü's-Safve, 1:87. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">6- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:364; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:739; İbni Cevzî, Sıfatü's-Saffe, 1:87; Nebhânî, Hüccetüllah ale'l-Âlemîn, 87, 88, 135; Beyhâkî, Delâilü'n-Nübüvve: 3:161-163 Ebû Naîm, Delâilü'n-Nübüvve, 1:78-79.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem ulema-i Nasârâdan, meşhur, bahsi geçen Bahîra-yi Râhib ki -1-, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Şam tarafına amcasıyla gittiği vakit on iki yaşındaydı. Bahîra-yı Râhib, onun hatırı için Kureyşîleri davet etmiş. Baktı ki, kafileye gölge eden bir parça bulut, daha kafile yerinde gölge ediyor. "Demek aradığım adam orada kalmış." Sonra adam göndermiş, onu da getirtmiş. Ebu Talib'e demiş: "Sen dön, Mekke'ye git. Yahudiler hasûddurlar. Bunun evsâfı Tevrat'ta mezkûrdur; hıyanet ederler." </p><p id="c_paragraf">Hem Nastûru'l-Habeşe ve Habeş Reisi olan Necâşî, evsâf-ı Muhammediyeyi kitaplarında gördükleri için, beraber İmân etmişler. -2-</p><br /><p id="c_paragraf">Hem Dağatır isminde meşhur bir Nasrânî âlimi, evsâfı görmüş, İmân etmiş. Rumlar içinde ilân etmiş; şehid edilmiş. -3- </p><p id="c_paragraf">Hem Nasrânî rüesasından Hâris ibni Ebî Şümeri'l-Gasânî ve Şam'ın büyük dinî reisleri ve melikleri, yani Sahib-i İlba ve Herakl ve İbni Nâtûr ve Cârud gibi meşhur zatlar, kitaplarında evsâfını görmüşler ve İmân etmişler. Yalnız Herakl, dünya saltanatı için imanını izhar etmemiş. -4-</p><br /><p id="c_paragraf">Hem bunlar gibi, Selmânü'l-Farisî, o da evvel Nasrânî idi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın evsâfını gördükten sonra onu arıyordu. -5- </p><p id="c_paragraf">Hem Temim namında mühim bir âlim, hem meşhur Habeş Reisi Necâşî, hem Habeş Nasârâsı, hem Necran papazları, bütün müttefikan haber veriyorlar ki: "Biz evsâf-ı Nebeviyeyi kitaplarımızda gördük, onun için imana geldik." -6- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü hüccet:</span> İşte, bir numune olarak Tevrat, İncil, Zebur'un, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâma ait âyetlerinin birkaç numunesini göstereceğiz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Zebur'da şöyle bir âyet var: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b413.gif" /> -7- </center><br /><p>"Mukîmü's-Sünne" ise, ism-i Ahmedîdir. </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İncil'in âyeti: </span></p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b414.gif" /></center><br /><p>Yani, "Ben gidiyorum, tâ size Faraklit gelsin." Yani, Ahmed gelsin. -8-</p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:308; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:631; Tirmizî, Menâkıb: 3; el-Mubârekforî, Tuhfetü'l-Ahvezî, no: 3699; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:615; İbni Hişâm, Siretü'n-Nebî, s. 115; Beyhâkî, Delâilü'n-Nübüvve: 2:24; Nebhânî, Hüccetüllah ale'l-Âlemîn, 158. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:364; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:744. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Beyhâkî, Delâilü'n-Nübüvve: 1:367, 2:526, 6:240-249; el-Hindî, Kenzü'l-Ummâl, 11:401, 12:390-408; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:364; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:739-743; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 8:240. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Buharî, Bed'u'l-Vahy: 6; Şehâdât: 28; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:744; Nebhânî, Hüccetüllah ale'l-Âlemîn, 121, 150-151; Kastalânî, el-Mevâhibü'l-Ledünniye, 6:198; Taberânî, el-Mu'cemü'l-Kebîr, 3:2108; İbni Adiy, el-Kâmil fi'd-Duafâ, 3:1094; Ebû Naîm, Delâilü'n-Nübüvve, 1:101-102. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">5- el-Askalânî, Fethü'l-Bârî, 7:222; Beyhâkî, Delâilü'n-Nübüvve: 2:82; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 2:310-316; Müsned, 5:437; İbni Hişâm, Sîretü'n-Nebî, 1:233; Ebû Naîm, Delâilü'n-Nübüvve, no. 213; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:604; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:364; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:670; Nebhânî, Hüccetüllah ale'l-Âlemîn, 144; Ebû Naîm, Delâilü'n-Nübüvve, 1:258-264. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">6- Müsned, 1:461; Ebû Dâvud, Cenâiz: 58; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:364; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:744-746; Cisrî, Risâle-i Hamidiye (Türkçe tercümesi); 1:240 Nebhânî, Hüccetüllah ale'l-Âlemîn, 163. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">7- "Allahım! Fetretten sonra bize Sünneti ihyâ edecek olan zâtı gönder." Yusuf Nebhânî, Hüccetullah ale'l-Âlemîn, 104, 115. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">8- Halebî, es-Sîretü'l-Halebiye, 1:352; Cisrî, Risâle-i Hamidiye (Türkçe tercümesi), 1:250; Kastalânî, el-Mevâhibü'l-Ledünniye, 6:201.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">İncil'in ikinci bir âyeti:</p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b415.gif" /> </center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "Ben Rabbimden, hakkı bâtıldan fark eden bir Peygamberi istiyorum ki, ebede kadar beraberinizde bulunsun." -1- </p><p id="c_paragraf">Faraklit,</p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b416.gif" /> -2- </center><br /><p>mânâsında, Peygamberin o kitaplarda ismidir. </p><br /><p id="c_paragraf">Tevrât'ın âyeti:</p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b417.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "Hazret-i İsmail'in validesi olan Hâcer, evlât sahibesi olacak. Ve onun evlâdından öyle birisi çıkacak ki, o veledin eli, umumun fevkinde olacak ve umumun eli huşû ve itaatle ona açılacak." -3- </p><p id="c_paragraf">Tevrât'ın ikinci bir âyeti: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b418.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "Benî İsrail'in kardeşleri olan Benî İsmail'den, senin gibi birini göndereceğim. Ben sözümü onun ağzına koyacağım; Benim vahyimle konuşacak. Onu kabul etmeyene azap vereceğim." -4- </p><p id="c_paragraf">Tevrât'ın üçüncü bir âyeti: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b419.gif" /> -5- </center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:743; Yusuf Nebhânî, Hüccetüllah ale'l-Âlemîn, 99; Cisrî, Risâle-i Hamidiye (Türkçe tercümesi), 1:255; İncil, Yuhanna, Bâb 14, ayet 16. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Hak ile batılın arasını ayıran. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:743; Yusuf Nebhânî, Hüccetüllah ale'l-Âlemîn, 105-106; Tevrat, Tekvin, Bab 17. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:743; Yusuf Nebhânî, Hüccetüllah ale'l-Âlemîn, 86; Halebî, es-Sîretü'l-Halebiye, 1:347; Tevrat, Tesniye, Bab 18. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">5- "Mûsâ dedi ki: 'Ey Rabbim, ben Tevrat'ta, insanlara iyiliği emredip onları kötülükten sakındırmak için çıkarılmış, Allah'a İmân eden hayırlı bir ümmetin vasıflarını gördüm. Onu benim ümmetim yap.' Allah buyurdu ki: 'O, Muhammed ümmetidir.'" Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:746; Yusuf Nebhânî, Hüccetüllah ale'l-Âlemîn, 107-118; Tevrat, Eş'ıyâ, Ishah, 42.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İhtar:</span> "Muhammed" ismi, o kitaplarda Müşeffah ve el-Münhamennâ ve Himyâtâ gibi Süryânî isimler suretinde, "Muhammed" mânâsındaki İbrânî isimleriyle gelmiş. Yoksa sarih "Muhammed" ismi az vardı. Sarih miktarını dahi hasûd Yahudiler tahrif etmişler. </p><p id="c_paragraf">Zebur'un âyeti:</p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b420.gif" /> -1- </center><br /><p id="c_paragraf">Hem Abâdile-i Seb'adan ve kütüb-ü sabıkada çok tetkikat yapan Abdullah ibni Amr ibni'l-Âs ve meşhur ulema-i Yehuddan en evvel İslâma gelen Abdullah ibni Selâm ve meşhur Kâ'bü'l-Ahbar denilen Benî İsrail'in allâmelerinden, o zamanda daha çok tahrifata uğramayan Tevrat'ta aynen şu gelecek âyeti ilân ederek göstermişler. Âyetin bir parçası şudur ki: Mûsâ ile hitaptan sonra, gelecek Peygambere hitaben şöyle diyor: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b421.gif" /> -2- </center><br /><p id="c_paragraf">Tevrât'ın bir âyeti daha: </p><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b422.gif" /> -3- </center><br /><p id="c_paragraf">İşte şu âyette Muhammed lâfzı, "Muhammed" mânâsında Süryânî bir isimde gelmiştir. <sup id="c_supa">Haşiye</sup> </p><p id="c_paragraf">Tevrât'ın diğer bir âyeti daha: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b423.gif" /> -3- </center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- "Yâ Davud! Senden sonra, Ahmed, Muhammed, Sâdık ve Seyyid olarak anılacak bir peygamber gelecek. Onun ümmeti Allah'ın rahmetine mazhar olacak." Halebî, es-Sîretü'l-Halebiye, 1:353; Kandehlevî, Hayâtü's-Sahâbe, 1:18; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 2:326; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:739; Nebhânî, Hüccetüllah ale'l-Âlemîn, 122. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- "Ey Peygamber! Muhakkak ki Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir sakındırıcı ve ümmîler için bir dayanak olarak gönderdik. Sen Benim kulumsun ve sana Mütevekkil ismini verdim. Sen ne katı kalbli, ne huysuz ve ne de sokaklarda böbürlenerek yürüyen biri değilsin. Sen kötülüğe kötülükle de karşılık vermezsin. Sen affeden ve bağışlayan bir peygambersin. Eğriliğe girmiş olan halk onunla yolunu doğrultuncaya ve 'Lâilâhe İllallâh' deyinceye kadar Allah o peygamberin ruhunu almaz." Buharî, Büyû': 5; Burhâneddin Halebî, es-Sîretü'l-Halebiye, 1:346; Dârîmî, Mukaddime: 2; Kandehlevî, Hayâtü's-Sahâbe, 1:17; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 2:326; Nebhânî, Hüccetüllah ale'l-Âlemîn, 105, 135; el-Acurrî, eş-Şerî'a, 444, 452; Kastalânî, el-Mevâhibü'l-Ledünniye, 6:192. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- "Muhammed, Allah'ın Resulüdür. Mekke onun doğum yeri, Medine hicret yeri, Şam onun mülküdür. Ümmeti ise hamd edici kimselerdir."Dârîmî, Mukaddime: 2; Halebî, es-Sîretü'l-Halebiye, 1:346-351; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:739; Nebhânî, Hüccetüllah ale'l-Âlemîn, 116; Ebû Naîm, Delâilü'n-Nübüvve, 1:72. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Meâli: "Sen benim kulum ve Resûlümsün. Sana Mütevekkil ismini verdim." Buharî, Büyû': 5; Burhâneddin Halebî, es-Sîretü'l-Halebiye, 1:346; Dârîmî, Mukaddime: 2; Kandehlevî, Hayâtü's-Sahâbe, 1:17; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 2:326; Nebhânî, Hüccetüllah ale'l-Âlemîn, 105, 135; el-Acurrî, eş-Şerî'a, 444, 452; Kastalânî, el-Mevâhibü'l-Ledünniye, 6:192.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">İşte şu âyette, Benî İshak'ın kardeşleri olan Benî İsmail'den ve Hazret-i Mûsâ'dan sonra gelen Peygambere hitap ediyor. </p><p id="c_paragraf">Tevrât'ın diğer bir âyeti daha: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b424.gif" /> -1- </center><br /><p id="c_paragraf">İşte, "Muhtar"ın mânâsı "Mustafa"dır, hem ism-i Nebevîdir. </p><p id="c_paragraf">İncil'de, İsâ'dan sonra gelen ve İncil'in birkaç âyetinde "Âlem Reisi" ünvanıyla müjde verdiği Nebînin tarifine dair: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b425.gif" /> -2- </center><br /><p id="c_paragraf">İşte şu âyet gösteriyor ki, "Sahibü's-seyf ve cihada memur bir Peygamber gelecektir." "Kadîb-i hadîd" kılıç demektir. Hem ümmeti de onun gibi sahibü's-seyif, yani cihada memur olacağını, Sûre-i Feth'in âhirinde </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b426.gif" /> -3- </center><br /><p>âyeti, İncil'in şu âyeti gibi, başka âyetlerine işaret edip, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, sahibü's-seyf ve cihada memur olduğunu, İncil ile beraber ilân ediyor. </p><br /><p id="c_paragraf">Tevrât'ın Beşinci Kitabının Otuz Üçüncü Bâbında şu âyet var: "Hak Teâlâ, Tûr-i Sina'dan ikbal edip bize Sâir'den tulû etti ve Fâran Dağlarında zâhir oldu." </p><p id="c_paragraf">İşte şu âyet, nasıl ki "Tûr-i Sina'da ikbal-i Hak" fıkrasıyla nübüvvet-i Mûseviyeyi ve Şam Dağlarından ibaret olan "Sâir'den tulû-u Hak" fıkrasıyla nübüvvet-i İseviyeyi ihbar eder. Öyle de, bil'ittifak Hicaz Dağlarından ibaret olan "Fâran Dağlarından zuhur-u Hak" fıkrasıyla, bizzarure risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) haber veriyor. </p><p id="c_paragraf">Hem Sûre-i Feth'in âhirinde </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b427.gif" /> -4- </center><br /><p>hükmünü tasdiken, Tevrat'ta Fâran Dağlarından zuhur eden Peygamberin Sahabeleri hakkında şu âyet var: "Kudsîlerin bayrakları beraberindedir. Ve onun sağındadır." "Kudsîler" namıyla tavsif eder. Yani, "Onun Sahabeleri kudsî, salih evliyalardır." </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- "Muhtar kulum, ne katı kalbli ne de huysuz değildir." Dârîmî, Mukaddime: 2; Nebhânî, Hüccetüllah ale'l-Âlemîn, 105, 119; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:739. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- "Onun demirden bir asâsı, yani kılıcı olacak ve onunla savaşacak. Ümmeti de onun gibi olacak." Nebhânî, Hüccetüllah ale'l-Âlemîn, 99, 114. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- "Onların İncil'deki vasıfları da şöyledir: Filizini çıkarmış, sonra git gide kuvvet bulmuş, kalınlaşmış ve gövdesi üzerinde yükselmiş bir ekine benzerler ki, ekincilerin pek hoşuna gider. Allah'ın onları böylece çoğaltıp kuvvetlendirmesi, kâfirleri öfkeye boğmak içindir." (Fetih Sûresi: 48:29.)</p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- "Onların Tevrat'taki vasıfları budur." (Fetih Sûresi: 48:29.)</p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Eş'ıya Peygamberin Kitabında, Kırk İkinci Bâbında şu âyet vardır: "Hak Sübhânehu, âhirzamanda, kendinin ıstıfâ-gerde ve bergüzidesi kulunu ba's edecek ve ona, Ruhu'l-Emin Hazret-i Cibril'i yollayıp din-i İlâhîsini ona talim ettirecek. Ve o dahi, Ruhu'l-Eminin talimi veçhile nâsa talim eyleyecek ve beynennâs hak ile hükmedecektir. O bir nurdur, halkı zulümattan çıkaracaktır. Rabbin bana kablelvuku bildirdiği şeyi ben de size bildiriyorum." -1-</p><br /><p id="c_paragraf">İşte şu âyet, gayet sarih bir surette, Âhirzaman Peygamberi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın evsâfını beyan ediyor. </p><p id="c_paragraf">Mişâil namıyla müsemmâ Mihâil Peygamberin Kitabının Dördüncü Bâbında şu âyet var: "Âhirzamanda bir ümmet-i merhume kaim olup, orada Hakka ibadet etmek üzere mübarek dağı ihtiyar ederler. Ve her iklimden orada birçok halk toplanıp Rabb-i Vâhide ibadet ederler, Ona şirk etmezler." -2-</p><br /><p id="c_paragraf">İşte şu âyet, zâhir bir surette, dünyanın en mübarek dağı olan Cebel-i Arafat ve orada her iklimden gelen hacıların tekbir ve ibadetlerini ve ümmet-i merhume namıyla şöhret-şiâr olan ümmet-i Muhammediyeyi tarif ediyor. </p><p id="c_paragraf">Zebur'da, Yetmiş İkinci Bâbında şu âyet var: "Bahirden bahre mâlik ve nehirlerden, arzın makta' ve müntehâsına kadar mâlik ola... Ve kendisine Yemen ve Cezayir mülûkü hediyeler götüreler... Ve padişahlar ona secde ve inkıyad edeler... Ve her vakit ona salât ve hergün kendisine bereketle dua oluna... Ve envârı, Medine'den münevver ola... Ve zikri, ebedü'l-âbâd devam ede... Onun ismi, şemsin vücudundan evvel mevcuttur; onun adı güneş durdukça münteşir ola..." -3- </p><p id="c_paragraf">İşte şu âyet, pek âşikâr bir tarzda Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâmı tavsif eder. Acaba Hazret-i Davud Aleyhisselâmdan sonra, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmdan başka hangi nebî gelmiş ki, şarktan garba kadar dinini neşretmiş ve mülûkü cizyeye bağlamış ve padişahları kendine secde eder gibi bir inkıyad altına almış ve hergün nev-i beşerin humsunun salâvat ve dualarını kendine kazanmış ve envârı Medine'den parlamış kim var? Kim gösterilebilir? </p><p id="c_paragraf">Hem Türkçe Yuhanna İncilinin On Dördüncü Bab ve otuzuncu âyeti şudur: "Artık sizinle çok söyleşmem. Zira bu Âlemin Reisi geliyor. Ve bende onun nesnesi asla yoktur." İşte, "Âlemin Reisi" tabiri, "Fahr-i Âlem" demektir. "Fahr-i Âlem" ünvanı ise, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın en meşhur ünvanıdır. </p><p id="c_paragraf">Yine İncil-i Yuhanna, On Altıncı Bab ve yedinci âyeti şudur: "Amma ben size hakkı söylüyorum. Benim gittiğim, size faydalıdır. Zira ben gitmeyince Tesellici size gelmez." İşte, bakınız: Reis-i Âlem ve insanlara hakikî teselli veren, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmdan başka kimdir? Evet, Fahr-i Âlem odur ve fâni insanları idam-ı ebedîden kurtarıp teselli veren odur. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Kitab-ı Mukaddes, Eş'ıya, Bab 42, âyet 1-4, 9. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Kitab-ı Mukaddes, Mîhâ, Bab 4, âyet 1-2. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Nebhânî, Hüccetüllah ale'l-Âlemîn, 91-104; Cisrî, Risale-i Hamidiye (Türkçe tercümesi), 1:410; Kitab-ı Mukaddes, Mezâmîr (Mezmurlar), Bab 72, âyet 8, 10, 11, 15-17.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem İncil-i Yuhanna, On Altıncı Bab, sekizinci âyeti: "O dahi geldikte, dünyayı günaha dair, salâha dair ve hükme dair ilzam edecektir." İşte, dünyanın fesadını salâha çeviren ve günahlardan ve şirkten kurtaran ve siyaset ve hâkimiyet-i dünyayı tebdil eden, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmdan başka kim gelmiş? </p><p id="c_paragraf">Hem İncil-i Yuhanna, On Altıncı Bab, on birinci âyet: "Zira bu Âlemin Reisinin gelmesinin hükmü gelmiştir." İşte, "Âlemin Reisi" <sup id="c_supa">Haşiye</sup> elbette Seyyidü'l-Beşer olan Ahmed-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır. </p><p id="c_paragraf">Hem İncil-i Yuhanna, On İkinci Bab ve on üçüncü âyet: "Amma o Hak Ruhu geldiği zaman, sizi bilcümle hakikate irşad edecektir. Zira kendisinden söylemiyor. Bilcümle, işittiğini söyleyerek gelecek nesnelerden size haber verecek." </p><p id="c_paragraf">İşte bu âyet sarihtir. Acaba umum insanları birden hakikate davet eden ve her haberini vahiyden veren ve Cebrâil'den işittiğini söyleyen ve kıyamet ve âhiretten tafsilen haber veren, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmdan başka kimdir? Ve kim olabilir? </p><p id="c_paragraf">Hem kütüb-ü enbiyada, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Muhammed, Ahmed, Muhtar mânâsında Süryânî ve İbrânî isimleri var. İşte, Hazret-i Şuayb'ın suhufunda ismi, "Muhammed" mânâsında Müşeffah'tır. Hem Tevrat'ta, yine "Muhammed" mânâsında Münhamennâ, hem "Nebiyyü'l-Haram" mânâsında Himyâtâ, Zebur'da el-Muhtar ismiyle müsemmâdır. Yine Tevrat'ta el-Hâtemü'l-Hâtem, hem Tevrat'da ve Zebur'da Mukîmü's-Sünne, hem suhuf-u İbrahim ve Tevrat'ta Mazmaz'dır. Hem Tevrat'ta Ahyed'dir. </p><p id="c_paragraf">Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm demiş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b428.gif" /> * </center><br /><p>buyurmuştur. </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- HAŞİYE --><p id="c_paragraf"><span style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_c_kalin">Haşiye:</span> Evet, o zat öyle bir reis ve sultandır ki, bin üç yüz elli senede ve ekser asırlardan herbir asırda, lâakal üç yüz elli milyon tebaası ve raiyeti var; kemâl-i teslim ve inkıyadla evâmirine itaat ederler, hergün ona selâm etmekle tecdid-i biat ederler. </p><!-- HAŞİYE --><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">* "Benim ismim Kur'ân'da Muhammed, İncil'de Ahmed, Tevrat'ta Ühîd'dir." Nebhânî, Hüccetüllah ale'l-Âlemîn, 108, 112; Halebî, es-Sîretü'l-Halebiye, 1:353; el-Envârü'l-Muhammediyye mine'l-Mevâhibü'l-Ledünniyye, s. 143 (İbn-i Abbas'dan r.a rivayet olunmuştur).<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem İncil'de, esmâ-i Nebevîden Sahibü'l-Kadîbi ve'l-Hirâve, yani, "Seyf ve Asâ Sahibi." Evet, sâhibü's-seyf enbiyalar içinde en büyüğü, ümmetiyle cihada memur, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdır. </p><p id="c_paragraf">Yine İncil'de, Sahibü't-Tac'dır. Evet, "Sahibü't-Tac" ünvanı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma mahsustur. Tac, "amâme," yani sarık demektir. Eski zamanda, milletler içinde, milletçe umumiyet itibarıyla sarık ve agel saran kavm-i Araptır. İncilde Sahibü't-Tac, kati olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm demektir. </p><p id="c_paragraf">Hem İncil'de el-Baraklit veyahut el-Faraklit ki, İncil tefsirlerinde "hak ve bâtılı birbirinden tefrik eden hakperest" mânâsı verilmiş ki, sonra gelecek insanları hakka sevk edecek zâtın ismidir. </p><p id="c_paragraf">İncil'in bir yerinde, İsâ Aleyhisselâm demiş: "Ben gideceğim, tâ Dünyanın Reisi gelsin." Acaba Hazret-i İsâ Aleyhisselâmdan sonra dünyanın reisi olacak ve hak ve bâtılı fark ve temyiz edip Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın yerinde insanları irşad edecek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan başka kim gelmiştir? Demek Hazret-i İsâ Aleyhisselâm ümmetine daima müjde ediyor ve haber veriyor ki, "Birisi gelecek, bana ihtiyaç kalmayacak. Ben onun bir mukaddimesiyim ve müjdecisiyim." Nasıl ki şu âyet-i kerime: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b442.gif" /> -1-<br /><sup id="c_supa">Haşiye </sup></center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- HAŞİYE --><p id="c_paragraf"><span style="font-weight: bold; color: rgb(255, 0, 0);" id="c_c_kalin">Haşiye:</span> <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b429.gif" /> Seyyah-ı Meşhur Evliya Çelebi, Hazret-i Şem'un-u Safâ'nın türbesinde, ceylân derisinde yazılı İncil-i Şerifte bu gelen âyeti okumuştur. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında nâzil olan âyet: <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b430.gif" /> Bir oğlan, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b431.gif" /> yani, İbrahim neslinden ola, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b432.gif" /> peygamber ola, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b433.gif" /> yalancı olmaya, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b434.gif" /> onun <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b435.gif" /> mevlidi Mekke ola, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b436.gif" /> salihlikle gelmiş ola, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b437.gif" /> onun mübarek adı <span id="c_c_kalin">*</span> <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b438.gif" /> Ahmed Muhammed ola, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b439.gif" /> ona uyanlar <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b440.gif" /> bu cihan ıssı olalar, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b441.gif" /> dahi o cihan ıssı ola. </p><p id="c_paragraf"> * Bu Mevâmit kelimesi, Memed'den ve Memed dahi Muhammed'den tahrif edilmiş. </p><!-- HAŞİYE --><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- "Hani Meryem oğlu İsa 'Ey İsrailoğulları,' demişti. 'Ben, daha önce indirilen Tevrat'ı doğrulamak ve benden sonra gelecek Ahmed isminde bir peygamberi müjdelemek üzere size Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim.'" (Saf Sûresi: 61:6.)</p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Evet, İncil'de Hazret-i İsâ Aleyhisselâm, çok defalar ümmetine müjde veriyor. İnsanların en mühim bir reisi geleceğini; ve o zâtı da bazı isimlerle yad ediyor. O isimler elbette Süryânî ve İbrânîdirler. Ehl-i tahkik görmüşler. O isimler, "Ahmed, Muhammed, Fârikun beyne'l-Hakkı ve'l-Bâtıl" mânâsındadırlar. Demek İsâ Aleyhisselâm, çok defa Ahmed Aleyhissalâtü Vesselâmdan beşaret veriyor. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sual:</span> Eğer desen, "Neden Hazret-i İsâ Aleyhisselâm her nebîden ziyade müjde veriyor; başkalar yalnız haber veriyorlar, müjde sureti azdır?" </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Çünkü, Ahmed Aleyhissalâtü Vesselâm, İsa Aleyhisselâmı Yahudilerin müthiş tekzibinden ve müthiş iftiralarından ve dinini müthiş tahrifattan kurtarmakla beraber; İsâ Aleyhisselâmı tanımayan Benî İsrail'in suubetli şeriatine mukabil, suhuletli ve câmi ve ahkâmca şeriat-i İseviyenin noksanını ikmal edecek bir şeriat-i âliyeye sahiptir. İşte onun için, çok defa "Âlemin Reisi geliyor" diye müjde veriyor. </p><p id="c_paragraf">İşte Tevrat, İncil, Zebur'da ve sair suhuf-u enbiyada çok ehemmiyetle, âhirde gelecek bir peygamberden bahisler var, çok âyetler var-nasıl bir kısım numunelerini gösterdik. Hem çok namlarla o kitaplarda mezkûrdur. Acaba bütün bu kütüb-ü enbiyada, bu kadar ehemmiyetle, mükerrer âyetlerde bahsettikleri Âhirzaman Peygamberi, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdan başka kim olabilir? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Kısım:</span> İrhasattan ve delâil-i nübüvvetten maksat şudur ki: Bi'set-i Ahmediyeden evvel, zaman-ı fetrette kâhinler, hem o zamanın bir derece evliya ve ârif-i billâh olan bir kısım insanları, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın geleceğini haber vermişler ve ihbarlarını da neşretmişler, şiirleriyle gelecek asırlara bırakmışlar. Onlar çoktur. Biz, ehl-i siyer ve tarihin nakil ve kabul ettikleri meşhur ve münteşir olan bir kısmını zikredeceğiz. </p><p id="c_paragraf">Ezcümle, Yemen padişahlarından Tübba' isminde bir melik, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın evsâfını eski kitaplarda görmüş, İmân etmiş. Şöyle bir şiirini ilân etmiş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b443.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "Ben Ahmed'in (a.s.m.) risaletini tasdik ediyorum. Ben onun zamanına yetişseydim, ona vezir ve ammizade olurdum. (Yani, Ali gibi olurdum.)" -1- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Meşhur Kuss ibni Sâide ki, kavm-i Arabın en meşhur ve mühim hatibi ve muvahhid bir zât-ı rûşen-zamirdir. İşte şu zat da, bi'set-i Nebevîden evvel risalet-i Ahmediyeyi şu şiirle ilân ediyor: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b444.gif" /> -2- </center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 2:166; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:363; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:740; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:388; Nebhânî, Hüccetüllah ale'l-Âlemîn, 138. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- "Gönderilenlerin ve peygamberlerin en hayırlısı olarak Ahmed'i (a.s.m.) bize gönderdi. Kafileler onun için yollara düştükçe ve bu teşvik edildikçe Allah ona rahmet eylesin." (Süyûtî, el-Fethu'l-Kebîr, 2:133; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 2:230; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:363; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:740; Taberanî, el-Mu'cemu'l-Kebîr, 12: 1254; Beyhâkî, Delâilü'n-Nübüvve: 2:101; Ebû Naîm, Delâilü'n-Nübüvve, 1:105.)<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncüsü:</span> Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ecdadından olan Kâ'b ibni Lüeyy, nübüvvet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) ilham eseri olarak şöyle ilân etmiş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b445.gif" /> </center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "Füc'eten, Muhammedü'n-Nebî gelecek, doğru haberleri verecek." -1-</p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncüsü:</span> Yemen padişahlarından Seyf ibni Zîyezen, kütüb-ü sabıkada Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın evsâfını görmüş, İmân etmiş, müştak olmuştu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ceddi Abdülmuttalib Yemen'e kafile-i Kureyş ile gittiği zaman, Seyf ibni Zîyezen onları çağırmış, onlara demiş ki: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b446.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "Hicaz'da bir çocuk dünyaya gelir. Onun iki omuzu arasında hâtem gibi bir nişan var. İşte o çocuk umum insanlara imam olacak." Sonra, gizli Abdülmuttalib'i çağırmış. "O çocuğun ceddi de sensin" diye kerametkârâne, bi'setten evvel haber vermiş. -2- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşincisi:</span> Varaka bin Nevfel (Hatice-i Kübrânın ammizadelerinden), bidâyet-i vahiyde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm telâş etmiş. Hatice-i Kübrâ, o hadiseyi meşhur Varaka bin Nevfel'e hikâye etmiş. Varaka demiş: "Onu bana gönder." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Varaka'nın yanına gitmiş, mebde-i vahiydeki vaziyeti hikâye etmiş. Varaka demiş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b447.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "Telâş etme, o hâlet vahiydir. Sana müjde! İntizar edilen Nebî sensin. İsâ seninle müjde vermiş." -3-</p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Altıncısı:</span> Askelâni'l-Himyerî nam ârif-i billâh, bi'setten evvel Kureyşîleri gördüğü vakit, "İçinizde dâvâ-yı nübüvvet eden var mı?" "Yok" derlerdi. Sonra, bi'set vaktinde yine sormuş. "Evet," demişler. "Biri dâvâ-yı nübüvvet ediyor." Demiş: "İşte, âlem onu bekliyor." -4- </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 2:244; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:364; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:740; Ebû Naîm, Delâilü'n-Nübüvve, 1:89-90. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 2:328; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:343; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:740; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:388; Ebû Naîm, Delâilü'n-Nübüvve, 1:95-96; Halebî, es-Sîretü'l-Halebiye, 1:187. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Buharî, Bedü'l-Vahy: 3; Enbiyâ: 21; Ta'bîr: 1; Müsned (tahkik: Ahmed Şâkir), 4:304, no. 2846; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:363; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:743; Acurrî, eş-Şerîa, 443; Ebû Naîm, Delâilü'n-Nübüvve, 1:217. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:363; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:742; Nebhânî, Hüccetüllah ale'l-Âlemîn, 140.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Yedincisi:</span> Nasârâ ulema-yı benâmından İbnü'l-Alâ, bi'setten ve Peygamberi görmeden evvel haber vermiş. Sonra gelmiş, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı görmüş. Demiş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b448.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "Ben senin sıfatını İncil'de gördüm, İmân ettim. İbn-i Meryem, İncil'de senin geleceğini müjde etmiş." -1- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sekizincisi:</span> Bahsi geçen Habeş Padişahı Necâşî demiş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b449.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "Keşke şu saltanata bedel, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın hizmetkârı olsaydım! O hizmetkârlık, saltanatın pek fevkindedir." -2-</p><br /><p id="c_paragraf">Şimdi, ilham-ı Rabbânî ile gaibden haber veren bu âriflerden sonra, gaibden ruh ve cin vasıtasıyla haber veren kâhinler, pek sarih bir surette, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın geleceğini ve nübüvvetini haber vermişler. Onlar çoktur; biz, onlardan meşhurları ve mânevî tevatür hükmüne geçmiş ve ekser tarih ve siyerde nakledilmiş birkaçını zikredeceğiz. Onların uzun kıssalarını ve sözlerini siyer kitaplarına havale edip, yalnız icmâlen bahsedeceğiz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Şıkk isminde meşhur bir kâhindir ki, bir gözü, bir eli, bir ayağı varmış-âdetâ yarım insan. İşte o kâhin, mânevî tevatür derecesinde kati bir surette tarihlere geçmiş ki, risalet-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmı haber verip mükerreren söylemiştir. -3-</p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Meşhur Şam kâhini Satîh'tir ki, kemiksiz, âdetâ âzâsız bir vücut, yüzü göğsü içinde bir acûbe-i hilkat ve çok da yaşamış bir kâhindir. Gaibden verdiği doğru haberler, o zaman insanlarda şöhret bulmuş. Hattâ, Kisrâ, yani Fars Padişahı, gördüğü acip rüyayı ve velâdet-i Ahmediye (a.s.m.) zamanında sarayının on dört şerefesinin düşmesinin sırrını Satîh'ten sormak için, Mubezan denilen âlim bir elçisini göndermiş. Satîh demiş: "On dört zat, sizlerde hâkimiyet edecek, sonra saltanatınız mahvolacak. Hem birisi gelecek, bir din izhar edecek. İşte, o sizin din ve devletinizi kaldıracak" meâlinde Kisrâ'ya haber göndermiş. İşte o Satîh, sarih bir surette, Âhirzaman Peygamberinin gelmesini haber vermiş. -4-</p><br /><p id="c_paragraf">Hem kâhinlerden Sevad ibni Karibi'd-Devsî ve Hunâfir ve Ef'a Necran ve Cizl ibni Cizli'l-Kindî ve İbni Halasati'd-Devsî ve Fatıma binti Numan-ı Necâriye gibi meşhur kâhinler, siyer ve tarih kitaplarında tafsilen beyan ettikleri vecih üzere, Âhirzaman Peygamberinin geleceğini, o Peygamber de Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olduğunu haber vermişler. -5-</p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:364; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:747; Nebhânî, Hüccetüllah ale'l-Âlemîn, 168-172; Ebû Naîm, Delâilü'n-Nübüvve, 1:123, 125. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 2:355-369; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 2:126,129; Ebû Naîm, Delâilü'n-Nübüvve, 1:125; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:365; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:747; Süyûti, el-Hasâisü'l-Kübrâ, 1:128-130. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 2:335; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 2:248; Ebû Naîm, Delâilü'n-Nübüvve, 1:125; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:365; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:747; Süyûti, el-Hasâisü'l-Kübrâ, 1:128-130; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 8:248-249, 51. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:744; Nebhânî, Hüccetüllah ale'l-Âlemîn, 121, 208. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">5- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:365; Nebhânî, Hüccetüllah ale'l-Âlemîn, 115; Beyhâkî, Delâilü'n-Nübüvve: 2:285.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem Hazret-i Osman'ın akrabasından Sa'dî Binti Küreyz, kâhinlik vasıtasıyla, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın nübüvvetini gaibden haber almış. Bidâyet-i İslâmiyette, Hazret-i Osman-ı Zinnureyn'e demiş ki: "Sen git, İmân et." Osman bidâyette gelmiş, İmân etmiş. İşte, o Sa'dî o vakıayı böyle bir şiirle söylüyor: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b450.gif" /> -1- </center><br /><p id="c_paragraf">Hem kâhinler gibi, "hâtif" denilen, şahsı görünmeyen ve sesi işitilen cinnîler, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın geleceğini mükerreren haber vermişler. </p><p id="c_paragraf">Ezcümle, Zeyyab ibnü'l-Hâris'e, hâtif-i cinnî böyle bağırmış, onun ve başkasının sebeb-i İslâmı olmuş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b451.gif" /> -2- </center><br /><p id="c_paragraf">Yine bir hâtif-i cinnî, Sâmia bin Karreti'l-Gatafânî'ye böyle bağırmış, bazılarını imana getirmiştir: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b452.gif" /> -3- </center><br /><p id="c_paragraf">Bu hâtiflerin beşaretleri ve haber vermeleri pek meşhurdur ve çoktur. </p><p id="c_paragraf">Hem nasıl kâhinler, hâtifler haber vermişler. Öyle de, sanemler dahi ve sanemlere kesilen kurbanlar dahi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın risaletini haber vermişler. </p><p id="c_paragraf">Ezcümle, kıssa-i meşhuredendir ki, Mâzen kabilesinin sanemi bağırıp demiş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b453.gif" /> -4- </center><br /><p>diyerek, risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) haber vermiş. </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- "Allah, Osman'a, ona söylediğim bir sözle hidâyet nasip etti. Hakka eriştiren ancak Allah'tır." Süyûtî, el-Hasâisü'l-Kübrâ, 1:258. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- "Ey Zeyâb, ey Zeyâb! Acaibin en acibine kulak ver: Muhammed kitapla gönderildi; Mekke ahalisini çağırıyor, ama onu dinlemiyorlar." Halebî, es-Sîretü'l-Halebiye, 1:335-337; Süyûtî, el-Hasâisü'l-Kübrâ, 1:358; Nebhânî, Hüccetüllah ale'l-Âlemîn, 181. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- "Hak geldi, nur saçtı. Bâtıl ise, mahvoldu, kökü kazındı." Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:748; Süyûtî, el-Hasâisü'l-Kübrâ, 1:252. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- "Şu Peygamber, indirilmiş hak bir kitap getirdi." Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 2:255; Halebî, es-Sîretü'l-Halebiye, 1:325; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 2:337; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 8:242; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:747; Süyûtî, el-Hasâisü'l-Kübrâ, 1:252-271.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem Abbas ibni Merdâs'ın sebeb-i İslâmiyeti olan meşhur vakıa şudur ki: Dımar namında bir sanemi varmış; o sanem birgün böyle bir ses vermiş:</p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b454.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "Muhammed gelmeden evvel bana ibadet ediliyordu. Şimdi Muhammed'in beyanı gelmiş; daha o dalâlet olamaz." -1- </p><p id="c_paragraf">Hazret-i Ömer, İslâmiyetten evvel, saneme kesilen bir kurbandan böyle işitmiş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b455.gif" /> -2- </center><br /><p id="c_paragraf">İşte bu numuneler gibi çok vakıalar var; mevsuk kitaplar kabul edip nakletmişler. </p><p id="c_paragraf">Nasıl ki kâhinler, ârif-i billâhlar, hâtifler, hattâ sanemler ve kurbanlar risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) haber vermişler, herbir hadise dahi bir kısım insanların imanına sebep olmuş. Öyle de, bazı taşlar üstünde ve kabirlerde ve kabirlerin mezar taşlarında, hatt-ı kadimle Muhammedün Muslihun Emînün -3- gibi ibareler bulunmuş, onunla bir kısım insanlar imana gelmişler. -4-</p><p id="c_paragraf">Evet, hatt-ı kadimle bazı taşlarda bulunan Muhammedün Muslihun Emînün, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan ibarettir. Çünkü ondan evvel, zamanına pek yakın, yalnız yedi Muhammed ismi var, başka yoktur. O yedi adamın hiçbir cihetle "Muslih-i Emin" tabirine liyakatleri yoktur. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Kısım:</span> İrhasattan, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın velâdeti hengâmında vücuda gelen harikalardır ve hadiselerdir. O hadiseler, onun velâdetiyle alâkadar bir surette vücuda gelmiş. </p><p id="c_paragraf">Hem bi'setten evvel bazı hadiseler var ki, doğrudan doğruya birer mucizesidir. Bunlar çoktur. numune olarak, meşhur olmuş ve eimme-i hadis kabul etmiş ve sıhhatleri tahakkuk etmiş birkaç numuneyi zikredeceğiz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Velâdet-i Nebevî gecesinde, hem annesi, hem annesinin yanında bulunan Osman ibni Âs'ın annesi, hem Abdurrahman ibni Avf'ın annesinin gördükleri azîm bir nurdur ki, üçü de demişler: "Velâdeti ânında biz öyle bir nur gördük ki, o nur maşrık ve mağribi bize aydınlattırdı." -5- </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- eş-Şifâ (Tahkik: M. Emin Kara Ali ve ...), 1:598; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 8:246; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 2:341-342; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 1:118. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- "Ey kurban kesenler! Mühim bir iş var, bir adam fasih bir lisanla 'Lâ ilâhe illâllah' diyor." Buharî, Menâkıbü'l-Ensâr: 35; es-Sâ'âtî, el-Fethü'r-Rabbânî, 20:2030. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Muhammed ıslah edici ve emindir. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:467; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:749; Halebî, es-Sîretü'l-Halebiye, 1:354. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">5- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:466; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:750; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:311; Ahmedü'l-Bennâ es-Sâ'âtî, el-Fethü'r-Rabbânî, 20:2030.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> O gece Kâbedeki sanemlerin çoğu baş aşağı düşmüş. -1-</p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncüsü:</span> Meşhur Kisrânın eyvânı (yani saray-ı meşhuresi) o gece sallanıp inşikak etmesi ve on dört şerefesinin düşmesidir. -2- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncüsü:</span> Sava'nın takdis edilen küçük denizinin o gecede yere batması -3- ve İstahrâbâd'da bin senedir daima iş'âl edilen, yanan ve sönmeyen, Mecusîlerin mâbud ittihaz ettikleri ateşin, velâdet gecesinde sönmesi... </p><p id="c_paragraf">İşte şu üç dört hadise işarettir ki, o yeni dünyaya gelen zat, ateşperestliği kaldıracak, Fars saltanatının sarayını parçalayacak, izn-i İlâhî ile olmayan şeylerin takdisini men edecektir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşincisi:</span> Çendan velâdet gecesinde değil, fakat velâdete pek yakın olduğu cihetle, o hadiseler de irhasat-ı Ahmediyedir (a.s.m.) ki, Sûre-i <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b456.gif" /> -4- 'de nass-ı kati ile beyan edilen Vak'a-i Fildir ki, Kâbe'yi tahrip etmek için, Ebrehe namında Habeş meliki gelip, fil-i Mahmudî namında cesîm bir fili öne sürüp gelmiş. Mekke'ye yakın olduğu vakit fil yürümemiş. Çare bulamamış, dönmüşler. Ebâbil kuşları onları mağlûp ve perişan etmiş, kaçmışlar. Bu kıssa-i acibe, tarih kitaplarında tafsilen meşhurdur. İşte şu hadise, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın delâil-i nübüvvetindendir. Çünkü velâdete pek yakın bir zamanda, kıblesi ve mevlidi ve sevgili vatanı olan Kâbe-i Mükerreme, gaybî ve harika bir surette, Ebrehe'nin tahribinden kurtulmuştur. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Altıncısı:</span> Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küçüklüğünde Halime-i Sa'diye'nin yanında iken, Halime ve Halime'nin zevcinin şehadetleriyle, güneşten rahatsız olmamak için, çok defa üstünde bir bulut parçasının ona gölge ettiğini görmüşler ve halka söylemişler ve o vakıa sıhhatle şöhret bulmuş. -5- </p><p id="c_paragraf">Hem, Şam tarafına on iki yaşında iken gittiği vakit, Bahîra-yı Râhibin şehadetiyle, bir parça bulut Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın başına gölge ettiğini görmüş ve göstermiş. -6- </p><p id="c_paragraf">Hem yine bi'setten evvel, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bir defa Hatice-i Kübrânın Meysere ismindeki hizmetkârıyla ticaretten geldiği zaman, Hatice-i Kübrâ, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın başında iki meleğin bulut tarzında gölge ettiklerini görmüş, kendi hizmetkârı olan Meysere'ye demiş. Meysere dahi Hatice-i Kübrâya demiş: "Bütün seferimizde ben öyle görüyordum." -7- </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Süyûtî, el-Hasâisü'l-Kübrâ, 1:119-131, 2:272; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 1:19. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:750; Beyhâkî, Delâilü'n-Nübüvve: 1:126; Ebû Süyûtî, el-Hasâisü'l-Kübrâ, 1:128, 2:272. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:366; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:751; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 1:127; Ebû Süyûtî, el-Hasâisü'l-Kübrâ, 1:128. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Fil suresinin diğer adı.(Surenin ilk kelimeleri) </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">5- Şifâ, 1:368. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">6- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:308; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:631; Tirmizî, Menâkıb: 3 (Bed'i'n-Nübüvve); el-Mubâ-rekforî, Tuhfetü'l-Ahvezî, no: 3699; el-Hâkim, el-Müs-tedrek, 2:615; İbni Hişâm, Siretü'n-Nebî, s. 115. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">7- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:368; el-Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:318; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:753; Beyhakî, Delâi-lü'n-Nübüvve: 2:65.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Yedincisi:</span> Nakl-i sahihle sabittir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bi'setten evvel bir ağacın altında oturdu. O yer kuru idi, birden yeşillendi. Ağacın dalları, onun başı üzerine eğilip kıvrılarak gölge yapmıştır. -1- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sekizincisi:</span> Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ufak iken Ebu Talib'in evinde kalıyordu. Ebu Talip, çoluk ve çocuğu ile, onunla beraber yerlerse karınları doyardı. Ne vakit o zat yemekte bulunmazsa, tok olmuyorlardı. -2- Şu hadise hem meşhurdur, hem katidir. </p><p id="c_paragraf">Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın küçüklüğünde ona bakan ve hizmet eden Ümmü Eymen demiş: "Hiçbir vakit Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm açlık ve susuzluktan şikâyet etmedi-ne küçüklüğünde ve ne de büyüklüğünde." -3- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dokuzuncusu:</span> Murdiası olan Halime-i Sa'diye'nin malında ve keçilerinin sütünde, kabilesinin hilâfına olarak çok bereketi ve ziyade olmasıdır. Bu vakıa hem meşhurdur, hem katidir. -4-</p><br /><p id="c_paragraf">Hem sinek onu tâciz etmezdi, onun cesed-i mübarekine ve libasına konmazdı. -5- Nasıl ki, evlâdından Seyyid Abdülkadir-i Geylânî (k.s.) dahi, ceddinden o hali irsiyet almıştı; sinek ona da konmazdı. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Onuncusu:</span> Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dünyaya geldikten sonra, bahusus velâdet gecesinde, yıldızların düşmesinin çoğalmasıdır ki, şu hadise, On Beşinci Sözde Katiyen bürhanlarıyla ispat ettiğimiz üzere, şu yıldızların sukutu, şeyâtin ve cinlerin gaybî haberlerden kesilmesine alâmet ve işarettir. İşte, madem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm vahiyle dünyaya çıktı; elbette yarım yamalak ve yalanlarla karışık, kâhinlerin ve gaibden haber verenlerin ve cinlerin ihbârâtına sed çekmek lâzımdır ki, vahye bir şüphe iras etmesinler ve vahye benzemesin. Evet, bi'setten evvel kâhinlik çoktu. Kur'ân nâzil olduktan sonra onlara hâtime çekti. Hattâ çok kâhinler imana geldiler. Çünkü daha cinler taifesinden olan muhbirlerini bulamadılar. Demek Kur'ân hâtime çekmişti. İşte, eski zaman kâhinleri gibi, şimdi de medyumlar suretinde yine bir nevi kâhinlik, Avrupa'da, ispritizmacıların içlerinde baş göstermiş. Her ne ise... </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elhasıl:</span> Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın nübüvvetinden evvel nübüvvetini tasdik ettiren ve tasdik eden pek çok vakıalar, pek çok zatlar zâhir olmuşlar. Evet, dünyaya mânen reis olacak <sup id="c_supa">Haşiye</sup> ve dünyanın mânevî şeklini değiştirecek ve dünyayı âhirete mezraa yapacak ve dünyanın mahlûkatının kıymetlerini ilân edecek ve cin ve inse saadet-i ebediyeye yol gösterecek ve fâni cin ve insi idam-ı ebedîden kurtaracak ve dünyanın hikmet-i hilkatini ve tılsım-ı muğlâkını ve muammâsını açacak ve Hâlık-ı Kâinatın makasıdını bilecek ve bildirecek ve o Hâlıkı tanıyıp umuma tanıttıracak bir zat, elbette o daha gelmeden herşey, her nevi, her taife onun geleceğini sevecek ve bekleyecek ve hüsn-ü istikbal edecek ve alkışlayacak ve Hâlıkı tarafından bildirilirse o da bilecek. Nasıl ki, sabık işaretlerde ve misallerde gördük ki, herbir nev-i mahlûkat, onu hüsn-ü istikbal ediyor gibi mu'cizâtını gösteriyorlar, mucize lisanıyla nübüvvetini tasdik ediyorlar. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- HAŞİYE --><p id="c_paragraf"><span style="font-weight: bold; color: rgb(255, 0, 0);" id="c_c_kalin">Haşiye:</span> Evet, Sultan-ı Levlâke Levlâk, öyle bir reistir ki, bin üç yüz elli senedir saltanatı devam ediyor. Birinci asırdan sonra herbir asırda lâakal üç yüz elli milyon tebaası ve raiyeti vardır. Küre-i arzın yarısını bayrağı altına almış; ve tebaası kemâl-i teslimiyetle ona hergün salât ü selâmla tecdid-i biat ederek emirlerine itaat ederler. </p><!-- HAŞİYE --><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Kadı İyâz, eş-Şifâ, 1:368; el-Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:318; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:753. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:367; el-Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:315; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:751; Ebû Naîm, Delâilü'n-Nübüvve, 1:166. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:368; el-Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:315; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:752; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 6:125. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Es-Sâ'âtî, el-Fethü'r-Rabbânî, 20:192-193; el-Heyse-mî, Mecmeu'z-Zevâid, 8:220-221; Ebû Naîm, Delâilü'n-Nübüvve, 1:111-113; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 2:273; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:366; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şi-fâ, 1:750; Hafâci, Şerhu'ş-Şifâ, 3:313. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">5- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:368; el-Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:319; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:753; Şa'rânî, et-Tabakâtü'l-Kübrâ, 1:109.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">On Yedinci İşaret </span></p><p id="c_paragraf">Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Kur'ân'dan sonra en büyük mucizesi kendi zâtıdır. Yani, onda içtima etmiş ahlâk-ı âliyedir ki, herbir haslette en yüksek tabakada olduğuna, dost ve düşman ittifak ediyorlar. Hattâ şecaat kahramanı Hazret-i Ali, mükerreren diyordu: "Harbin dehşetlendiği vakit, biz Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın arkasına iltica edip tahassun ediyorduk." -1- Ve hâkezâ, bütün ahlâk-ı hamîdede en yüksek ve yetişilmeyecek bir dereceye mâlikti. Şu mucize-i ekberi Allâme-i Mağrib Kadı İyaz'ın Şifâ-i Şerif'ine havale ediyoruz. Elhak, o zat, o mucize-i ahlâk-ı hamîdeyi pek güzel beyan edip ispat etmiştir. </p><p id="c_paragraf">Hem pek büyük ve dost ve düşmanla musaddak bir mucize-i Ahmediye (a.s.m.), şeriat-i kübrâsıdır ki, ne misli gelmiş ve ne de gelecek. Şu mucize-i âzamın bir derece beyanını, bütün yazdığımız otuz üç Söz ve otuz üç Mektuba ve otuz bir Lem'aya ve on üç Şuaya havale ediyoruz. </p><p id="c_paragraf">Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mütevatir ve kati bir mucize-i kübrâsı, şakk-ı kamerdir. Evet, şu inşikak-ı kamer, çok tariklerle mütevatir bir surette, İbni Mes'ud, İbni Abbas, İbni Ömer, İmam-ı Ali, Enes, Huzeyfe gibi pek çok eâzım-ı Sahabeden müteaddit tariklerle haber verilmekle beraber, nass-ı Kur'ân'la, </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b457.gif" /> -2- </center><br /><p>âyeti, o mucize-i kübrâyı âleme ilân etmiştir. O zamanın inatçı Kureyş müşrikleri, şu âyetin verdiği habere karşı inkârla mukabele etmemişler, belki yalnız "Sihirdir" demişler. Demek, kâfirlerce dahi kamerin inşikakı katidir. Şu mucize-i kübrâyı, şakk-ı kamere dair yazdığımız, Otuz Birinci Söze zeyl olan Şakk-ı Kamer Risalesine havale ederiz. </p><br /><p id="c_paragraf">Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nasıl ki arz ahâlisine inşikak-ı kamer mucizesini göstermiş; öyle de, semâvat ahalisine Miraç mucize-i ekberini göstermiştir. İşte, Miraç denilen şu mucize-i âzamı, Otuz Birinci Söz olan Miraç Risalesine havale ederiz. Çünkü o risale, o mucize-i kübrâyı, ne kadar nuranî ve âli ve doğru olduğunu kati bürhanlarla, hattâ mülhidlere karşı da ispat etmiştir. Yalnız, mucize-i Miracın mukaddimesi olan Beytü'l-Makdis seyahati ve sabahleyin Kureyş kavmi ondan Beytü'l-Makdisin tarifatını istemesi üzerine hasıl olan bir mucizeyi bahsedeceğiz. Şöyle ki: </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Kenzü'l-ummal, 12:347, 419. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- "Kıyamet yaklaştı, ay yarıldı." Kamer Sûresi: 54:1. </p>İbrahimhttp://www.blogger.com/profile/14965094735125295317noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-431105105679572355.post-33884953260577706392008-09-03T15:41:00.001-07:002008-09-14T23:04:34.377-07:00OTUZ ÜÇÜNCÜ MEKTUP<center><div id="c_Border"><center><span id="c_RisaleAdi">OTUZ ÜÇÜNCÜ MEKTUP </span></center><br /><center><span id="c_c_kalin">Marifet-i İlâhiyeye pencereler açan otuz üç pencereli risale olup,<br />bir cihette Otuz Üçüncü Söz olduğundan, Sözler mecmuasında neşredilmiş, buraya derc edilmemiştir. </span></center></div></center>İbrahimhttp://www.blogger.com/profile/14965094735125295317noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-431105105679572355.post-30500408584347588932008-09-03T15:40:00.004-07:002008-09-14T23:04:34.379-07:00OTUZ İKİNCİ MEKTUP<center><div id="c_Border"><center><span id="c_RisaleAdi">OTUZ İKİNCİ MEKTUP </span></center><br /><center><span id="c_c_kalin">Kendi kendine manzum tarzını alan matbu Lemeat risalesidir.<br />Otuz İkinci Lem'a olup, Sözler mecmuasının âhirinde neşredilmiştir. </span></center></div></center>İbrahimhttp://www.blogger.com/profile/14965094735125295317noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-431105105679572355.post-85870490416025548672008-09-03T15:40:00.003-07:002008-09-14T23:04:34.380-07:00OTUZ BİRİNCİ MEKTUP<center><div id="c_Border"><center><span id="c_RisaleAdi">OTUZ BİRİNCİ MEKTUP </span></center><br /><center><span id="c_c_kalin">Otuz bir Lem'adır. </span></center></div></center>İbrahimhttp://www.blogger.com/profile/14965094735125295317noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-431105105679572355.post-61890892260250370762008-09-03T15:40:00.001-07:002008-09-14T23:04:34.382-07:00OTUZUNCU MEKTUP<center><div id="c_Border"><center><span id="c_RisaleAdi">OTUZUNCU MEKTUP </span></center><br /><center><span id="c_c_kalin">Matbu Arabî İşârâtü'l-i'câz tefsiridir. </span></center></div></center>İbrahimhttp://www.blogger.com/profile/14965094735125295317noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-431105105679572355.post-84997172964110130602008-09-03T14:51:00.000-07:002008-09-14T23:04:34.384-07:00YİRMİ DOKUZUNCU MEKTUP<center><span id="c_RisaleAdi">YİRMİ DOKUZUNCU MEKTUP</span></center><br /><center><span id="c_c_kalin">Yirmi Dokuzuncu Mektup Dokuz Kısımdır.<br />Bu kısım Birinci Kısımdır, Dokuz Nüktedir. </span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b424.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b524.gif" /> -1- </center><br /><p id="c_paragraf">Aziz, sıddık kardeşim ve hizmet-i Kur'âniyede pek ciddi bir arkadaşım, </p><p id="c_paragraf">Bu defaki mektubunda, vaktim ve hâlim müsaade etmediği mühim bir meseleye dair cevap istiyorsun. </p><p id="c_paragraf">Kardeşim, bu sene, elhamdü lillâh, risaleleri yazanlar pek çoğalmış. İkinci tashih bana geliyor. Sabahtan akşama kadar süratli bir tarzda meşgul oluyorum; çok mühim işlerim de geri kalıyor. Ve bu vazifeyi daha azîm görüyorum. Hususan Şaban ve Ramazan'da, akıldan ziyade kalb hissedardır, ruh hareket eder. Şu mesele-i azîmeyi başka vakte tâlik edip, ne vakit Cenâb-ı Hakkın rahmetinden kalbe sünuhat gelse, tedricen size yazılır. Şimdilik üç nükteyi <sup id="c_supa">Haşiye</sup> beyan edeceğim. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci Nükte:</span> "Kur'ân-ı Hakîmin esrarı bilinmiyor; müfessirler hakikatini anlamamışlar" diye beyan olunan fikrin iki yüzü var. Ve onu diyen, iki taifedir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Ehl-i hak ve ehl-i tetkiktir. Derler ki: "Kur'ân bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır, nusus ve muhkemâtını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabilinden, hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alır, başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez." </p><p id="c_paragraf">Evet, zaman geçtikçe Kur'ân-ı Hakîmin daha ziyade hakaiki inkişaf eder demektir. Yoksa-hâşâ ve kellâ-Selef-i Sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur'âniyeye şüphe getirmek değil. Çünkü onlara İmân lâzımdır. Onlar nasstır, katîdir, esastırlar, temeldirler. <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b789.gif" /> -2- fermanıyla, mânâsı vâzıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlâhî o mânâlar üzerine döner, takviye eder bedâhet derecesine getirir. O mensus mânâları kabul etmemekten-hâşâ sümme hâşâ-Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin fehmini tezyif etmek çıkar. </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- HAŞİYE --><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin"><span style="FONT-WEIGHT: bold; COLOR: rgb(255,0,0)">Haşiye</span>:</span> Bilâhere dokuz nükteye tamamlanmıştır. </p><!-- HAŞİYE --><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Nahl Suresinin 103. ayetinden mülhem bir ifade. Ayetin Meâli: "Bu Kur'an'ın lisânı apaçık Arapça'dır."<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Demek, maânî-i mensûsa, müteselsilen menba-ı Risaletten alınmıştır. Hattâ İbni Cerîr-i Taberî, bütün maânî-i Kur'ân'ı, muan'an senetle müteselsilen menba-ı Risalete îsal etmiş ve o tarzda, mühim ve büyük tefsirini yazmış. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci taife:</span> Ya akılsız bir dosttur, kaş yapayım derken göz çıkarıyor; veya şeytan akıllı bir düşmandır ki, ahkâm-ı İslâmiye ve hakaik-i imaniyeye karşı gelmek istiyor. Kur'ân-ı Hakîmin-senin tabirinle-birer polat kalesi hükmünde olan surlu sûreleri içinde yol bulmak istiyor. Böyleler (hâşâ) hakaik-i imaniye ve Kur'âniyeye şüphe îras etmek için bu nevi sözleri işâa ediyorlar. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Nükte:</span> Cenâb-ı Hak Kur'ân'da çok şeylere kasem etmiş. Kasemât-ı Kur'âniyede çok büyük nükteler var, çok sırlar var. </p><p id="c_paragraf">Meselâ, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b790.gif" /> -1- da kasem, On Birinci Sözdeki muhteşem temsilin esasına işaret eder; kâinatı bir saray ve bir şehir suretinde gösterir. </p><p id="c_paragraf">Hem <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b791.gif" /> -2- deki kasemle, i'câzât-ı Kur'âniyenin kudsiyetini ve ona kasem edilecek bir derece-i hürmette olduğunu ihtar eder. </p><br /><center><img style="WIDTH: 290px; HEIGHT: 46px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b792.gif" /> -3- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b793.gif" /> -4- </center><br /><p id="c_paragraf">deki kasem, yıldızların sukutuyla, vahye şüphe îras etmemek için cin ve şeytanların gaybî haberlerden kesilmelerine alâmet olduğuna işaret etmekle beraber, yıldızları dehşetli azametleriyle ve kemâl-i intizamla yerlerine yerleştirmek ve seyyaratları hayretengiz bir surette döndürmekteki azamet-i kudret ve kemâl-i hikmeti, o kasemle ihtar ediyor. </p><br /><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b794.gif" /> -5- <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b795.gif" /> -6- deki kasemde, havanın temevvücâtı ve tasrifâtı içinde mühim hikmetleri ihtar etmek için, rüzgârlara memur melâikelere kasemle nazar-ı dikkati celb ediyor ki, tesadüfî zannolunan unsurlar, çok nazik hikmetleri ve ehemmiyetli vazifeleri görüyorlar. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Yemin olsun güneşe ve aydınlığına." (Şems Sûresi: 91:1)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "Yâsin. Hikmet dolu Kur'ân'a yemin olsun." (Yâsin Sûresi: 36:1-2)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- "Yemin ederim yıldızların mevkilerine. Bu bir yemin ki, bilseniz, ne büyüktür." (Vâkıa Sûresi: 56:75-76)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">4- "Kayan yıldıza yemin olsun." (Necm Sûresi: 53:1)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">5- "Yemin olsun rüzgâra." (Zâriyât Sûresi: 51:1)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">6- "Yemin olsun gönderilen meleklere." (Mürselât Sûresi: 77:1)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Ve hâkezâ, herbir mevkiin, ayrı ayrı nüktesi ve faydası vardır. Vakit müsait olmadığı için, yalnız icmâlen <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b796.gif" /> -1- kasemindeki çok nüktelerinden bir nükteye işaret edeceğiz. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">Cenâb-ı Hak, tîn ve zeytinle kasem vasıtasıyla azamet-i kudretini ve kemâl-i rahmetini ve büyük nimetlerini ihtar ederek, esfel-i sâfilîn tarafına giden insanın yüzünü o taraftan çevirip, şükür ve fikir ve İmân ve amel-i salih ile, tâ âlâ-yı illiyyîne kadar terakkiyât-ı mâneviyeye mazhar olabilmesine işaret ediyor. Nimetler içinde tîn ve zeytinin tahsisinin sebebi, o iki meyvenin çok mübarek ve nâfi olması ve hilkatlerinde de medar-ı dikkat ve nimet çok şeyler bulunmasıdır. Çünkü, hayat-ı içtimaiye ve ticariye ve tenviriye ve gıda-yı insaniye için zeytin en büyük bir esas teşkil ettiği gibi; incirin hilkati, zerre gibi bir çekirdekte koca incir ağacının cihazatını saklayıp derc etmek gibi bir harika mucize-i kudreti gösterdiği gibi, taamında, menfaatinde ve ekser meyvelere muhâlif olarak devamında ve daha sair menâfiindeki nimet-i İlâhiyeyi kasemle hatıra getiriyor. Buna mukabil, insanı İmân ve amel-i salihe çıkarmak ve esfel-i sâfilîne düşürmemek için bir ders veriyor. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Nükte:</span> Sûrelerin başlarındaki huruf-u mukattaa İlâhî bir şifredir; has abdine, onlarla bazı işaret-i gaybiye veriyor. O şifrenin miftahı, o abd-i hastadır, hem onun veresesindedir. Kur'ân-ı Hakîm madem her zaman ve her taifeye hitap ediyor; her asrın her tabakasının hissesini câmi çok mütenevvi vücuhları, mânâları olabilir. Selef-i Sâlihîn ise, en hâlis parça onlarındır ki, beyan etmişler. Ehl-i velâyet ve tahkik, seyr ü sülûk-ü ruhaniyeye ait çok muamelât-ı gaybiye işârâtını onlarda bulmuşlar. İşârâtü'l-i'câz tefsirinde, el-Bakara Sûresinin başında, i'câz-ı belâgat noktasında bir nebze onlardan bahsetmişiz; müracaat edilsin. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü Nükte:</span> Kur'ân-ı Hakîmin hakikî tercümesi kabil olmadığını Yirmi Beşinci Söz ispat etmiştir. Hem mânevî i'câzındaki ulviyet-i üslûp ise tercümeye gelmez. Mânevî i'câzında olan ulviyet-i üslûp cihetinden gelen zevk ve hakikati beyan ve ifham etmek pek müşkül. Fakat yolu göstermek için bir iki cihete işaret edeceğiz. Şöyle ki:</p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><span style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Yemin olsun incire ve zeytine." (Tîn Sûresi: 95:1.)<br /><br /><br /></span><p id="c_paragraf">Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan,</p><br /><center><img style="WIDTH: 395px; HEIGHT: 48px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b447.gif" /> -1- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b798.gif" /> -2- </center><br /><center><img style="WIDTH: 343px; HEIGHT: 40px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b799.gif" /> -3- </center><br /><center><img style="WIDTH: 236px; HEIGHT: 35px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b800.gif" /> -4- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b801.gif" /> -5- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b802.gif" /> -6- </center><br /><p id="c_paragraf"><img style="WIDTH: 366px; HEIGHT: 39px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b803.gif" /> -7- </p><p>gibi âyetlerle, o derece harika bir ulviyet-i üslûp ve i'câzkârâne bir cemiyet içinde hâllâkıyetin hakikatini hayale tasvir ediyor, gösteriyor ki: </p><br /><p id="c_paragraf">"Sani-i Âlem olan şu kâinatın ustası, iş başında olarak şems ve kameri hangi çekiçle yerlerine çakıyorsa, aynı çekiçle, aynı anda zerreleri yerlerine, meselâ zîhayatların gözbebeklerinde yerleştiriyor. Semâvâtı hangi ölçüyle, hangi mânevî âletle tertip edip açıyorsa, aynı anda, aynı tertiple gözün perdelerini açar, yapar, tanzim eder, yerleştirir. Hem Sâni-i Zülcelâl, mânevî kudretin hangi mânevî çekiciyle yıldızları göklere çakıyorsa, aynı o mânevî çekiçle, beşerin simasındaki hadsiz alâmet-i farika noktalarını ve zâhirî ve bâtınî duygularını yerlerine nakşediyor" diye ifade eder. </p><p id="c_paragraf">Demek, o Sâni-i Zülcelâl, iş başında işlerini hem göze, hem kulağa göstermek için, âyât-ı Kur'âniye ile, bir çekici zerreye vuruyor; aynı âyetin diğer kelimesiyle, o çekici şemse vuruyor, merkezine çakar gibi ulvî üslûpla vahdâniyeti ayn-ı ehadiyet içinde ve nihayet celâli nihayet cemal içinde ve nihayet azameti nihayet hafâ içinde ve nihayet vüs'ati nihayet dikkat içinde ve nihayet haşmeti nihayet rahmet içinde ve nihayet bu'diyeti nihayet kurbiyet içinde gösterir. Muhâl telâkki edilen cem-i ezdâdın en uzak mertebesini, vâcip derecesindeki bir suretini ifade eder, ispat edip gösterir. İşte bu tarz ifadesi ve üslûbudur ki, en harika edipleri, belâgatine secde ettiriyor. </p><p id="c_paragraf">Hem meselâ,</p><br /><center><img style="WIDTH: 414px; HEIGHT: 80px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b804.gif" /> -8-</center><br /><p>âyetiyle, şöyle bir üslûb-u âli ile saltanat-ı rububiyetindeki haşmeti gösterir. Şöyle ki: </p><br /><p id="c_paragraf">"Gökler ve zemin, iki mutî kışla hükmünde ve iki muntazam ordu merkezi suretinde, tek bir emirle veya boru gibi bir işaretle, o iki kışlada fenâ ve adem perdesinde yatan mevcudat, o emre kemâl-i süratle ve itaatle 'Lebbeyk' deyip meydan-ı haşir ve imtihana çıkarlar." </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da Onun âyetlerindendir." (Rum Sûresi: 30:22) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "Gökler Onun kudret elinde dürülmüştür." (Zümer Sûresi: 39:67)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- "O sizi, annelerinizin karnında, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan diğerine çevirerek yaratıyor." (Zümer Sûresi: 39:6)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">4- "Gökleri ve yeri altı günde yarattı." (A'râf Sûresi: 7:54)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">5- "Zerre kadar Bir şey bile Ondan uzak kalamaz." (Sebe' Sûresi: 34:3)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">6- "Allah, kişi ile kalbi arasına girer." (Enfâl Sûresi: 8:24)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">7- "O geceyi gündüze, gündüzü de geceye geçirir. Gönüllerde saklı olanı hakkıyla bilen de Odur." (Hadîd Sûresi: 57:6)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">8- "Yine Onun âyetlerindendir ki, gök ve yer Onun emriyle ayakta durur. Sonra O sizi bir emirle çağırdığında derhÂl kabirlerinizden çıkarsınız." (Rum Sûresi: 30:25)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">İşte, haşir ve kıyameti ne kadar mucizâne bir üslûb-u âli ile ifade edip ve o dâvânın içinde bir delil-i iknâîye işaret ediyor ki: </p><p id="c_paragraf">Bilmüşahede, nasıl ki zeminin cevfinde saklanmış ve ölmüş hükmündeki tohumlar ve cevv-i semâda, ademde ve küre-i havaiyede dağılmış, saklanmış katreler, nasıl kemâl-i intizam ve süratle haşrolup her baharda meydan-ı tecrübe ve imtihana çıkıyorlar; zeminde hububat, semâda katarat her vakit bir mahşer-nümun suretini alırlar. Öyle de, haşr-i ekber dahi öyle kolay zuhur eder. Madem bunu görüyorsunuz; onu dahi inkâr edemezsiniz. Ve hâkezâ... Şu âyetlere, sair âyattaki derece-i belagat¨ kıyas edebilirsiniz. Acaba, şu tarzdaki âyâtın hakikî tercümesi mümkün müdür? Elbette değildir. Olsa olsa, ya kısa bir meâl-i icmâlî veya âyetin her cümlesi için beş altı satır tefsir yazmak lâzım gelir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşinci Nükte:</span> Meselâ, "Elhamdülillah" bir cümle-i Kur'âniyedir. Bunun en kısa mânâsı, ilm-i nahiv ve beyan kaidelerinin iktiza ettiği şudur: </p><br /><center><img style="WIDTH: 334px; HEIGHT: 81px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b805.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "Ne kadar hamd ve medih varsa, kimden gelse, kime karşı da olsa, ezelden ebede kadar hastır ve lâyıktır o Zât-ı Vâcibü'l-Vücuda ki, Allah denilir." </p><p id="c_paragraf">İşte, "Ne kadar hamd varsa" el-i istiğraktan çıkıyor. </p><p id="c_paragraf">"Her kimden gelse" kaydı ise, hamd masdar olup fâili terk edildiğinden, böyle makamda umumiyeti ifade eder. </p><p id="c_paragraf">Hem mef'ûlün terkinde, yine makam-ı hitâbîde külliyet ve umumiyeti ifade ettiği için, "her kime karşı olsa" kaydını ifade ediyor. </p><p id="c_paragraf">"Ezelden ebede kadar" kaydı ise, fiilî cümlesinden ismî cümlesine intikal kaidesi sebat ve devama delâlet ettiği için, o mânâyı ifade ediyor. </p><p id="c_paragraf">"Has ve müstehak" mânâsını, lillâh'taki lâm-ı cer ifade ediyor. Çünkü o lâm ihtisas ve istihkak içindir. </p><p id="c_paragraf">"Zât-ı Vâcibü'l-Vücud" kaydı ise, vücub-u vücud, ulûhiyetin lâzım-ı zarurîsi ve <b id="eh">Zât-ı Zülcelâl</b>e karşı bir ünvan-ı mülâhaza olduğundan, lâfzullah sair esmâ ve sıfâta câmiiyeti ve İsm-i Âzam olduğu itibarıyla, delâlet-i iltizamiye ile delâlet ettiği gibi, "Vâcibü'l-Vücud" ünvanına dahi o delâlet-i iltizamiye ile delâlet ediyor. </p><p id="c_paragraf">İşte, Elhamdü lillâh cümlesinin en kısa ve ulema-yı Arabiyece müttefekun aleyh bir mânâ-yı zâhirîsi şöyle olursa, başka bir lisana o i'câz ve kuvvetle nasıl tercüme edilebilir?<br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><br /><p id="c_paragraf">Hem elsine-i âlem içinde lisan-ı nahvî, Arabîden başka birtek lisan var; o da hiçbir vakit Arap lisanının câmiiyetine yetişemez. Acaba o câmi ve i'câzdârâne olan lisan-ı nahvî ile mucizekârâne bir surette ve her ciheti birden bilir, irade eder bir ilm-i muhit içinde zuhur eden kelimât-ı Kur'âniye, sair elsine-i terkibiye ve tasrifiye vasıtasıyla, zihni cüz'î, şuuru kısa, fikri müşevveş, kalbi karanlıklı bazı insanların kelimât-ı tercümiyesi nasıl o mukaddes kelimat yerini tutabilir? Hattâ diyebilirim ve belki ispat edebilirim ki, herbir harf-i Kur'ân, bir hakaik hazinesi hükmüne geçer; bazen birtek harf, bir sayfa kadar hakikatleri ders verir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Altıncı Nükte:</span> Bu mânâyı tenvir için, kendi başımdan geçmiş nurlu bir hâli ve hakikatli bir hayali söylüyorum. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">Bir vakit <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b505.gif" /> -1- deki nun-u mütekellim-i maalgayr düşündüm ve mütekellim-i vahde sıygasından <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b807.gif" /> -2- sıygasına intikalin sebebini kalbim aradı. Birden, namazdaki cemaatin fazileti ve sırrı, o nun'dan inkişaf etti. </p><p id="c_paragraf">Gördüm ki, namaz kıldığım o Bayezid Camiindeki cemaatle iştirakimi ve herbiri benim bir nevi şefaatçim hükmüne ve kıraatimde izhar ettiğim hükümlere ve dâvâlara birer şahit ve birer müeyyid gördüm. Nâkıs ubudiyetimi, o cemaatin büyük ve kesretli ibâdâtı içinde dergâh-ı İlâhiyeye takdime cesaret geldi. </p><p id="c_paragraf">Birden, bir perde daha inkişaf etti. Yani, İstanbul'un bütün mescidleri ittisal peydâ etti. O şehir, o Bayezid Camii hükmüne geçti. Birden, onların dualarına ve tasdiklerine mânen bir nevi mazhariyet hissettim. </p><p id="c_paragraf">Onda dahi, rû-yi zemin mescidinde, Kâbe-i Mükerreme etrafında dairevî saflar içinde kendimi gördüm. <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b993.gif" /> -3- dedim, benim bu kadar şefaatçilerim var, benim namazda söylediğim herbir sözü aynen söylüyorlar, tasdik ediyorlar. </p><p id="c_paragraf">Madem hayalen bu perde açıldı, Kâbe-i Mükerreme mihrap hükmüne geçti. Ben bu fırsattan istifade ederek, o safları işhad edip, tahiyyatta getirdiğim <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b809.gif" /> -4- olan imanın tercümanını mübarek Hacerü'l-Esvede tevdi edip emanet bırakıyorum derken, birden bir vaziyet daha açıldı. Gördüm ki, dahil olduğum cemaat üç daireye ayrıldı. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz." (Fâtiha Sûresi: 1:5) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Kulluk ederiz </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. (Fâtiha Sûresi: 1:5)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">4- Şehadet ederim ki, Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed Allah'ın Resulüdür.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci daire:</span> Rû-yi zeminde mü'minler ve muvahhidîndeki cemaat-i uzmâ. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci daire:</span> Baktım, umum mevcudat, bir salât-ı kübrâda, bir tesbihât-ı uzmâda, her taife kendine mahsus salâvat ve tesbihatla meşgul bir cemaat içindeyim. "Vezâif-i eşya" tabir edilen hidemât-ı meşhude, onların ubudiyetlerinin ünvanlarıdır. O hâlde <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b515.gif" /> -1- deyip hayretten başımı eğdim, nefsime baktım: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü bir daire içinde</span>, hayret-engiz, zâhiren ve keyfiyeten küçük, hakikaten ve vazifeten ve kemiyeten büyük, bir küçük âlemi gördüm ki, zerrât-ı vücudiyemden tâ havâss-ı zâhiriyeme kadar, taife taife vazife-i ubudiyetle ve şükrâniye ile meşgul bir cemaat gördüm. Bu dairede, kalbimdeki lâtife-i Rabbâniyem, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b505.gif" /> -2- o cemaat namına diyor. Nasıl, evvelki iki cemaatte de lisanım o iki cemaat-i uzmâyı niyet ederek demişti. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elhasıl</span>, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b807.gif" /> -3- nun'u şu üç cemaate işaret ediyor. İşte bu hâlette iken, birden Kur'ân-ı Hakîmin tercümanı ve mübelliği olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın, Medine-i Münevvere denilen mânevî minberinde, şahsiyet-i mâneviyesi haşmetiyle temessül ederek, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b813.gif" /> -4- hitabını, mânen herkes gibi ben de işitip, o üç cemaatte herkes benim gibi <span id="c_c_kalin">iyyâke na'büdü</span> ile mukabele ediyor tahayyül ettim. <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b815.gif" /> -5- kaidesince, şöyle bir hakikat fikre göründü ki: </p><p id="c_paragraf">Madem bütün âlemlerin Rabbi, insanları muhatap ittihaz edip umum mevcudatla konuşur; ve şu Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o hitab-ı izzeti, nev-i beşere, belki umum zîruha ve zîşuura tebliğ ediyor. İşte, bütün mazi ve müstakbel, zaman-ı hazır hükmüne geçti; bütün nev-i beşer bir mecliste, safları muhtelif bir cemaat şeklinde olarak, o hitap, o suretle onlara ediliyor. </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Allah en büyüktür, en yücedir. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz." (Fâtiha Sûresi: 1:5)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- Kulluk ederiz </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">4- "Ey insanlar, Rabbinize kulluk edin." Bakara Sûresi: 2:21. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">5- Bir şey sabit olduğunda, bütün levazımatıyla birlikte sabit olur.</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">O vakit, herbir âyât-ı Kur'âniye, gayet haşmetli ve vüs'atli bir makamdan, gayet kesretli ve muhtelif ve ehemmiyetli muhatabından, nihayetsiz azamet ve celâl sahibi Mütekellim-i Ezelîden ve makam-ı mahbubiyet-i uzmâ sahibi tercüman-ı Âlişanından aldığı bir kuvvet-i ulviyet, cezâlet ve belâgat içinde, parlak, hem pek parlak bir nur-u i'câzı içinde gördüm. O vakit, değil umum Kur'ân, ya bir sûre, yahut bir âyet, belki herbir kelimesi birer mucize hükmüne geçti <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b816.gif" /> -1- dedim; o ayn-ı hakikat olan hayalden, "na'büdü" nun'una girdiğim gibi çıktım ve anladım ki, Kur'ân'ın değil âyetleri, kelimeleri, belki <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b807.gif" /> -2- gibi bazı harfleri dahi mühim hakikatlerin nurlu anahtarlarıdır. </p><p id="c_paragraf">Kalb ve hayal, o nun-u <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b807.gif" /> 'den çıktıktan sonra, akıl karşılarına çıktı, dedi: "Ben de hisse isterim. Sizin gibi uçamam. Ayaklarım delildir, hüccettir. Ayn-ı <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b807.gif" /> ve <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b820.gif" /> -3- 'de, Mâbud ve Müsteân olan Hâlıka giden yolu göstermek lâzımdır ki, sizinle gelebileyim." </p><p id="c_paragraf">O vakit kalbe şöyle geldi ki: </p><p id="c_paragraf">O mütehayyir akla de: Bak, kâinattaki bütün mevcudata: Zîhayat olsun, câmid olsun, kemâl-i itaat ve intizamla vazife suretinde ubudiyetleri var. Bir kısmı, şuursuz, hissiz oldukları hâlde, gayet şuurkârâne, intizamperverâne ve ubudiyetkârâne vazife görüyorlar. Demek bir Mâbud-u Bilhak ve bir Âmir-i Mutlak vardır ki, bunları ibadete sevk edip istihdam ediyor. </p><p id="c_paragraf">Hem bak, bütün mevcudata, hususan zîhayat olanlara: Herbirinin gayet kesretli ve gayet mütenevvi ihtiyacatı var ve vücut ve bekasına lâzım pek kesretli, muhtelif matlupları var; en küçüğüne elleri ulaşmaz, kudretleri yetişmez. Halbuki o hadsiz matlapları, ummadığı yerden, vakt-i münasipte, muntazaman onların ellerine veriliyor ve bilmüşahede görünüyor. </p><p id="c_paragraf">İşte, şu mevcudatın bu hadsiz fakr ve ihtiyacatı ve bu fevkalâde iânât-ı gaybiye ve imdâdât-ı Rahmâniye bilbedâhe gösterir ki, bir Ganiyy-i Mutlak ve Kerîm-i Mutlak ve <b id="eh"><br />Kadîr-i Mutlak</b> olan bir hâmi ve râzıkları vardır ki, herşey ve her zîhayat Ondan istiâne eder, medet bekliyor, mânen <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b969.gif" /> -4- der. </p><p id="c_paragraf">O vakit akıl, "<span id="c_c_kalin">Âmennâ ve saddaknâ</span>" dedi. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Yedinci Nükte:</span> Sonra, o hâlde </p><br /><center><img style="WIDTH: 314px; HEIGHT: 40px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b822.gif" />-5- </center><br /><p>dediğim vakit, baktım ki: </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- İman ve Kur'an nurundan dolayı Allah'a hamd olsun.</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Kulluk ederiz </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- Yardım dileriz. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">4- Ancak senden yardım dileriz. (Fâtiha Sûresi: 5) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">5- "Bizi doğru yola ilet-kendilerine nimet ve ihsanda bulunduklarının yoluna." (Fâtiha Sûresi: 1:6-7)<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Mazi tarafına göçüp giden kafile-i beşer içinde gayet nuranî, parlak enbiya, sıddıkîn, şüheda, evliya, salihîn kafilelerini gördüm ki, istikbal zulümatını dağıtıp, ebede giden yolda bir cadde-i kübrâ-yı müstakîmde gidiyorlar. Bu kelime beni o kafileye iltihak etmek için yol gösteriyor, belki iltihak ettiriyor. Birden, "Fesübhânallah," dedim. "Zulümat-ı istikbali tenvir eden ve kemâl-i selâmetle giden bu nuranî kafile-i uzmâya iltihak etmemek, ne kadar hasâret ve helâket olduğunu, zerre miktar şuuru olan, bilmesi lâzım. Acaba bid'aları icad etmekle o kafile-i uzmâdan inhiraf eden, nereden nur bulabilir, hangi yoldan gidebilir?" </p><p id="c_paragraf">Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, rehberimiz ferman etmiş ki:</p><center><img style="WIDTH: 265px; HEIGHT: 43px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b823.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Acaba bu ferman-ı katîye karşı, ulemâü's-sû' tabirine lâyık bazı bedbahtlar hangi maslahatı buluyorlar, hangi fetvâyı veriyorlar ki, lüzumsuz, zararlı bir surette şeâir-i İslâmiyenin bedîhiyâtına karşı geliyorlar, tebdili kabil görüyorlar? Olsa olsa, muvakkat bir cilve-i mânâdan gelen bir intibah-ı muvakkat, o ulema-i sû'u aldatmıştır. </p><p id="c_paragraf">Meselâ, nasıl ki bir hayvanın veyahut bir meyvenin derisi soyulsa, muvakkat bir zarafet gösterir; fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabanî ve paslı ve kesif ve ârızî deri altında siyahlanır, taaffün eder. Öyle de, şeâir-i İslâmiyedeki tabirat-ı Nebeviye ve İlâhiye, hayattar ve sevabdar bir cilt, bir deri hükmündedir. Onların soyulmasıyla, maânîdeki bir nuraniyet, muvakkaten çıplak, bir derece görünür. Fakat, ciltten cüdâ olmuş bir meyve gibi, o mübarek mânâların ruhları uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider. Nur uçar, dumanı kalır. Her ne ise... </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sekizinci Nükte:</span> Buna dair bir düstur-u hakikati beyan etmek lâzım. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">Nasıl "hukuk-u şahsiye" ve bir nevi hukukullah sayılan "hukuk-u umumiye" namıyla iki nevi hukuk var. Öyle de, mesâil-i şer'iyede bir kısım mesâil, eşhâsa taallûk eder; bir kısım umuma, umumiyet itibarıyla taallûk eder ki, onlara "şeâir-i İslâmiye" tabir edilir. Bu şeâirin umuma taallûku cihetiyle, umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa, onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. O şeâirin en cüz'îsi (sünnet kabilinden bir meselesi) en büyük bir mesele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya umum Âlem-i İslâma taallûk ettiği gibi, Asr-ı Saadetten şimdiye kadar bütün eâzım-ı İslâmın bağlandığı o nuranî zincirleri koparmaya, tahrip ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler, düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hataya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa titresinler! </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dokuzuncu Nükte:</span> Mesâil-i şeriattan bir kısmına "taabbüdî" denilir, aklın muhakemesine bağlı değildir, emrolduğu için yapılır. İlleti, emirdir. </p><p id="c_paragraf">Bir kısmına "mâkulü'l-mânâ" tabir edilir. Yani, bir hikmet ve bir maslahatı var ki, o hükmün teşriine müreccih olmuş; fakat sebep ve illet değil. Çünkü hakikî illet, emir ve nehy-i İlâhîdir. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">"Her bid'at dalâlettir ve her dalâlet Cehennem ateşindedir." Müslim, Cum'a: 43; Ebû Dâvud, Sünnet: 5; Nesâî, Î'deyn: 22; İbni Mâce, Mukaddime: 6, 7; Dârîmî, Mukaddime: 16, 23; Müsned, 3:310, 371, 4:126, 127.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Şeâirin taabbüdî kısmı, hikmet ve maslahat onu tağyir edemez. Taabbüdîlik ciheti tereccuh ediyor; ona ilişilmez. Yüz bin maslahat gelse onu tağyir edemez. Öyle de, "Şeâirin faydası yalnız malûm mesâlihtir" denilmez ve öyle bilmek hatadır. Belki o maslahatlar ise, çok hikmetlerinden bir faydası olabilir. </p><p id="c_paragraf">Meselâ, biri dese, "Ezanın hikmeti, Müslümanları namaza çağırmaktır. Şu hâlde bir tüfek atmak kâfidir." Halbuki, o divane bilmez ki, binler maslahat-ı ezâniye içinde o bir maslahattır. Tüfek sesi o maslahatı verse, acaba nev-i beşer namına, yahut o şehir ahâlisi namına, hilkat-i kâinatın netice-i uzmâsı ve nev-i beşerin netice-i hilkati olan ilân-ı tevhid ve rububiyet-i İlâhiyeye karşı izhar-ı ubudiyete vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elhasıl</span>, Cehennem lüzumsuz değil. Çok işler var ki, bütün kuvvetiyle "Yaşasın Cehennem" der. Cennet dahi ucuz değildir; mühim fiyat ister. </p><br /><center><img style="WIDTH: 342px; HEIGHT: 40px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b824.gif" /></center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf"><span style="COLOR: rgb(255,0,0)">"Cehennem ehli ile Cennet ehli bir olmaz. Cennet ehli, muradına ermiş olanların tâ kendisidir." Haşir Sûresi: 59:20. </span><br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">İkinci Risale olan İkinci Kısım</span></center><br /><center><span id="c_c_kalin">Ramazan Risalesi</span></center><br /><br /><center><span id="c_c_kalin">Ramazan-ı Şerife dairdir</span></center><br /><center><div id="c_Border">Birinci Kısmın âhirinde şeâir-i İslâmiyeden bir nebze bahsedildiğinden, şeâirin içinde en parlak ve muhteşem olan Ramazan-ı Şerife dair olan bu İkinci Kısımda, bir kısım hikmetleri zikredilecektir. </div></center><br /><p><span id="c_yatik">Bu İkinci Kısım, Ramazan-ı Şerifin pek çok hikmetlerinden dokuz hikmeti beyan eden Dokuz Nüktedir. </span></p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b424.gif" /></center><br /><center><img style="WIDTH: 380px; HEIGHT: 42px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b826.gif" /> -1- </center><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">BİRİNCİ NÜKTE</span></p><p id="c_paragraf">Ramazan-ı Şerifteki savm, İslâmiyetin erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. Hem şeâir-i İslâmiyenin âzamlarındandır. </p><p id="c_paragraf">İşte, Ramazan-ı Şerifteki orucun çok hikmetleri, hem Cenâb-ı Hakkın rububiyetine, hem insanın hayat-ı içtimaiyesine, hem hayat-ı şahsiyesine, hem nefsin terbiyesine, hem niam-ı İlâhiyenin şükrüne bakar hikmetleri var. </p><p id="c_paragraf">Cenâb-ı Hakkın rububiyeti noktasında orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: </p><p id="c_paragraf">Cenâb-ı Hak, zemin yüzünü bir sofra-i nimet suretinde hâlk ettiği ve bütün envâ-ı nimeti o sofrada <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b827.gif" /> -2- bir tarzda o sofraya dizdiği cihetle, kemâl-i Rububiyetini ve Rahmâniyet ve Rahîmiyetini o vaziyetle ifade ediyor. İnsanlar, gaflet perdesi altında ve esbab dairesinde, o vaziyetin ifade ettiği hakikati tam göremiyor, bazen unutuyor.</p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "O Ramazan ayı ki, insanlara doğru yolu gösteren, apaçık hidayet delillerini taşıyan ve hak ile bâtılın arasını ayıran Kur'ân, o ayda indirilmiştir." Bakara Sûresi: 2:185.<br />2- Umulmadık yerlerden.</p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Ramazan-ı Şerifte ise, ehl-i iman, birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. <b id="eh">Sultan-ı Ezeli</b>nin ziyafetine davet edilmiş bir surette, akşama yakın "Buyurunuz" emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubudiyetkârâne göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli Rahmâniyete karşı, vüs'atli ve azametli ve intizamlı bir ubudiyetle mukabele ediyorlar. Acaba böyle ulvî ubudiyete ve şeref-i keramete iştirak etmeyen insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar? </p><br /><span id="c_KonuBaslik">İKİNCİ NÜKTE</span><br /><p id="c_paragraf">Ramazan-ı Mübareğin savmı, Cenâb-ı Hakkın nimetlerinin şükrüne baktığı cihetle, çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: </p><p id="c_paragraf">Birinci Sözde denildiği gibi, bir padişahın mutfağından bir tablacının getirdiği taamlar bir fiyat ister. Tablacıya bahşiş verildiği hâlde, çok kıymettar olan o nimetleri kıymetsiz zannedip onu in'âm edeni tanımamak nihayet derecede bir belâhet olduğu gibi; Cenâb-ı Hak, hadsiz envâ-ı nimetini nev-i beşere zemin yüzünde neşretmiş, ona mukabil, o nimetlerin fiyatı olarak şükür istiyor. O nimetlerin zâhirî esbabı ve ashabı, tablacı hükmündedirler. O tablacılara bir fiyat veriyoruz, onlara minnettar oluyoruz. Hattâ, müstehak olmadıkları pek çok fazla hürmet ve teşekkürü ediyoruz. Halbuki, <b id="eh">Mün'im-i Hakikî</b>, o esbabdan hadsiz derecede, o nimet vasıtasıyla şükre lâyıktır. İşte Ona teşekkür etmek, o nimetleri doğrudan doğruya Ondan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur. </p><p id="c_paragraf">İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, hakikî ve hâlis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarıdır. Çünkü, sair vakitlerde mecburiyet tahtında olmayan insanların çoğu, hakikî açlık hissetmedikleri zaman, çok nimetlerin kıymetini derk edemiyor. Kuru bir parça ekmek, tok olan adamlara, hususan zengin olsa, ondaki derece-i nimet anlaşılmıyor. Halbuki, iftar vaktinde, o kuru ekmek, bir mü'minin nazarında çok kıymettar bir nimet-i İlâhiye olduğuna kuvve-i zâikası şehadet eder. Padişahtan tâ en fukaraya kadar herkes, Ramazan-ı Şerifte o nimetlerin kıymetlerini anlamakla bir şükr-ü mânevîye mazhar olur. </p><p id="c_paragraf">Hem gündüzdeki yemekten memnûiyeti cihetiyle, "O nimetler benim mülküm değil. Ben bunların tenâvülünde hür değilim. Demek başkasının malıdır ve in'âmıdır; Onun emrini bekliyorum" diye, nimeti nimet bilir, bir şükr-ü mânevî eder. </p><p id="c_paragraf">İşte, bu suretle oruç çok cihetlerle hakikî vazife-i insaniye olan şükrün anahtarı hükmüne geçer.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">ÜÇÜNCÜ NÜKTE</span></p><p id="c_paragraf">Oruç, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: </p><p id="c_paragraf">İnsanlar maişet cihetinde muhtelif bir surette hâlk edilmişler. Cenâb-ı Hak, o ihtilâfa binaen, zenginleri fukaraların muavenetine davet ediyor. Halbuki, zenginler fukaranın acınacak acı hâllerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, nefisperest çok zenginler bulunabilir ki, açlık ve fakirlik ne kadar elîm ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine şefkat ise, şükr-ü hakikînin bir esasıdır. Hangi fert olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir; ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa, şefkat vasıtasıyla muavenete mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz, yapsa da tam olamaz. Çünkü, hakikî o hâleti kendi nefsinde hissetmiyor. </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">DÖRDÜNCÜ NÜKTE</span></p><p id="c_paragraf">Ramazan-ı Şerifteki oruç, nefsin terbiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: </p><p id="c_paragraf">Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telâkki eder. Hattâ, mevhum bir rububiyet ve keyfemâyeşâ hareketi, fıtrî olarak arzu eder. Hadsiz nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor. Hususan, dünyada servet ve iktidarı da varsa, gaflet dahi yardım etmişse, bütün bütün gasıbâne, hırsızcasına, nimet-i İlâhiyeyi hayvan gibi yutar. </p><p id="c_paragraf">İşte, Ramazan-ı Şerifte, en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki, kendisi mâlik değil, memlûktür; hür değil, abddir. Emrolunmazsa, en âdi ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye, mevhum rububiyeti kırılır, ubudiyeti takınır, hakikî vazifesi olan şükre girer. </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">BEŞİNCİ NÜKTE</span></p><p id="c_paragraf">Ramazan-ı Şerifin orucu, nefsin tehzib-i ahlâkına ve serkeşâne muamelelerinden vazgeçmesi cihetine baktığı noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur ki: </p><p id="c_paragraf">Nefs-i insaniye gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zayıf ve zevâle maruz ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur, dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Adeta polattan bir vücudu var gibi, lâyemûtâne, kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldırır. Şedit bir hırs ve tamahla ve şiddetli alâka ve muhabbetle dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini kemâl-i şefkatle terbiye eden Hâlıkını unutur. Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez; ahlâk-ı seyyie içinde yuvarlanır. </p><p id="c_paragraf">İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, en gafillere ve mütemerridlere, zaafını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor; midesindeki ihtiyacını anlar. Zayıf vücudu ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin firavunluğunu bırakıp, kemâl-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü mânevî eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır-eğer gaflet kalbini bozmamış ise!<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">ALTINCI NÜKTE</span></p><p id="c_paragraf">Ramazan-ı Şerifin sıyâmı, Kur'ân-ı Hakîmin nüzulüne baktığı cihetle ve Ramazan-ı Şerif, Kur'ân-ı Hakîmin en mühim zaman-ı nüzulü olduğu cihetindeki çok hikmetlerinden birisi şudur ki: </p><p id="c_paragraf">Kur'ân-ı Hakîm, madem şehr-i Ramazan'da nüzul etmiş. O Kur'ân'ın zaman-ı nüzulunu istihzar ile, o semâvî hitabı hüsn-ü istikbal etmek için Ramazan-ı Şerifte nefsin hâcât-ı süfliyesinden ve mâlâyâniyat hâlâttan tecerrüt ve ekl ve şürbün terkiyle melekiyet vaziyetine benzemek ve bir surette o Kur'ân'ı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitâbât-ı İlâhiyeyi güya geldiği ân-ı nüzulünde dinlemek ve o hitabı Resul-i Ekremden (a.s.m.) işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrâil'den, belki Mütekellim-i Ezelîden dinliyor gibi bir kudsî hâlete mazhar olur. Ve kendisi tercümanlık edip başkasına dinlettirmek ve Kur'ân'ın hikmet-i nüzulünü bir derece göstermektir. </p><p id="c_paragraf">Evet, Ramazan-ı Şerifte güya Âlem-i İslâm bir mescid hükmüne geçiyor. Öyle bir mescid ki, milyonlarla hâfızlar, o mescid-i ekberin köşelerinde o Kur'ân'ı, o hitab-ı semâvîyi arzlılara işittiriyorlar. Her Ramazan, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b828.gif" /> âyetini, nuranî, parlak bir tarzda gösteriyor; Ramazan Kur'ân ayı olduğunu ispat ediyor. O cemaat-i uzmânın sair efradları, bazıları huşû ile o hâfızları dinlerler. Diğerleri kendi kendine okurlar. </p><p id="c_paragraf">Şöyle bir vaziyetteki bir mescid-i mukaddeste, nefs-i süflînin hevesâtına tâbi olup, yemek içmekle o vaziyet-i nuranîden çıkmak ne kadar çirkinse ve o mesciddeki cemaatin mânevî nefretine ne kadar hedef ise, öyle de, Ramazan-ı Şerifte ehl-i sıyâma muhâlefet edenler de o derece umum Âlem-i İslâmın mânevî nefretine ve tahkirine hedeftir. </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">YEDİNCİ NÜKTE</span></p><p id="c_paragraf">Ramazan'ın sıyâmı, dünyada âhiret için ziraat ve ticaret etmeye gelen nev-i insanın kazancına baktığı cihetteki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: </p><p id="c_paragraf">Ramazan-ı Şerifte sevab-ı a'mâl, bire bindir. Kur'ân-ı Hakîmin, nass-ı hadisle, herbir harfinin on sevabı var; on hasene sayılır, on meyve-i Cennet getirir. </p><p id="c_paragraf">Ramazan-ı Şerifte herbir harfin on değil, bin; ve Âyetü'l-Kürsî gibi âyetlerin herbir harfi binler; ve Ramazan-ı Şerifin Cumalarında daha ziyadedir. Ve Leyle-i Kadirde otuz bin hasene sayılır. </p><p id="c_paragraf">Evet, herbir harfi otuz bin bâki meyveler veren Kur'ân-ı Hakîm, öyle bir nuranî şecere-i tûbâ hükmüne geçiyor ki, milyonlarla o bâki meyveleri Ramazan-ı Şerifte mü'minlere kazandırır. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">O Ramazan ayı ki Kur'an o ayda indirilmiştir. Bakara Sûresi: 185.<br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">İşte, gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki, bu hurufâtın kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasârette olduğunu anla. </p><p id="c_paragraf">İşte, Ramazan-ı Şerif adeta bir âhiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevî hasılat için gayet mümbit bir zemindir. Ve neşvünemâ-i a'mâl için, bahardaki mâ-i Nisandır. Saltanat-ı rububiyet-i İlâhiyeye karşı ubudiyet-i beşeriyenin resmigeçit yapmasına en parlak, kudsî bir bayram hükmündedir. Ve öyle olduğundan, yemek içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hâcâtına ve mâlâyâni ve hevâperestâne müştehiyâta girmemek için, oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için, dünyevî hâcâtını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek, savmı ile Samediyete bir nevi aynadarlık etmektir. </p><p id="c_paragraf">Evet, Ramazan-ı Şerif, bu fâni dünyada, fâni ömür içinde ve kısa bir hayatta, bâki bir ömür ve uzun bir hayat-ı bâkiyeyi tazammun eder, kazandırır. Evet, birtek Ramazan, seksen sene bir ömür semerâtını kazandırabilir. Leyle-i Kadir ise, nass-ı Kur'ân ile, bin aydan daha hayırlı olduğu, bu sırra bir hüccet-i kâtıadır. </p><p id="c_paragraf">Evet, nasıl ki bir padişah, müddet-i saltanatında, belki her senede, ya cülûs-u hümayun namıyla veyahut başka bir şâşaalı cilve-i saltanatına mazhar bazı günleri bayram yapar. Raiyetini, o günde umumî kanunlar dairesinde değil, belki hususî ihsânâtına ve perdesiz huzuruna ve has iltifatına ve fevkalâde icraatına ve doğrudan doğruya lâyık ve sadık milletini has teveccühüne mazhar eder. Öyle de, Ezel ve Ebed Sultanı olan on sekiz bin âlemin Padişah-ı Zülcelâli, o on sekiz bin âleme bakan, teveccüh eden ferman-ı âlişânı olan Kur'ân-ı Hakîmi, Ramazan-ı Şerifte inzal eylemiş. Elbette o Ramazan, mahsus bir bayram-ı İlâhî ve bir meşher-i Rabbânî ve bir meclis-i ruhanî hükmüne geçmek, mukteza-yı hikmettir. </p><p id="c_paragraf">Madem Ramazan o bayramdır. Elbette bir derece süflî ve hayvanî meşagilden insanları çekmek için, oruca emredilecek. Ve o orucun ekmeli ise, mide gibi bütün duyguları, gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye dahi bir nevi oruç tutturmaktır. Yani, muharremattan, mâlâyâniyattan çekmek ve herbirisine mahsus ubudiyete sevk etmektir. Meselâ, dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak; ve o lisanı, tilâvet-i Kur'ân ve zikir ve tesbih ve salâvat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek; meselâ gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten men edip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur'ân dinlemeye sarf etmek gibi, sair cihazata da bir nevi oruç tutturmaktır. Zaten mide en büyük bir fabrika olduğu için, oruçla ona tatil-i eşgal ettirilse, başka küçük tezgâhlar kolayca ona ittibâ ettirilebilir.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">SEKİZİNCİ NÜKTE</span></p><p id="c_paragraf">Ramazan-ı Şerif, insanın hayat-ı şahsiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: </p><p id="c_paragraf">İnsana en mühim bir ilâç nevinden maddî ve mânevî bir perhizdir. Ve tıbben bir hımyedir ki, insanın nefsi yemek, içmek hususunda keyfemâyeşâ hareket ettikçe, hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi, hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, adeta mânevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir, serkeşâne dizginini eline alır. Daha insan ona binemez; o insana biner. </p><p id="c_paragraf">Ramazan-ı Şerifte, oruç vasıtasıyla bir nevi perhize alışır, riyazete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Biçare zayıf mideye de, hazımdan evvel yemek yemek üzerine doldurmakla hastalıkları celb etmez. Ve emir vasıtasıyla helâli terk ettiği cihetle, haramdan çekinmek için akıl ve şeriattan gelen emri dinlemeye kabiliyet peydâ eder. Hayat-ı mâneviyeyi bozmamaya çalışır. </p><p id="c_paragraf">Hem insanın ekseriyet-i mutlakası açlığa çok defa müptelâ olur. Sabır ve tahammül için bir idman veren açlık, riyazete muhtaçtır. Ramazan-ı Şerifteki oruç, on beş saat, sahursuz ise yirmi dört saat devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül ve bir riyazettir ve bir idmandır. Demek, beşerin musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün bir ilâcı da oruçtur. </p><p id="c_paragraf">Hem o mide fabrikasının çok hademeleri var. Hem onunla alâkadar çok cihazat-ı insaniye var. Nefis, eğer muvakkat bir ayın gündüz zamanında tatil-i eşgal etmezse, o fabrikanın hademelerinin ve o cihazatın hususî ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, tahakkümü altında bırakır. O sair cihazat-ı insaniyeyi de, o mânevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı dikkatlerini daima kendine celb eder. Ulvî vazifelerini muvakkaten unutturur. Ondandır ki, eskiden beri çok ehl-i velâyet, tekemmül için riyazete, az yemek ve içmeye kendilerini alıştırmışlar. </p><p id="c_paragraf">Fakat Ramazan-ı Şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri anlarlar ki, sırf o fabrika için yaratılmamışlar. Ve sair cihazat, o fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, Ramazan-ı Şerifte melekî ve ruhanî eğlencelerde telezzüz ederler, nazarlarını onlara dikerler. Onun içindir ki, Ramazan-ı Şerifte mü'minler derecâtına göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, mânevî sürurlara mazhar oluyorlar. Kalb ve ruh, akıl, sır gibi letâifin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. Midenin ağlamasına rağmen, onlar mâsumâne gülüyorlar. </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">DOKUZUNCU NÜKTE</span></p><p id="c_paragraf">Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:<br /></p><p id="c_paragraf">Nefis Rabbisini tanımak istemiyor; firavunâne kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fakrını gösterir, abd olduğunu bildirir. </p><p id="c_paragraf">Hadisin rivayetlerinde vardır ki: 1 Cenâb-ı Hak nefse demiş ki: "Ben neyim, sen nesin?" </p><p id="c_paragraf">Nefis demiş: "Ben benim, Sen sensin." </p><p id="c_paragraf">Azap vermiş, Cehenneme atmış, yine sormuş. Yine demiş: "Ene ene, ente ente." Hangi nevi azâbı vermiş, enâniyetten vazgeçmemiş. </p><p id="c_paragraf">Sonra açlıkla azap vermiş. Yani aç bırakmış. Yine sormuş: "Men ene? Ve mâ ente?" </p><p id="c_paragraf">Nefis demiş: "Ente Rabbiye'r-Rahîm., Ve ene abdüke'l-âciz." Yani, "Sen benim Rabb-i Rahîmimsin. Ben senin âciz bir abdinim. </p><br /><center><img style="WIDTH: 398px; HEIGHT: 90px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b829.gif" /> -2- </center><br /><center><img style="WIDTH: 343px; HEIGHT: 75px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b830.gif" /> -3- </center><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İtizar:</span> Şu İkinci Kısım, kırk dakikada süratle yazılmasından, ben ve müsvedde yazan kâtip ikimiz de hasta olduğumuzdan, elbette içinde müşevveşiyet ve kusur bulunacaktır. Nazar-ı müsamaha ile bakmalarını ihvanlarımızdan bekleriz. Münasip gördüklerini tashih edebilirler. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Dürretü'l vaizin, Osman bin Hasan el-Havbevi, s. 25.<br />2- Allahım! Efendimiz Muhammed'e ve Âl ve ashabına Senin razı olacağın ve onun lâyık ve müstehak olduğu bir rahmetle, Ramazan ayında okunan Kur'ân'ın harfleri adedince salât ve selâm et. Âmin.<br />3- "İzzet sahibi Rabbin, onların yakıştırdıklarından münezzehtir. Bütün peygamberlere selâm olsun. Hamd ise Âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur." (Sâffât Sûresi: 37:180-182)</p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">Üçüncü Risale olan Üçüncü Kısım</span></center><br /><p id="c_paragraf">Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın iki yüz aksâm-ı i'câziyesinden nakşî bir kısmını gösterecek bir tarzda, Kur'ân-ı Azîmüşşânı, Hâfız Osman hattıyla taayyün eden ve Âyet-i Müdâyene mikyas tutulan sayfaları ve Sûre-i İhlâs vahid-i kıyasî tutulan satırları muhafaza etmekle beraber, o nakş-ı i'câzı göstermek tarzında bir Kur'ân yazmaya dair mühim bir niyetimi, hizmet-i Kur'ân'daki kardeşlerimin nazarlarına arz edip meşveret etmek ve onların fikirlerini istimzaç etmek ve beni ikaz etmek için şu kısmı yazdım, onlara müracaat ediyorum. Şu Üçüncü Kısım, Dokuz Meseledir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci Mesele</span></p><p id="c_paragraf">Kur'ân-ı Azîmüşşânın envâ-ı i'câzı kırka bâliğ olduğu, İ'câz-ı Kur'ân namındaki Yirmi Beşinci Sözde bürhanlarıyla ispat edilmiş. Bazı envâı tafsilen, bir kısmı icmâlen, muannidlere karşı dahi gösterilmiş. </p><p id="c_paragraf">Hem Kur'ân'ın i'câzı, tabakat-ı insaniyede kırk tabakaya karşı ayrı ayrı i'câzını gösterdiği, On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaretinde beyan edilmiş ve o tabakatın on kısmının ayrı ayrı hisse-i i'câziyelerini ispat etmiş. Sair otuz tabaka-i âhar, ehl-i velâyetin muhtelif meşrepler ashabına ve ulûm-u mütenevvianın ayrı ayrı ashablarına ayrı ayrı i'câzını gösterdiğini, onların ilmelyakin, aynelyakin, hakkalyakin derecesinde Kur'ân hak kelâmullah olduğunu, iman-ı tahkikîleri göstermişler. Demek, herbiri ayrı ayrı bir tarz da bir veçh-i i'câzını görmüşler. </p><p id="c_paragraf">Evet, ehl-i marifet bir velînin fehmettiği i'câz ile, ehl-i aşk bir velînin müşahede ettiği cemâl-i i'câz bir olmadığı gibi, muhtelif meşâribe göre cemâl-i i'câzın cilveleri değişir. Bir ilm-i usûlû'd-din allâmesinin ve bir imamının gördüğü veçh-i i'câz ile füruat-ı şeriattaki bir müçtehidin gördüğü veçh-i i'câz bir değil, ve hâkezâ... Bunların tafsilen ayrı ayrı vücuh-u i'câzını göstermek elimden gelmiyor. Havsalam dardır; ihata edemiyor; nazarım kısadır, göremiyor. Onun için yalnız on tabaka beyan edilmiş, mütebâkisi icmâlen işaret edilmiş. Şimdi o tabakalardan iki tabaka, Mucizât-ı Ahmediye risalesinde çok izaha muhtaç iken, o vakit pek noksan kalmıştı. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci tabaka:</span> "Kulaklı tabaka" tabir ettiğimiz âmi avam, yalnız kulakla Kur'ân'ı dinler, kulak vasıtasıyla i'câzını anlar. Yani, der: "Bu işittiğim Kur'ân, başka kitaplara benzemez. Ya bütününün altında olacak veya bütününün fevkinde olacak. Umumun altındaki şık ise, kimse diyemez ve dememiş; şeytan dahi diyemez. Öyleyse umumun fevkindedir." </p><p id="c_paragraf">İşte bu kadar icmal ile On Sekizinci İşarette yazılmıştı. Sonra, onu izah için Yirmi Altıncı Mektubun "Hüccetü'l-Kur'ân alâ Hizbi'ş-Şeytan" namındaki Birinci Mebhası, o tabakanın i'câzdaki fehmini tasvir ve ispat eder. </p><p id="c_paragraf">Bu Üçüncü Kısmın mütebâki meseleleri ile Dördüncü Kısım tevafukata dair olduğu için, tevafukata dair olan Fihriste ile iktifâ edilerek, burada yazılmamışlardır. Yalnız Dördüncü Kısma ait bir ihtar ile Üçüncü Nükte yazılmıştır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci tabaka:</span> Gözlü tabakasıdır. Yani, âmi avamdan veyahut aklı gözüne inmiş maddiyunlar tabakasına karşı, Kur'ân'ın gözle görünecek bir işaret-i i'câziyesi bulunduğu, On Sekizinci işarette dâvâ edilmiş. Ve o dâvâyı tenvir ve ispat etmek için çok izaha lüzum vardı. Şimdi anladığımız mühim bir hikmet-i Rabbâniye cihetiyle o izah verilmedi. Pek cüz'î birkaç cüz'iyâtına işaret edilmişti. Şimdi o hikmetin sırrı anlaşıldı ve tehiri daha evlâ olduğuna katî kanaatimiz geldi. Şimdi, o tabakanın fehmini ve zevkini teshil etmek için, kırk vücuh-u i'câzdan, gözle görülen bir veçhini, bir Kur'ân'dan yazdırdık ki o yüzü göstersin. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İhtar</span></p><p id="c_paragraf">Lâfz-ı Resul'deki nükte-i azîmenin beyanında yüz altmış âyet yazıldı. İşbu âyetlerin hâsiyeti pek azîm olmakla beraber, mânâ cihetiyle birbirini ispat ve tekmil ettiğinden, çok mânidar olduğu için, muhtelif âyâtı hıfz etmek veya okumak arzusunda bulunanlara bir hizb-i Kur'ânî olduğu gibi, Kur'ân kelimesindeki nükte-i azîmenin beyanında, altmış dokuz âyât-ı azîmenin derece-i belagat¨ pek fevkalâde ve kuvvet-i cezâleti pek ulvîdir. Bu da ikinci bir hizb-i Kur'ânî olarak ihvâna tavsiye edilir. Yalnız Kur'ân kelimesi, yedi silsile-i Kur'ân'da mevcut olup, umum o kelimeyi tutmuş, hariç iki kalmış. O iki de "kıraat" mânâsında olduğundan, o huruç, nükteye kuvvet vermiştir. Resul lâfzı ise, o kelime ile en ziyade münasebettar sûreler içinde Sûre-i Muhammed ile Sûre-i Fetih olduğundan, o iki sûreden çıkan silsilelere hasrettiğimizden, hariç kalan Resul lâfzı şimdilik derc edilmemiştir. Vakit müsaade etse, bundaki esrar yazılacaktır inşaallah. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Nükte:</span></p><p id="c_paragraf">Dört Nüktedir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci Nükte:</span> Lâfzullah, mecmu-u Kur'ân'da 2806 defa zikredilmiştir. Bismillâh'takilerle beraber lâfz-ı Rahmân 159 defa, lâfz-ı Rahîm 220, lâfz-ı Gafûr 61, lâfz-ı Rab 846, lâfz-ı Hakîm 86, lâfzı Alîm 126, lâfz-ı Kadîr 31, Lâ ilâhe illâ Hû'daki Hû 26 defa zikredilmiştir. <sup id="c_supa">Haşiye</sup></p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- Haşiye --><p id="c_hasiye"><span id="c_c_kalin"><span style="FONT-WEIGHT: bold; COLOR: rgb(255,0,0)">Haşiye</span>:</span> Kur'ân'daki âyâtın mecmu-u adedi 6666 olması ve şu geçen 89'uncu sayfada mezkûr Esmâ-i Hüsnânın adedi altı rakamıyla alâkadar bulunması, ehemmiyetli bir sırra işaret ediyor; şimdilik mühmel kaldı. </p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Lâfzullah adedinde çok esrar ve nükteler var. Ezcümle, lâfzullah ve Rab'dan sonra en ziyade zikredilen Rahmân, Rahîm, Gafûr ve Hakîm ile beraber lâfzullah, Kur'ân âyetlerinin nısfıdır. Hem lâfzullah ve Allah lâfzı yerinde zikredilen lâfz-ı Rab ile beraber, yine nısfıdır. Çendan Rab lâfzı 846 defa zikredilmiş; fakat dikkat edilse, beş yüz küsuru Allah lâfzı yerinde zikredilmiş, iki yüz küsuru öyle değildir. </p><p id="c_paragraf">Hem Allah, Rahmân, Rahîm, Alîm ve Lâ ilâhe illâ Hû'daki Hû adediyle beraber yine nısfıdır; fark yalnız dörttür. Ve Hû yerinde Kadîr ile beraber, yine mecmu-u âyâtın nısfıdır; fark dokuzdur. </p><p id="c_paragraf">Lâfz-ı Celâlin mecmuundaki nükteler çoktur. Yalnız şimdilik bu nükte ile iktifâ ediyoruz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Nükte:</span> Sûreler itibarıyladır. Onun dahi çok nükteleri var. Bir intizam, bir kast ve bir iradeyi gösterir bir tarzda tevafukatı vardır. </p><p id="c_paragraf">Sûre-i Bakarada, âyâtın adediyle Lâfz-ı Celâlin adedi birdir; fark dörttür ki, Allah lâfzı yerinde dört Hû lâfzı var (meselâ Lâ ilâhe illâ Hû'daki Hû gibi); onunla muvafakat tamam olur. </p><p id="c_paragraf">Âl-i İmrân'da, yine âyâtıyla Lâfz-ı Celâl tevafuktadır, müsavidirler. Yalnız Lâfz-ı Celâl 209'dur, âyet 200'dür; fark dokuzdur. Böyle meziyât-ı kelâmiyede ve belâgat nüktelerinde küçük farklar zarar vermez; takribî tevafukat kâfidir. </p><p id="c_paragraf">Sûre-i Nisâ, Mâide, En'âm; üçünün mecmu-u âyetleri, mecmuundaki Lâfz-ı Celâlin adedine tevafuktadır. Âyetlerin adedi 464, Lâfz-ı Celâlin adedi 461; Bismillâh'taki lâfzullah ile beraber tam tevafuktadır. </p><p id="c_paragraf">Hem meselâ, baştaki beş sûrenin Lâfz-ı Celâl adedi; Sûre-i A'râf, Enfâl, Tevbe, Yûnus, Hûd'daki Lâfz-ı Celâl adedinin iki mislidir. Demek bu âhirdeki beş, evvelki beşin nısfıdır. </p><p id="c_paragraf">Sonra gelen Sûre-i Yûsuf, Ra'd, İbrahim, Hicr, Nahl Sûrelerindeki Lâfz-ı Celâl adedi, o nısfın nısfıdır. Sonra Sûre-i İsrâ, Kehf, Meryem, Tâhâ, Enbiyâ, Hac, <sup id="c_supa">Haşiye</sup> o nısfın nısfının nısfıdır. Sonra gelen beşer beşer, takriben o nispetle gidiyor; yalnız bazı küsuratla fark var. Öyle farklar, böyle makam-ı hitabîde zarar vermez. Meselâ bir kısım 121, bir kısmı 125, bir kısmı 154, bir kısmı 159'dur. Sonra, Sûre-i Zuhruf'tan başlayan beş sûre, o nısf-ı nısf-ı nısfın nısfına iniyor. Sûre-i Necm'den başlayan beş, o nısf-ı nısf-ı nısf-ı nısf-ı nısfıdır, fakat takribîdir. Küçük küsuratın farkları, böyle makamât-ı hitâbiyede zarar vermez. Sonra gelen küçük beşler içinde, üç beşlerin, yalnız üçer adet Lâfz-ı Celâli var. </p><p id="c_paragraf">İşte bu vaziyet gösteriyor ki, Lâfz-ı Celâlin adedine tesadüf karışmamış; bir hikmet ve intizamla adetleri tayin edilmiş. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- Haşiye --><p id="c_hasiye"><span id="c_c_kalin"><span style="FONT-WEIGHT: bold; COLOR: rgb(255,0,0)">Haşiye</span>:</span> Bu beşer taksimat üzere bir sır inkişaf etmişti. Hiçbirimizin haberi olmadan, şuradaki altı sûre kaydolmuş. şüphemiz kalmadı ki, gaipten, ihtiyarımızın haricinde altıncısı girmiş, tâ bu nısfiyet sırr-ı mühimmi kaybolmasın.<br /></p><p id="c_hasiye"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Lâfzullahın Üçüncü Nüktesi:</span> Sayfalar nisbetine bakar. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">Bir sayfada olan Lâfz-ı Celâl adedi, o sayfanın sağ yüzü ve o yüze karşı ki sayfaya ve bazen soldaki karşı ki sayfa ve karşının arka yüzüne bakar. Ben kendi nüsha-i Kur'âniyemde bu tevafuku tetkik ettim, ekseriyetle gayet güzel bir nispet-i adediye ile bir tevafuk gördüm, nüshama da işaretler koydum. Çok defa müsavi olur; bazen nısf veyahut sülüs oluyor. Bir hikmet ve intizamı ihsas eden bir vaziyeti vardır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü Nükte:</span> Sahife-i vahidde ki tevafukattır. Kardeşlerimle üç dört ayrı ayrı nüshâları mukabele ettik; umumunda tevafukat matlup olduğuna kanaatimiz geldi. Yalnız, matbaa müstensihleri başka maksatları takip ettiklerinden, bir derece tevafukatta intizamsızlık düşmüş. Tanzim edilse, pek nadir istisna ile, mecmu-u Kur'ân'da 2806 Lâfz-ı Celâlin adedinde tevafukat görünecektir. Ve bunda bir şule-i i'câz parlıyor. Çünkü, fikr-i beşer, bu pek geniş sayfayı ihata edemez ve karışamaz. Tesadüfün ise, bu mânidar ve hikmettar vaziyete eli ulaşamaz. </p><p id="c_paragraf">Dördüncü Nükteyi bir derece göstermek için yeni bir mushaf yazdırıyoruz ki, en münteşir mushafların aynı sayfa, aynı satırlarını muhafaza etmekle beraber, san'atkârların lâkaytlığı tesiriyle adem-i intizama maruz kalan yerleri tanzim edip, tevafukatın hakikî intizamı inşaallah gösterilecektir; ve gösterildi. </p><br /><center><img style="WIDTH: 370px; HEIGHT: 85px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b831.gif" /></center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Ey Kur'ân'ı indiren Allahım! Kur'ân'ın hürmetine, Ay ve Güneş dönüp durdukça bize Kur'ân'ın esrarını tefhim et; kendisine Kur'ân'ı indirdiğin zâta ve bütün Âl ve ashabına salât ve selâm et. Âmin.<br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">Beşinci Risale olan Beşinci Kısım</span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b424.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl2/b523.gif" /> -1- </center><br /><p id="c_paragraf">âyet-i pür-envârının çokenvâr-ı esrarından bir nurunu, Ramazan-ı Şerifte bir hâlet-i ruhaniyede hissettim, hayal meyal gördüm. Şöyle ki: </p>Üveys-i Karânî'nin<br /><img style="WIDTH: 456px; HEIGHT: 41px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b833.gif" /> -2-<br /><p>münâcât-ı meşhuresi nevinden, bütün mevcudat-ı zevilhayat, Cenâb-ı Hakka karşı aynı münâcâtı ettiklerini; ve on sekiz bin âlemin herbirinin ışığı birer ism-i İlâhî olduğunu bana kanaat verecek bir vakıa-i kalbiye-i hayaliyeyi gördüm. Şöyle ki: </p><br /><p id="c_paragraf">Birbirine sarılı çok yapraklı bir gül goncası gibi, şu âlem binler perde perde içinde sarılı, birbiri altında saklı âlemleri bu âlem içinde gördüm. Herbir perde açıldıkça diğer bir âlemi görüyordum. O âlem ise, âyet-i Nur'un arkasındaki, </p><br /><center><img style="WIDTH: 383px; HEIGHT: 123px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b834.gif" /> -3- </center><br /><p>âyeti tasvir ettiği gibi, bir zulümat, bir vahşet, bir dehşet karanlığı içinde bana görünüyordu. Birden, bir ism-i İlâhînin cilvesi, bir nur-u azîm gibi görünüp ışıklandırıyordu. Hangi perde akla karşı açılmışsa, hayale karşı başka bir âlem (fakat gafletle, karanlıklı bir âlem) görünüyorken, güneş gibi bir ism-i İlâhî tecellî eder, baştan başa o âlemi tenvir eder, ve hâkezâ... Bu seyr-i kalbî ve seyahat-i hayaliye çok devam etti. </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Allah göklerin ve yerin nurudur." (Nur Sûresi: 24:35) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- İlâhî, Sen benim Rabbimsin; ben ise kulum. Sen Hâlıksın, ben ise mahlûk. Sen Rezzaksın, ben ise merzuk... </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- "Yahut onların amelleri, derin bir denizin karanlıklarına benzer ki, o denizi üst üste dalgalar kaplamış, dalgaları da bulutlar örtmüştür. Karanlıklar birbiri üstüne öylesine bastırmıştır ki, elini uzatsa onu dahi göremez olur. İşte, Allah'ın nur vermediği kimsenin nurdan hiçbir nasibi yoktur." )Nur Sûresi: 24:40)<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Ezcümle:</span> Hayvânat âlemini gördüğüm vakit, hadsiz ihtiyacat ve şiddetli açlıklarıyla beraber zaaf ve aczleri, o âlemi bana çok karanlıklı ve hazin gösterdi. Birden, Rahmân ismi Rezzak burcunda (yani mânâsında) bir şems-i tâbân gibi tulû etti, o âlemi baştan başa rahmet ziyasıyla yaldızladı. </p><p id="c_paragraf">Sonra, o âlem-i hayvânât içinde, etfal ve yavruların zaaf ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları, hazin ve herkesi rikkate getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi gördüm. Birden, Rahîm ismi şefkat burcunda tulû etti. O kadar güzel ve şirin bir surette o âlemi ışıklandırdı ki, şekvâ ve rikkat ve hüzünden gelen yaş damlalarını, ferah ve sürura ve şükrün lezzetinden gelen damlalara çevirdi. </p><p id="c_paragraf">Sonra sinema perdesi gibi bir perde daha açıldı; âlem-i insanî bana göründü. O âlemi o kadar karanlıklı, o kadar zulümatlı, dehşetli gördüm ki, dehşetimden feryad ettim, "Eyvah" dedim. Çünkü, gördüm ki, insanlardaki ebede uzanıp giden arzuları, emelleri ve kâinatı ihata eden tasavvurat ve efkârları ve ebedî beka ve saadet-i ebediyeyi ve Cenneti gayet ciddî isteyen himmetleri ve istidatları ve hadsiz makasıda ve metâlibe müteveccih fakr ve ihtiyacatları ve zaaf ve acziyle beraber, hücuma maruz kaldıkları hadsiz musibet ve a'dâlarıyla beraber, gayet kısa bir ömür, gayet dağdağalı bir hayat, gayet perişan bir maişet içinde, kalbe en elîm ve en müthiş hâlet olan mütemâdi zeval ve firak belâsı içinde, ehl-i gaflet için zulümat-ı ebedî kapısı suretinde görülen kabre ve mezaristana bakıyorlar, birer birer ve taife taife o zulümat kuyusuna atılıyorlar. </p><p id="c_paragraf">İşte bu âlemi bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalb ve ruh ve aklımla beraber bütün letâif-i insaniyem, belki bütün zerrât-ı vücudum feryatla ağlamaya hazırken, birden Cenâb-ı Hakkın Âdil ismi Hakîm burcunda, Rahmân ismi Kerîm burcunda, Rahîm ismi Gafûr burcunda (yani mânâsında), Bâis ismi Vâris burcunda, Muhyî ismi Muhsin burcunda, Rab ismi Mâlik burcunda tulû ettiler. O âlem-i insanî içindeki çok âlemleri tenvir ettiler, ışıklandırdılar ve nuranî âhiret âleminden pencereler açıp o karanlıklı insan dünyasına nurlar serptiler. </p><p id="c_paragraf">Sonra muazzam bir perde daha açıldı, Âlem-i arz göründü. Felsefenin karanlıklı kavânin-i ilmiyeleri, hayale dehşetli bir Âlem gösterdi. Yetmiş defa top güllesinden daha süratli bir hareketle, yirmi beş bin sene mesafeyi bir senede devreden ve her vakit dağılmaya ve parçalanmaya müstait ve içi zelzeleli, ihtiyar ve çok yaşlı küre-i arz içinde, Âlemin hadsiz fezasında seyahat eden biçare nev-i insan vaziyeti, bana vahşetli bir karanlık içinde göründü. Başım döndü, gözüm karardı. </p><p id="c_paragraf">Birden, Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve Rabbü's-Semâvâti ve'l-Arz ve Musahhiru'ş-Şemsi ve'l-Kamer isimleri rahmet, azamet, rububiyet burcunda tulû ettiler. O Âlemi öyle nurlandırdılar ki, o hÂlette bana küre-i arz gayet muntazam, musahhar, mükemmel, hoş, emniyetli bir seyahat gemisi, tenezzüh ve keyif ve ticaret için müheyyâ edilmiş bir şekilde gördüm.<br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elhasıl:</span> Bin bir ism-i İlâhînin, kâinata müteveccih olan o esmâdan herbiri bir Âlemi ve o Âlem içindeki Âlemleri tenvir eden bir güneş hükmünde ve, sırr-ı ehadiyet cihetiyle, herbir ismin cilvesi içinde sair isimlerin cilveleri dahi bir derece görünüyordu. Sonra, kalb her zulümat arkasında ayrı ayrı bir nuru gördüğü için, seyahate iştahı açılıyordu. Hayale binip semâya çıkmak istedi. </p><p id="c_paragraf">O vakit gayet geniş bir perde daha açıldı; kalb semâvat Âlemine girdi. Gördü ki, o nuranî, tebessüm eden suretinde görülen yıldızlar, küre-i arzdan daha büyük ve ondan daha süratli bir surette birbiri içinde geziyorlar, dönüyorlar. Bir dakika birisi yolunu şaşırtsa, başkasıyla müsademe edecek; öyle bir patlak verecek ki, kâinatın ödü patlayıp Âlemi dağıtacak. Nur değil, ateş saçarlar; tebessümle değil, vahşetle bana baktılar. Hadsiz büyük, geniş, hâli, boş, dehşet, hayret zulümatı içinde semâvâtı gördüm. Geldiğime bin pişman oldum. </p><p id="c_paragraf">Birden,<br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b835.gif" /> -1- 'un<br />Esmâ-i Hüsnâsı,<br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b1011.gif" /> -2- burcunda cilveleriyle zuhur ettiler. O mânâ cihetiyle, karanlık üstüne çökmüş olan yıldızlar, o envâr-ı azîmeden birer lem'a alıp, yıldızlar adedince elektrik lâmbaları yakılmış gibi, o Âlem-i semâvat nurlandı. O boş ve hÂli tevehhüm edilen semâvat dahi, melâikelerle, ruhanîlerle doldu, şenlendi. <b id="eh">Sultân-ı Ezel ve Ebed</b>in hadsiz ordularından bir ordu hükmünde hareket eden güneşler ve yıldızlar, bir manevra-i ulvî yapıyorlar tarzında, o Sultan-ı Zülcelâlin haşmetini ve şâşaa-i rububiyetini gösteriyorlar gibi gördüm. Bütün kuvvetimle ve mümkün olsaydı bütün zerrâtımla ve beni dinleselerdi bütün mahlûkatın lisanlarıyla diyecektim; hem umum onların namına dedim: </p><br /><center><img style="WIDTH: 389px; HEIGHT: 170px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b837.gif" /> -3- </center><br /><p>âyetini okudum, döndüm, indim, ayıldım. "Elhamdü lillâhi alâ nûri'l-îmâni ve'l-Kur'ân" dedim. </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Göklerin ve yerin Rabbi. (Duhân Sûresi: 7) Meleklerin ve ruhun Rabbi. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "And olsun ki dünya semâsını Biz kandillerle süsledik." Mülk Sûresi: 67:5. "Güneşi ve ayı emrine boyun eğdirdi." (Ra'd Sûresi: 13:2) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- "Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misali, bir lâmba yuvası gibidir ki, onda bir kandil vardır. Kandil de cam fanus içindedir. Cam fanus ise, inci gibi parlayan bir yıldıza benzer ki, ne doğuya, ne de batıya ait olmayan mübarek bir ağacın yakıtından tutuşturulur. Onun yakıtı, kendisine ateş dokunmasa bile ışık verecek kabiliyettedir. O nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur." (Nur Sûresi: 24:35)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">Altıncı Risale olan Altıncı Kısım</span></center><br /><center>[Kur'ân-ı Hakîmin tilmizlerini ve hâdimlerini ikaz etmek ve aldanmamak için yazılmıştır.] </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b424.gif" /></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b839.gif" /> -1- </center><br /><center>(<span id="c_c_kalin">Hücumat-ı Sitte</span>)</center><br /><p id="c_paragraf">Şu Altıncı Kısım, ins ve cin şeytanlarının altı desiselerini inşaallah akîm bırakır ve hücum yollarının altısını seddeder.</p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">BİRİNCİ DESİSE</span></p><p id="c_paragraf">Şeytan-ı ins, şeytan-ı cinnîden aldığı derse binaen, hizbü'l-Kur'ân'ın fedakâr hâdimlerini hubb-u cah vasıtasıyla aldatmak ve o kudsî hizmetten ve o mânevî ulvî cihaddan vazgeçirmek istiyorlar. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">İnsanda, ekseriyet itibarıyla, hubb-u cah denilen hırs-ı şöhret ve hodfuruşluk ve şan ve şeref denilen riyâkârâne halklara görünmek ve nazar-ı âmmede mevki sahibi olmaya, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz'î, küllî arzu vardır. Hattâ o arzu için hayatını feda eder derecesinde şöhretperestlik hissi onu sevk eder. </p><p id="c_paragraf">Ehl-i âhiret için bu his gayet tehlikelidir. Ehl-i dünya için de gayet dağdağalıdır, çok ahlâk-ı seyyienin de menşeidir ve insanların da en zayıf damarıdır. Yani, bir insanı yakalamak ve kendine çekmek, onun o hissini okşamakla kendine bağlar, hem onunla onu mağlûp eder. Kardeşlerim hakkında en ziyade korktuğum, bunların bu zayıf damarından ehl-i ilhâdın istifade etmek ihtimalidir. Bu hâl beni çok düşündürüyor. Hakikî olmayan bazı biçare dostlarımı o suretle çektiler, mânen onları tehlikeye attılar. <sup id="c_supa">Haşiye</sup> </p><p id="c_paragraf">Ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur'ân'da arkadaşlarım! Bu hubb-u cah cihetinden gelen dessas ehl-i dünyanın hafiyelerine veya ehl-i dalâletin propagandacılarına veya şeytanın şakirtlerine deyiniz ki: </p><p id="c_paragraf">"Evvelâ rıza-yı İlâhî ve iltifat-ı Rahmânî ve kabul-ü Rabbânî öyle bir makamdır ki, insanların teveccühü ve istihsânı, ona nispeten bir zerre hükmündedir. Eğer teveccüh-ü rahmet varsa, yeter. İnsanların teveccühü, o teveccüh-ü rahmetin in'ikâsı ve gölgesi olmak cihetiyle makbuldür; yoksa arzu edilecek bir şey değildir. Çünkü kabir kapısında söner, beş para etmez." </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- Haşiye --><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin"><span style="FONT-WEIGHT: bold; COLOR: rgb(255,0,0)">Haşiye</span>:</span> O biçareler, "Kalbimiz Üstadla beraberdir" fikriyle kendilerini tehlikesiz zannederler. Halbuki, ehl-i ilhâdın cereyanına kuvvet veren ve propagandalarına kapılan, belki bilmeyerek hafiyelikte istimal edilmek tehlikesi bulunan bir adamın "Kalbim sâfidir, Üstadımın mesleğine sadıktır" demesi bu misale benzer ki: Birisi namaz kılarken karnındaki yeli tutamıyor, çıkıyor, hades vuku buluyor. Ona "Namazın bozuldu" denildiği vakit, o diyor: "Neden namazım bozulsun? Kalbim sâfidir." </p><!-- Haşiye --><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Zulmedenlere en küçük bir meyil dahi göstermeyin; yoksa Cehennem ateşi size de dokunur. (Hûd Sûresi: 11:113. )</p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Hubb-u cah hissi eğer susturulmazsa ve izale edilmezse, yüzünü başka cihete çevirmek lâzımdır. Şöyle ki:</span> </p><p id="c_paragraf">Sevab-ı uhrevî için, dualarını kazanmak niyetiyle ve hizmetin hüsn-ü tesiri noktasında, gelecek temsildeki sırra binaen, belki o hissin meşru bir ciheti bulunur. Meselâ, Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zamanda, tek tük, sofada ve kapıda haylâz çocuklar ve serseri ahlâksızlar bulunup camiin pencerelerinin üstünde ve yakınında ecnebîlerin eğlence-perest seyircileri bulunsa, bir adam o cami içine girip ve o cemaat içine dahil olsa; eğer güzel bir sadâ ile, şirin bir tarzda, Kur'ân'dan bir aşir okusa, o vakit binler ehl-i hakikatin nazarları ona döner, hüsn-ü teveccühle, mânevî bir dua ile o adama bir sevap kazandırırlar. Yalnız haylâz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek tük ecnebîlerin hoşuna gitmeyecek. </p><p id="c_paragraf">Eğer o mübarek camiye ve o muazzam cemaat içine o adam girdiği vakit, süflî ve edepsizce fuhşa ait şarkıları bağırıp çağırsa, raksedip zıplasa, o vakit o haylâz çocukları güldürecek, o serseri ahlâksızları fuhşiyâta teşvik ettiği için hoşlarına gidecek ve İslâmiyetin kusurunu görmekle mütelezziz olan ecnebîlerin istihzâkârâne tebessümlerini celb edecek. Fakat umum o muazzam ve mübarek cemaatin bütün efradından bir nazar-ı nefret ve tahkir celb edecektir. Esfel-i sâfilîne sukut derecesinde nazarlarında alçak görünecektir. </p><p id="c_paragraf">İşte, aynen bu misal gibi, Âlem-i İslâm ve Asya, muazzam bir camidir. Ve içinde ehl-i İmân ve ehl-i hakikat, o camideki muhterem cemaattir. O haylâz çocuklar ise, çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar, frenkmeşrep, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebî seyircileri ise, ecnebîlerin naşir-i efkârı olan gazetecilerdir. Herbir Müslüman, hususan ehl-i fazl ve kemal ise, bu camide, derecesine göre bir mevkii olur, görünür, nazar-ı dikkat ona çevrilir. </p><p id="c_paragraf">Eğer İslâmiyetin bir sırr-ı esası olan ihlâs ve rıza-yı İlâhî cihetinde, Kur'ân-ı Hakîmin ders verdiği ahkâm ve hakaik-i kudsiyeye dair harekât ve a'mâl ondan sudur etse, lisan-ı hâli mânen âyât-ı Kur'âniyeyi okusa, o vakit mânen Âlem-i İslâmın herbir ferdinin vird-i zebânı olan <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b840.gif" /> - 1- duasında dahil olup hissedar olur ve umumuyla uhuvvetkârâne alâkadar olur. Yalnız, hayvânât-ı muzırra nevinden bazı ehl-i dalâletin ve sakallı çocuklar hükmündeki bazı ahmakların nazarında kıymeti görünmez. </p><p id="c_paragraf">Eğer o adam, medar-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad telâkki ettiği Selef-i Sâlihînin cadde-i nuranîlerini terk edip, heveskârâne, hevâperestâne, riyâkârâne, şöhretperverâne, bid'akârâne işlerde ve harekâtta bulunsa, mânen bütün ehl-i hakikat ve ehl-i imanın nazarında en alçak mevkie düşer. <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b841.gif" /> -2- sırrına göre, ehl-i İmân ne kadar âmi ve cahil de olsa, aklı derk etmediği hâlde, kalbi öyle hodfuruş adamları görse soğuk görür, mânen nefret eder. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Allahım, erkek ve kadın mü'minleri mağfiret et.<br />2- Mü'minin ferasetinden sakının; çünkü o Allah'ın nuruyla bakar. (Tirmizî, Tefsiru Sûre 15:6; Ebû Naîm, Hılyetü'l-Evliyâ, 4:94; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 10: 268; el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 1:42.)</p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">İşte, hubb-u caha meftun ve şöhretperestliğe müptelâ adam (ikinci adam), hadsiz bir cemaatin nazarında esfel-i sâfilîne düşer; ehemmiyetsiz ve müstehzî ve hezeyancı bazı serserilerin nazarında muvakkat ve menhus bir mevki kazanır. <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b842.gif" /> -2- sırrına göre, dünyada zarar, berzahta azap, âhirette düşman bazı yalancı dostları bulur. </p><p id="c_paragraf">Birinci suretteki adam, faraza hubb-u cahı kalbinden çıkarmazsa, fakat ihlâsı ve rıza-yı İlâhîyi esas tutmak ve hubb-u cahı hedef ittihaz etmemek şartıyla, bir nevi meşru makam-ı mânevî, hem muhteşem bir makam kazanır ki, o hubb-u cah damarını kemâliyle tatmin eder. Bu adam az, hem pek az ve ehemmiyetsiz bir şey kaybeder; ona mukabil, çok, hem pek çok kıymettar, zararsız şeyleri bulur. Belki birkaç yılanı kendinden kaçırır; ona bedel çok mübarek mahlûkları arkadaş bulur, onlarla ünsiyet eder. Veya ısırıcı yabanî eşek arılarını kaçırıp, mübarek rahmet şerbetçileri olan arıları kendine celb eder, onların ellerinden bal yer gibi, öyle dostlar bulur ki, daima dualarıyla ve âb-ı kevser gibi feyizler, Âlem-i İslâmın etrafından onun ruhuna içirilir ve defter-i a'mÂline geçirilir. </p><p id="c_paragraf">Bir zaman, dünyanın bir büyük makamını işgal eden küçük bir insan, şöhretperestlik yolunda büyük bir kabahat işlemekle Âlem-i İslâmın nazarında maskara olduğu vakit, geçen temsilin meâlini ona ders verdim, başına vurdum. İyi sarstı; fakat kendimi hubb-u cahtan kurtaramadığım için, o ikazım dahi onu uyandırmadı. </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">İKİNCİ DESİSE</span></p><p id="c_paragraf">İnsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i havftır. Dessas zalimler, bu korku damarından çok istifade etmektedirler; onunla korkakları gemlendiriyorlar. Ehl-i dünyanın hafiyeleri ve ehl-i dalâletin propagandacıları, avâmın ve bilhassa ulemanın bu damarından çok istifade ediyorlar, korkutuyorlar, evhamlarını tahrik ediyorlar. </p><p id="c_paragraf">Meselâ, nasıl ki damda bir adamı tehlikeye atmak için, bir dessas adam, o evhamlının nazarında zararlı görünen bir şeyi gösterip, vehmini tahrik edip, kova kova, tâ damın kenarına gelir, baş aşağı düşürür, boynu kırılır. Aynen onun gibi, çok ehemmiyetsiz evhamla çok ehemmiyetli şeyleri feda ettiriyorlar. Hattâ, bir sinek beni ısırmasın diyerek, yılanın ağzına girer. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "O gün dostlar birbirine düşman kesilir-ancak takvâ sahipleri müstesna." Zuhruf Sûresi: 43:67.<br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Bir zaman -Allah rahmet etsin- mühim bir zat kayığa binmekten korkuyordu. Onunla beraber bir akşam vakti İstanbul'dan Köprüye geldik. Kayığa binmek lâzım geldi. Araba yok. Sultan Eyüb'e gitmeye mecburuz. Israr ettim. </p><p id="c_paragraf">Dedi: "Korkuyorum; belki batacağız." </p><p id="c_paragraf">Ona dedim: "Bu Haliç'te tahminen kaç kayık var?" </p><p id="c_paragraf">Dedi: "Belki bin var." </p><p id="c_paragraf">Ona dedim: "Senede kaç kayık gark olur?" </p><p id="c_paragraf">Dedi: "Bir iki tane. Bazı sene de hiç batmaz." </p><p id="c_paragraf">Dedim: "Sene kaç gündür?" </p><p id="c_paragraf">Dedi: "Üç yüz altmış gündür." </p><p id="c_paragraf">Dedim: "Senin vehmine ilişen ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üç yüz altmış bin ihtimalden birtek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan, insan değil, hayvan da olamaz." </p><p id="c_paragraf">Hem ona dedim: "Acaba kaç sene yaşamayı tahmin ediyorsun?" </p><p id="c_paragraf">Dedi: "Ben ihtiyarım. Belki on sene daha yaşamam ihtimali vardır." </p><p id="c_paragraf">Dedim: "Ecel gizli olduğundan, herbir günde ölmek ihtimali var. Öyleyse, üç bin altı yüz günde hergün vefatın muhtemel. İşte, kayık gibi üç yüz binden bir ihtimal değil, belki üç binden bir ihtimalle bugün ölümün muhtemeldir. Titre ve ağla, vasiyet et" dedim. </p><p id="c_paragraf">Aklı başına geldi, titreyerek kayığa bindirdim. Kayık içinde ona dedim: </p><p id="c_paragraf">"Cenâb-ı Hak havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrip için değil. Ve hayatı ağır ve müşkül ve elîm ve azap yapmak için vermemiştir. <span id="c_c_kalin">Havf iki, üç, dört ihtimalden bir olsa, hattâ beş altı ihtimalden bir olsa, ihtiyatkârâne bir havf meşru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimalle havf etmek evhamdır, hayatı azâba çevirir.</span>"</p><br /><p id="c_paragraf">İşte, ey kardeşlerim! Eğer ehl-i ilhâdın dalkavukları sizi korkutmakla kudsî cihad-ı mânevînizden vazgeçirmek için size hücum etseler, onlara deyiniz:</p><p id="c_paragraf">"Biz hizbü'l-Kur'ân'ız. <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b843.gif" /> -1- sırrıyla, Kur'ân'ın kalesindeyiz. <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/tari/b171.gif" /> -2- etrafımızda çevrilmiş muhkem bir surdur. Binler ihtimalden bir ihtimalle şu kısa hayat-ı fâniyeye küçük bir zarar gelmesi korkusundan, hayat-ı ebediyemize yüzde yüz, binler zarar verecek bir yola bizi ihtiyarımızla sevk edemezsiniz." </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(204,0,0)">1- "Şüphesiz ki Kur'ân'ı Biz indirdik; onu koruyan da elbette Biziz." Hicr Sûresi: 15:9.<br />2- "Allah bize yeter; O ne güzel vekildir." Âl-i İmrân Sûresi: 3:173.<br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(204,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Ve deyiniz: "Acaba hizmet-i Kur'âniyede arkadaşımız ve o hizmet-i kudsiyenin tedbirinde üstadımız ve ustabaşımız olan Said Nursî'nin yüzünden, bizim gibi hak yolunda ona dost olan ehl-i haktan kim zarar görmüş? Ve onun has talebelerinden kim belâ görmüş ki biz de göreceğiz ve o görmek ihtimaliyle telâş edeceğiz? Bu kardeşimizin binler uhrevî dostları ve kardeşleri var. Yirmi otuz senedir dünya hayat-ı içtimaiyesine tesirli bir surette karıştığı hâlde, onun yüzünden bir kardeşinin zarar gördüğünü işitmedik. Hususan o zaman elinde siyaset topuzu vardı. Şimdi o topuz yerine nur-u hakikat var. Eskiden 31 Mart hadisesinde çendan onu da karıştırdılar, bazı dostlarını da ezdiler. Fakat sonra tebeyyün etti ki, mesele başkaları tarafından çıkmış. Onun dostları, onun yüzünden değil, onun düşmanları yüzünden belâ gördüler. Hem o zaman çok dostlarını da kurtardı. Buna binaen, bin değil, binler ihtimalden birtek ihtimal-i tehlike korkusuyla bir hazine-i ebediyeyi elimizden kaçırmak, sizin gibi şeytanların hatırına gelmemeli" deyip, ehl-i dalâletin dalkavuklarının ağzına vurup tard etmelisiniz. </p><p id="c_paragraf">Hem o dalkavuklara deyiniz ki: "Yüz binler ihtimalden bir ihtimal değil, yüzden yüz ihtimalle bir helâket gelse, zerre kadar aklımız varsa, korkup, onu bırakıp kaçmayacağız." </p><p id="c_paragraf">Çünkü, mükerrer tecrübelerle görülmüş ve görülüyor ki, büyük kardeşine veyahut üstadına tehlike zamanında ihanet edenlerin, gelen belâ en evvel onların başında patlar. Hem merhametsizcesine onlara ceza verilmiş ve alçak nazarıyla bakılmış. Hem cesedi ölmüş, hem ruhu zillet içinde mânen ölmüş. Onlara ceza verenler, kalblerinde bir merhamet hissetmezler. Çünkü derler: "Bunlar madem kendilerine sadık ve müşfik üstadlarına hain çıktılar; elbette çok alçaktırlar, merhamete değil tahkire lâyıktırlar." </p><p id="c_paragraf">Madem hakikat budur. Hem madem bir zalim ve vicdansız bir adam, birisini yere atıp ayağıyla onun başını katî ezecek bir surette davransa, o yerdeki adam eğer o vahşî zalimin ayağını öpse, o zillet vasıtasıyla kalbi başından evvel ezilir, ruhu cesedinden evvel ölür. Hem başı gider, hem izzet ve haysiyeti mahvolur. Hem o canavar, vicdansız zalime karşı zaaf göstermekle, kendisini ezdirmeye teşcî eder. Eğer ayağı altındaki mazlum adam, o zalimin yüzüne tükürse, kalbini ve ruhunu kurtarır, cesed-i bir şehid-i mazlum olur. Evet, tükürün zalimlerin hayâsız yüzlerine! </p><p id="c_paragraf">Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul'u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman Dârü'l-Hikmeti'l-islâmiyenin âzâsıydım. Bana dediler: "Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar." </p><p id="c_paragraf">Ben dedim: "Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle de değil, hattâ bir kelimeyle dahi değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü, o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurâne üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!" demiştim. Şimdi diyorum: </p><p id="c_paragraf">Ey kardeşlerim! İngiliz gibi cebbar bir hükümetin istilâ ettiği bir zamanda, bu tarzda matbaa lisanıyla onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken hıfz-ı Kur'ânî bana kâfi geldiği hâlde, size de yüzde bir ihtimalle ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karşı, elbette yüz derece daha kâfidir.<br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem, ey kardeşlerim, çoğunuz askerlik etmişsiniz. Etmeyenler de elbette işitmişlerdir. İşitmeyenler de benden işitsinler ki, en ziyade yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır. En az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir. </p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b845.gif" /> mânâ-yı işarîsiyle gösteriyor ki, firar edenler, kaçmalarıyla ölümü daha ziyade karşılıyorlar. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Desise-i Şeytaniye</span></p><p id="c_paragraf">Tamah yüzünden çoklarını avlıyorlar. </p><p id="c_paragraf">Kur'ân-ı Hakîmin âyât ve beyyinâtından istifaza ettiğimiz katî bürhanlarla çok risalelerde ispat etmişiz ki, meşru rızık, iktidar ve ihtiyarın derecesine göre değil, belki acz ve iftikarın nispetinde geliyor. Bu hakikati gösteren hadsiz işaretler, emâreler, deliller vardır. Ezcümle: </p><p id="c_paragraf">Bir nevi zîhayat ve rızka muhtaç olan eşcar yerinde durup, onların rızıkları onlara koşup geliyor. Hayvânat, hırsla rızıklarının peşinde koştuklarından, ağaçlar gibi mükemmel beslenmiyorlar. </p><p id="c_paragraf">Hem hayvânat nevinden balıkların en aptal, iktidarsız ve kum içinde bulunduğu hâlde mükemmel beslenmesi ve umumiyetle semiz olarak görünmesi, maymun ve tilki gibi zekî ve muktedir hayvânat sû-i maişetinden alîz ve zayıf olması gösteriyor ki, vasıta-ı rızık iktidar değil, iftikardır. </p><p id="c_paragraf">Hem, insanî olsun, hayvanî olsun, bütün yavruların hüsn-ü maişeti ve süt gibi hazine-i rahmetin en lâtif bir hediyesi, umulmadık bir tarzda onlara zaaf ve aczlerine şefkaten ihsan edilmesi; ve vahşî canavarların dıyk-ı maişetleri dahi gösteriyor ki, vesile-i rızk-ı helÂl acz ve iftikardır, zekâ ve iktidar değildir. </p><p id="c_paragraf">Hem dünyada, milletler içinde şiddet-i hırsla meşhur olan Yahudi milletinden daha ziyade rızık peşinde koşan olmuyor. Halbuki zillet ve sefalet içinde en ziyade sû-i maişete onlar maruz oluyorlar. Onların zenginleri dahi süflî yaşıyorlar. Zaten ribâ gibi gayr-ı meşru yollarla kazandıkları mal, rızk-ı helÂl değil ki meselemizi cerh etsin. </p><p id="c_paragraf">Hem çok ediplerin ve çok ulemanın fakr-ı hÂli ve çok aptalların servet ve gınâsı dahi gösteriyor ki, celb-i rızkın medarı zekâ ve iktidar değildir, belki acz ve iftikardır, tevekkülvâri bir teslimdir ve lisan-ı kal ve lisan-ı hâl ve lisan-ı fiil ile bir duadır. </p><p id="c_paragraf">İşte bu hakikati ilân eden <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b846.gif" /><br />âyeti, bu dâvâmıza o kadar kavî ve metin bir bürhandır ki, bütün nebâtat ve hayvânat ve etfal lisanıyla okunuyor. Ve rızık isteyen her taife, şu âyeti lisan-ı hâl ile okuyor.<br /></p><p id="c_paragraf">Madem rızık mukadderdir ve ihsan ediliyor ve veren de Cenâb-ı Haktır. O hem Rahîm, hem Kerîmdir. Onun rahmetini itham etmek derecesinde ve keremini istihfaf eder bir surette, gayr-ı meşru bir tarzda yüz suyu dökmekle, vicdanını, belki bazı mukaddesâtını rüşvet verip, menhus, bereketsiz bir mal-ı haramı kabul eden düşünsün ki, ne kadar muzaaf bir divaneliktir! </p><p id="c_paragraf">Evet, ehl-i dünya, hususan ehl-i dalâlet, parasını ucuz vermez, pek pahÂlı satar. Bir senelik hayat-ı dünyeviyeye bir derece yardım edecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi tahrip etmeye bazen vesile olur. O pis hırsla, gazab-ı İlâhîyi kendine celb eder ve ehl-i dalâletin rızasını celbe çalışır. </p><p id="c_paragraf">Ey kardeşlerim! Eğer ehl-i dünyanın dalkavukları ve ehl-i dalâletin münafıkları, sizi, insaniyetin şu zayıf damarı olan tamah yüzünden yakalasalar, geçen hakikati düşünüp, bu fakir kardeşinizi numune-i imtisal ediniz. Sizi bütün kuvvetimle temin ederim ki, kanaat ve iktisat, maaştan ziyade sizin hayatınızı idame ve rızkınızı temin eder. Bahusus size verilen o gayr-ı meşru para, sizden, ona mukabil bin kat fazla fiyat isteyecek. Hem her saati size ebedî bir hazineyi açabilir olan hizmet-i Kur'âniyeye sed çekebilir veya fütur verir. Bu öyle bir zarar ve boşluktur ki, her ay binler maaş verilse, yerini dolduramaz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İhtar:</span> Ehl-i dalâlet, Kur'ân-ı Hakîmden alıp neşrettiğimiz hakaik-i imaniye ve Kur'âniyeye karşı müdafaa ve mukabele elinden gelmediği için, münafıkane ve desisekârâne iğfal ve hile dâmını (tuzağını) istimal ediyor. Dostlarımı hubb-u cah, tamah ve havf ile aldatmak ve beni bazı isnâdatla çürütmek istiyorlar. Biz, kudsî hizmetimizde daima müsbet hareket ediyoruz. Fakat, maatteessüf, herbir emr-i hayırda bulunan mânileri def etmek vazifesi, bizi bazen menfi harekete sevk ediyor. İşte, bunun içindir ki, ehl-i nifakın hilekârâne propagandasına karşı, kardeşlerimi sabık üç nokta ile ikaz ediyorum, onlara gelen hücumu def'e çalışıyorum. </p><p id="c_paragraf">Şimdi, en mühim bir hücum benim şahsımadır. Diyorlar ki: "Said Kürttür. Neden bu kadar ona hürmet ediyorsunuz, arkasına düşüyorsunuz?" </p><p id="c_paragraf">İşte, bilmecburiye, böyle herifleri susturmak için, Dördüncü Desise-i Şeytaniyeyi, istemeyerek Eski Said lisanıyla zikredeceğim. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü Desise-i Şeytaniye</span></p><p id="c_paragraf">Şeytanın telkiniyle ve ehl-i dalâletin ilkaâtıyla, bana karşı propaganda ile hücum eden ve mühim mevkileri işgal eden bazı mülhidler, kardeşlerimi aldatmak ve asabiyet-i milliyetlerini tahrik etmek için diyorlar ki: "Siz Türksünüz. Maşaallah, Türklerde her nevi ulema ve ehl-i kemal vardır. Said bir Kürttür. Milliyetinizden olmayan birisiyle teşrik-i mesai etmek hamiyet-i milliyeye münâfidir."<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Ey bedbaht mülhid! Ben felillâhilhamd Müslümanım. Her zamanda kudsî milletimin üç yüz elli milyon efradı vardır. Böyle ebedî bir uhuvveti tesis eden ve dualarıyla bana yardım eden ve içinde Kürtlerin ekseriyet-i mutlakası bulunan üç yüz elli milyon kardeşi, unsuriyet ve menfi milliyet fikrine feda etmek ve o mübarek hadsiz kardeşlere bedel, Kürt namını taşıyan ve Kürt unsurundan addedilen mahdut birkaç dinsiz veya mezhepsiz bir mesleğe girenleri kazanmaktan yüz bin defa istiâze ediyorum. Ey mülhid! Senin gibi ahmaklar lâzım ki, Macar kâfirleri veyahut dinsiz olmuş ve frenkleşmiş birkaç Türkleri muvakkaten, dünyaca dahi faydasız uhuvvetini kazanmak için, üç yüz elli milyon hakikî, nuranî menfaattar bir cemaatin bâki uhuvvetlerini terk etsin. Yirmi Altıncı Mektubun Üçüncü Meselesinde, delilleriyle menfi milliyetin mahiyetini ve zararlarını gösterdiğimizden, ona havale edip, yalnız o Üçüncü Meselenin âhirinde icmal edilen bir hakikati burada bir derece izah edeceğiz. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">O Türkçülük perdesi altına giren ve hakikaten Türk düşmanı olan hamiyetfuruş mülhidlere derim ki: </p><p id="c_paragraf">Din-i İslâmiyet milliyetiyle ebedî ve hakikî bir uhuvvet ile, Türk denilen bu vatan ehl-i imanıyla şiddetli ve pek hakikî alâkadarım. Ve bin seneye yakın, Kur'ân'ın bayrağını cihanın cihât-ı sittesinin etrafında galibâne gezdiren bu vatan evlâtlarına, İslâmiyet hesabına müftehirâne ve taraftarâne muhabbettarım. </p><p id="c_paragraf">Sen ise, ey hamiyetfuruş sahtekâr! Türkün mefâhir-i hakikiye-i milliyesini unutturacak bir surette mecazî ve unsurî ve muvakkat ve garazkârâne bir uhuvvetin var. Senden soruyorum: Türk milleti, yalnız yirmi ile kırk yaşı ortasındaki gafil ve heveskâr gençlerden ibaret midir? Hem onların menfaati ve onların hakkında hamiyet-i milliyenin iktiza ettiği hizmet, yalnız onların gafletini ziyadeleştiren ve ahlâksızlıklara alıştıran ve menhiyâta teşcî eden frenkmeşrebâne terbiyede midir? Ve ihtiyarlıkta onları ağlattıracak olan muvakkat bir güldürmekte midir? </p><p id="c_paragraf">Eğer hamiyet-i milliye bunlardan ibaretse ve terakki ve saadet-i hayatiye bu ise, evet, sen böyle Türkçü isen ve böyle milliyetperver isen, ben o Türkçülükten kaçıyorum; sen de benden kaçabilirsin. Eğer zerre miktar hamiyet ve şuurun ve insafın varsa, şimdiki taksimata bak, cevap ver. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">Türk milleti denilen şu vatan evlâdı altı kısımdır. Birinci kısmı, ehl-i salâhat ve takvâdır. İkinci kısmı, musibetzede ve hastalar taifesidir. Üçüncü kısmı, ihtiyarlar sınıfıdır. Dördüncü kısmı, çocuklar taifesidir. Beşinci kısmı, fakirler ve zayıflar taifesidir. Altıncı kısmı gençlerdir. </p><p id="c_paragraf">Acaba bütün evvelki beş taife Türk değiller mi? Hamiyet-i milliyeden hisseleri yok mu? Acaba altıncı taifeye sarhoşçasına bir keyif vermek yolunda o beş taifeyi incitmek, keyfini kaçırmak, tesellilerini kırmak hamiyet-i milliye midir, yoksa o millete düşmanlık mıdır? "El-hükmü li'l-ekser" sırrınca, eksere zarar dokunduran düşmandır, dost değildir.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Senden soruyorum:</span> <span id="c_c_kalin">Birinci kısım</span> olan ehl-i İmân ve ehl-i takvânın en büyük menfaati, frenkmeşrebâne bir medeniyette midir? Yoksa hakaik-i imaniyenin nurlarıyla saadet-i ebediyeyi düşünüp, müştak ve âşık oldukları tarik-i hakta sülûk etmek ve hakikî teselli bulmakta mıdır? Senin gibi dalâlet-pîşe hamiyetfuruşların tuttuğu meslek, müttakî ehl-i imanın mânevî nurlarını söndürüyor ve hakikî tesellilerini bozuyor ve ölümü idam-ı ebedî ve kabri daimî bir firak-ı lâyezÂlî kapısı olduğunu gösteriyor. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci kısım</span> olan musibetzede ve hastaların ve hayatından meyus olanların menfaati, frenkmeşrebâne, dinsizcesine medeniyet terbiyesinde midir? Halbuki, o biçareler bir nur isterler, bir teselli isterler. Musibetlerine karşı bir mükâfat isterler. Ve onlara zulmedenlerin intikamlarını almak isterler. Ve yakınlaştıkları kabir kapısındaki dehşeti def etmek istiyorlar. Sizin gibilerin sahtekâr hamiyetiyle, pek çok şefkate ve okşamaya ve tımar etmeye çok lâyık ve muhtaç o biçare musibetzedelerin kalblerine iğne sokuyorsunuz, başlarına tokmak vuruyorsunuz, merhametsizcesine ümitlerini kırıyorsunuz, ye's-i mutlaka düşürüyorsunuz. Hamiyet-i milliye bu mudur? Böyle mi millete menfaat dokunduruyorsunuz? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü taife</span> olan ihtiyarlar bir sülüs teşkil ediyor. Bunlar kabre yakınlaşıyorlar, ölüme yaklaşıyorlar, dünyadan uzaklaşıyorlar, âhirete yanaşıyorlar. Böylelerin menfaati ve nuru ve tesellisi, Hülâgû ve Cengiz gibi zalimlerin gaddarâne sergüzeştlerini dinlemesinde midir? Ve âhireti unutturacak, dünyaya bağlandıracak, neticesiz, mânen sukut, zâhiren terakki denilen şimdiki nevi hareketinizde midir? Ve uhrevî nur, sinemada mıdır? Ve hakikî teselli, tiyatroda mıdır? Bu biçare ihtiyarlar hamiyetten hürmet isterlerken, mânevî bıçakla o biçareleri kesmek hükmünde ve "İdam-ı ebediye sevk ediliyorsunuz" fikrini vermek ve rahmet kapısı tasavvur ettikleri kabir kapısını ejderha ağzına çevirmek, "Sen oraya gideceksin" diye mânevî kulağına üflemek hamiyet-i milliye ise, böyle hamiyetten yüz bin defa el'iyâzü billâh! </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü taife</span> ki, çocuklardır. Bunlar hamiyet-i milliyeden merhamet isterler, şefkat beklerler. Bunlar da, zaaf ve acz ve iktidarsızlık noktasında, merhametkâr, kudretli bir Hâlıkı bilmekle ruhları inbisat edebilir, istidatları mesudâne inkişaf edebilir. İleride, dünyadaki müthiş ehval ve ahvÂle karşı gelebilecek bir tevekkül-ü imanî ve teslim-i İslâmî telkinatıyla o masumlar hayata müştakane bakabilirler. Acaba, alâkaları pek az olduğu terakkiyât-ı medeniye dersleri ve onların kuvve-i mâneviyesini kıracak ve ruhlarını söndürecek, nursuz, sırf maddî, felsefî düsturların taliminde midir? </p><p id="c_paragraf">Eğer insan bir cesed-i hayvânîden ibaret olsaydı ve kafasında akıl olmasaydı, belki bu masum çocukları muvakkaten eğlendirecek terbiye-i medeniye tabir ettiğiniz ve terbiye-i milliye süsü verdiğiniz bu firengî usul, onlara çocukçasına bir oyuncak olarak, dünyevî bir menfaati verebilirdi. Madem ki o masumlar hayatın dağdağalarına atılacaklar, madem ki insandırlar. Elbette küçük kalblerinde çok uzun arzuları olacak ve küçük kafalarında büyük maksatlar tevellüt edecek. Madem hakikat böyledir; onlara şefkatin muktezası, gayet derecede fakr ve aczinde, gayet kuvvetli bir nokta-i istinadı ve tükenmez bir nokta-i istimdadı, kalblerinde iman-ı billâh ve iman-ı bil'âhiret suretiyle yerleştirmek lâzımdır. Onlara şefkat ve merhamet bununla olur. Yoksa, divane bir validenin, veledini bıçakla kesmesi gibi, hamiyet-i milliye sarhoşluğuyla, o biçare masumları mânen boğazlamaktır. Cesedini beslemek için beynini ve kalbini çıkarıp ona yedirmek nevinden, vahşiyâne bir gadirdir, bir zulümdür.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşinci taife</span> fakirler ve zayıflar taifesidir. Acaba, hayatın ağır tekÂlifini fakirlik vasıtasıyla elîm bir tarzda çeken fakirlerin ve hayatın müthiş dağdağalarına karşı çok müteessir olar zayıfların hamiyet-i milliyeden hisseleri yok mudur? Bu biçarelerin ye'sini ve elemini arttıran ve sefih bir kısım zenginlerin mel'abe-i hevesâtı ve zalim bir kısım kavîlerin vesile-i şöhret ve şekaveti olan frenkmeşrebâne ve perde-bîrûnâne ve firavunâne medeniyetperverlik namı altında yaptığınız harekâtta mıdır? Bu biçare fukaraların fakirlik yarasına merhem ise, unsuriyet fikrinden değil, belki İslâmiyetin eczahane-i kudsiyesinden çıkabilir. Zayıfların kuvveti ve mukavemeti, karanlık ve tesadüfe bağlı, şuursuz, tabiî felsefeden alınmaz; belki hamiyet-i İslâmiye ve kudsî İslâmiyet milliyetinden alınır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Altıncı taife</span> gençlerdir. Bu gençlerin gençlikleri eğer daimî olsaydı, menfi milliyetle onlara içirdiğiniz şarabın muvakkat bir menfaati, bir faydası olurdu. Fakat o gençliğin lezzetli sarhoşluğu, ihtiyarlıkla elemle ayılması ve o tatlı uykunun ihtiyarlık sabahında esefle uyanmasıyla, o şarabın humarı ve sıkıntısı onu çok ağlattıracak ve o lezzetli rüyanın zevÂlindeki elem ona çok hazin teessüf ettirecek. "Eyvah! Hem gençlik gitti, hem ömür gitti. Hem müflis olarak kabre gidiyorum. Keşke aklımı başıma alsaydım!" dedirecek. Acaba bu taifenin hamiyet-i milliyeden hissesi, az bir zamanda muvakkat bir keyif görmek için, pek uzun bir zamanda teessüfle ağlattırmak mıdır? Yoksa onların saadet-i dünyeviyeleri ve lezzet-i hayatiyeleri, o güzel, şirin gençlik nimetinin şükrünü vermek suretinde, o nimeti sefahet yolunda değil, belki istikamet yolunda sarf etmekle, o fâni gençliği ibadetle mânen ibka etmek ve o gençliğin istikametiyle dâr-i saadette ebedî bir gençlik kazanmakta mıdır? Zerre miktar şuurun varsa söyle! </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elhasıl:</span> Eğer Türk milleti yalnız altıncı taife olan gençlerden ibaret olsa ve gençlikleri daimî kalsa ve dünyadan başka yerleri bulunmasa, sizin Türkçülük perdesi altındaki frenkmeşrebâne harekâtınız, hamiyet-i milliyeden sayılabilirdi. Benim gibi hayat-ı dünyeviyeye az ehemmiyet veren ve unsuriyet fikrini frengî illeti gibi bir maraz telâkki eden ve gençleri nâmeşrû keyif ve hevesattan men'e çalışan ve başka memlekette dünyaya gelen bir adama, "O Kürttür, arkasına düşmeyiniz" diyebilirdiniz ve demeye bir hak kazanabilirdiniz. Fakat madem ki Türk namı altında olan şu vatan evlâdı, sabıkan beyan edildiği gibi, altı kısımdır. Beş kısma zarar vermek ve keyiflerini kaçırmak, yalnız birtek kısma muvakkat ve dünyevî ve âkıbeti meş'um bir keyif vermek, belki sarhoş etmek, elbette o Türk milletine dostluk değil, düşmanlıktır. </p><p id="c_paragraf">Evet, ben unsurca Türk sayılmıyorum. Fakat Türklerin ehl-i takvâ taifesine ve musibetzedeler kısmına ve ihtiyarlar sınıfına ve çocuklar taifesine ve zayıflar ve fakirler zümresine bütün kuvvetimle ve kemâl-i iştiyakla müşfikane ve uhuvvetkârâne çalışmışım ve çalışıyorum. Altıncı taife olan gençleri dahi, hayat-ı dünyeviyesini zehirlettirecek ve hayat-ı uhreviyesini mahvedecek ve bir saat gülmeye bedel bir sene ağlamayı netice veren harekât-ı nâmeşruadan vazgeçirmek istiyorum. Yalnız bu altı yedi sene değil, belki yirmi senedir, Kur'ân'dan ahzedip Türkçe lisanıyla neşrettiğim âsâr meydandadır.<br /></p><p id="c_paragraf">Evet, lillâhilhamd, Kur'ân-ı Hakîmin maden-i envârından iktibas edilen âsâr ile, ihtiyar taifesinin en ziyade istedikleri nur gösteriliyor. Musibetzedelerin ve hastaların tiryak gibi en nâfi ilâçları, eczahane-i kudsiye-i Kur'âniyede gösteriliyor. Ve ihtiyarları en ziyade düşündüren kabir kapısı, rahmet kapısı olduğu ve idam kapısı olmadığı, o envâr-ı Kur'âniye ile gösterildi. Ve çocukların nazik kalblerinde hadsiz mesâib ve muzır eşyaya karşı gayet kuvvetli bir nokta-i istinad ve hadsiz âmÂl ve arzularına medar bir nokta-i istimdat, Kur'ân-ı Hakîmin madeninden çıkarıldı ve gösterildi ve bilfiil istifade ettirildi. Ve fukaralar ve zuafalar kısmını en ziyade ezen ve müteessir eden hayatın ağır tekÂlifi, Kur'ân-ı Hakîmin hakaik-i imaniyesiyle hafifleştirildi. </p><p id="c_paragraf">İşte bu beş taife-ki, Türk milletinin altı kısmından beş kısmıdır-menfaatlerine çalışıyoruz. Altıncı kısım ki gençlerdir; onların iyilerine karşı ciddî uhuvvetimiz var, senin gibi mülhidlere karşı hiçbir cihetle dostluğumuz yok. Çünkü ilhâda giren ve Türkün hakikî bütün mefâhir-i milliyesini taşıyan İslâmiyet milliyetinden çıkmak isteyen adamları Türk bilmiyoruz, Türk perdesi altına girmiş frenk telâkki ediyoruz. Çünkü, yüz bin defa Türkçüyüz deyip dâvâ etseler, ehl-i hakikati kandıramazlar. Zira fiilleri, harekâtları, onların dâvâlarını tekzip ediyor. </p><p id="c_paragraf">İşte, ey frenkmeşrepler ve propagandanızla hakikî kardeşlerimi benden soğutmaya çalışan mülhidler! Bu millete menfaatiniz nedir? Birinci taife olan ehl-i takvâ ve salâhatin nurunu söndürüyorsunuz. Merhamete ve tımar etmeye şâyan ikinci taifesinin yaralarına zehir serpiyorsunuz. Ve hürmete çok lâyık olan üçüncü taifenin tesellisini kırıyorsunuz, ye's-i mutlaka atıyorsunuz. Ve şefkate çok muhtaç olan dördüncü taifenin bütün bütün kuvve-i mâneviyesini kırıyorsunuz ve hakikî insaniyetini söndürüyorsunuz. Ve muavenet ve yardıma ve teselliye çok muhtaç olan beşinci taifenin ümitlerini, istimdatlarını akîm bırakıp, onların nazarında hayatı mevtten daha ziyade dehşetli bir surete çeviriyorsunuz. İkaza ve ayılmaya çok muhtaç olan altıncı taifesine, gençlik uykusu içinde öyle bir şarap içiriyorsunuz ki, o şarabın humârı pek elîm, pek dehşetlidir. Acaba bu mudur hamiyet-i milliyeniz ki, o hamiyet-i milliye uğrunda çok mukaddesâtı feda ediyorsunuz? O Türkçülük menfaati, Türklere bu suretle midir? Yüz bin defa el'iyâzü billâh! </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Ey efendiler!</span> Bilirim ki, hak noktasında mağlûp olduğunuz zaman kuvvete müracaat edersiniz. Kuvvet hakta olduğu, hak kuvvette olmadığı sırrıyla, dünyayı başıma ateş yapsanız, hakikat-i Kur'âniyeye feda olan bu baş size eğilmeyecektir! </p><p id="c_paragraf">Hem size bunu da haber veriyorum ki, değil sizler gibi mahdut, mânen millet nazarında menfur bir kısım adamlar, belki binler sizler gibi bana maddî düşmanlık etseler, ehemmiyet vermeyeceğim ve bir kısım muzır hayvânattan fazla kıymet vermeyeceğim. Çünkü bana karşı ne yapacaksınız?<br /></p><p id="c_paragraf">Yapacağınız iş, ya hayatıma hâtime çekmekle veya hizmetimi bozmak suretiyle olur. Bu iki şeyden başka dünyada alâkam yok. </p><p id="c_paragraf">Hayatın başına gelen ecel ise, şuhud derecesinde katî İmân etmişim ki, tagayyür etmiyor, mukadderdir. Madem böyledir; hak yolunda şehadetle ölsem, çekinmek değil, iştiyakla bekliyorum. Bahusus ben ihtiyar oldum; bir seneden fazla yaşamayı zor düşünüyorum. Zâhirî bir sene ömrü, şehadet vasıtasıyla kazanılan hadsiz bir ömr-ü bâkiye tebdil etmek, benim gibilerin en Âli bir maksadı, bir gayesi olur. </p><p id="c_paragraf">Amma hizmet ise, felillâhilhamd, hizmet-i Kur'âniye ve imaniyede Cenâb-ı Hak rahmetiyle öyle kardeşleri bana vermiş ki, vefatımla, o hizmet, bir merkezde yapıldığına bedel, çok merkezlerde yapılacak. Benim dilim ölümle susturulsa, pek çok kuvvetli diller benim dilime bedel konuşacaklar, o hizmeti idame ederler. Hattâ diyebilirim: Nasıl ki bir tane tohum toprak altına girip ölmesiyle bir sümbül hayatını netice verir; bir taneye bedel yüz tane vazife başına geçer. Öyle de, mevtim, hayatımdan fazla o hizmete vasıta olur ümidini besliyorum. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşinci Desise-i Şeytaniye </span></p><p id="c_paragraf">Ehl-i dalâletin tarafgirleri, enâniyetten istifade edip kardeşlerimi benden çekmek istiyorlar. Hakikaten, insanda en tehlikeli damar enâniyettir. Ve en zayıf damarı da odur. Onu okşamakla çok fena şeyleri yaptırabilirler. </p><p id="c_paragraf">Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz, sizi enâniyette vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar. Hem biliniz ki, şu asırda ehl-i dalâlet ene'ye binmiş, dalâlet vadilerinde koşuyor. Ehl-i hak, bilmecburiye, eneyi terk etmekle hakka hizmet edebilir. Enenin istimalinde haklı dahi olsa, madem ki ötekilere benzer ve onlar da onları kendileri gibi nefisperest zannederler, hakkın hizmetine karşı bir haksızlıktır. Bununla beraber, etrafına toplandığımız hizmet-i Kur'âniye, ene'yi kabul etmiyor, nahnü istiyor. "Ben demeyiniz, biz deyiniz" diyor. </p><p id="c_paragraf">Elbette kanaatiniz gelmiş ki, bu fakir kardeşiniz ene ile meydana çıkmamış. Sizi enesine hâdim yapmıyor. Belki enesiz bir hâdim-i Kur'ânî olarak kendini size göstermiş. Ve kendini beğenmemeyi ve enesine taraftar olmamayı meslek ittihaz etmiş. Bununla beraber, katî delillerle size ispat etmiştir ki, meydan-ı istifadeye vaz edilen eserler mîrî malıdır, yani Kur'ân-ı Hakîmin tereşşuhâtıdır. Hiç kimse enesiyle onlara temellük edemez. Haydi, farz-ı muhâl olarak, ben enemle o eserlere sahip çıkıyorum; benim bir kardeşimin dediği gibi, madem bu Kur'ânî hakikat kapısı açıldı, benim noksaniyetime ve ehemmiyetsizliğime bakılmayarak, ehl-i ilim ve kemal arkamda bulunmaktan çekinmemeli ve istiğnâ etmemelidirler. Selef-i SÂlihînin ve muhakkıkîn-i ulemanın âsarları, çendan her derde kâfi ve vâfi bir hazine-i azîmedir; fakat bazı zaman olur ki, bir anahtar bir hazineden ziyade ehemmiyetli olur. Çünkü hazine kapalıdır. Fakat bir anahtar çok hazineleri açabilir. </p><p id="c_paragraf">Zannederim ki, o enâniyet-i ilmiyeyi fazla taşıyan zatlar da anladılar ki, neşrolunan Sözler, hakaik-i Kur'âniyenin birer anahtarı ve o hakaiki inkâr etmeye çalışanların başlarına inen birer elmas kılıçtır. O ehl-i fazl ve kemal ve kuvvetli enâniyet-i ilmiyeyi taşıyan zatlar bilsinler ki, bana değil, Kur'ân-ı Hakîme talebe ve şakirt oluyorlar; ben de onların bir ders arkadaşıyım. Haydi, farz-ı muhâl olarak, ben üstadlık dâvâ etsem, madem şimdi ehl-i imanın tabakatını, avamdan havassa kadar, maruz kaldıkları evham ve şübehattan kurtarmak çaresini bulduk; o ulema ya daha kolay bir çaresini bulsunlar veyahut bu çareyi iltizam edip ders versinler, taraftar olsunlar. Ulemâü's-sû' hakkında bir tehdid-i azîm var; bu zamanda ehl-i ilim ziyade dikkat etmeli.<br /></p><p id="c_paragraf">Haydi, farz etseniz ki, düşmanlarımızın zannı gibi, ben, benlik hesabına böyle bir hizmette bulunuyorum. Acaba, dünyevî ve millî bir maksat için çok zatlar enâniyeti terk edip, firavun-meşrep bir adamın kemâl-i sadakatle etrafına toplanıp, şiddetli bir tesanüdle iş gördükleri hâlde, acaba bu kardeşiniz, hakikat-i Kur'âniye ve hakaik-i imaniye etrafında, kendi enâniyetini setretmekle beraber, o dünyevî komitenin onbaşıları gibi terk-i enâniyetle hakaik-i Kur'âniye etrafında bir tesanüdü sizden istemeye hakkı yok mudur? Sizin en büyük Âlimleriniz de ona "Lebbeyk" dememesinde haksız değil midirler? </p><p id="c_paragraf">Kardeşlerim, enâniyetin işimizde en tehlikeli ciheti kıskançlıktır. Eğer sırf lillâh için olmazsa, kıskançlık müdahâle eder, bozar. Nasıl ki bir insanın bir eli bir elini kıskanmaz ve gözü kulağına haset etmez ve kalbi aklına rekabet etmez. Öyle de, bu heyetimizin şahs-ı mânevîsinde, herbiriniz bir duygu, bir âzâ hükmündesiniz. Birbirinize karşı rekabet değil, bilâkis birbirinizin meziyetiyle iftihar etmek, mütelezziz olmak bir vazife-i vicdaniyenizdir. </p><p id="c_paragraf">Bir şey daha kaldı; en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında bir enâniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enâniyetlidir; çabuk enâniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da, nefsi, o ilmî enâniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu hâlde, nefsi ise, enâniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi, Sözlerin kıymetlerinin tenzilini arzu eder-tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın. Halbuki, bilmecburiye bunu haber veriyorum ki: </p><p id="c_paragraf">Bu durûs-u Kur'âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde bir şey yazsa, soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur'ân'ın tereşşuhâtıdır; bizler, taksimü'l-a'mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Altıncı Desise-i Şeytaniye</span></p><p id="c_paragraf">Şudur ki: İnsandaki tembellik ve tenperverlik ve vazifedarlık damarından istifade eder. </p><p id="c_paragraf">Evet, şeytan-ı ins ve cinnî her cihette hücum ederler. Arkadaşlarımızdan metin kalbli, sadakati kuvvetli, niyeti ihlâslı, himmeti Âli gördükleri vakit başka noktalardan hücum ederler. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">İşimize sekte ve hizmetimize fütur vermek için, onların tembelliklerinden ve tenperverliklerinden ve vazifedarlıklarından istifade ederler. Onlar, öyle desiselerle, onları hizmet-i Kur'âniyeden alıkoyuyorlar ki, haberleri olmadan bir kısmına fazla iş buluyorlar, tâ ki hizmet-i Kur'âniyeye vakit bulmasın. Bir kısmına da dünyanın cazibedar şeylerini gösteriyorlar ki, hevesi uyanıp, hizmete karşı bir gaflet gelsin. Ve hâkezâ, bu hücum yolları uzun çeker. Bu uzunlukta kısa keserek dikkatli fehminize havale ederiz. </p><p id="c_paragraf">Ey kardeşlerim, dikkat ediniz. Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir. Herbir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki, elinizden kaçmasın. </p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b847.gif" /> -1- </p><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b848.gif" /> </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b849.gif" /> -2-</center><br /><center><img style="WIDTH: 320px; HEIGHT: 40px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b457.gif" /> -3- </center><br /><center><img style="WIDTH: 393px; HEIGHT: 83px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b851.gif" /> -4- </center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Benim âyetlerimi, az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyin." Bakara Sûresi: 2:41. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">"Ey İmân edenler! Sabırlı olun, sabır yarışında düşmanlarınızı geride bırakın, her an cihada hazırlıklı bulunun ve Allah'tan korkun ki kurtuluşa eresiniz." (Âl-i İmrân Sûresi: 3:200) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "İzzet sahibi Rabbin, onların yakıştırdıklarından münezzehtir. Bütün peygamberlere selâm olsun. Hamd ise Âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur." (Sâffât Sûresi: 37:180-182) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- "Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan (Alîm-i Hakîmsin." Bakara Sûresi: 2:32) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">4- Allahım! Kadri pek yüce ve makamı pek büyük olan Habibin, Ümmî Peygamber, Efendimiz Muhammed'e ve Âline ve ashabına salât ve selâm et. Âmin.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi" style="font-size:130%;">Kudsî bir tarihçe</span></center><br /><p id="c_paragraf">Kur'ân-ı Hakîmin mühim bir sırr-ı i'câzîsinin zuhur ettiği senenin tarihi, yine lâfz-ı Kur'ân'dadır. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">Kur'ân kelimesi, ebced hesabıyla 351'dir. İçinde iki elif var. Mahfî elif, "elfün" okunsa, "bin" mânâsındaki elfün'dür. <sup id="c_supa">Haşiye</sup></p><br /><p id="c_paragraf">Demek 1351 senesine "sene-i Kur'âniye" tabir edilebilir. Çünkü, lâfz-ı Kur'ân'daki tevafukatın sırr-ı acibi, Kur'ân'ın tefsiri olan Risale-i Nur eczalarında o sene göründü. Ve Kur'ân'daki Lâfz-ı Celâlin i'câzkârâne sırr-ı tevafuku aynı senede tezahür etti. Ve bir nakş-ı i'câzîyi gösterecek bir Kur'ân'ın yeni bir tarzda yazılması, aynı senede oluyor. Ve hatt-ı Kur'ân'ın tebdiline karşı, Kur'ân şakirtlerinin bütün kuvvetleriyle hatt-ı Kur'ânîyi muhafazaya çalışması aynı senededir. Ve Kur'ân'ın mühim ezvâk-ı i'câziyesi aynı senede tezahür ediyor. Hem aynı senede Kur'ân ile çok münasebettar hâdisât olmuş ve olacak gibi... </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- Haşiye --><p id="c_paragraf"><span style="FONT-WEIGHT: bold; COLOR: rgb(255,0,0)">Haşiye</span>: İlm-i sarf kaidesince, feilün, "fe'lün" okunur-ketifün, "ketfün" okunması gibi. Buna binaen, elifün, "elfün" okunur. O hâlde 1351 olur.<br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_c_kalin">(Es'ile-i Sitte Risalesi)</span></center><br /><center><span id="c_KonuBaslik">Altıncı Risale olan Altıncı Kısmın Zeyli </span></center><br /><center><span id="c_RisaleAdi">Es'ile-i Sitte </span></center><br /><center><div id="c_Border">İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakınmak için, şu mahrem zeyil yazılmıştır. Yani, "Tuh o asrın gayretsiz adamlarına!" denildiği zaman yüzümüze tükürükleri gelmemek için veyahut silmek için yazılmıştır. Avrupa'nın insaniyetperver maskesi altında vahşî reislerinin sağır kulakları çınlasın! Ve bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o insafsız zalimlerin görmeyen gözlerine sokulsun! Ve bu asırda, yüz bin cihette "Yaşasın Cehennem" dedirten mim'siz medeniyetperestlerin başlarına vurulmak için yazılmış bir arzuhaldir. </div></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b424.gif" /></center><br /><center><img style="WIDTH: 385px; HEIGHT: 82px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b853.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Bu yakınlarda ehl-i ilhâdın perde altında tecavüzleri gayet çirkin bir suret aldığından, çok biçare ehl-i imana ettikleri zalimâne ve dinsizcesine tecavüz nevinden, bana, hususî ve gayr-ı resmî, kendim tamir ettiğim bir mâbedimde hususî bir iki kardeşimle hususî ibadetimde, gizli ezan ve kametimize müdahâle edildi. "Niçin Arapça kamet ediyorsunuz ve gizli ezan okuyorsunuz?" denildi. Sükûtta sabrım tükendi. Kabil-i hitap olmayan öyle vicdansız alçaklara değil, belki milletin mukadderâtıyla keyfî istibdatla oynayan firavunmeşrep komitenin başlarına derim ki: </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Ey ehl-i bid'a ve ilhad! Altı sualime cevap isterim. </span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin"><span id="c_yatik">Birincisi:</span></span> Dünyada hükümet süren, hükmeden her kavmin, hattâ insan eti yiyen yamyamların, hattâ vahşî, canavar bir çete reisinin bir usulü var, bir düsturla hükmeder. Siz hangi usulle bu acip tecavüzü yapıyorsunuz? Kanununuzu ibraz ediniz. Yoksa bazı alçak memurların keyiflerini kanun mu kabul ediyorsunuz? Çünkü böyle hususî ibâdâtta kanun yapılmaz ve kanun olamaz. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">"O bize yollarımızı dosdoğru gösterdiği halde, bize ne oluyor ki Allah'a tevekkül etmeyelim? Bize yaptığınız ezalara sabredeceğiz. Tevekkül etmek isteyenler Allah'a güvensinler." İbrahim Sûresi: 14:12.<br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin"><span id="c_yatik">İkincisi:</span></span> Nev-i beşerde, hususan bu asr-ı hürriyette ve bilhassa medeniyet dairesinde, hemen umumiyetle hükümfermâ hürriyet-i vicdan düsturunu kırmak ve istihfaf etmek ve dolayısıyla nev-i beşeri istihkar etmek ve itirazını hiçe saymak kadar cür'etinizle, hangi kuvvete dayanıyorsunuz? Hangi kuvvetiniz var ki, siz kendinize "lâdinî" ismi vermekle ne dine, ne dinsizliğe ilişmemeyi ilân ettiğiniz hâlde, dinsizliği mutaassıbâne kendine bir din ittihaz etmek tarzında, dine ve ehl-i dine böyle tecavüz, elbette saklı kalmayacak, sizden sorulacak. Ne cevap vereceksiniz? Yirmi hükümetin en küçüğünün itirazına karşı dayanamadığınız hâlde, nasıl yirmi hükümetin birden itirazını hiçe sayar gibi hürriyet-i vicdaniyeyi cebrî bir surette bozmaya çalışıyorsunuz? </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin"><span id="c_yatik">Üçüncüsü:</span></span> Mezheb-i Hanefînin ulviyetine ve sâfiyetine münâfi bir surette, vicdanını dünyaya satan bir kısım ulemâü's-sû'un yanlış fetvâlarıyla, benim gibi Şâfii'l-mezhep adamlara hangi usulle teklif ediyorsunuz? Bu meslekte milyonlar etbâı bulunan Şâfiî mezhebini kaldırıp bütün Şâfiîleri Hanefîleştirdikten sonra, bana zulüm suretinde cebren teklif edilse, sizin gibi dinsizlerin bir usulüdür denilebilir. Yoksa keyfî bir alçaklıktır. Öylelerin keyfine tâbi değiliz ve tanımayız! </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin"><span id="c_yatik">Dördüncüsü:</span></span> İslâmiyetle eskiden beri imtizaç ve ittihad eden, ciddî dindar ve dinine samimî hürmetkâr Türklük milliyetine bütün bütün zıt bir surette, frenklik mânâsında Türkçülük namıyla, tahrifdârâne ve bid'akârâne bir fetvâ ile "Türkçe kamet et" diye, benim gibi başka milletten olanlara teklif etmek hangi usulledir? Evet, hakikî Türklere pek hakikî dostâne ve uhuvvetkârâne münasebettar olduğum hâlde, böyle sizin gibi frenkmeşreplerin Türkçülüğüyle hiçbir cihette münasebetim yoktur. Nasıl bana teklif ediyorsunuz? Hangi kanunla? Eğer milyonlarla efradı bulunan ve binler seneden beri milliyetini ve lisanını unutmayan ve Türklerin hakikî bir vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürtlerin milliyetini kaldırıp onların dilini onlara unutturduktan sonra, belki, bizim gibi ayrı unsurdan sayılanlara teklifiniz, bir nevi usul-ü vahşiyâne olur. Yoksa sırf keyfîdir. Eşhâsın keyfine tebaiyet edilmez ve etmeyiz! </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin"><span id="c_yatik">Beşincisi:</span></span> Bir hükümet, kendi raiyetine ve raiyet kabul ettiği adamlara herbir kanunu tatbik etse de, raiyet kabul etmediği adamlara kanununu tatbik edemez. Çünkü onlar diyebilirler ki: "Madem biz raiyetiniz değiliz; siz de bizim hükümetimiz değilsiniz." </p><p id="c_paragraf">Hem hiçbir hükümet iki cezayı birden vermez. Bir katili ya hapse atar veyahut idam eder. Hem hapisle ceza, hem idamla ceza bir yerde vermek hiçbir usulde yoktur.<br /></p><p id="c_paragraf">İşte, madem vatana ve millete hiçbir zararım dokunmadığı hâlde, beni sekiz senedir, en yabanî ve hariç bir milletten câni bir adama dahi yapılmayan bir esaret altına aldınız. Cânileri affettiğiniz hâlde, hürriyetimi selb edip hukuk-u medeniyeden iskat ederek muamele ettiniz. "Bu da vatan evlâdıdır" demediğiniz hâlde, hangi usulle, hangi kanunla biçare milletinize rızaları hilâfına olarak tatbik ettiğiniz bu hürriyet-şiken usulünüzü, benim gibi her cihetle size yabancı bir adama teklif ediyorsunuz? </p><p id="c_paragraf">Madem Harb-i Umumîde ordu kumandanlarının şehadetiyle, vasıta olduğumuz çok fedakârlıkları ve vatan uğrunda cansiperâne mücahedeleri cinayet saydınız. Ve biçare milletin hüsn-ü ahlâkını muhafaza ve saadet-i dünyeviye ve uhreviyelerinin teminine pek ciddî ve tesirli çalışmayı hıyanet saydınız. Ve mânen menfaatsiz, zararlı, hatarlı, keyfî, küfrî frenk usulünü kendinde kabul etmeyen bir adama sekiz sene ceza verdiniz. (Şimdi ceza yirmi sekiz sene oldu.) Ceza bir olur. Tatbikini kabul etmedim; cezayı çektirdiniz. İkinci bir cezayı cebren tatbik etmek hangi usulledir? </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin"><span id="c_yatik">Altıncısı:</span></span> Madem sizlerle, itikadınızca ve bana edilen muameleye nazaran, küllî bir muhâlefetimiz var. Siz dininizi ve âhiretinizi dünyanız uğrunda feda ediyorsunuz. Elbette, mâbeynimizde, tahmininizce bulunan muhâlefet sırrıyla, biz dahi hilâfınıza olarak, dünyamızı dinimiz uğrunda ve âhiretimize her vakit feda etmeye hazırız. Sizin zalimâne ve vahşiyâne hükmünüz altında bir iki sene zelîlâne geçecek hayatımızı, kudsî bir şehadeti kazanmak için feda etmek, bize âb-ı kevser hükmüne geçer. Fakat Kur'ân-ı Hakîmin feyzine ve işârâtına istinaden, sizi titretmek için, size katî haber veriyorum ki: </p><p id="c_paragraf">Beni öldürdükten sonra yaşayamayacaksınız. Kahhar bir el ile, cennetiniz ve mahbubunuz olan dünyadan tard edilip ebedî zulümata çabuk atılacaksınız. Arkamdan, pek çabuk sizin nemrutlaşmış reisleriniz gebertilecek, yanıma gönderilecek. Ben de huzur-u İlâhîde yakalarını tutacağım. Adalet-i İlâhiye onları esfel-i sâfilîne atmakla intikamımı alacağım. </p><p id="c_paragraf">Ey din ve âhiretini dünyaya satan bedbahtlar! Yaşamanızı isterseniz bana ilişmeyiniz. İlişseniz, intikamım muzaaf bir surette sizden alınacağını biliniz, titreyiniz! Ben rahmet-i İlâhîden ümit ederim ki, mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek ve ölümüm başınızda bomba gibi patlayıp başınızı dağıtacak! Cesaretiniz varsa ilişiniz! Yapacağınız varsa göreceğiniz de var. Ben bütün tehdidâtınıza karşı, bütün kuvvetimle bu âyeti okuyorum: </p><br /><center><img style="WIDTH: 354px; HEIGHT: 85px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b854.gif" /></center><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">"Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar onlara 'Düşman size karşı büyük bir kuvvet topladı; onlardan korkun' dedikleri zaman onların imanı ziyadeleşti ve 'Allah bize yeter; O ne güzel vekildir' dediler." Âl-i İmrân Sûresi: 3:173.<br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">Yedinci Kısım</span></center><br /><center><span id="c_RisaleAdi">İşârât-ı Seb'a </span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b424.gif" /></center><br /><center><img style="WIDTH: 313px; HEIGHT: 84px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b856.gif" /> -1- </center><br /><center><img style="WIDTH: 418px; HEIGHT: 33px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b1001.gif" /> -2- </center><br /><p id="c_paragraf">Üç sualin cevabı olarak Yedi İşarettir. Birinci sual Dört İşarettir. </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">BİRİNCİ İŞARET</span></p><p id="c_paragraf">Şeâir-i İslâmiyeyi tağyire teşebbüs edenlerin senetleri ve hüccetleri, yine her fena şeylerde olduğu gibi, ecnebîleri körü körüne taklitçilik yüzünden geliyor. Diyorlar ki: "Londra'da ihtidâ edenler ve ecnebîlerden imana gelenler, memleketlerinde ezan ve kamet gibi çok şeyleri kendi lisanlarına tercüme ediyorlar, yapıyorlar. Âlem-i İslâm onlara karşı sükût ediyor, itiraz etmiyor. Demek bir cevaz-ı şer'î var ki sükût ediliyor." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Bu kıyasın o kadar zâhir bir farkı var ki, hiçbir cihette onlara kıyas etmek ve onları taklit etmek zîşuurun kârı değildir. Çünkü, ecnebî diyarına, lisan-ı şeriatta "dâr-ı harp" denilir. Dâr-ı harpte çok şeylere cevaz olabilir ki, diyar-ı İslâmda mesağ olamaz. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Allah'a ve Resulüne İmân edin ki, o ümmî peygamber de Allah'a ve Onun sözlerine İmân etmiştir. Ve ona uyun-tâ ki doğru yolu bulmuş olasınız. (A'râf Sûresi: 7:158.)<br />2- Allah'ın nurunu üflemekle söndürmek isterler. Allah ise nurunu tamamlamaktan başka bir şeye razı olmaz-kâfirler isterse hoşlanmasınlar. (Tevbe Sûresi: 9:32.)<br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem frengistan diyarı, Hıristiyan şevketi dairesidir. Istılahât-ı şer'iyenin maânîsini ve kelimât-ı mukaddesenin mefâhimini lisan-ı hâl ile telkin edecek ve ihsas edecek bir muhit olmadığından, bilmecburiye, kudsî maânî, mukaddes elfâza tercih edilmiş; maânî için elfaz terk edilmiş, ehvenüşşer ihtiyar edilmiş. </p><p id="c_paragraf">Diyar-ı İslâmda ise, muhit, o kelimât-ı mukaddesenin meâl-i icmâlîsini ehl-i İslâma lisan-ı hâl ile ders veriyor. anane-i İslâmiye ve İslâmî tarih ve umum şeâir-i İslâmiye ve umum erkân-ı İslâmiyete ait muhaverât-ı ehl-i İslâm, o kelimât-ı mukaddesenin mücmel meallerini, mütemadiyen ehl-i imana telkin ediyorlar. Hattâ, şu memleketin maâbid ve medâris-i diniyesinden başka, makberistanın mezar taşları dahi birer telkin edici, birer muallim hükmündedir ki, o maânî-i mukaddeseyi ehl-i imana ihtar ediyorlar. Acaba kendine Müslüman diyen bir adam, dünyanın bir menfaati için bir günde elli kelime frengî lügatından taallüm ettiği hâlde, elli senede ve hergünde elli defa tekrar ettiği Sübhanallah, Elhamdü lillâh ve Lâ ilâhe illâllah ve Allahu ekber gibi mukaddes kelimeleri öğrenmezse, elli defa hayvandan daha aşağı düşmez mi? Böyle hayvanlar için bu kelimât-ı mukaddese tercüme ve tahrif edilmez ve tehcir edilmezler. Onları tehcir ve tağyir etmek, bütün mezar taşlarını hâkketmektir; bu tahkire karşı titreyen mezaristandaki ehl-i kuburu aleyhlerine döndürmektir. </p><p id="c_paragraf">Ehl-i ilhâda kapılan ulemâü's-sû', milleti aldatmak için diyorlar ki: "İmam-ı Âzam, sair imamlara muhâlif olarak demiş ki: 'İhtiyaç olsa, diyar-ı baîdede, Arabî hiç bilmeyenlere, ihtiyaç derecesine göre, Fâtiha yerine Fârisî tercümesi cevazı var.' Öyleyse biz de muhtacız, Türkçe okuyabiliriz." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> İmam-ı Âzamın bu fetvâsına karşı, başta âzamî imamların en mühimleri ve sair on iki eimme-i müçtehidîn, o fetvânın aksine fetvâ veriyorlar. Âlem-i İslâmın cadde-i kübrâsı, o umum eimmenin caddesidir; muazzam ümmet, cadde-i kübrâda gidebilir. Başka hususî ve dar caddeye sevk edenler, idlâl ediyorlar. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İmam-ı Âzamın fetvâsı beş cihette hususîdir.</span> </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Merkez-i İslâmiyetten uzak diyar-ı âharde bulunanlara aittir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> İhtiyac-ı hakikîye binaendir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncüsü:</span> Bir rivayette lisan-ı ehl-i Cennetten sayılan Fârisî lisanıyla tercümeye mahsustur. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncüsü:</span> Fâtiha'ya mahsus olarak cevaz verilmiş-tâ Fâtiha'yı bilmeyen namazı terk etmesin. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşincisi:</span> Kuvvet-i imandan gelen bir hamiyet-i İslâmiye ile, maânî-i mukaddesenin, avâmın tefehhümüne medar olmak için cevaz gösterilmiş. Halbuki, zaaf-ı imandan gelen ve menfi fikr-i milliyetten çıkan ve lisan-ı Arabîye karşı nefret ve zaaf-ı imandan tevellüt eden meyl-i tahrip saikasıyla tercüme edip Arabî aslını terk etmek, dini terk ettirmektir!<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İKİNCİ İŞARET</span></p><p id="c_paragraf">Şeâir-i İslâmiyeyi tağyir eden ehl-i bid'a, evvelâ ulemâü's-sû'dan fetvâ istediler. Sabıkan beş vecihle hususî olduğunu gösterdiğimiz fetvâyı gösterdiler. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Saniyen,</span> ehl-i bid'a, ecnebî inkılâpçılarından böyle meş'um bir fikir aldılar ki: Avrupa, Katolik mezhebini beğenmeyerek, başta ihtilâlciler, inkılâpçılar ve filozoflar olarak, Katolik mezhebine göre ehl-i bid'a ve Mutezile telâkki edilen Protestanlık mezhebini iltizam edip, Fransızların İhtilâl-i Kebîrinden istifade ederek, Katolik mezhebini kısmen tahrip edip Protestanlığı ilân ettiler. İşte, körü körüne taklitçiliğe alışan buradaki hamiyetfüruşlar diyorlar ki: "Madem Hıristiyan dininde böyle bir inkılâp oldu; bidâyette inkılâpçılara mürted denildi, sonra Hıristiyan olarak yine kabul edildi. Öyleyse, İslâmiyette de böyle dinî bir inkılâp olabilir." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Bu kıyasın, Birinci İşaretteki kıyastan daha ziyade farkı zâhirdir. Çünkü, din-i İsevîde, yalnız esâsât-ı diniye Hazret-i İsâ Aleyhisselâmdan alındı. Hayat-ı içtimaiyeye ve füruat-ı şer'iyeye dair ekser ahkâmlar, Havariyun ve sair rüesa-yı ruhaniye tarafından teşkil edildi. Kısm-ı âzamı kütüb-ü sabıka-i mukaddeseden alındı. Hazret-i İsâ Aleyhisselâm dünyaca hâkim ve sultan olmadığından ve kavânin-i umumiye-i içtimaiyeye merci olmadığından, esâsât-ı diniyesi, hariçten bir libas giydirilmiş gibi şeriat-ı Hıristiyaniye namına örfî kanunlar, medenî düsturlar alınmış, başka bir suret verilmiş. Bu suret tebdil edilse, o libas değiştirilse, yine Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın esas dini bâki kalabilir, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmı inkâr ve tekzip çıkmaz. </p><p id="c_paragraf">Halbuki, din ve şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm iki cihanın sultanı, şark ve garp ve Endülüs ve Hind birer taht-ı saltanatı olduğundan, din-i İslâmın esâsâtını bizzat kendisi gösterdiği gibi, o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hattâ en cüz'î âdâbını dahi bizzat o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor. Demek, füruat-ı İslâmiye, değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki, onlar tebdil edilse esas din bâki kalabilsin. Belki, esas-ı dine bir cesettir, lâakal bir cilttir. Onunla imtizaç ve iltiham etmiş; kabil-i tefrik değildir. Onları tebdil etmek, doğrudan doğruya Sahib-i Şeriati inkâr ve tekzip etmek çıkar. </p><p id="c_paragraf">Mezâhibin ihtilâfı ise, Sahib-i Şeriatin gösterdiği nazarî düsturların tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir. "Zaruriyât-ı diniye" denilen ve kabil-i tevil olmayan ve "muhkemat" denilen düsturları ise, hiçbir cihette kabil-i tebdil değildir ve medar-ı içtihad olamaz. Onları tebdil eden, başını dinden çıkarıyor,</p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b858.gif" /></center><br /><p>kaidesine dahil oluyor. </p><br /><p id="c_paragraf">Ehl-i bid'a, dinsizliklerine ve ilhadlarına şöyle bir bahane buluyorlar; diyorlar ki: "Âlem-i insaniyetin müteselsil hâdisâtına sebep olan Fransız İhtilâl-i Kebîrinde, papazlara ve rüesa-yı ruhaniyeye ve onların mezheb-i hâssı olan Katolik mezhebine hücum edildi ve tahrip edildi. Sonra, çoklar tarafından tasvip edildi. Frenkler dahi ondan sonra daha ziyade terakki ettiler." </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">"Okun yaydan fırlaması gibi dinden çıkarlar." Buharî, Enbiyâ: 6; Menâkıb: 25; Meğâzî: 61; Fedâilü'l-Kur'ân: 36; Edeb: 95; Tevhid: 23, 57; İstitâbe: 95; Müslim, Zekât: 142-144, 147, 148, 154, 156, 159; Ebû Dâvud, Sünnet: 28; Tirmizî, Fiten: 24; Nesâî, Zekât: 79, Tahrîm: 26; İbni Mâce, Mukaddime: 12; Muvattâ', Messü'l-Kur'ân: 10; Müsned, 1:88, 3:5, 4:145, 5:42.<br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Bu kıyasın dahi, evvelki kıyaslar gibi, farkı zâhirdir. Çünkü, Fransızlarda havas ve hükümet adamları elinde çok zaman din-i Hıristiyanî, bahusus Katolik mezhebi, bir vasıta-i tahakküm ve istibdat olmuştu. Havas, o vasıtayla nüfuzlarını avam üzerinde idame ediyorlardı. Ve "serseri" tabir ettikleri avam tabakasında intibaha gelen hamiyetperverlerini ve havas zalimlerin istibdadına karşı hücum eden hürriyetperverlerin mütefekkir kısımlarını ezmeye vasıta olduğundan ve dört yüz seneye yakın frengistanda ihtilÂllerle istirahat-i beşeriyeyi bozmaya ve hayat-ı içtimaiyeyi zîr ü zeber etmeye bir sebep telâkki edildiğinden, o mezhebe, dinsizlik namına değil, belki Hıristiyanlığın diğer bir mezhebi namına hücum edildi. Ve tabaka-i avamda ve filozoflarda bir küsmek, bir adâvet hâsıl olmuştu ki, malûm hadise-i tarihiye vukua gelmiştir. </p><p id="c_paragraf">Halbuki, din-i Muhammedî (a.s.m.) ve şeriat-ı İslâmiyeye karşı hiçbir mazlumun, hiçbir mütefekkirin hakkı yoktur ki, ondan şekvâ etsin. Çünkü onları küstürmüyor, onları himaye ediyor. Tarih-i İslâm meydandadır. İslâmlar içinde bir iki vukuattan başka dahilî muharebe-i diniye olmamış. Katolik mezhebi ise, dört yüz sene ihtilâlât-ı dahiliyeye sebep olmuş. </p><p id="c_paragraf">Hem İslâmiyet, havastan ziyade, avâmın tahassungâhı olmuştur. Vücub-u zekât ve hurmet-i ribâ ile, havassı, avâmın üstünde müstebit yapmak değil, bir cihette hâdim yapıyor, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b859.gif" /> -1- diyor. </p><p id="c_paragraf">Hem Kur'ân-ı Hakîm lisanıyla <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b860.gif" /> -2- gibi kudsî havaleler ile aklı istişhad ediyor ve ikaz ediyor ve akla havale ediyor, tahkike sevk ediyor. Onunla, ehl-i ilim ve ashab-ı akla, din namına makam veriyor, ehemmiyet veriyor. Katolik mezhebi gibi aklı azletmiyor, ehl-i tefekkürü susturmuyor, körü körüne taklit istemiyor. </p><p id="c_paragraf">Hakikî Hıristiyanlık değil, belki şimdiki Hıristiyan dininin esasıyla İslâmiyetin esası mühim bir noktadan ayrıldığından, sabık farklar gibi çok cihetlerle ayrı ayrı gidiyorlar. O mühim nokta şudur: </p><p id="c_paragraf">İslâmiyet, tevhid-i hakikî dinidir ki, vasıtaları, esbabları iskat ediyor, enâniyeti kırıyor, ubudiyet-i hÂlisa tesis ediyor. Nefsin rububiyetinden tut, tâ her nevi rububiyet-i bâtılayı kat ediyor, reddediyor. Bu sır içindir ki, havastan bir büyük insan tam dindar olsa, enâniyeti terk etmeye mecbur olur. Enâniyeti terk etmeyen, salâbet-i diniyeyi ve kısmen de dinini terk eder. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Milletin efendisi, onlara hizmet edendir." el-Mağribî, Câmiu'ş-Şeml, 1:450, no. 1668; el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 2:463. "İnsanların en hayırlısı onlara en faydalı olandır." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 2:463; el-Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 3:481, no. 4044.<br />2- Akıl etmiyor musunuz? İyice düşünmüyorlar mı? Hiç tefekkür etmezler mi?<br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Şimdiki Hıristiyanlık dini ise, velediyet akidesini kabul ettiği için, vesait ve esbaba tesir-i hakikî verir. Din namına enâniyeti kırmaz; belki "Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın bir mukaddes vekili" diye, o enâniyete bir kudsiyet verir. Onun için, dünyaca en büyük makam işgal eden Hıristiyan havasları tam dindar olabilirler. Hattâ Amerika'nın esbak Reis-i cumhuru Wilson ve İngilizin esbak Reis-i Vükelâsı Lloyd George gibi çoklar var ki, mutaassıp birer papaz hükmünde dindar oldular. Müslümanlarda ise, öyle makamlara girenler, nadiren tam dindar ve salâbetli kalırlar. Çünkü gururu ve enâniyeti bırakamıyorlar. Takvâ-yı hakikî ise, gurur ve enâniyetle içtima edemiyor. </p><p id="c_paragraf">Evet, nasıl ki Hıristiyan havassının taassubu, Müslüman havaslarının adem-i salâbeti mühim bir farkı gösteriyor; öyle de, Hıristiyandan çıkan filozoflar dinlerine karşı lâkayt veya muarız vaziyeti alması ve İslâmdan çıkan hükemaların kısm-ı âzamı hikmetlerini esâsât-ı İslâmiyeye bina etmesi, yine mühim bir farkı gösteriyor. </p><p id="c_paragraf">Hem ekseriyetle zindanlara ve musibetlere düşen âmi Hıristiyanlar, dinden medet beklemiyorlar. Eskiden çoğu dinsiz oluyordular. Hattâ Fransa'nın İhtilâl-i Kebîrini çıkaran ve "serseri dinsiz" tabir edilen, tarihçe meşhur inkılâpçılar, o musibetzede avam kısmıdır. İslâmiyette ise, ekseriyet-i mutlaka ile hapse ve musibete düşenler, dinden medet beklerler ve dindar oluyorlar. İşte bu hâl dahi mühim bir farkı gösteriyor. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">ÜÇÜNCÜ İŞARET</span></p><p id="c_paragraf">Ehl-i bid'a diyorlar ki: "Bu taassub-u dinî bizi geri bıraktı. Bu asırda yaşamak, taassubu bırakmakla olur. Avrupa taassubu bıraktıktan sonra terakki etti." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Yanlışsınız ve aldanmışsınız! Veya aldatıyorsunuz. Çünkü Avrupa, dinine mutaassıptır. Hattâ bir âdi Bulgar'a veya bir nefer-i İngiliz'e veya bir serseri Fransız'a, "Sarık sar. Sarmazsan hapse atılacaksın" denilse, taassupları muktezasınca diyecek: "Hapse değil, öldürseniz bile dinime ve milliyetime bu hakareti yapmayacağım." </p><p id="c_paragraf">Hem tarih şahittir ki, ehl-i İslâm ne vakit dinine tam temessük etmişse, o zamana nispeten terakki etmiş; ne vakit salâbeti terk etmişse, tedennî etmiş. Hıristiyanlık ise bilâkistir. Bu da mühim bir fark-ı esasîden neş'et etmiş. </p><p id="c_paragraf">Hem İslâmiyet sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman, İslâmiyetten çıksa ve dinini terk etse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez. Belki Cenâb-ı Hakkı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki kendinde kemâlâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için, İslâmiyet nazarında harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa, musalâha etse; dahilde olsa, cizye verse İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki, Hıristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesâtı kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenâb-ı Hakkı bir cihette tasdik edebilir.<br /></p><p id="c_paragraf">Acaba, bu ehl-i bid'a ve doğrusu ehl-i ilhad, bu dinsizlikte hangi menfaati buluyorlar? Eğer idare ve âsâyişi düşünüyorlarsa, Allah'ı bilmeyen dinsiz on serserinin idaresi ve şerlerini def etmesi, bin ehl-i diyanetin idaresinden daha müşküldür. Eğer terakkiyi düşünüyorlarsa, öyle dinsizler idare-i hükümete muzır oldukları gibi, terakkiye dahi mânidirler; terakki ve ticaretin esası olan emniyet ve âsâyişi kırıyorlar. Doğrusu, onlar meslekçe tahribatçıdırlar. Dünyada en büyük ahmak odur ki, böyle dinsiz serserilerden terakki ve saadet-i hayatiyeyi beklesin. </p><p id="c_paragraf">Böyle ahmaklardan mühim bir mevkii işgal eden birisi demiş ki: "Biz Allah Allah diye diye geri kaldık; Avrupa top tüfek diye diye ileri gitti." </p><p id="c_paragraf">"Cevâbü'l-ahmaki's-sükût" kaidesince, böylelere karşı cevap sükûttur. Fakat bazı ahmakların arkasında bedbaht âkıllar bulunduğundan deriz ki: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Ey biçareler!</span> Bu dünya bir misafirhanedir. Her günde otuz bin şahit, cenazeleriyle "<span id="c_c_kalin">El-mevtü Hakkun</span>" hükmünü imza ediyorlar ve o dâvâya şehadet ediyorlar. Ölümü öldürebilir misiniz? Bu şahitleri tekzip edebilir misiniz? Madem edemiyorsunuz; mevt Allah Allah dedirtir. Sekeratta Allah Allah yerine hangi topunuz, hangi tüfeğiniz, zulümat-ı ebedîyi o sekerattakinin önünde ışıklandırır, ye's-i mutlakını ümid-i mutlaka çevirebilir? </p><p id="c_paragraf">Madem ölüm var, kabre girilecek, bu hayat gidiyor, bâki bir hayat geliyor. Bir defa top tüfek denilse, bin defa Allah Allah demek lâzım gelir. Hem Allah yolunda olsa, tüfek de Allah der, top da Allahu ekber diye bağırır, Allah ile iftar eder, imsak eder. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">DÖRDÜNCÜ İŞARET</span></p><p id="c_paragraf">Tahribatçı ehl-i bid'a iki kısımdır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Bir kısmı</span>, güya din hesabına, İslâmiyete sadakat namına, güya dini milliyetle takviye etmek için, "Zaafa düşmüş din şecere-i nuraniyesini milliyet toprağında dikmek, kuvvetleştirmek istiyoruz" diye, dine taraftar vaziyeti gösteriyorlar. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci kısım</span>, millet namına, milliyet hesabına, unsuriyete kuvvet vermek fikrine binaen, "Milleti İslâmiyetle aşılamak istiyoruz" diye, bid'aları icad ediyorlar. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci kısma deriz ki:</span> </p><p id="c_paragraf">Ey "sadık ahmak" ıtlakına mâsadak biçare ulemâü's-sû' veya meczup, akılsız, cahil sufîler! Hakikat-i kâinat içinde kökü yerleşmiş ve hakaik-i kâinata kökler salmış olan şecere-i tûbâ-i İslâmiyet, mevhum, muvakkat, cüz'î, hususî, menfî, belki esassız, garazkâr, zulümkâr, zulmanî unsuriyet toprağına dikilmez. Onu oraya dikmeye çalışmak, ahmakane ve tahripkârâne, bid'akârâne bir teşebbüstür. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci kısım milliyetçilere deriz ki:</span></p><p id="c_paragraf">Ey sarhoş hamiyetfuruşlar! Bir asır evvel milliyet asrı olabilirdi. Şu asır, unsuriyet asrı değil. Bolşevizm, sosyalizm meseleleri istilâ ediyor, unsuriyet fikrini kırıyor, unsuriyet asrı geçiyor. Ebedî ve daimî olan İslâmiyet milliyeti, muvakkat, dağdağalı unsuriyetle bağlanmaz ve aşılanmaz. Ve aşılamak olsa da, İslâm milletini ifsad ettiği gibi, unsuriyet milliyetini dahi ıslah edemez, ibka edemez. </p><p id="c_paragraf">Evet, muvakkat aşılamakta bir zevk ve bir muvakkat kuvvet görünüyor; fakat pek muvakkat ve âkıbeti hatarlıdır. </p><br /><p id="c_paragraf">Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak. O vakit milletin kuvveti, bir şık bir şıkkın kuvvetini kırdığı için, hiçe inecek. İki dağ birbirine karşı bir mizanın iki gözünde bulunsa, bir batman kuvvet, o iki kuvvetle oynayabilir, yukarı kaldırır, aşağı indirir. </p><p id="c_paragraf">İkinci Sual, İki İşarettir. Birinci İşaret ki, </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">BEŞİNCİ İŞARET</span>'tir. Mühim bir sualin gayet muhtasar bir cevabıdır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sual:</span> Âhirzamanda Hazret-i Mehdî geleceğine ve fesada girmiş Âlemi ıslah edeceğine dair müteaddit rivâyât-ı sahiha var. Halbuki şu zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil. Şahıs ne kadar dâhi ve hattâ yüz dahi derecesinde olsa, bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı mânevîsini temsil etmezse, muhâlif bir cemaatin şahs-ı mânevîsine karşı mağlûptur. Şu zamanda, kuvvet-i velâyeti ne kadar yüksek olursa olsun, böyle bir cemaat-i beşeriyenin ifsâdât-ı azîmesi içinde nasıl ıslah eder? Eğer Mehdînin bütün işleri harika olsa, şu dünyadaki hikmet-i İlâhiyeye ve kavânin-i âdetullaha muhâlif düşer. Bu Mehdî meselesinin sırrını anlamak istiyoruz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Cenâb-ı Hak, kemâl-i rahmetinden, şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir hâlife-i zîşan veya bir kutb-u âzam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevi mehdî hükmünde mübarek zatları göndermiş, fesadı izale edip milleti ıslah etmiş, din-i Ahmedîyi (a.s.m.) muhafaza etmiş. </p><p id="c_paragraf">Madem âdeti öyle cereyan ediyor. Âhirzamanın en büyük fesadı zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o zat da ehl-i beyt-i Nebevîden olacaktır. Cenâb-ı Hak bir dakika zarfında beyne's-semâ ve'l-arz Âlemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder. Ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin numunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden Kadîr-i Zülcelâl, Mehdî ile de Âlem-i İslâmın zulümatını dağıtabilir. Ve vaad etmiştir; vaadini elbette yapacaktır. </p><p id="c_paragraf">Kudret-i İlâhiye noktasında bakılsa, gayet kolaydır. Eğer daire-i esbab ve hikmet-i Rabbâniye noktasında düşünülse, yine o kadar mâkul ve vukua lâyıktır ki, "Eğer Muhbir-i Sadıktan rivayet olmazsa dahi, herhâlde öyle olmak lâzım gelir ve olacaktır" diye ehl-i tefekkür hükmeder. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">Felillâhilhamd, <img style="WIDTH: 321px; HEIGHT: 86px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b862.gif" /> duası-umum ümmet, umum namazında, günde beş defa tekrar ettikleri bu dua-bilmüşahede kabul olmuştur ki, Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, Âl-i İbrahim Aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almış ki, umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar ve âsârın mecmalarında o nuranî zatlar kumandanlık ediyorlar. <sup id="c_supa">Haşiye</sup></p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Allahım!</span> Tıpkı Âlemlerde İbrahim'e ve İbrahim'in Âline salât ettiğin gibi, Efendimiz Muhammed'e ve Efendimiz Muhammed'in Âline de salât et. Muhakkak ki Sen her türlü hamd ve övgüye nihayetsiz derecede lâyıksın ve şan ve şerefin her şeyden nihayetsiz derecede yüksektir. </p><!-- AYET --><br /><br /><hr id="c_cizgi"><!-- Haşiye --><p id="c_hasiye"><span id="c_c_kalin"><span style="FONT-WEIGHT: bold; COLOR: rgb(255,0,0)">Haşiye</span>:</span> Hattâ onlardan bir tanesi olan Seyyid Ahmed es-Sünûsî, milyonlar müride kumandanlık ediyor. Seyyid İdris gibi diğer bir zat, yüz binden fazla Müslümanlara kumandanlık ediyor. Seyyid Yahyâ gibi bir başka seyyid, yüz binler adamlara emirlik ediyor, ve hâkezâ... Bu seyyitler kabilesinin efradlarında böyle zâhirî kahramanlar çok olduğu gibi, Seyyid Abdülkadir-i Geylânî, Seyyid Ebu'l-Hasen-i Şâzelî, Seyyid Ahmed-i Bedevî gibi mânevî kahramanların kahramanları dahi varlarmış. </p><br /><p id="c_paragraf">Ve öyle bir kesrettedirler ki, o kumandanların mecmuu, muazzam bir ordu teşkil ediyorlar. Eğer maddî şekle girse ve bir tesanütle bir fırka vaziyetini alsalar, İslâmiyet dinini milliyet-i mukaddese hükmünde rabıta-i ittifak ve intibah yapsalar, hiçbir milletin ordusu onlara karşı dayanamaz. İşte, o pek kesretli o muktedir ordu, Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır ve Hazret-i Mehdînin en has ordusudur. </p><p id="c_paragraf">Evet, bugün tarih-i Âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve anane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve Âli hasep ve asil neseple mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatin fırkaları başında onlar ve ehl-i kemâlin namdar reisleri yine onlardır. Şimdi de, kemiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalbleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihandeğer şeref-i intisabıyla serfirazdırlar. Böyle bir cemaat-i azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyiç edecek ve uyandıracak hâdisât-ı azîme vücuda geliyor. Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i Âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdî başına geçip tarik-i hak ve hakikate sevk edecek. Böyle olmak ve böyle olmasını, bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi, âdetullahtan ve rahmet-i İlâhiyeden bekleriz ve beklemekte haklıyız. </p><p id="c_paragraf">İkinci İşaret, yani: <span id="c_c_kalin">ALTINCI İŞARET</span></p><p id="c_paragraf">Hazret-i Mehdînin cemiyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid'akârânesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ edecek, yani Âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (a.s.m.) tahribe çalışan Süfyan komitesi, Hazret-i Mehdî cemiyetinin mucizekâr mânevî kılıcıyla öldürülecek ve dağıtılacak. </p><p id="c_paragraf">Hem Âlem-i insaniyette inkâr-ı ulûhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesât-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaati namı altında ve "Müslüman İsevîleri" ünvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak, beşeri inkâr-ı ulûhiyetten kurtaracak. </p><p id="c_paragraf">Şu mühim sır pek uzundur. Başka yerlerde bir nebze bahsettiğimizden, burada bu kısa işaretle iktifâ ediyoruz.<br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">YEDİNCİ İŞARET</span> Yani Üçüncü Sual: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Diyorlar ki:</span> "Senin eski zamandaki müdafaatın ve İslâmiyet hakkındaki mücahedâtın, şimdiki tarzda değil. Hem Avrupa'ya karşı İslâmiyeti müdafaa eden mütefekkirîn tarzında gitmiyorsun. Neden Eski Said vaziyetini değiştirdin? Neden mânevî mücahidîn-i İslâmiye tarzında hareket etmiyorsun?" </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim. </p><p id="c_paragraf">Hem bilfiil gösterdim ki, İslâmiyetin esasları o kadar derindir ki, felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki sathî kalır. Otuzuncu Söz, Yirmi Dördüncü Mektup, Yirmi Dokuzuncu Söz bu hakikati bürhanlarıyla ispat ederek göstermiştir. Eski meslekte, felsefeyi derin zannedip, ahkâm-ı İslâmiyeyi zâhirî telâkki edip, felsefenin dallarıyla bağlamakla durutmak ve muhafaza edilmek zannediliyordu. Halbuki, felsefenin düsturlarının ne haddi var ki onlara yetişsin? </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b457.gif" /> -1- </center><br /><center><img style="WIDTH: 450px; HEIGHT: 42px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b864.gif" /> -2- </center><br /><center><img style="WIDTH: 385px; HEIGHT: 90px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b865.gif" /> -3- </center><br /><span id="c_RisaleAdi">Sekizinci Kısım olan Rumuzât-ı Semâniye </span><br /><p id="c_paragraf">Sekiz Remizdir, yani sekiz küçük risaledir. Şu remizlerin esası, ilm-i cifrin mühim bir düsturu ve ulûm-u hafiyenin mühim bir anahtarı ve bir kısım esrar-ı gaybiye-i Kur'âniyenin mühim bir miftahı olan tevafuktur. İleride başka bir mecmuada neşredileceğinden buraya derc edilmedi. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin." (Bakara Sûresi: 2:32.)<br />2- "Dediler: Bizi buna eriştiren Allah'a hamd olsun; yoksa Allah hidayet etmeseydi, biz kendiliğimizden buna erişemezdik. Gerçekten Rabbimizin peygamberleri bize hakkı getirdiler." (A'râf Sûresi: 7:43.)<br />3- <span id="c_c_kalin">Allahım!</span> Tıpkı Âlemlerde İbrahim'e ve İbrahim'in Âline salât ettiğin gibi, Efendimiz Muhammed'e ve Efendimiz Muhammed'in Âline de salât et. Muhakkak ki Sen her türlü hamd ve övgüye nihayetsiz derecede lâyıksın ve şan ve şerefin her şeyden nihayetsiz derecede yüksektir.<br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">Dokuzuncu Kısım</span></center><br /><center><span id="c_c_kalin">Telvihât-ı Tis'a</span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b424.gif" /></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b867.gif" /> -1- </center><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Şu kısım, turuk-u velâyet hakkında olup Dokuz Telvihtir. </span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci Telvih</span></p><p id="c_paragraf">Tasavvuf, tarikat, velâyet, seyr ü sülûk namları altında şirin, nuranî, neşeli, ruhanî bir hakikat-i kudsiye vardır ki, o hakikat-i kudsiyeyi ilân eden, ders veren, tavsif eden binler cilt kitap, ehl-i zevk ve keşfin muhakkikleri yazmışlar, o hakikati ümmete ve bize söylemişler. <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b868.gif" /> -2- Biz, o muhit denizinden birkaç katre hükmünde birkaç reşhâlarını şu zamanın bazı ilcaatına binaen göstereceğiz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sual:</span> Tarikat nedir? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Tarikatin gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye olarak, Mirac-ı Ahmedînin (a.s.m.) gölgesinde ve sâyesi altında kalp ayağıyla bir seyr ü sülûk-i ruhanî neticesinde, zevkî, hâlî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur'âniyeye mazhariyet; "tarikat," "tasavvuf" namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemâl-i beşerîdir. </p><p id="c_paragraf">Evet, şu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan, insanın kalbi binler Âlemin harita-i mâneviyesi hükmündedir. Evet, insanın kafasındaki dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi misilli, kâinatın bir nevi merkez-i mânevîsi olduğunu gösteren hadsiz fünun ve ulûm-u beşeriye olduğu gibi, insanın mahiyetindeki kalbi dahi, hadsiz hakaik-i kâinatın mazharı, medarı, çekirdeği olduğunu, had ve hesaba gelmeyen ehl-i velâyetin yazdıkları milyonlarla nuranî kitaplar gösteriyorlar. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Bilin ki, Allah'ın dostları için ne bir korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar." (Yunus Sûresi: 10:62) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Allah onları bol hayırlarla mükâfatlandırsın.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">İşte, madem kalp ve dimağ-ı insanî bu merkezdedir; çekirdek hâletinde bir şecere-i azîmenin cihazatını tazammun eder ve ebedî, uhrevî, haşmetli bir makinenin Âletleri ve çarkları içinde derc edilmiştir. Elbette ve herhâlde, o kalbin Fâtırı, o kalbi işlettirmesini ve bilkuvve tavırdan bilfiil vaziyetine çıkarmasını ve inkişafını ve hareketini irade etmiş ki, öyle yapmış. Madem irade etmiş; elbette o kalp dahi akıl gibi işleyecek. Ve kalbi işlettirmek için en büyük vasıta, velâyet merâtibinde zikr-i İlâhî ile tarikat yolunda hakaik-i imaniyeye teveccüh etmektir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Telvih </span></p><p id="c_paragraf">Bu seyr ü sülûk-i kalbînin ve hareket-i ruhaniyenin miftahları ve vesileleri, zikr-i İlâhî ve tefekkürdür. Bu zikir ve fikrin mehâsini tâdâd ile bitmez. Hadsiz fevâid-i uhreviyeden ve kemâlât-ı insaniyeden kat-ı nazar, yalnız şu dağdağalı hayat-ı dünyeviyeye ait cüz'î bir faydası şudur ki: </p><p id="c_paragraf">Her insan, hayatın dağdağasından ve ağır tekâlifinden bir derece kurtulmak ve teneffüs etmek için, herhâlde bir teselli ister, bir zevki arar ve vahşeti izale edecek bir ünsiyeti taharri eder. Medeniyet-i insaniye neticesindeki içtimâât-ı ünsiyetkârâne, on insanda bir ikisine muvakkat olarak, belki gafletkârâne ve sarhoşçasına bir ünsiyet ve bir ülfet ve bir teselli verir. Fakat yüzde sekseni ya dağlarda, derelerde münferit yaşıyor, ya derd-i maişet onu ücrâ köşelere sevk ediyor, ya musibetler ve ihtiyarlık gibi âhireti düşündüren vasıtalar cihetiyle insanların cemaatlerinden gelen ünsiyetten mahrumdurlar. O hâl onlara ünsiyet verip teselli etmez. </p><p id="c_paragraf">İşte böylelerin hakikî tesellisi ve ciddî ünsiyeti ve tatlı zevki, zikir ve fikir vasıtasıyla kalbi işletmek, o ücrâ köşelerde, o vahşetli dağ ve sıkıntılı derelerde kalbine müteveccih olup Allah diyerek kalbiyle ünsiyet edip, o ünsiyetle, etrafında vahşetle ona bakan eşyayı ünsiyetkârâne tebessüm vaziyetinde düşünüp, "Zikrettiğim Hâlıkımın hadsiz ibâdı her tarafta bulunduğu gibi, bu vahşetgâhımda da çokturlar. Ben yalnız değilim; tevahhuş mânâsızdır" diyerek, imanlı bir hayattan ünsiyetli bir zevk alır. Saadet-i hayatiye mânâsını anlar, Allah'a şükreder. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Telvih </span></p><p id="c_paragraf">Velâyet bir hüccet-i risalettir; tarikat bir bürhan-ı şeriattır. Çünkü risaletin tebliğ ettiği hakaik-i imaniyeyi, velâyet bir nevi şuhud-u kalbî ve zevk-i ruhanî ile aynelyakin derecesinde görür, tasdik eder. Onun tasdiki, risaletin hakkaniyetine katî bir hüccettir. Şeriat ders verdiği ahkâmın hakaikini, tarikat zevkiyle, keşfiyle ve ondan istifadesiyle ve istifazasıyla o ahkâm-ı şeriatın hak olduğuna ve haktan geldiğine bir bürhan-ı bâhirdir. Evet, nasıl ki velâyet ve tarikat, risalet ve şeriatın hücceti ve delilidir; öyle de, İslâmiyetin bir sırr-ı kemâli ve medar-ı envârı ve insaniyetin, İslâmiyet sırrıyla bir maden-i terakkiyâtı ve bir menba-ı tefeyyüzâtıdır.<br /></p><p id="c_paragraf">İşte bur sırr-ı azîmin bu derece ehemmiyetiyle beraber, bazı firak-ı dâlle onun inkârı tarafına gitmişler. Kendileri mahrum kaldıkları o envardan başkalarının mahrumiyetine sebep olmuşlar. En ziyade medar-ı teessüf şudur ki: </p><p id="c_paragraf">Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bir kısım zâhirî uleması ve Ehl-i Sünnet ve Cemaate mensup bir kısım ehl-i siyaset gafil insanlar, ehl-i tarikatin içinde gördükleri bazı sû-i istimâlâtı ve bir kısım hatîâtı bahane ederek, o hazine-i uzmâyı kapatmak, belki tahrip etmek ve bir nevi âb-ı hayatı dağıtan o kevser membaını kurutmak için çalışıyorlar. Halbuki eşyada kusursuz ve her ciheti hayırlı şeyler, meşrepler, meslekler az bulunur. Alâküllihâl bazı kusurlar ve sû-i istimâlât olacak. Çünkü ehil olmayanlar bir işe girseler, elbette sûiistimal ederler. Fakat Cenâb-ı Hak, âhirette muhasebe-i a'mâl düsturuyla, adalet-i Rabbâniyesini, hasenat ve seyyiâtın muvazenesiyle gösteriyor. Yani, hasenat râcih ve ağır gelse mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat râcih gelse cezalandırır, reddeder. Hasenat ve seyyiâtın muvazenesi kemiyete bakmaz, keyfiyete bakar. Bazı olur, birtek hasene bin seyyiâta tereccuh eder, affettirir. </p><p id="c_paragraf">Madem adalet-i İlâhiye böyle hükmeder ve hakikat dahi bunu hak görür. Tarikat, yani Sünnet-i Seniyye dairesinde tarikatin hasenâtı seyyiâtına katiyen müreccah olduğuna delil, ehl-i tarikat, ehl-i dalâletin hücumu zamanında imanlarını muhafaza etmesidir. Âdi bir samimî ehl-i tarikat, sûrî, zâhirî bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevk-i tarikat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle imanını kurtarır. Kebâirle fâsık olur, fakat kâfir olmaz, kolaylıkla zındıkaya sokulmaz. Şedit bir muhabbet ve metin bir itikadla aktab kabul ettiği bir silsile-i meşâyihi, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütmediği için, onlardan itimadını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse, zındıkaya giremez. Tarikatte hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik Âlim zat da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleşmiştir. </p><p id="c_paragraf">Bir şey daha var ki: Daire-i takvâdan hariç, belki daire-i İslâmiyetten hariç bir suret almış bazı meşreplerin ve tarikat namını haksız olarak kendine takanların seyyiâtıyla tarikat mahkûm olmaz. Tarikatin dinî ve uhrevî ve ruhanî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız Âlem-i İslâm içindeki kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, tesirli ve hararetli vasıta tarikatler olduğu gibi, Âlem-i küfrün ve siyaset-i Hıristiyaniyenin, nur-u İslâmiyeti söndürmek için müthiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kale-i İslâmiyeden bir kalesidir. Merkez-i hilâfet olan İstanbul'u beş yüz elli sene bütün Âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul'da beş yüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde Allah Allah diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş u huruşlarıdır. </p><p id="c_paragraf">İşte, ey akılsız hamiyetfuruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarikatin, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü Telvih </span></p><p id="c_paragraf">Meslek-i velâyet çok kolay olmakla beraber çok müşkülâtlıdır; çok kısa olmakla beraber çok uzundur; çok kıymettar olmakla beraber çok hatarlıdır; çok geniş olmakla beraber çok dardır. İşte bu sırlar içindir ki, o yolda sülûk edenler bazen boğulur, bazen zararlı düşer, bazen döner, başkalarını yoldan çıkarır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Ezcümle</span>, tarikatte "seyr-i enfüsî" ve "seyr-i âfâkî" tabirleri altında iki meşrep var. </p><p id="c_paragraf">Enfüsî meşrebi, nefisten başlar, hariçten gözünü çeker, kalbe bakar, enâniyeti deler geçer, kalbinden yol açar, hakikati bulur. Sonra âfâka girer. O vakit âfâkı nuranî görür. Çabuk o seyri bitirir. Enfüsî dairesinde gördüğü hakikati, büyük bir mikyasta onda da görür. Turuk-u hafiyenin çoğu bu yolla gidiyor. Bunun da en mühim esası enâniyeti kırmak, hevâyı terk etmek, nefsi öldürmektir. </p><p id="c_paragraf">İkinci meşrep âfâktan başlar, o daire-i kübrânın mezâhirinde cilve-i esmâ ve sıfâtı seyredip sonra daire-i enfüsiyeye girer. Küçük bir mikyasta, daire-i kalbinde o envârı müşahede edip, onda en yakın yolu açar. kalp âyine-i Samed olduğunu görür, aradığı maksada vâsıl olur. </p><p id="c_paragraf">İşte, birinci meşrepte sülûk eden insanlar nefs-i emmâreyi öldürmeye muvaffak olamazsa, hevâyı terk edip enâniyeti kırmazsa, şükür makamından fahir makamına düşer, fahirden gurura sukut eder. Eğer muhabbetten gelen bir incizap ve incizaptan gelen bir nevi sekir beraber bulunsa, "şatahat" namıyla haddinden çok fazla dâvÂlar ondan sudur eder. Hem kendi zarar eder, hem başkasının zararına sebep olur. </p><p id="c_paragraf">Meselâ, nasıl ki bir mülâzım, kendinde bulunan kumandanlık zevkiyle ve neşesiyle gururlansa, kendini bir müşir zanneder. Küçücük dairesini o küllî daire ile iltibas eder. Ve bir küçük aynada görünen bir güneşi, denizin yüzünde haşmetiyle cilvesi görünen güneşle bir cihet-i müşabehetle iltibasa sebep olur. Öyle de, çok ehl-i velâyet var ki, bir sineğin bir tavus kuşuna nispeti gibi, kendinden o derece büyük olanlardan kendini büyük görür ve öyle de müşahede ediyor, kendini haklı buluyor. Hattâ ben gördüm ki, yalnız kalbi intibaha gelmiş, uzaktan uzağa velâyetin sırrını kendinde hissetmiş, kendini Kutb-u Âzam telâkki edip o tavrı takınıyordu. Ben dedim: </p><p id="c_paragraf">"Kardeşim, nasıl ki kanun-u saltanatın, sadrazam dairesinden tâ nahiye müdürü dairesine kadar bir tarzda cüz'î, küllî cilveleri var. Öyle de, velâyetin ve kutbiyetin dahi öyle muhtelif daire ve cilveleri var. Herbir makamın çok zılleri ve gölgeleri var. Sen, sadrazam-misal kutbiyetin âzam cilvesini, bir müdür dairesi hükmünde olan kendi dairende o cilveyi görmüşsün, aldanmışsın. Gördüğün doğrudur, fakat hükmün yanlıştır. Bir sineğe bir kap su bir küçük denizdir." </p><p id="c_paragraf">O zat şu cevabımdan inşaallah ayıldı ve o vartadan kurtuldu. </p><p id="c_paragraf">Hem ben müteaddit insanları gördüm ki, bir nevi mehdî kendilerini biliyorlardı ve "Mehdî olacağım" diyorlardı. Bu zatlar yalancı ve aldatıcı değiller; belki aldanıyorlar. Gördüklerini hakikat zannediyorlar. Esmâ-i İlâhînin nasıl ki tecelliyâtı, Arş-ı Âzam dairesinden tâ bir zerreye kadar cilveleri var; ve o esmâya mazhariyet de, o nispette tefavüt eder. Öyle de, mazhariyet-i esmâdan ibaret olan merâtib-i velâyet dahi öyle mütefavittir. Şu iltibasın en mühim sebebi şudur:<br /></p><p id="c_paragraf">Makamât-ı evliyadan bazı makamlarda Mehdî vazifesinin hususiyeti bulunduğu ve Kutb-u Âzama has bir nispeti göründüğü ve Hazret-i Hızır'ın bir münasebet-i hassası olduğu gibi, bazı meşâhirle münasebettar bazı makamat var. Hattâ o makamlara Makam-ı Hızır, Makam-ı Üveys, Makam-ı Mehdiyet tabir edilir. </p><p id="c_paragraf">İşte bu sırra binaen, o makama ve o makamın cüz'î bir numunesine veya bir gölgesine girenler, kendilerini o makamla has münasebettar meşhur zatlar zannediyorlar. Kendini Hızır telâkki eder veya Mehdî itikad eder veya Kutb-u Âzam tahayyül eder. Eğer hubb-u caha talip enâniyeti yoksa, o hâlde mahkûm olmaz. Onun haddinden fazla dâvÂları şatahat sayılır; onunla belki mesul olmaz. Eğer enâniyeti perde ardında hubb-u caha müteveccih ise, o zat enâniyete mağlûp olup, şükrü bırakıp fahre girse, fahirden git gide gurura sukut eder. Ya divanelik derecesine sukut eder veyahut tarik-i haktan sapar. Çünkü, büyük evliyayı kendi gibi telâkki eder, haklarındaki hüsn-ü zannı kırılır. Zira, nefis ne kadar mağrur da olsa, kendisi, kendi kusurunu derk eder. O büyükleri de kendine kıyas edip kusurlu tevehhüm eder. Hattâ, enbiyalar hakkında da hürmeti noksanlaşır. </p><p id="c_paragraf">İşte bu hâle giriftar olanlar, mizan-ı şeriatı elde tutmak ve usulü'd-din ulemasının düsturlarını kendine ölçü ittihaz etmek ve İmam-ı Gazâlî ve İmam-ı Rabbânî gibi muhakkıkîn-i evliyanın talimatlarını rehber etmek gerektir. Ve daima nefsini itham etmektir. Ve kusurdan, acz ve fakrdan başka nefsin eline vermemektir. </p><p id="c_paragraf">Bu meşrepteki şatahat, hubb-u nefisten neş'et ediyor. Çünkü muhabbet gözü kusuru görmez. Nefsine muhabbeti için, o kusurlu ve liyakatsiz bir cam parçası gibi nefsini bir pırlanta, bir elmas zanneder. Bu nevi içindeki en tehlikeli bir hata şudur ki: </p><p id="c_paragraf">Kalbine ilhamî bir tarzda gelen cüz'î mânÂları "kelâmullah" tahayyül edip, âyet tabir etmeleridir. Ve onunla, vahyin mertebe-i ulyâ-yı akdesine bir hürmetsizlik gelir. Evet, balarısının ve hayvânâtın ilhâmâtından tut, tâ avâm-ı nâsın ve havâss-ı beşeriyenin ilhâmâtına kadar ve avâm-ı melâikenin ilhâmâtından tâ havâss-ı kerrûbiyyûnun ilhâmâtına kadar bütün ilhâmat, bir nevi kelimât-ı Rabbâniyedir. Fakat mazharların ve makamların kabiliyetine göre, kelâm-ı Rabbânî, yetmiş bin perdede telemmu eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı Rabbânîdir. </p><p id="c_paragraf">Amma vahiy ve kelâmullahın ism-i has ve onun en bâhir misal-i müşahhası olan Kur'ân'ın nücumlarına ism-i has olan "âyet" namı öyle ilhâmâta verilmesi, hata-yı mahzdır. On İkinci ve Yirmi Beşinci ve Otuz Birinci Sözlerde beyan ve ispat edildiği gibi, elimizdeki boyalı aynada görünen küçük ve sönük ve perdeli güneşin misali, semâdaki güneşe ne nispeti varsa; öyle de, o müddeîlerin kalbindeki ilham dahi, doğrudan doğruya kelâm-ı İlâhî olan Kur'ân güneşinin âyetlerine nispeti o derecededir. Evet, herbir aynada görünen güneşin misalleri güneşindir ve onunla münasebettar denilse haktır; fakat o güneşçiklerin aynasına küre-i arz takılmaz ve onun cazibesiyle bağlanmaz!<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşinci Telvih</span></p><p id="c_paragraf">Tarikatin gayet mühim bir meşrebi olan "vahdetü'l-vücud" namı altındaki vahdetü'ş-şuhud, yani, Vâcibü'l-Vücudun vücuduna hasr-ı nazar edip, sair mevcudatı, o vücud-u Vâcibe nispeten o kadar zayıf ve gölge görür ki, vücut ismine lâyık olmadığını hükmedip, hayal perdesine sarıp, terk-i mâsivâ makamında onları hiç saymak, hattâ mâdum tasavvur etmek, yalnız cilve-i esmâ-i İlâhiyeye hayalî bir ayna vaziyeti vermek kadar ileri gider. </p><p id="c_paragraf">İşte bu meşrebin ehemmiyetli bir hakikati var ki: Vâcibü'l-Vücudun vücudunu, İmân kuvvetiyle ve yüksek bir velâyetin hakkalyakin derecesinde inkişafıyla, vücud-u mümkinat o derece aşağıya düşer ki, hayal ve ademden başka onun nazarında makamları kalmaz; adeta Vâcibü'l-Vücudun hesabına kâinatı inkâr eder. </p><p id="c_paragraf">Fakat bu meşrebin tehlikeleri var. En birincisi şudur ki: </p><p id="c_paragraf">Erkân-ı imaniye altıdır. İman-ı billâhtan başka, iman-ı bi'l-yevmi'l-âhir gibi rükünler var. Bu rükünler ise, mümkinatın vücutlarını ister. O muhkem erkân-ı imaniye hayal üstünde bina edilmez. Onun için, o meşrep sahibi, Âlem-i istiğrak ve sekirden Âlem-i sahve girdiği vakit, o meşrebi beraber almamak gerektir ve o meşrebin muktezasıyla amel etmemek lâzımdır. Hem, kalbî ve hâlî ve zevkî olan bu meşrebi, aklî ve kavlî ve ilmî suretine çevirmemektir. Çünkü, Kitap ve Sünnetten gelen desâtir-i akliye ve kavânin-i ilmiye ve usul-ü kelâmiye o meşrebi kaldıramıyor, kabil-i tatbik olamıyor. Onun için, Hulefâ-yı Râşidînden ve Eimme-i Müçtehidînden ve Selef-i SÂlihînin büyüklerinden, o meşrep sarihan görünmüyor. Demek, en Âli bir meşrep değil. Belki yüksek, fakat nâkıs; çok ehemmiyetli, fakat çok hatarlı; çok ağır, fakat çok zevklidir. O zevk için ona girenler, ondan çıkmak istemiyorlar; hodgâmlıkla, en yüksek mertebe zannediyorlar. </p><p id="c_paragraf">Bu meşrebin esasını ve mahiyetini Nokta Risalesinde ve bir kısım Sözlerde ve Mektubat'ta bir derece beyan ettiğimizden, onlara iktifâen, şurada o mühim meşrebin ehemmiyetli bir vartasını beyan edeceğiz. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">O meşrep, daire-i esbabdan geçip, terk-i mâsivâ sırrıyla mümkinattan alâkasını kesen ehass-ı havassın istiğrak-ı mutlak hâletinde mazhar olduğu salih bir meşreptir. Şu meşrebi, esbab içinde boğulanların ve dünyaya âşık olanların ve felsefe-i maddiye ile tabiata saplananların nazarına ilmî bir surette telkin etmek, tabiat ve maddede onları boğdurmaktır ve hakikat-i İslâmiyeden uzaklaştırmaktır. Çünkü, dünyaya âşık ve daire-i esbaba bağlı bir nazar, bu fâni dünyaya bir nevi beka vermek ister. O dünya mahbubunu elinden kaçırmak istemiyor, vahdetü'l-vücud bahanesiyle ona bir bâki vücut tevehhüm eder; o mahbubu olan dünya hesabına ve beka ve ebediyeti ona tam mal etmesine binaen, bir mâbudiyet derecesine çıkarır neûzü billâh-Allah'ı inkâr etmek vartasına yol açar.<br /></p><p id="c_paragraf">Şu asırda maddiyyunluk fikri o derece istilâ etmiş ki, maddiyatı her şeye merci biliyorlar. Böyle bir asırda, has ehl-i iman, maddiyatı idam eder derecesinde ehemmiyetsiz gördüklerinden, vahdetü'l-vücud meşrebi ortaya atılsa, belki maddiyyunlar sahip çıkacaklar, "Biz de böyle diyoruz" diyecekler. Halbuki, dünyada meşârib içinde, maddiyyunların ve tabiatperestlerin mesleğinden en uzak meşrep, vahdetü'l-vücud meşrebidir. Çünkü, ehl-i vahdetü'l-vücud, o kadar vücud-u İlâhîye kuvvet-i imanla ehemmiyet veriyorlar ki, kâinatı ve mevcudatı inkâr ediyorlar. Maddiyyunlar ise, o kadar mevcudata ehemmiyet veriyorlar ki, kâinat hesabına Allah'ı inkâr ediyorlar. İşte bunlar nerede, ötekiler nerede? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Altıncı Telvih </span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üç Noktadır. </span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci Nokta:</span> Velâyet yolları içinde en güzeli, en müstakimi, en parlağı, en zengini, Sünnet-i Seniyyeye ittibâdır. Yani, a'mâl ve harekâtında Sünnet-i Seniyyeyi düşünüp ona tâbi olmak ve taklit etmek ve muamelât ve ef'Âlinde ahkâm-ı şer'iyeyi düşünüp rehber ittihaz etmektir. </p><p id="c_paragraf">İşte bu ittibâ ve iktida vasıtasıyla, âdi ahvÂli ve örfî muameleleri ve fıtrî hareketleri ibadet şekline girmekle beraber, herbir ameli, sünneti ve şer'i o ittibâ noktasında düşündürmekle, bir tahattur-u hükm-ü şer'î veriyor. O tahattur ise, Sahib-i Şeriati düşündürüyor. O düşünmek ise, Cenâb-ı Hakkı hatıra getiriyor. O hatıra, bir nevi huzur veriyor. O hâlde, mütemadiyen ömür dakikaları huzur içinde bir ibadet hükmüne getirilebilir. </p><p id="c_paragraf">İşte bu cadde-i kübrâ, velâyet-i kübrâ olan ehl-i veraset-i nübüvvet olan Sahabe ve Selef-i SÂlihînin caddesidir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Nokta:</span> Velâyet yollarının ve tarikat şubelerinin en mühim esası, ihlâstır. Çünkü ihlâs ile hafî şirklerden hÂlâs olur. İhlâsı kazanmayan, o yollarda gezemez. </p><p id="c_paragraf">Ve o yolların en keskin kuvveti, muhabbettir. Evet, muhabbet, mahbubunda bahaneler aramaz ve kusurlarını görmek istemez. Ve kemâline delâlet eden zayıf emâreleri, kavî hüccetler hükmünde görür. Daima mahbubuna taraftardır. </p><p id="c_paragraf">İşte bu sırra binaendir ki, muhabbet ayağıyla marifetullaha teveccüh eden zatlar, şübehâta ve itirâzâta kulak vermezler, ucuz kurtulurlar. Binler şeytan toplansa, onların Mahbub-u Hakikîsinin kemâline işaret eden bir emâreyi, onların nazarında iptal edemez. Eğer muhabbet olmazsa, o vakit kendi nefsi ve şeytanı ve haricî şeytanların ettikleri itirazat içinde çok çırpınacak. Kahramancasına bir metanet ve kuvvet-i İmân ve dikkat-i nazar lâzımdır ki kendisini kurtarsın. İşte bu sırra binaendir ki, umum merâtib-i velâyette marifetullahtan gelen muhabbet, en mühim maya ve iksirdir.<br /></p><p id="c_paragraf">Fakat muhabbetin bir vartası var ki: Ubudiyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten, naza ve dâvâya atlar, mizansız hareket eder. Mâsivâ-yı İlâhiyeye teveccühü hengâmında mânâ-yı harfîden mânâ-yı ismîye geçmesiyle, tiryak iken zehir olur. Yani, gayrullahı sevdiği vakit, Cenâb-ı Hak hesabına ve Onun namına, Onun bir âyine-i esmâsı olmak cihetiyle rapt-ı kalp etmek lâzımken, bazen o zâtı, o zat hesabına, kendi kemâlât-ı şahsiyesi ve cemÂl-i zâtîsi namına düşünüp, mânâ-yı ismiyle sever. Allah'ı ve Peygamberi düşünmeden yine onları sevebilir. Bu muhabbet, muhabbetullaha vesile değil, perde oluyor. Mânâ-yı harfî ile olsa, muhabbetullaha vesile olur, belki cilvesidir denilebilir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Nokta:</span> Bu dünya dârü'l-hikmettir, dârü'l-hizmettir; dârü'l-ücret ve mükâfat değil. Buradaki a'mâl ve hizmetlerin ücretleri berzahta ve âhirettedir. Buradaki a'mâl berzahta ve âhirette meyve verir. </p><p id="c_paragraf">Madem hakikat budur; a'mâl-i uhreviyeye ait neticeleri dünyada istememek gerektir. Verilse de, memnunâne değil, mahzunâne kabul etmek lâzımdır. Çünkü, Cennetin meyveleri gibi, kopardıkça yerine aynı gelmek sırrıyla bâki hükmünde olan amel-i uhrevî meyvesini, bu dünyada fâni bir surette yemek, kâr-ı akıl değildir. Bâki bir lâmbayı, bir dakika yaşayacak ve sönecek bir lâmba ile mübadele etmek gibidir. </p><p id="c_paragraf">İşte bu sırra binaen, ehl-i velâyet, hizmet ve meşakkat ve musibet ve külfeti hoş görüyorlar, nazlanmıyorlar, şekvâ etmiyorlar. <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b869.gif" /> diyorlar. Keşif ve keramet, ezvak ve envar verildiği vakit, bir iltifât-ı İlâhî nevinden kabul edip setrine çalışıyorlar. Fahre değil, belki şükre, ubudiyete daha ziyade giriyorlar. Çokları o ahvÂlin istitar ve inkıtâını istemişler, tâ ki amellerindeki ihlâs zedelenmesin. Evet, makbul bir insan hakkında en mühim bir ihsan-ı İlâhî, ihsanını ona ihsas etmemektir-tâ niyazdan naza ve şükürden fahre girmesin. </p><p id="c_paragraf">İşte bu hakikate binaendir ki, velâyeti ve tarikati isteyenler, eğer velâyetin bazı tereşşuhâtı olan ezvak ve kerâmâtı isterlerse ve onlara müteveccih ise ve onlardan hoşlansa, bâki, uhrevî meyveleri fâni dünyada, fâni bir surette yemek kabilinden olmakla beraber, velâyetin mayası olan ihlâsı kaybedip velâyetin kaçmasına meydan açar. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Yedinci Telvih </span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dört Nüktedir. </span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci Nükte: </span>Şeriat, doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz, sırr-ı ehadiyet ile rububiyet-i mutlaka noktasında, hitab-ı İlâhînin neticesidir. Tarikatin ve hakikatin en yüksek mertebeleri, şeriatın cüzleri hükmüne geçer; yoksa daima vesile ve mukaddime ve hâdim hükmündedirler. Neticeleri, şeriatın muhkemâtıdır. Yani, hakaik-i şeriata yetişmek için, tarikat ve hakikat meslekleri, vesile ve hâdim ve basamaklar hükmündedir. Git gide, en yüksek mertebede, nefs-i şeriatta bulunan mânâ-yı hakikat ve sırr-ı tarikate inkılâp ederler. O vakit şeriat-ı kübrânın cüzleri oluyorlar. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Her hal üzere Allah'a hamd olsun. (Kenzu'l ummal, 1:72, 181; Tirmizi, 5:578, hadis no: 3599.)<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Yoksa, bazı ehl-i tasavvufun zannettikleri gibi, şeriatı zâhirî bir kışır, hakikati onun içi ve neticesi ve gayesi tasavvur etmek doğru değildir. </p><p id="c_paragraf">Evet, şeriatın, tabakat-ı nâsa göre inkişâfâtı ayrı ayrıdır. Avâm-ı nâsa göre zâhir-i şeriatı hakikat-i şeriat zannedip, havassa münkeşif olan şeriatın mertebesine hakikat ve tarikat namı vermek yanlıştır. Şeriatin, umum tabakata bakacak merâtibi var. </p><p id="c_paragraf">İşte bu sırra binaendir ki, ehl-i tarikat ve ashab-ı hakikat, ileri gittikçe hakaik-i şeriata karşı incizapları, iştiyakları, ittibÂları ziyadeleşiyor. En küçük bir Sünnet-i Seniyyeyi en büyük bir maksat gibi telâkki edip onun ittibâına çalışıyorlar, onu taklit ediyorlar. Çünkü, vahiy ne kadar ilhamdan yüksek ise, semere-i vahiy olan âdâb-ı şer'iye, o derece, semere-i ilham olan âdâb-ı tarikatten yüksek ve ehemmiyetlidir. Onun için, tarikatin en mühim esası, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ etmektir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Nükte:</span> Tarikat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak gerektir. Eğer maksud-u bizzat hükmüne geçseler, o vakit şeriatın muhkemâtı ve ameliyâtı ve Sünnet-i Seniyyeye ittibâ, resmî hükmünde kalır, kalp öteki tarafa müteveccih olur. Yani, namazdan ziyade hÂlka-i zikri düşünür; ferâizden ziyade evrâdına müncezip olur; kebâirden kaçmaktan ziyade, âdâb-ı tarikatin muhâlefetinden kaçar. Halbuki, muhkemât-ı şeriat olan farzların bir tanesine, evrâd-ı tarikat mukabil gelemez, yerini dolduramaz. Âdâb-ı tarikat ve evrâd-ı tasavvuf, o ferâizin içindeki hakikî zevke medar-ı teselli olmalı, menşe olmamalı. Yani, tekkesi, camideki namazın zevkine ve tâdil-i erkânına vesile olmalı; yoksa, camideki namazı çabuk, resmî kılıp, hakikî zevkini ve kemâlini tekkede bulmayı düşünen, hakikatten uzaklaşıyor. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Nükte:</span> "Sünnet-i Seniyye ve ahkâm-ı şeriat haricinde tarikat olabilir mi?" diye sual ediliyor. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Hem var, hem yok. Vardır; çünkü bazı evliya-yı kâmilîn, şeriat kılıcıyla idam edilmişler. Hem yoktur; çünkü muhakkıkîn-i evliya, Sadi-i Şirazî'nin bu düsturunda ittifak etmişler: </p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b870.gif" /> , Yani, "Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın caddesinden hariç ve onun arkasından gitmeyen, muhâldir ki, hakikî envâr-ı hakikate vasıl olabilsin." Bu meselenin sırrı şudur ki: </p><p id="c_paragraf">Madem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü'l-Enbiyadır ve umum nev-i beşer namına muhatab-ı İlâhîdir. Elbette, nev-i beşer onun caddesi haricinde gidemez; ve bayrağı altında bulunmak zarurîdir. </p><p id="c_paragraf">Ve madem ehl-i cezbe ve ehl-i istiğrak, muhâlefetlerinden mesul olamazlar. Ve madem insanda bazı letâif var ki, teklif altına giremez; o lâtife hâkim olduğu vakit, tekÂlif-i şer'iyeye muhâlefetiyle mesul tutulmaz. Ve madem insanda bazı letâif var ki, teklif altına girmediği gibi, ihtiyar altına da girmez, hattâ aklın tedbiri altına da girmez; o lâtife, kalbi ve aklı dinlemez.<br /></p><p id="c_paragraf">Elbette, o lâtife bir insanda hâkim olduğu zaman-fakat o zamana mahsus olarak-o zat, şeriata muhâlefette velâyet derecesinden sukut etmez, mâzur sayılır. Fakat bir şartla ki, hakaik-i şeriata ve kavâid-i imanîye karşı bir inkâr, bir tezyif, bir istihfaf olmasın. Ahkâmı yapmasa da, ahkâmı hak bilmek gerektir. Yoksa, o hâle mağlûp olup-neûzü billâh-o hakaik-i muhkemeye karşı inkâr ve tekzibi işmam edecek bir vaziyet, alâmet-i sukuttur. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elhasıl</span>, daire-i şeriatın haricinde bulunan ehl-i tarikat iki kısımdır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Bir kısmı</span>, sabıkan geçtiği gibi, ya hÂle, istiğraka, cezbeye ve sekre mağlûp olup veya teklifi dinlemeyen veya ihtiyarı işitmeyen lâtifelerin mahkûmu olup, daire-i şeriatın haricine çıkıyor. Fakat o çıkmak, ahkâm-ı şeriatı beğenmemekten veya istememekten değil, belki mecburiyetle, ihtiyarsız terk ediyor. </p><p id="c_paragraf">Bu kısım ehl-i velâyet var. Hem mühim velîler, bunların içinde muvakkaten bulunmuş. Hattâ bu neviden, değil yalnız daire-i şeriattan, belki daire-i İslâmiyet haricinde bulunduğunu bazı muhakıkkîn-i evliya hükmetmişler. Fakat bir şartla: Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın getirdiği ahkâmın hiçbirini tekzip etmemektir. Belki ya düşünmüyor veya müteveccih olamıyor veyahut bilemiyor ve bilmiyor. Bilse, kabul etmese, olmaz. </p><p id="c_paragraf">İkinci kısım ise, tarikat ve hakikatin parlak ezvaklarına kapılıp, mezâkından çok yüksek olan hakaik-i şeriatın derece-i zevkine yetişemediği için, zevksiz, resmî bir şey telâkki edip ona karşı lâkayt kalır. Git gide, şeriatı zahirî bir kışır zanneder; bulduğu hakikati esas ve maksud telâkki eder. "Ben onu buldum; o bana yeter" der, ahkâm-ı şeriata muhâlif hareket eder. Bu kısımdan aklı başında olanlar mesuldürler, sukut ediyorlar, belki kısmen şeytana maskara oluyorlar. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü Nükte:</span> Ehl-i dalâlet ve bid'at fırkalarından bir kısım zatlar, ümmet nazarında makbul oluyorlar. Aynen onlar gibi zatlar var; zâhirî hiçbir fark yokken ümmet reddediyor. Bunda hayret ediyordum. Meselâ, Mutezile mezhebinde Zemahşerî gibi, itizalde en mutaassıp bir fert olduğu hâlde, muhakkıkîn-i Ehl-i Sünnet, onun o şedit itirâzâtına karşı onu tekfir ve tadlil etmiyorlar, belki bir râh-ı necat onun için arıyorlar. Zemahşerî'nin derece-i şiddetinden çok aşağı Ebû Ali Cübbâî gibi Mutezile imamlarını, merdud ve matrud sayıyorlar. </p><p id="c_paragraf">Çok zaman bu sır benim merakıma dokunuyordu. Sonra, lûtf-u İlâhî ile anladım ki, Zemahşerî'nin Ehl-i Sünnete itirâzâtı, hak zannettiği mesleğindeki muhabbet-i haktan ileri geliyordu. Yani, meselâ tenzih-i hakikî, onun nazarında, hayvanlar kendi ef'Âline hÂlık olmasıyla oluyor. Onun için, Cenâb-ı Hakkı tenzih muhabbetinden, Ehl-i Sünnetin hÂlk-ı ef'Âl meselesinde düsturunu kabul etmiyor. Merdud olan sair Mutezile imamları, muhabbet-i haktan ziyade, Ehl-i Sünnetin yüksek düsturlarına kısa akılları yetişemediğinden ve geniş kavânin-i Ehl-i Sünnet onların dar fikirlerine yerleşmediğinden, inkâr ettiklerinden merduddurlar.<br /></p><p id="c_paragraf">Aynen bu ilm-i kelâmdaki Ehl-i İtizalin Ehl-i Sünnet ve Cemaate muhâlefeti olduğu gibi, Sünnet-i Seniyye haricindeki bir kısım ehl-i tarikatin muhâlefeti dahi iki cihetledir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Biri</span>, Zemahşerî gibi, hÂline, meşrebine meftûniyet cihetinde daha derece-i zevkine yetişemediği âdâb-ı şeriata karşı bir derece lâkayt kalır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Diğer kısmı </span>ise (hâşâ) âdâb-ı şeriata, desâtir-i tarikate nispeten ehemmiyetsiz bakar. Çünkü dar havsalası o geniş ezvâkı ihata edemiyor ve kısa makamı o yüksek âdâba yetişemiyor. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sekizinci Telvih </span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sekiz Vartayı beyan eder. </span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Sünnet-i Seniyyeye tamam ittibâı riayet etmeyen bir kısım ehl-i sülûk, velâyeti nübüvvete tercih etmekle vartaya düşer. Yirmi Dördüncü ve Otuz Birinci Sözlerde, nübüvvet ne kadar yüksek olduğu ve velâyet ona nispeten ne kadar sönük olduğu ispat edilmiştir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Ehl-i tarikatin bir kısım müfrit evliyasını Sahabeye tercih, hattâ enbiya derecesinde görmekle vartaya düşer. On İkinci ve Yirmi Yedinci Sözlerde ve Sahabeler hakkındaki Zeylinde katî ispat edilmiştir ki, Sahabelerde öyle bir hassa-i sohbet var ki, velâyetle yetişilmez ve Sahabelere tefevvuk edilmez ve enbiyaya hiçbir vakit evliya yetişmez. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncüsü:</span> İfratla tarikat taassubu taşıyanların bir kısmı, âdâb ve evrâd-ı tarikati Sünnet-i Seniyyeye tercih etmekle sünnete muhâlefet edip, sünneti terk eder, fakat virdini bırakmaz. O suretle âdâb-ı şer'iyeye bir lâkaytlık vaziyeti gelir, vartaya düşer. </p><p id="c_paragraf">Çok Sözlerde ispat edildiği gibi ve İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbânî gibi muhakkıkîn-i ehl-i tarikat derler ki: "Birtek Sünnet-i Seniyyeye ittibâ noktasında hâsıl olan makbuliyet, yüz âdâb ve nevâfil-i hususiyeden gelemez. Bir farz bin sünnete müreccah olduğu gibi, bir Sünnet-i Seniyye dahi bin âdâb-ı tasavvufa müreccahtır" demişler. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncüsü:</span> Müfrit bir kısım ehl-i tasavvuf, ilhamı, vahiy gibi zanneder ve ilhamı vahiy nevinden telâkki eder, vartaya düşer. Vahyin derecesi ne kadar yüksek ve küllî ve kudsî olduğu ve ilhâmat ona nispeten ne derece cüz'î ve sönük olduğu, On İkinci Sözde ve i'câz-ı Kur'ân'a dair Yirmi Beşinci Sözde ve sair risalelerde gayet katî ispat edilmiştir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşincisi:</span> Sırr-ı tarikati anlamayan bir kısım mutasavvıfe, zayıfları takviye etmek ve gevşekleri teşcî etmek ve şiddet-i hizmetten gelen usanç ve meşakkati tahfif etmek için istenilmeyerek verilen ezvak ve envar ve kerâmâtı hoş görüp meftun olur; ibâdâta, hidemâta ve evrâda tercih etmekle vartaya düşer.</p><p id="c_paragraf">Şu risalenin Altıncı Telvihinin Üçüncü Noktasında icmâlen beyan olunduğu ve sair Sözlerde katiyen ispat edilmiştir ki, bu dâr-ı dünya dârü'l-hizmettir, dârü'l-ücret değil. Burada ücretini isteyenler, bâki, daimî meyveleri fâni ve muvakkat bir surete çevirmekle beraber, dünyadaki beka hoşuna gidiyor, müştakane berzaha bakamıyor. Adeta bir cihette dünya hayatını sever; çünkü içinde bir nevi âhireti bulur. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Altıncısı:</span> Ehl-i hakikat olmayan bir kısım ehl-i sülûk, makamât-ı velâyetin gölgelerini ve zıllerini ve cüz'î numunelerini, makamât-ı asliye-i külliye ile iltibas etmekle vartaya düşer. Yirmi Dördüncü Sözün İkinci Dalında ve sair Sözlerde katiyen ispat edilmiştir ki: Nasıl güneş aynalar vasıtasıyla taaddüt ediyor; binler misalî güneş, aynı güneş gibi ziya ve hararet sahibi olur. Fakat o misalî güneşler, hakikî güneşe nispeten çok zayıftırlar. Aynen onun gibi, makamât-ı enbiya ve eâzım-ı evliyanın makamâtının bazı gölgeleri ve zılleri var. Ehl-i sülûk onlara girer, kendini o evliya-yı azîmeden daha azîm görür, belki enbiyadan ileri geçtiğini zanneder, vartaya düşer. </p><p id="c_paragraf">Fakat bu geçmiş umum vartalardan zarar görmemek için, usul-ü imaniyeyi ve esâsât-ı şeriatı daima rehber ve esas tutmak ve meşhudunu ve zevkini onlara karşı muhâlefetinde itham etmekledir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Yedincisi:</span> Bir kısım ehl-i zevk ve şevk, sülûkünde fahri, nazı, şatahâtı, teveccüh-ü nâsı ve merciiyeti şükre, niyaza, tazarruâta ve nâstan istiğnâya tercih etmekle vartaya düşer. Halbuki en yüksek mertebe ise, ubudiyet-i Muhammediyedir ki, "mahbubiyet" ünvanıyla tabir edilir. Ubudiyetin ise sırr-ı esası niyaz, şükür, tazarru, huşû, acz, fakr, hÂlktan istiğnâ cihetiyle o hakikatin kemâline mazhar olur. Bazı evliya-ı azîme, fahir ve naz ve şatahâta muvakkaten, ihtiyarsız girmişler; fakat o noktada, ihtiyaren onlara iktida edilmez. Hâdidirler, mühdî değillerdir, arkalarından gidilmez. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sekizinci Varta:</span> Hodgâm, aceleci bir kısım ehl-i sülûk, âhirette alınacak ve koparılacak velâyet meyvelerini, dünyada yemesini ister ve sülûkünde onları istemekle vartaya düşer. Halbuki, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b871.gif" /> gibi âyetlerle ilân edildiği gibi, çok Sözlerle katiyen ispat edilmiştir ki, Âlem-i bekada birtek meyve, fâni dünyanın bin bahçesine müreccahtır. Onun için, o mübarek meyveleri burada yememeli. Eğer istenilmeyerek yedirilse, şükredilmeli; mükâfat için değil, belki teşvik için bir ihsan-ı İlâhî olarak telâkki edilmeli. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dokuzuncu Telvih</span></p><p id="c_paragraf">Tarikatin pek çok semerâtından ve faydalarından yalnız burada dokuz adedini icmâlen beyan edeceğiz. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">"Dünya hayatı, aldatıcı bir menfaatten başka bir şey değildir." (Âl-i İmrân Sûresi: 3:185)<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> İstikametli tarikat vasıtasıyla, saadet-i ebediyedeki ebedî hazinelerin anahtarları ve menşeleri ve madenleri olan hakaik-i imaniyenin inkişafı ve vuzuhu ve aynelyakin derecesinde zuhurlarıdır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Makine-i insaniyenin merkezi ve zembereği olan kalbi, tarikat vasıta olup işletmesiyle ve o işletmekle sair letâif-i insaniyeyi harekete getirip netice-i fıtratlarına sevk ederek hakikî insan olmaktır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncüsü:</span> Âlem-i berzah ve âhiret seferinde, tarikat silsilelerinden bir silsileye iltihak edip ve o kafile-i nuraniye ile ebedü'l-âbâd yolunda arkadaş olmak ve yalnızlık vahşetinden kurtulmak ve onlarla dünyada ve berzahta mânen ünsiyet etmek ve evham ve şübehâtın hücumlarına karşı onların icmâına ve ittifakına istinad edip, herbir üstadını kavî bir senet ve kuvvetli bir bürhan derecesinde görüp, onlarla o hatıra gelen dalâlet ve şübehâtı def etmektir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncüsü:</span> İmandaki marifetullah ve o marifetteki muhabbetullahın zevkini, sâfi tarikat vasıtasıyla anlamak; ve o anlamakla dünyanın vahşet-i mutlakasından ve insanın kâinattaki gurbet-i mutlakasından kurtulmaktır. Çok Sözlerde ispat etmişiz ki, saadet-i dâreyn ve elemsiz lezzet ve vahşetsiz ünsiyet ve hakikî zevk ve ciddî saadet, İmân ve İslâmiyetin hakikatindedir. İkinci Sözde beyan edildiği gibi, iman, şecere-i tûbâ-i Cennetin bir çekirdeğini taşıyor. İşte, tarikatin terbiyesiyle o çekirdek neşvünemâ bulur, inkişaf eder. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşincisi:</span> Tekâlif-i şer'iyedeki hakaik-i lâtifeyi, tarikatten ve zikr-i İlâhîden gelen bir intibah-ı kalbî vasıtasıyla hissetmek, takdir etmek-o vakit taate, suhre gibi değil, belki iştiyakla itaat edip ubudiyeti ifa eder. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Altıncısı:</span> Hakikî zevke ve ciddî teselliye ve kedersiz lezzete ve vahşetsiz ünsiyete, hakikî medar ve vasıta olan tevekkül makamını ve teslim rütbesini ve rıza derecesini kazanmaktır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Yedincisi:</span> Sülûk-ü tarikatin en mühim şartı, en ehemmiyetli neticesi olan ihlâs vasıtasıyla, şirk-i hafîden ve riya ve tasannu gibi rezâilden hÂlâs olmak ve tarikatin mahiyet-i ameliyesi olan tezkiye-i nefis vasıtasıyla nefs-i emmârenin ve enâniyetin tehlikelerinden kurtulmaktır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sekizincisi:</span> Tarikatte, zikr-i kalbî ile ve tefekkür-ü aklî ile kazandığı teveccüh ve huzur ve kuvvetli niyetler vasıtasıyla âdetlerini ibadet hükmüne çevirmek ve muamelât-ı dünyeviyesini a'mÂl-i uhreviye hükmüne getirip sermaye-i ömrünü hüsn-ü istimal etmek cihetiyle, ömrünün dakikalarını, hayat-ı ebediyenin sümbüllerini verecek çekirdekler hükmüne getirmektir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dokuzuncusu:</span> Seyr-i sülûk-ü kalbî ile ve mücahede-i ruhî ile ve terakkiyât-ı mâneviye ile, insan-ı kâmil olmak için çalışmak; yani hakikî mü'min ve tam bir Müslüman olmak; yani, yalnız surî değil, belki hakikat-i imanı ve hakikat-i İslâmı kazanmak; yani, şu kâinat içinde ve bir cihette kâinat mümessili olarak, doğrudan doğruya kâinatın <b id="eh">Hâlık-ı Zülcelâl</b>ine abd olmak ve muhatap olmak ve dost olmak ve hâlil olmak ve ayna olmak ve ahsen-i takvimde olduğunu göstermekle, benî Âdemin melâikeye rüçhaniyetini ispat etmek ve şeriatın imanî ve amelî cenahlarıyla makamât-ı Âliyede uçmak ve bu dünyada saadet-i ebediyeye bakmak, belki de o saadete girmektir.<br /></p><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b457.gif" /> -1- </center><br /><center><img style="WIDTH: 381px; HEIGHT: 165px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b873.gif" /> -2- </center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin." Bakara Sûresi: 2:32. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Allahım! Bütün asırların gavs-ı ekberi ve bütün çağların kutb-u âzamı olan Efendimiz Muhammed'e ve bütün Âl ve ashabına salât ve selâm et-o efendimiz ki, Miracında haşmet-i velâyeti ve makam-ı mahbubiyeti tezahür etmiştir ve bütün velâyetler onun Miracının gölgesinde münderiç bulunmaktadır. Hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi" style="font-size:130%;">ZEYL</span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b424.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Bu küçücük Zeylin büyük bir ehemmiyeti var; herkese menfaatlidir. </p><p id="c_paragraf">Cenâb-ı Hakka vâsıl olacak tarîkler pekçoktur. Bütün hak tarîkler Kur'ân'dan alınmıştır. Fakat tarîkatlerin bâzısı bâzısından daha kısa, daha selâmetli, daha umûmiyetli oluyor. O tarîkler içinde, kâsır fehmimle Kur'ân'dan istifâde ettiğim, acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarîkıdır. </p><p id="c_paragraf">Evet, acz dahi aşk gibi, belki daha eslem bir tarîktir ki, ubûdiyet tarîkıyla mahbûbiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine îsÂl eder. Hem, şefkat dahi aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tarîktir ki, Rahîm ismine îsÂl eder. Hem, tefekkür dahi aşk gibi, belki daha zengin ve daha parlak bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsÂl eder. Şu tarîk, hafî tarîkler misillü, letâif-i aşere gibi on hatve değil ve tarîk-ı cehriye gibi nüfûs-u seb' a, yedi mertebeye atılan adımlar değil, belki "dört hatve"den ibârettir. Tarîkatten ziyâde hakîkattir, şeriattır. Yanlış anlaşılmasın; acz ve fakr ve kusurunu Cenâb-ı Hakka karşı görmek demektir; yoksá, onları yapmak veya halka göstermek demek değildir. Şu kısa tarîkın evrâdı ittibâ-ı sünnettir, ferâizi işlemek, kebâiri terk etmektir. Ve bilhassa namazı tâdil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihâtı yapmaktır. </p><p id="c_paragraf">Birinci hatveye </p><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b875.gif" />-1- </center><br /><p>âyeti işaret ediyor. </p><br /><p id="c_paragraf">İkinci hatveye</p><br /><center><img style="WIDTH: 325px; HEIGHT: 45px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b876.gif" /> -2-</center><br /><p>âyeti işaret ediyor. </p><br /><p id="c_paragraf">Üçüncü hatveye </p><center><img style="WIDTH: 361px; HEIGHT: 36px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b877.gif" /> -3- </center><br /><p>âyeti işaret ediyor. </p><br /><p id="c_paragraf">Dördüncü hatveye</p><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b878.gif" /> -4- </center><br /><p>âyeti işaret ediyor. </p><br /><br /><hr id="c_cizgi" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Nefislerinizi temize çıkarmayın. (Necm Sûresi: 32). </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Allah'ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi âkıbetlerini unutturmuştur. (Haşir Sûresi: 19.) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- Sana her ne iyilik erişirse Allah'tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi kusurun sebebiyledir. (Nisâ Sûresi: 79.) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">4- Herşey helâk olup gidicidir-Ona bakan yüzü müstesnâ. (Kasas Sûresi: 88.)<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Şu Dört Hatvenin kısa bir izahı şudur ki: </p><p id="c_paragraf">Birinci Hatvede <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b875.gif" /> âyeti işaret ettiği gibi, tezkiye-i nefs etmemek. Zîrâ insan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle, nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka herşeyi nefsine fedâ eder. Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder, mâbuda lâyık bir tenzih ile nefsini meâyibden tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar, kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez; nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdâfaa eder. Hattâ fıtratında tevdî edilen ve Mâbud-u Hakîkinin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazât ve istidâdı kendi nefsine sarf ederek <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b880.gif" /> -1- sırrına mazhar olur; kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir. İşte şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathîri; onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir. </p><p id="c_paragraf">İkinci Hatvede <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b881.gif" /> dersini verdiği gibi; kendini unutmuş, kendinden haberi yok; mevti düşünse, başkasına verir; fenâ ve zevÂli görse, kendine almaz. Ve külfet ve hizmet makâmında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifâde-i huzûzât makâmında nefsini düşünmek, şiddetle iltizam etmek, nefs-i emmârenin muktezâsıdır. Şu makamda tezkiyesi, tathîri, terbiyesi; şu hÂlin aksidir. Yani, nisyân-ı nefs içinde nisyan etmemek; yani, huzûzât ve ihtirasâtta unutmak ve mevtte ve hizmette düşünmek. </p><p id="c_paragraf">Üçüncü Hatvede <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b882.gif" /> dersini verdiği gibi; nefsin muktezâsı dâimâ iyiliği kendinden bilip, fahr ve ucbe girer. Bu hatvede, nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehâsin ve kemâlâtını, Fâtır-ı Zülcelâl tarafından ona ihsan edilmiş nîmetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamd etmektir. Şu mertebede tezkiyesi, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b883.gif" /> -2- sırrıyla şudur ki: Kemâlini kemâlsizlikte, kudretini aczde, gınâsını fakrda bilmektir. </p><p id="c_paragraf">Dördüncü Hatvede <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b884.gif" /> dersini verdiği gibi; nefıs, kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcut bilir. Ondan bir nevî rubûbiyet dâvâ eder. Mâbuduna karşı adâvetkârâne bir isyânı taşır. İşte gelecek şu hakîkati derk etmekle ondan kurtulur. Hakîkat şudur ki: Her, şey nefsinde mânâ-i ismiyle fânîdir, mefkuttur, hâdistir, mâdumdur; fakat mânâ-i harfiyle ve Sâni-i Zülcelâlin esmâsına âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık îtibârıyla Şâhittir, meşhûddur, vâciddir, mevcuddur. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Nefsinin arzusunu kendisine mâbud edinip onun her emrine uyan kimse... (Furkan Sûresi: 43.) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Nefsini qünahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir.(Şems Sûresi: 9.)<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Şu makamda tezkiyesi ve tathîri şudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani kendini bilse, vücud verse, kâinat kadar bir zulümât-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip, Mûcid-i Hakîkiden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir Şahsî ziyâ-i vücudu nihayetsiz zulümât-ı adem ve fıraklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakîkinin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudâtı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zîrâ bütün mevcudât esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücudu bulan bir kalp, herşeyi bulur. </p><center><span id="c_KonuBaslik">Hatime</span></center><br /><p id="c_paragraf">Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîkındaki dört hatvenin izahâtı, hakîkatin ilmine, şeriatın hakîkatine, Kur'ân'ın hikmetine dâir olan yirmi altı adet Sözlerde geçmiştir. Yalnız, şurada bir iki noktaya kısa bir işaret edeceğiz. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">Evet, şu tarîk daha kısadır. Çünkü dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefsinden elini çeker, fakat mâşuk-u mecâzîye yapışır. Onun zevÂlini bulduktan sonra Mahbûb-u Hakîkiye gider. Hem şu tarîk daha eslemdir. Çünkü nefsin şatahât ve bâlâpervazâne dâvÂları bulunmaz. Çünkü acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulunmuyor ki, haddinden fazla geçsin. Hem bu tarîk daha umûmi ve cadde-i kübrâdır. Çünkü kâinatı, ehl-i Vahdetü'l-Vücud gibi, huzur-u dâimî kazanmak için, îdâma mahkûm zannedip <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b885.gif" /> -1- hükmetmeye veyahut ehl-i Vahdetü'ş-Şuhud gibi, huzûr-u dâimî için kâinatı nisyân-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b886.gif" /> -2- demeye mecbur olmuyor. Belki îdamdan ve hapisten, gâyet zâhir olarak, Kur'ân affettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudâtı kendileri hesâbına hizmetten azlederek, Fâtır-ı Zülcelâl hesâbına istihdam edip, Esmâ-i Hüsnâsının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimâl ederek, mânâ-i harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzûr-u dâimîye girmektir; her şeyde Cenâb-ı Hakka bir yol bulmaktır. Elhâsıl, mevcudâtı mevcudât hesâbına hizmetten azlederek, mânâ-i ismiyle bakmamaktır. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Ondan başka hiçbir varlık yoktur. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Ondan başka şâhit olunan, görülen hiçbir şey yoktur.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><!-- AYET --><!-- AYET --><!-- AYET -->İbrahimhttp://www.blogger.com/profile/14965094735125295317noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-431105105679572355.post-10782460967184819632008-09-03T14:29:00.000-07:002008-09-14T23:04:34.386-07:00YİRMİ SEKİZİNCİ MEKTUP<center><span id="c_RisaleAdi">YİRMİ SEKİZİNCİ MEKTUP </span></center><br /><center><span id="c_KonuBaslik">Şu Mektup Sekiz Meseledir. </span></center><br /><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">Birinci Risale olan Birinci Mesele </span></center><br /><center><img style="WIDTH: 331px; HEIGHT: 40px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b736.gif" /> -1- </center><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Saniyen:</span> Üç sene evvel benimle görüştükten üç gün sonra tabiri çıkmış, tevili tezahür etmiş eski bir rüyanızın, şimdi tabirini istiyorsunuz. Şimdilik o güzel, mübarek, müjdeli rüya mürur-u zamana uğramış. Mânâsını göstermiş olan o rüyaya karşı böyle desem hakkım yok mu? </p><br /><center><img style="WIDTH: 363px; HEIGHT: 56px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b737.gif" /> -2- </center><br /><center><img style="WIDTH: 367px; HEIGHT: 44px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b738.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Evet, kardeşim, seninle mahz-ı hakikat dersini müzakereye alışmışız. Hayalâtlara karşı kapısı açık olan rüyaları tahkikî bir surette mevzubahis etmek, tahkik mesleğine tam uygun gelmediğinden, o cüz'î hadise-i nevmiye münasebetiyle, mevtin küçük bir kardeşi olan nevme ait ilmî ve düsturî olarak altı nükte-i hakikati, âyât-ı Kur'âniyenin işaret ettiği vecihte beyan edeceğiz. Yedincisinde, senin rüyana kısa bir tabir verilecek. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Sûre-i Yusuf'un mühim bir esası rüya-yı Yusufiye olduğu gibi, </p><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b739.gif" /> -3- </center><br /><p>âyeti misilli çok âyetlerle, rüyada ve nevmde perdeli olarak ehemmiyetli hakikatler var olduğunu gösterir. </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Rahman ve Rahim olan Allah'ın Adıyla.</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">"Eğer rüya tabirini biliyorsanız." (Yusuf Sûresi: 12:43.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Ben ne geceyim, ne de geceye kulluk ederim. Ben bir hakikat güneşinin hâdimiyim ki, size ondan haber getiriyorum. Evliyaya tuzak olan hayaller, ilahî bahçelerin ay yüzlü güzellerinin akisleridir. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- "Uykunuzu bir istirahat kıldık." (Nebe' Sûresi: 78:9.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Kur'ân ile tefe'üle ve rüyaya itimada ehl-i hakikat taraftar değiller. Çünkü, Kur'ân-ı Hakîm, ehl-i küfrü kesretle ve şiddetli bir tarzda vuruyor. Tefe'ülde, kâfire ait şiddeti, tefe'ül eden insana çıktığı vakit yeis veriyor, kalbi müşevveş ediyor. </p><p id="c_paragraf">Hem rüya dahi, hayır iken, bazı aks-i hakikatle göründüğü için şer telâkki edilir, ye'se düşürür, kuvve-i mâneviyeyi kırar, sû-i zan verir. Çok rüyalar var ki, sureti dehşetli, zararlı, mülevves iken, tabiri ve mânâsı çok güzel oluyor. Herkes rüyanın suretiyle mânâsının hakikati mabeynindeki münasebeti bulamadığı için, lüzumsuz telâş eder, meyus olur, keder eder. </p><p id="c_paragraf">İşte, yalnız bu cihet içindir ki, ehl-i hakikat gibi ve İmam-ı Rabbânî misilli, başta </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b740.gif" /> -1- </center><br /><p>dedim. </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncüsü:</span> Hadis-i sahihle, nübüvvetin kırk cüz'ünden bir cüz'ü, nevmde rüya-yı sadıka suretinde tezahür etmiş. -2- Demek, rüya-yı sadıka hem haktır, hem nübüvvetin vezâifine taallûku var. Şu Üçüncü Mesele gayet mühim ve uzun ve nübüvvetle alâkadar ve derin olduğundan, başka vakte tâlik ediyoruz, şimdilik o kapıyı açmıyoruz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncüsü:</span> Rüya üç nevidir. İkisi, tabir-i Kur'ân'la, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b741.gif" /> -3- da dahildir, tabire değmiyor. Mânâsı varsa da ehemmiyeti yok. Ya mizacın inhirafından, kuvve-i hayaliye şahsın hastalığına göre bir terkibat, tasvirat yapıyor; yahut gündüz veya daha evvel, hattâ bir iki sene evvel aynı vakitte başına gelen müheyyiç hâdisâtı, hayal tahattur eder, tâdil ve tasvir eder, başka bir şekil verir. </p><p id="c_paragraf">İşte bu iki kısım <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b741.gif" /> dır, tabire değmiyor. </p><p id="c_paragraf">Üçüncü kısım ki, rüya-yı sadıkadır. O doğrudan doğruya, mahiyet-i insaniyedeki lâtife-i Rabbâniye, Âlem-i şehadetle bağlanan ve o Âlemde dolaşan duyguların kapanmasıyla ve durmasıyla Âlem-i gayba karşı bir münasebet bulur, bir menfez açar. O menfezle, vukua gelmeye hazırlanan hadiselere bakar. Ve Levh-i Mahfuzun cilveleri ve mektubat-ı kaderiyenin numuneleri nevinden birisine rast gelir, bazı vakıat-ı hakikiyeyi görür. Ve o vakıatta bazen hayal tasarruf eder, suret libasları giydirir. </p><p id="c_paragraf">Bu kısmın çok envâı ve tabakatı var. Bazı, aynen gördüğü gibi çıkar, bazen bir ince perde altında çıkıyor, bazen kalınca bir perde ile sarılıyor. Hadis-i şerifte gelmiş ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bidâyet-i vahiyde gördüğü rüyalar, subhun inkişafı gibi -4- zâhir, açık, doğru çıkıyordu. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Ne geceyim, ne geceperestim. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Buharî, Ta'bir: 2, 4, 10, 26; Müslim, Rüya: 6, 7, 8, 9; Ebû Dâvud, Edeb: 88; Tirmizî, Rüya: 1, 2, 6, 10; İbni Mâce, Rüyâ: 1, 3, 6, 9; Dârîmî, Rüya: 2; Muvatta', Rüya: 1, 3; Müsned, 2:18, 50, 219, 4:10, 11, 12, 13, 5:316, 319. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- "Karma karışık, tabire değmez rüyalar." (Yusuf Sûresi: 12:44.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşincisi:</span> Rüya-yı sadıka, hiss-i kalbelvukuun fazla inkişafıdır. Hiss-i kablelvuku ise, herkeste cüz'î, küllî vardır. Hattâ hayvanlarda dahi vardır. Hattâ, bir zaman ben bu hiss-i kablelvukuu, zâhirî ve bâtınî meşhur duygulara ilâve olarak, insanda ve hayvanda "sâika" ve "şâika" namıyla, aynı sâmia ve bâsıra gibi iki hiss-i âhari ilmen bulmuştum. Ehl-i dalâlet ve ehl-i felsefe, o gayr-ı meş'ur hislere, hata ederek, ahmakçasına, "sevk-i tabiî" diyorlar. Hâşâ, sevk-i tabiî değil, belki bir nevi ilham-ı fıtrî olarak, insan ve hayvanı kader-i İlâhî sevk ediyor. </p><p id="c_paragraf">Meselâ, kedi gibi bazı hayvan, gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilâç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur. </p><p id="c_paragraf">Hem rû-yi zeminin sıhhiye memurları hükmünde ve bedevî hayvânâtın cenazelerini kaldırmakla muvazzaf kartal gibi âkilüllâhm kuşlara, bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin vücudu, o sevk-i kaderî ile ve o hiss-i kablelvuku ilhamıyla ve o sâika-i İlâhî ile bildirilir ve bulurlar. </p><p id="c_paragraf">Hem yeni dünyaya gelmiş bir arı yavrusu, yaşı bir gün iken, havada bir günlük mesafeye gider, havada izini kaybetmeyerek, o sevk-i kaderî ile ve o sâika ilhamıyla döner, yuvasına girer. </p><p id="c_paragraf">Hattâ, herkesin başında çok defa tekerrür ediyor ki, birisinden bahsediyorken, âni kapı açılarak, tahminin fevkinde, aynı adam gelir. Hattâ Kürtçe durub-u emsaldendir: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b743.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "Kurdun bahsini ettiğin zaman topuzu hazırla, vur; çünkü kurt geliyor." Demek bir hiss-i kablelvuku ile, lâtife-i Rabbâniye, icmâlen o adamın gelmesini hisseder. Fakat aklın şuuru ihata etmediği için, kasten değil, ihtiyarsız olarak bahsetmeye sevk eder. Ehl-i feraset, bazen keramet gibi geldiğini beyan eder. Hattâ bir zaman bende şu nevi hassasiyet fazla idi. Bu hâli bir düstur içine almak istedim, fakat yakıştıramadım ve yapamadım. Fakat ehl-i salâhatte ve bahusus ehl-i velâyette bu hiss-i kablelvuku fazla inkişaf eder, kerametkârâne âsârını gösterir. İşte, umum avam için dahi bir nevi velâyete mazhariyet var ki, rüya-yı sadıkada, evliya gibi, gaybî ve istikbalî olan şeyleri görüyorlar. </p><p id="c_paragraf">Evet, uyku nasıl ki avam için rüya-yı sadıka cihetinde bir mertebe-i velâyet hükmündedir. Öyle de, umum için, gayet güzel ve muhteşem bir sinema-i Rabbâniyenin seyrangâhıdır. Fakat güzel ahlâklı güzel düşünür. Güzel düşünen, güzel levhâları görür. Fena ahlâklı, fena düşündüğünden, fena levhâları görür. </p><p id="c_paragraf">Hem herkes için, Âlem-i şehadet içinde Âlem-i gayba bakan bir penceredir. Hem mukayyet ve fâni insanlar için, saha-i ıtlak bir meydan ve bir nevi bekaya mazhar ve mazi ve müstakbel, hâl hükmünde bir temâşâgâhtır. Hem tekâlif-i hayatiye altında ezilen ve meşakkat çeken zîruhların istirahatgâhıdır. İşte bu gibi sırlar içindir ki, Kur'ân-ı Hakîm, </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b744.gif" /> </center><br /><p>nevindeki âyetlerle, hakikat-i nevmiyeyi ehemmiyetle ders veriyor.<br /></p><p><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Altıncısı ve En Mühimi:</span> Rüya-yı sadıka benim için hakkalyakin derecesine gelmiş ve pek çok tecrübâtımla kader-i İlâhînin her şeye muhit olduğuna bir hüccet-i kâtı' hükmüne geçmiştir. Evet, bu rüyalar, benim için, hususan bu birkaç sene zarfında o dereceye gelmiştir ki, meselâ yarın başıma gelecek en küçük hadisat ve en ehemmiyetsiz muamelât ve hattâ en âdi muhaverat yazılı olduğunu ve daha gelmeden muayyen olduğunu; ve gecede onları görmekle, dilimle değil, gözümle okuduğum bana katî olmuştur. Bir değil, yüz değil, belki bin defa, gecede, hiç düşünmediğim hâlde gördüğüm bazı adamlar veyahut söylediğim meseleler, o gecenin gündüzünde, az bir tabirle aynen çıkıyor. Demek, en cüz'î hadisat, vukua gelmeden evvel hem mukayyettir, hem yazılmıştır. Demek tesadüf yok; hadisat başıboş gelmiyor, intizamsız değillerdir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Yedincisi:</span> Senin müjdeli, mübarek ve güzel rüyanın tabiri, Kur'ân için ve bizim için çok güzeldir. Hem zaman tabir etti ve ediyor, tabirimize ihtiyaç bırakmıyor. Hem kısmen tabiri güzel olarak çıkmış. Sen dikkat etsen anlarsın. Yalnız bir iki noktasına işaret ederiz. Yani bir hakikat beyan ederiz; senin hakikat-i rüya nevinden olan vakıalar, o hakikatin temessülâtıdır. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">O vâsi meydanlık, Âlem-i İslâmiyettir. Meydanlığın nihayetindeki mescid, Isparta vilâyetidir. Etrafı bulanık, çamurlu su, hâl ve zamanın sefahet ve atâlet ve bid'atlar bataklığıdır. Sen selâmetle, bulaşmadan, süratle mescide eriştiğin, herkesten evvel envâr-ı Kur'âniyeye sahip çıkıp, kalbini bozmadan sağlam kaldığına işarettir. Mesciddeki küçük cemaat ise, Hakkı, Hulûsi, Sabri, Süleyman, Rüştü, Bekir, Mustafa, Ali, Zühtü, Lütfi, Hüsrev, Refet gibi, Sözlerin hameleleridir. Ufak kürsü ise, Barla gibi küçük bir köydür. Yüksek ses ise, Sözlerdeki kuvvet ve sürat-i intişarlarına işarettir. Birinci safta sana tahsis edilen makam ise, Abdurrahman'dan sana münhâl kalan yerdir. O cemaat, telsiz Âletlerin âhizeleri hükmünde, bütün dünyaya ders işittirmek istemek işareti ve hakikati ise, inşaallah tamamıyla sonra çıkacak. Şimdi efradı birer küçük çekirdek iseler de, ileride tevfik-i İlâhî ile birer şecere-i Âliye hükmüne geçerler ve birer telsiz telgrafın merkezi olurlar. Sarıklı, küçük, genç bir zat ise, Hulûsi'ye omuz omuza verecek, belki geçecek birisi, naşirler ve talebeler içine girmeye namzettir. Bazılarını zannederim, fakat katî hükmedemem. O genç, kuvve-i velâyetle meydana atılacak bir zattır. Sair noktaları sen benim bedelime tabir et. </p><p id="c_paragraf">Senin gibi dostlarla uzun konuşmak hem tatlı, hem makbul olduğundan, şu kısa meselede uzun konuştum, belki de israf ettim. Fakat nevme ait olan âyât-ı Kur'âniyenin bir nevi tefsirine işaret etmek niyetiyle başladığımdan, inşaallah o israf affolur veya israf olmaz.<br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">İkinci Mesele olan İkinci Risale </span></center><br /><p id="c_paragraf">"Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm, Hazret-i Azrâil Aleyhisselâmın gözüne tokat vurmuş, ilh." -1- meâlindeki hadise dair ehemmiyetli bir münakaşayı kaldırmak ve halletmek için yazılmıştır. </p><p id="c_paragraf">Eğirdir'de bir münakaşa-i ilmiye işittim. O münakaşa, hususan şu zamanda yanlıştır. Hattâ münakaşayı bilmiyordum. Benden de sual edildi. Muteber bir kitapta, hadis-i Şeyheynin ittifakına alâmet olan <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b1081.gif" /> işaretiyle bir hadis bana gösterildi; "Hadis midir, değil midir?" sual edildi. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Ben dedim:</span> Böyle muteber bir kitapta Şeyheyn hadisinin ittifakına hükmeden bir zâta itimad etmek lâzım. Demek hadistir. Fakat hadisin, Kur'ân gibi bazı müteşabihâtı var; ancak havass onların mânâlarını bulabilir. Şu hadisin zâhiri dahi, müşkülât-ı hadisin müteşabihat kısmından olmak ihtimali var, dedim. Eğer bilseydim medar-ı münakaşa olmuş; öyle kısa değil, belki böyle cevap verecektim: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Evvelâ:</span> Bu çeşit mesâili münakaşa etmenin birinci şartı, insafla, hakkı bulmak niyetiyle, inatsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sû-i telâkkiye sebep olmadan müzakeresi caiz olabilir. O müzakere hak için olduğuna delil şudur ki: </p><p id="c_paragraf">Eğer hak, muarızın elinde zâhir olsa, müteessir olmasın, belki memnun olsun. Çünkü bilmediği şeyi öğrendi. Eğer kendi elinde zâhir olsa, fazla bir şey öğrenmedi; belki gurura düşmek ihtimali var. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Saniyen:</span> Sebeb-i münakaşa, eğer hadis ise, hadisin merâtibini ve vahy-i zımnînin derecâtını ve tekellümât-ı Nebeviyenin aksâmını bilmek lâzım. Avam içinde müşkülât-ı hadisiyeyi münakaşa etmek, izhar-ı fazl suretinde, avukat gibi kendi sözünü doğru göstermek ve enaniyetini hakka ve insafa tercih etmek suretinde deliller aramak caiz değildir. </p><p id="c_paragraf">Madem şu mesele açılmış, medar-ı münakaşa edilmiş, biçare avâm-ı nasın zihninde sû-i tesir ediyor. Çünkü şu gibi müteşabih hadisleri aklına sığıştıramadığı için, eğer inkâr etse, dehşetli bir kapı açar; yani küçücük aklına sığışmayan katî hadisleri dahi inkâra yol açar. Eğer zâhir-i hadisin mânâsını tutarak öyle kabul edip neşretse, ehl-i dalâletin itirâzâtına ve "Hurafattır" demelerine yol açar. Madem bu müteşabih hadîse, lüzumsuz ve zararlı bir tarzda nazar-ı dikkat celb edilmiş ve bu çeşit hadisler çok varid olmuş. Elbette şüpheleri izale edecek bir hakikati beyan etmek lâzım gelir. Şu hadis katî olsun veya olmasın, o hakikati zikretmek gerektir. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Buharî, Cenâiz: 69, Enbiyâ: 31; Müslim, Fedâil: 157, 158; Nesâî, Cenâiz: 121; Müsned, 2:269, 315, 351.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">İşte, yazdığımız risalelerde, ezcümle Yirmi Dördüncü Sözün Üçüncü Dalında On İki Asıl ile, ve Dördüncü Dalında, ve On Dokuzuncu Mektubun vahyin taksimâtına dair mukaddimesindeki bir esasında tafsilâta iktifâen, burada icmÂlen o hakikate bir işaret ederiz. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">Melâike, insan gibi bir surete inhisar etmez; müşahhas iken, bir küllî hükmündedir. Hazret-i Azrâil Aleyhisselâm, kabz-ı ervâha müekkel olan melâikelerin nâzırıdır. </p><p id="c_paragraf">Her ölünün ruhunu Hazret-i Azrâil Aleyhisselâm mı bizzat kabzediyor? Yoksa aveneleri mi kabzediyorlar? </p><p id="c_paragraf">Bu hususta üç meslek var: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci meslek:</span> Azrâil Aleyhisselâm, herkesin ruhunu kabzeder. Bir iş bir işe mâni olmaz. Çünkü nuranîdir. Nuranî bir şey, hadsiz aynalar vasıtasıyla hadsiz yerlerde bizzat bulunabilir ve temessül eder. Nuranînin temessülâtı, o nuranî zâtın hassasına mÂliktir; onun aynı sayılır, gayrı değildir. Güneşin aynalardaki misalleri güneşin ziya ve hararetini gösterdiği gibi, melâike gibi ruhanîlerin dahi, Âlem-i misalin ayrı ayrı aynalarında misalleri, onların aynılarıdır, hassalarını gösterirler. Fakat aynaların kabiliyetine göre temessül ediyorlar. Nasıl ki Hazret-i Cebrâil Aleyhisselâm, bir vakitte Dıhye suretinde Sahabeler içinde göründüğü dakikada, binler yerde başka suretlerde ve Arş-ı Âzam önünde, şarktan garba kadar geniş ve muhteşem kanatlarıyla secde ediyordu. Her yerde, o yerin kabiliyetine göre temessülü varmış; bir anda binler yerde bulunuyormuş. </p><p id="c_paragraf">İşte, şu mesleğe göre, kabz-ı ruh vaktinde insanın aynasına temessül eden melekü'l-mevtin insanî ve cüz'î bir misali, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm gibi bir ulü'l-azm ve celÂlli ve hiddetli bir zâtın tokadına maruz olmak ve o misalî melekü'l-mevtin libası hükmündeki suret-i misaliyesindeki gözünü çıkarmak ne muhâldir, ne fevkalâdedir, ne de gayr-ı makuldür. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci meslek</span> odur ki, Hazret-i Cebrâil, Mikâil, Azrâil gibi melâike-i izâm, birer nâzır-ı umumî hükmünde, kendi nevilerinden ve kendilerine benzer küçük tarzda aveneleri vardır. Ve o muavinler, envâ-ı mahlûkata göre ayrı ayrıdırlar. Sulehânın <sup id="c_supa">Haşiye 1</sup> ervâhını kabzeden başkadır, ehl-i şekavetin ervâhını kabzeden yine başkadır. Nasıl ki, </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b746.gif" /> -1- </center><br /><p>âyeti işaret ediyor ki, kabz-ı ervâh eden, taife taifedir. </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- HAŞİYE --><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin"><span style="FONT-WEIGHT: bold; COLOR: rgb(255,0,0)">Haşiye 1</span>:</span> Bizde "Seydâ" lâkabıyla meşhur bir veliyy-i azîm, sekeratta iken, ervâh-ı evliyanın kabzına müekkel melekü'l-mevt gelmiş. Seydâ, bağırarak demiş ki: "Ben talebe-i ulûmu çok sevdiğim için, talebe-i ulûmun kabz-ı ervâhına müekkel, mahsus taife ruhumu kabzetsin" diye dergâh-ı İlâhiyeye rica etmiş. Yanında oturanlar bu vak'aya şahit olmuşlar. </p><!-- HAŞİYE --><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Yemin olsun kâfirin ruhunu tâ derinliklerinden şiddetle söküp alanlara. Ve mü'minin ruhunu kolaylıkla alanlara." (Nâziât Sûresi: 79:1-2.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Bu mesleğe göre, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm, Hazret-i Azrâil Aleyhisselâma değil, belki Azrâil'in bir avenesinin misalî cesedine, fıtrî celâletine ve hulkî celâdetine ve Cenâb-ı Hakkın yanında nazdar olmasına binaen, ona bir tokat aşk etmek gayet makuldür. <sup id="c_supa">Haşiye</sup></p><p id="c_paragraf">Üçüncü meslek: Yirmi Dokuzuncu Sözün Dördüncü Esasında beyan edildiği gibi ve ehâdis-i şerifenin delâlet ettiği üzere, "Bazı melâikeler var ki, kırk bin başı var. Her başında kırk bin dili var (demek seksen bin gözü dahi var). Herbir dilde kırk bin tesbihat var." </p><p id="c_paragraf">Evet, madem melâikeler Âlem-i şehadetin envâına göre müekkeldirler, Âlem-i ervahta o envâın tesbihatlarını temsil ediyorlar; elbette öyle olmak lâzım gelir. Çünkü, meselâ küre-i arz bir mahlûktur, Cenâb-ı Hakkı tesbih ediyor. Değil kırk bin, belki yüz binler baş hükmünde envâları var. Her nevin, yüz binler dil hükmünde efradları var, ve hâkezâ... </p><p id="c_paragraf">Demek, küre-i arza müekkel meleğin kırk bin, belki yüz binler başı olmalı ve her başında da yüz binler dil olmalı, ve hâkezâ...</p><br /><p id="c_paragraf">İşte bu mesleğe binaen, Hazret-i Azrâil Aleyhisselâmın her ferde müteveccih bir yüzü ve bakar bir gözü vardır. Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın Hazret-i Azrâil Aleyhisselâma tokat vurması, hâşâ, Azrâil Aleyhisselâmın mahiyet-i asliyesine ve şekl-i hakikîsine değil ve bir tahkir değil ve adem-i kabul değil; belki vazife-i risaletin daha devamını ve bekasını arzu ettiği için, kendi eceline dikkat eden ve hizmetine sed çekmek isteyen bir göze şamar vurmuş ve vurur. </p><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b172.gif" /> -1-<br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b748.gif" /> -2-<br /><img style="WIDTH: 393px; HEIGHT: 165px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b749.gif" /><br />-3- </center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- HAŞİYE --><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin"><span style="FONT-WEIGHT: bold; COLOR: rgb(255,0,0)">Haşiye</span>:</span> Hattâ memleketimizde gayet cesur bir adam, sekerat vaktinde melekü'l-mevti görmüş, demiş: "Beni yatak içinde yakalıyorsun!" Kalkmış, atına binmiş, kılıcını eline almış, ona meydan okumuş. Merdâne, at üstünde vefat etmiş. </p><!-- HAŞİYE --><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- De ki: Şüphesiz ilim Allah katındadır. (Mülk Sûresi: 26.) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Gaybı Allah'tan başkası bilmez. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- "Sana Kur'ân'ı indiren Odur. O Kur'ân'ın âyetlerinden bir kısmı, mânâsı açık olan muhkem âyetlerdir ki, kitabın aslı ve anası bunlardır. Diğer bir kısım âyetler ise müteşabih âyetlerdir. Kalblerinde sapıklığa meyil bulunanlar, muhkem âyetleri bırakıp fitne aramak ve yalan yanlış yorumlamak için müteşabih âyetlere yönelirler. Halbuki o âyetlerin tefsirini Allah'tan başkası bilemez. İlimde derinlik ve istikamet sahibi olanlar ise, 'Biz buna inandık; hepsi Rabbimizin katından indirilmiştir' derler. Bunları ancak akıl sahibi olanlar düşünüp anlar." (Âl-i İmrân Sûresi: 3:7.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">Üçüncü Mesele olan Üçüncü Risale</span></center><br /><p id="c_paragraf">Şu mesele, umum ihvânımın ekseri lisan-ı hÂlle ve bir kısmının lisan-ı kalle ettikleri umumî bir sualin, has ve hususî ve mahremce bir cevabıdır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sual:</span> Senin ziyaretine gelen herkese diyorsun ki: "Benim şahsımdan bir himmet beklemeyiniz ve şahsımı mübarek tanımayınız. Ben makam sahibi değilim. adi bir neferin, müşir makamının evâmirini tebliği gibi, ben de mânevî bir müşiriyet makamının evâmirini tebliğ ediyorum. Hem müflis bir adamın, gayet kıymettar ve zengin elmas ve mücevherat dükkânının dellÂlı olduğu gibi, ben dahi mukaddes ve Kur'ânî bir dükkânın dellâlıyım" diyorsun. Halbuki, aklımız ilme muhtaç olduğu gibi, kalbimiz dahi bir feyiz ister, ruhumuz bir nur ister, ve hâkezâ, çok cihetle çok şeyler istiyoruz. Seni hâcâtımıza yarayacak adam zannedip senin ziyaretine geliyoruz. Bize Âlimden ziyade bir sahib-i velâyet, sahib-i himmet ve sahib-i kemâlât lâzım. Eğer hakikat-i hâl dediğin gibiyse, ziyaretinize yanlış geldik, lisan-ı hâlleri diyor. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Beş Noktayı dinleyiniz, sonra düşününüz. Ziyaretiniz beyhude mi, yoksa faydalı mıdır, o vakit hükmediniz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Birinci Nokta </span></p><p id="c_paragraf">Nasıl ki bir padişahın âdi bir hizmetkârı ve biçare bir neferi, padişah namına feriklere, paşalara hedâyâ-yı şahanesini ve nişanlarını veriyor, onları minnettar ediyor. Eğer ferikler ve müşirler, "Bu âdi nefere neden tenezzül edip elinden ihsan ve nişanları alıyoruz?" deseler, mağrurâne bir divaneliktir. Eğer o nefer dahi, vazifesinin haricinde müşire kıyam etmezse, kendini ondan yüksek görse, eblehçesine bir divaneliktir. Hem eğer o memnun olan feriklerden birisi, müteşekkirâne o neferin kulübeciğine tenezzülen misafir gitse, kuru ekmekten başka bulmayan o nefer mahcup kalmamak için, o hÂli gören ve bilen padişah, elbette o neferini mahcup etmemek için, matbah-ı şahaneden, sadık hizmetkârının muhterem misafirine tabla gönderir. </p><p id="c_paragraf">Öyle de, Kur'ân-ı Hakîmin sadık bir hizmetkârı, ne kadar âdi olursa olsun, Kur'ân namına, en büyük insanlara emirlerini çekinmeyerek tebliğ eder ve en zengin ruhlu olanlara Kur'ân'ın Âli elmaslarını, yalvararak, mütezellilâne değil, belki müftehirâne ve müstağniyâne satar. Onlar ne kadar büyük olursa olsun, o âdi hizmetkâra, vazife başında iken tekebbür edemezler. Ve o hizmetkâr dahi, onların ona müracaatında kendine medar-ı gurur bulamaz ve haddinden tecavüz etmez. Eğer o hazine-i kudsiyenin müşterileri içinde bazıları o biçare hizmetkâra velâyet nazarıyla baksalar ve büyük tanısalar, elbette hakikat-i Kur'âniyenin merhamet-i kudsiyesi şanındandır ki, o hizmetkârını mahcup etmemek için, hazinei hassa-i İlâhiyeden, o hizmetkârın hiç haberi ve medhÂli olmadan, onlara medet versin ve himmet ederek feyizdar etsin.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">İkinci Nokta </span></p><p id="c_paragraf">İmam-ı Rabbânî ve Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed-i Farukî (r.a.) demiş: "Hakaik-i imaniyeden birtek meselenin inkişafı ve vuzuhu, benim indimde binler ezvak ve kerâmâta müreccahtır. Hem bütün tarikatlerin gayesi ve neticesi, hakaik-i imaniyenin inkişafı ve vuzuhudur." </p><p id="c_paragraf">Madem şöyle bir tarikat kahramanı böyle hükmediyor. Elbette, hakaik-i imaniyeyi kemâl-i vuzuhla beyan eden ve esrar-ı Kur'âniyeden tereşşuh eden Sözler, velâyetten matlup olan neticeleri verebilirler. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Üçüncü Nokta </span></p><p id="c_paragraf">Bundan otuz sene evvel, Eski Said'in gafil kafasına müthiş tokatlar indi, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b750.gif" /> -1- kaziyesini düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Medet istedi, bir yol aradı, bir hâlâskâr taharri etti. Gördü ki, yollar muhtelif; tereddütte kaldı. Gavs-ı Âzam olan Şeyh-i Geylânî Radıyallahu Anhın Fütuhu'l-Gayb namındaki kitabıyla tefe'ül etti. Tefe'ülde şu çıktı: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b751.gif" /> -2- </center><br /><p id="c_paragraf">Aciptir ki, o vakit ben Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiye âzâsı idim. Güya ehl-i İslâmın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyade hasta bendim. Hasta evvelâ kendine bakmalı; sonra hastalara bakabilir. </p><p id="c_paragraf">İşte, Hazret-i Şeyh bana der ki: "Sen kendin hastasın. Kendine bir tabip ara." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Ben dedim:</span> "Sen tabibim ol." Tuttum, kendimi ona muhatap addederek, o kitabı bana hitap ediyor gibi okudum. Fakat kitabı çok şiddetliydi. Gururumu dehşetli kırıyordu. Nefsimde şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. Dayanamadım, yarısına kadar kendimi ona muhatap ederek okudum; bitirmeye tahammülüm kalmadı. O kitabı dolaba koydum. </p><p id="c_paragraf">Fakat sonra, ameliyat-ı şifakârâneden gelen acılar gitti, lezzet geldi. O birinci üstadımın kitabını tamam okudum ve çok istifade ettim. Ve onun virdini ve münâcâtını dinledim, çok istifaza ettim. </p><p id="c_paragraf">Sonra İmam-ı Rabbânî'nin Mektubat kitabını gördüm, elime aldım. Hâlis bir tefe'ül ederek açtım. Acaiptendir ki, bütün Mektubat'ında yalnız iki yerde "Bediüzzaman" lâfzı var. O iki mektup bana birden açıldı. Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektupların başında "Mirza Bediüzzaman'a Mektup" diye yazılı olarak gördüm. "Fesübhânallah," dedim. "Bu bana hitap ediyor." O zaman Eski Said'in bir lâkabı Bediüzzaman idi. Halbuki Hicretin üç yüz senesinde, Bediüzzaman-ı Hemedânî'den başka o lâkapla iştihar etmiş zatları bilmiyordum. Halbuki İmamın zamanında dahi öyle bir adam vardı ki, ona o iki mektubu yazmış. O zâtın hali benim halime benziyormuş ki, o iki mektubu kendi derdime devâ buldum. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Ölüm kesin bir gerçektir. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Sen dârü'l-hikmettesin; önce, kalbini tedavi edecek bir tabip ara.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Yalnız İmam, o mektuplarında tavsiye ettiği gibi, çok mektuplarında musırrâne şunu tavsiye ediyor: "Tevhid-i kıble et." Yani, "Birini üstad tut, arkasından git. Başkasıyla meşgul olma." </p><p id="c_paragraf">Şu en mühim tavsiyesi, benim istidadıma ve ahvâl-i ruhiyeme muvafık gelmedi. Ne kadar düşündüm: Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim? Tahayyürde kaldım. Herbirinde ayrı ayrı cazibedar hâsiyetler var; biriyle iktifâ edemiyordum. </p><p id="c_paragraf">O tahayyürde iken, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle kalbime geldi ki: Bu muhtelif turukların başı ve bu cetvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi Kur'ân-ı Hakîmdir. Hakikî tevhid-i kıble bunda olur. Öyleyse, en Âlâ mürşid de ve en mukaddes üstad da odur. </p><p id="c_paragraf">Ona yapıştım. Nâkıs ve perişan istidadım elbette lâyıkıyla o mürşid-i hakikînin âb-ı hayat hükmündeki feyzini massedip alamıyor. Fakat ehl-i kalb ve sahib-i hâlin derecâtına göre, o feyzi, o âb-ı hayatı, yine onun feyziyle gösterebiliriz. Demek, Kur'ân'dan gelen o Sözler ve o nurlar, yalnız aklî mesâil-i ilmiye değil, belki kalbî, ruhî, hâlî mesâil-i imaniyedir. Ve pek yüksek ve kıymettar maarif-i İlâhiye hükmündedirler. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Dördüncü Nokta </span></p><p id="c_paragraf">Sahabelerden ve Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiînden en yüksek mertebeli velâyet-i kübrâ sahibi olan zatlar, nefs-i Kur'ân'dan bütün letâiflerinin hisselerini aldıklarından ve Kur'ân onlar için hakikî ve kâfi bir mürşid olduğundan gösteriyor ki, her vakit Kur'ân-ı Hakîm, hakikatleri ifade ettiği gibi, velâyet-i kübrâ feyizlerini dahi ehil olanlara ifâza eder. </p><p id="c_paragraf">Evet, zâhirden hakikate geçmek iki suretledir: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Biri:</span> Tarikat berzahına girip, seyr ü sülûk ile kat-ı merâtip ederek hakikate geçmektir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci suret:</span> Doğrudan doğruya, tarikat berzahına uğramadan, lûtf-u İlâhî ile hakikate geçmektir ki, Sahabeye ve Tâbiîne has ve yüksek ve kısa tarik şudur. Demek, hakaik-i Kur'âniyeden tereşşuh eden nurlar ve o nurlara tercümanlık eden Sözler, o hassaya mâlik olabilirler ve maliktirler. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Beşinci Nokta </span></p><p id="c_paragraf">Beş cüz'î misalle göstereceğiz ki, Sözler talim-i hakaik ettikleri gibi, irşad vazifesini de görüyorlar. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci misal:</span> Ben kendim, on değil, yüz değil, binler defa müteaddit tecrübâtımla kanaatim gelmiş ki, Sözler ve Kur'ân'dan gelen nurlar, aklıma ders verdiği gibi, kalbime de İmân hâli telkin ediyor, ruhuma İmân zevki veriyor, ve hâkezâ... Hattâ, dünyevî işlerimde, keramet sahibi bir şeyhin bir müridi nasıl şeyhinden hâcâtına dair medet ve himmet bekliyor; ben de Kur'ân-ı Hakîmin kerametli esrarından o hâcâtımı beklerken, ümit etmediğim ve ummadığım bir tarzda bana çok defa hâsıl oluyor. Yalnız cüz'iyattan iki küçük misal: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Biri:</span> On Altıncı Mektupta izahı ve tafsili geçen, Süleyman isminde bir misafirime, katran ağacı başında koca bir ekmek harika bir tarzda gösterilmiş. İki gün, ikimiz o hediye-i gaybîden yedik.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci misal:</span> Gayet küçük ve lâtîf, bugünlerde vaki olan meseleyi söyleyeceğim. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">Fecirden evvel hatırıma geldi ki, bir zâtın kalbine vesvese verecek bir tarzda tarafımdan sözler söylenilmişti. "Keşke," dedim, "onu görseydim, kalbindeki dağdağayı izale etseydim." Aynı dakikada, Nis'e gitmiş bir parça kitabım bana lâzımdı. "Keşke elime geçseydi" dedim. </p><p id="c_paragraf">Sabah namazından sonra oturdum, baktım, aynı zat, o kitap parçası elinde olduğu hâlde içeri girdi. </p><p id="c_paragraf">Ona dedim: "Senin elindeki nedir?" </p><p id="c_paragraf">Dedi: "Bilmiyorum. Kapının önünde, Nis'ten gelmiş diye birisi bana verdi; ben de size getirdim." </p><p id="c_paragraf">"Fesübhânallah," dedim. "Böyle bir vakitte bu adamın evinden çıkıp gelmesi ve şu Sözün Nis'ten gelmesi hiç tesadüfe benzemiyor. Ve böyle bir adama şöyle bir parça kitabı aynı dakikada eline verip bana gönderen, elbette Kur'ân-ı Hakîmin himmetidir" diyerek, "Elhamdülillâh," dedim. "Benim en küçük, ehemmiyetsiz, hafî arzu-yu kalbimi bilen birisi, elbette bana merhamet ediyor, beni himaye ediyor. Öyleyse dünyanın minnetini beş paraya almam." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Misal:</span> Biraderzadem Merhum Abdurrahman, sekiz seneden beri benden ayrılıp dünyanın gaflet ve evhamlarına bulaştığı hâlde, şahsıma karşı haddimden çok fazla hüsn-ü zannı varmış. Bende olmayan ve elimden gelmeyen himmeti istiyor ve medet bekliyordu. Kur'ân-ı Hakîmin himmeti imdadına yetişti, haşre dair olan Onuncu Sözü vefatından üç ay evvel eline yetiştirdi. O Söz, onu mânevî kirlerinden ve evham ve gafletten temizlemekle beraber, adeta mertebe-i velâyete çıkmış gibi, vefatından evvel yazdığı mektubunda üç zâhir keramet izhar etmiş. Yirmi Yedinci Mektubun fıkraları içinde derc edilmiş; müracaat olunsun. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Misal:</span> Burdurlu Hasan Efendi isminde ehl-i kalb bir âhiret kardeşim ve talebem vardı. Bana karşı haddimden çok fazla hüsn-ü zan ederek, büyük bir velîden himmet beklemek gibi, biçare benden medet bekliyordu. Birden bire, hiç münasebet yokken, Otuz İkinci Sözü Burdur köylerinde oturan birisine mütalâa etmek üzere verdim. Sonra Hasan Efendi hatırıma geldi, dedim: "şayet Burdur'a gidersen Hasan Efendiye ver, beş altı gün mütalâa etsin." </p><p id="c_paragraf">O adam gitmiş, doğrudan doğruya Hasan Efendiye vermiş. Hasan Efendinin eceli otuz kırk gün kalmıştı. Gayet susamış bir adamın âb-ı kevser gibi tatlı suya rast gelirken yapışması gibi, öyle de Otuz İkinci Söze yapışmış. Mütemadiyen mütalâa yapa yapa ve tefeyyüz ede ede, hususan Üçüncü Mevkıfındaki muhabbetullah bahsinde tamamıyla derdine devâ bulmuş. Ve bir kutb-u âzamdan beklediği feyzi onda bulmuş. Sağlam olarak camie gitmiş, namaz kılmış, orada ruhunu Rahmân'a teslim eylemiş. (Rahmetullahi aleyh.)<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü Misal:</span> Hulûsi Beyin Yirmi Yedinci Mektuptaki fıkralarının şehadetiyle, en mühim ve müessir tarikat olan Nakşî tarikatinden ziyade himmet ve medet, feyiz ve nuru, esrar-ı Kur'âniyenin tercümanı olan Nurlu Sözlerde bulmuştur. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşinci Misal:</span> Kardeşim Abdülmecid, biraderzadem Abdurrahman'ın (rahmetullahi aleyh) vefatı üzerine ve daha sair elîm ahvâlât içinde bir perişaniyet hissetmişti. Hem, elimden gelmeyen mânevî himmet ve medet bekliyordu. Ben onunla muhabere etmiyordum. Birden bire, mühim birkaç Sözü ona gönderdim. O da mütalâa ettikten sonra yazıyor ki: </p><p id="c_paragraf">"Elhamdü lillâh, kurtuldum. Çıldıracaktım. Bu Sözlerin herbiri birer mürşid hükmüne geçti. Çendan bir mürşidden ayrıldım, fakat çok mürşidleri birden buldum, kurtuldum" diye yazıyordu. Ben baktım ki, hakikaten Abdülmecid güzel bir mesleğe girip o eski vaziyetlerinden kurtulmuş. </p><p id="c_paragraf">Daha bu beş misal gibi pek çok misaller var. Onlar gösteriyorlar ki, ulûm-u imaniye, hususan doğrudan doğruya ihtiyaca binaen ve yaralarına devâen Kur'ân-ı Hakîmin esrarından mânevî ilâçlar alınsa ve tecrübe edilse, elbette o ulûm-u imaniye ve o edviye-i ruhaniye, ihtiyacını hissedenlere ve ciddî ihlâs ile istimal edenlere yeter, kâfi gelir. Onları satan ve gösteren eczacı ve dellâl ne hâlde bulunursa bulunsun, âdi olsun, müflis olsun, zengin olsun, makam sahibi olsun, hizmetkâr olsun, çok fark yoktur. </p><p id="c_paragraf">Evet, güneş varken mumların ışığı altına girmeye ihtiyaç yok. Madem güneşi gösteriyorum; benden mum ışığı-bahusus bende bulunmazsa-istemek mânâsızdır, lüzumsuzdur. Belki onların bana dua ile, mânevî yardımla, hattâ himmetle muavenet etmeleri lâzımdır. Ve ben onlardan istimdat etmem ve medet istemem benim hakkımdır. Onlar, Nurlardan aldıkları feyze kanaat etmek, onların üstünde haktır. </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b457.gif" /> -1- </center><br /><center><img style="WIDTH: 388px; HEIGHT: 91px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b753.gif" /> -2- </center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin." (Bakara Sûresi: 2:32.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Allah'ım! Efendimiz Muhammed'e ve onun Âl ve Ashabına Senin rızana ve onun hakkının ödenmesine vesile olacak bir salât ve selâm eyle. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="FONT-WEIGHT: bold; COLOR: rgb(255,0,0)"><span style="font-size:130%;"><br /></span></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi" style="font-size:130%;">Yirmi Sekizinci Mektubun Üçüncü Meselesinin<br />Tetimmesi Olabilir Küçük Ve Hususî Bir Mektuptur. </span></center><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Âhiret kardeşlerim ve çalışkan talebelerim Hüsrev Efendi ve Refet Bey, </span></p><p id="c_paragraf">Sözler namındaki envâr-ı Kur'âniyede üç keramet-i Kur'âniyeyi hissediyorduk. Sizler dahi gayret ve şevkinizle bir dördüncüsünü ilâve ettirdiniz. Bildiğimiz üç ise: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Telifinde fevkalâde suhulet ve sürattir. Hattâ beş parça olan On Dokuzuncu Mektup, iki üç günde ve her günde üç dört saat zarfında mecmuu on iki saat eder-kitapsız, dağda, bağda telif edildi. Otuzuncu Söz, hastalıklı bir zamanda, beş altı saatte telif edildi. Yirmi Sekizinci Söz olan Cennet bahsi, bir veya iki saatte, Süleyman'ın dere bahçesinde telif edildi. Ben ve Tevfik ile Süleyman bu sürate hayrette kaldık. Ve hâkezâ... Telifinde bu keramet-i Kur'âniye olduğu gibi... </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Yazmasında dahi fevkalâde bir suhulet, bir iştiyak ve usanmamak var. Şu zamanda ruhlara, akıllara usanç veren çok esbab içinde, bu Sözlerden biri çıkar; birden çok yerlerde kemâl-i iştiyakla yazılmaya başlanıyor. Mühim meşgaleler içinde onlar her şeye tercih ediliyor. Ve hâkezâ... </p><p id="c_paragraf">Üçüncü keramet-i Kur'âniye: Bunların okunması dahi usanç vermiyor. Hususan ihtiyaç hissedilse, okundukça zevk alınıyor, usanılmıyor. </p><p id="c_paragraf">İşte, siz dahi dördüncü bir keramet-i Kur'âniyeyi ispat ettiniz. Hüsrev gibi, kendine tembel diyen ve beş senedir Sözleri işittiği hâlde yazmaya cidden tembellik edip başlamayan bir kardeşimiz, bir ayda on dört kitabı güzel ve dikkatli yazması, şüphesiz dördüncü bir keramet-i esrar-ı Kur'âniyedir. Hususan Otuz Üçüncü Mektup olan Otuz Üç Pencerelerin kıymeti tamamen takdir edilmiş ki, gayet dikkatle ve güzel yazılmış. Evet, o risale, marifetullah ve iman-ı billâh için en kuvvetli ve en parlak bir risaledir. Yalnız, baştaki pencereler gayet icmal ve ihtisar ile gidilmiştir. Fakat gittikçe inkişaf eder, daha ziyade parlar. Zaten sair telifata muhalif olarak, ekser sözlerin başları mücmel başlar, gittikçe genişlenir, tenvir eder. </p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">Dördüncü Risale Olan Dördüncü Mesele </span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b635.gif" /> -1- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b524.gif" /> -2- </center><br /><center><span id="c_c_kalin">(İhvanlarıma, medâr-ı intibah bir hâdise-i cüz'iyeye dâir bir suâle cevaptır.) </span></center><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Azîz kardeşlerim, </span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Suâl ediyorsunuz ki:</span> "Câmi-i şerîfinize, Cumâ gecesinde sebepsiz olarak, mübârek bir misâfirin gelmesiyle, tecâvüz edilmiş. Bu hâdisenin mâhiyeti nedir? Neden sana ilişiyorlar?" </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Dört Noktayı, bilmecburiye eski Said lisânıyla beyân edeceğim. Belki ihvanlarıma medâr-ı intibah olur, siz de cevabınızı alırsınız. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci Nokta:</span></p><p id="c_paragraf">O hâdisenin mâhiyeti, hilâf-ı kânun ve sırf keyfî ve zındıka hesâbına, Cumâ gecesinde kalbimize telâş vermek ve cemaate fütûr getirmek ve beni misâfirlerle görüştürmemek için bir desîse-i şeytaniye ve münâfıkâne bir taarruzdur. Garâiptendir ki, o geceden evvel olan Perşembe günü, tenezzüh için bir tarafa gitmiştim. Avdetimde, güyâ iki yılan birbirine eklenmiş gibi, uzunca siyah bir yılan sol tarafımdan geldi, benim ile arkadaşımın ortasından geçti. Arkadaşıma, o yılandan dehşet alıp korktun mu, diye sordum: </p><p id="c_paragraf">"Gördün mü?" </p><p id="c_paragraf">O dedi: "Neyi?" </p><p id="c_paragraf">Dedim: "Bu dehşetli yılanı." </p><p id="c_paragraf">Dedi: "Yok, görmedim ve göremiyorum." </p><p id="c_paragraf">"Fesübhânallah"! dedim. "Bu kadar büyük bir yılan ikimizin ortasından geçtiği halde nasıl görmedin?" </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Onun adıyla. O her kusurdan münezzehtir. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin.</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">O vakit hatırıma birşey gelmedi; fakat sonra kalbime geldi ki, "Bu sana işarettir; dikkat et!" Düşündüm ki, gecelerde gördüğüm yılanlar nevindendir. Yani, gecelerde gördüğüm yılanlar ise, hıyânet niyetiyle her ne vakit bir memur yanıma gelse, onu yılan sûretinde görüyordum. Hattâ bir defa müdüre söylemiştim, "Fenâ niyetle geldiğin vakit seni yılan sûretinde görüyorum; dikkat et" demiştim. Zâten selefini çok vakit öyle görüyordum. Demek şu zâhiren gördüğüm yılan ise işarettir ki, hıyânetleri bu defa yalnız niyette kalmayacak, belki bilfiil bir tecâvüz sûretini alacak. Bu defaki tecâvüz, çendan zâhiren küçük imiş ve küçültülme isteniliyor; fakat vicdansız bir muallimin teşvikiyle ve iştirâkıyla o memurun verdiği emir; câmi içinde namazın tesbihâtında iken, "O misâfirleri getiriniz!" diye jandarmalara emretmiş. Maksat da beni kızdırmak, eski Said damarıyla, bu fevka'l-kânun, sırf keyfî muâmeleye karşı, koymak ile mukâbele etmekti. Halbuki, o bedbaht bilmedi ki, Said'in lisânında Kur'ân'ın tezgâhından gelen bir elmas kılınç varken, elindeki kırık odun parçasıyla müdâfaa etmez; belki o kılıncı böyle istimâl edecektir. Fakat, jandarmaların akılları başlarında olduğu için, hiçbir devlet, hiçbir hükümet, namazda, câmide, vazife-i dîniye bitmeden ilişmediği için, namaz ve tesbihâtın hitâmına kadar beklediler. Memur bundan kızmış, "Jandarmalar beni dinlemiyorlar" diye kır bekçisini arkasından göndermiş. Fakat Cenâb-ı Hak, beni böyle yılanlarla uğraşmaya mecbur etmiyor. İhvanlarıma da tavsiyem budur ki, zarûret-i katiye olmadan bunlarla uğraşmayınız, "Cevâbü'l-ahmakü's-sükût" nevinden, tenezzül edip onlarla konuşmayınız. Fakat buna dikkat ediniz ki; canavar bir hayvana karşı kendini zaif göstermek, onu hücuma teşcî ettiği gibi, canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dalkavukluk etmekle zaaf göstermek, onları tecâvüze sevk eder. Öyle ise, dostlar müteyakkız davranmalı; tâ dostların lâkaydlıklarından ve gafletlerinden, zındıka taraftarları istifade etmesinler. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci nokta</span></p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b754.gif" /> -1- </center><br /><p>âyet-i kerimesi fermanıyla, zulme değil yalnız Âlet olanı ve taraftar olanı, belki ednâ bir meyil edenleri dahi dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü, rıza-yı küfür küfür olduğu gibi, zulme rıza da zulümdür.</p><p id="c_paragraf">İşte, bir ehl-i kemal, kâmilâne, şu âyetin çok cevâhirinden bir cevherini şöyle tabir etmiştir: </p><p id="c_paragraf">Muîn-i zalimîn dünyada erbâb-ı denâettir, </p><p id="c_paragraf">Köpektir zevk alan seyyâd-ı bî-insâfa hizmetten. </p><p id="c_paragraf">Evet, bazıları yılanlık ediyor, bazıları köpeklik ediyor. Böyle mübarek bir gecede, mübarek bir misafirin, mübarek bir duada iken, hafiyelik edip, güya cinayet yapıyormuşuz gibi ihbar eden ve taarruz eden, elbette bu şiirin meâlindeki tokada müstehaktır. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Zâlimlere meyletmeyin. Aksi halde ateş size de dokunur. (Hûd Sûresi: 113)<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Nokta </span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sual:</span> "Madem Kur'ân-ı Hakîmin feyziyle ve nuruyla en mütemerrid ve müteannid dinsizleri ıslah ve irşad etmeye, Kur'ân'ın himmetine güveniyorsun; hem bilfiil de yapıyorsun. Neden senin yakınında bulunan bu mütecavizleri çağırıp irşad etmiyorsun?" </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Usul-ü şeriatin kaide-i mühimmesindendir: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b755.gif" /></center><br /><p>Yani, "Bilerek zarara razı olana şefkat edip lehinde bakılmaz."</p><br /><p id="c_paragraf">İşte, ben çendan Kur'ân-ı Hakîmin kuvvetine istinaden dâvâ ediyorum ki, çok alçak olmamak ve yılan gibi dalâlet zehrini serpmekle telezzüz etmemek şartıyla, en mütemerrid bir dinsizi, birkaç saat zarfında ikna etmezsem de, ilzam etmeye hazırım. Fakat, nihayet derecede alçaklığa düşmüş bir vicdan ki, bilerek dinini dünyaya satar ve bilerek hakikat elmaslarını pis, muzır şişe parçalarına mübadele eder derecede münafıklığa girmiş insan suretindeki yılanlara hakaiki söylemek, hakaike karşı bir hürmetsizliktir. </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b756.gif" /> * </center><br /><p>darbımeseli gibi oluyor. Çünkü bu işleri yapanlar, kaç defa hakikati Risale-i Nur'dan işittiler. Ve bilerek, hakikatleri zındıka dalâletlerine karşı çürütmek istiyorlar. Böyleler, yılan gibi zehirden lezzet alıyorlar. </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü Nokta</span></p><br /><p id="c_paragraf">Bana karşı bu yedi senedeki muameleler, sırf keyfî ve fevkalkanundur. Çünkü, menfîlerin ve esirlerin ve zindandakilerin kanunları meydandadır. Onlar kanunen akrabasıyla görüşürler, ihtilâttan men olunmazlar. Her millet ve devlette ibadet ve taat, tecavüzden masundur. Benim emsallerim, şehirlerde akrabalarıyla ve ahbaplarıyla beraber kaldılar. Ne ihtilâttan, ne muhabereden ve ne de gezmekten men olunmadılar. Ben men olundum. Ve hattâ camiime ve ibadetime tecavüz edildi. Şâfiîlerce, tesbihat içinde kelime-i tevhidin tekrarı sünnet iken, bana terk ettirilmeye çalışıldı. Hattâ Burdur'da eski muhacirlerden Şebab isminde ümmî bir zat, kayınvalidesiyle beraber tebdil-i hava için buraya gelmiş; hemşehrilik itibarıyla benim yanıma geldi. Üç müsellâh jandarma ile camiden istenildi. O memur, hilâf-ı kanun yaptığı hatayı setretmeye çalışıp, "Affedersiniz, gücenmeyiniz; vazifedir" demiş, sonra "Haydi, git" diyerek ruhsat vermiş. Bu vakıaya sair şeyler ve muameleler kıyas edilse anlaşılır ki, bana karşı sırf keyfî muameledir ki, yılanları, köpekleri bana musallat ediyorlar. Ben de tenezzül etmiyorum ki onlarla uğraşayım. O muzırların şerlerini def etmek için, Cenâb-ı Hakka havale ediyorum. Zaten sebeb-i tehcir olan hadiseyi çıkaranlar, şimdi memleketlerindedirler. Ve kuvvetli rüesalar, aşâirlerin başındadırlar. Herkes terhis edildi. Başlarını yesin, dünyalarıyla alâkam olmadığı hâlde, beni ve iki zât-ı âhari müstesna bıraktılar. Buna da peki dedim. Fakat o zatlardan birisi bir yere müftü nasb olunmuş; memleketinden başka her tarafı geziyor ve Ankara'ya da gidiyor. Diğeri, İstanbul'da kırk binler hemşehrileri içinde ve herkesle görüşebilir bir vaziyette bırakılmış. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">* Öküzün boynuna inci takmak gibi.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Halbuki bu iki zat, benim gibi kimsesiz, yalnız değiller; maşaallah büyük nüfuzları var. Hem... Hem... Halbuki, beni bir köye sokmuşlar, en vicdansız insanlarla beni sıkıştırmışlar. Yirmi dakikalık bir köye altı senede iki defa gidebildiğim gibi, o köye gitmek ve birkaç gün tebdil-i hava için ruhsat verilmediği bir derecede beni, muzaaf bir istibdat altında eziyorlar. Halbuki, bir hükümet ne şekilde olursa olsun, kanunu bir olur. Köyler ve şahıslara göre ayrı ayrı kanun olmaz. Demek hakkımdaki kanun, kanunsuzluktur. Buradaki memurlar, nüfuz-u hükümeti, ağrâz-ı şahsiyede istimal ediyorlar. Fakat Cenâb-ı Erhamürrâhimîne yüz binler şükrediyorum ve tahdis-i nimet suretinde derim ki: </p><p id="c_paragraf">Bütün onların bu tazyikat ve istibdatları, envâr-ı Kur'âniyeyi ışıklandıran gayret ve himmet ateşine odun parçaları hükmüne geçiyor, iş'âl ediyor, parlatıyor. Ve o tazyikleri gören ve gayretin hararetiyle inbisat eden o envâr-ı Kur'âniye, Barla yerine bu vilâyeti, belki ekser memleketi bir medrese hükmüne getirdi. Onlar beni bir köyde mahpus zannediyor. Zındıkların rağmına olarak, bilâkis, Barla kürsî-i ders olup, Isparta gibi çok yerler medrese hükmüne geçti. </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/barla/b429.gif" /> -1- </center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Rabbimin bu ihsanından dolayı Allah'a hamd olsun.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">Beşinci Risale Olan Beşinci Mesele</span></center><span style="font-size:130%;"><br /></span><center><span id="c_RisaleAdi" style="font-size:130%;">ŞÜKÜR RİSALESİ</span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b424.gif" /> -1-<br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b524.gif" /> -2- </center><br /><p id="c_paragraf">Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan tekrar ile</p><br /><center><img style="WIDTH: 344px; HEIGHT: 80px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b759.gif" /> -2- </center><br /><p>gibi âyetlerle gösteriyor ki, Hâlık-ı Rahmân'ın, ibâdından istediği en mühim iş şükürdür. Furkan-ı Hakîmde gayet ehemmiyetle şükre davet eder. Ve şükür etmemekliği, nimetleri tekzip ve inkâr suretinde gösterip, </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b760.gif" /> -3- </center><br /><p>fermanıyla, Sûre-i Rahmân'da şiddetli ve dehşetli bir surette otuz bir defa şu âyetle tehdit ediyor, şükürsüzlüğün bir tekzip ve inkâr olduğunu gösteriyor. </p><br /><p id="c_paragraf">Evet, Kur'ân-ı Hakîm, nasıl ki şükrü netice-i hilkat gösteriyor. Öyle de, Kur'ân-ı kebîr olan şu kâinat dahi gösteriyor ki, netice-i hilkat-i âlemin en mühimi şükürdür. Çünkü, kâinata dikkat edilse görünüyor ki, kâinatın teşkilâtı şükrü intaç edecek bir surette, herbir şey bir derece şükre bakıyor ve ona müteveccih oluyor. Güya şu şecere-i hilkatin en mühim meyvesi şükürdür. Ve şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsulâtın en âlâsı şükürdür. </p><p id="c_paragraf">Çünkü, hilkat-i âlemde görüyoruz ki, mevcudat-ı âlem bir daire tarzında teşkil edilip, içinde nokta-i merkeziye olarak hayat hâlk edilmiş. Bütün mevcudat hayata bakar, hayata hizmet eder, hayatın levazımatını yetiştirir. Demek, kâinatı hâlk eden Zat, ondan o hayatı intihap ediyor. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin.<br />2- "Hâlâ şükretmezler mi?" Yâsin Sûresi: 36:35, 73. "Şükredenleri elbette mükâfatlandıracağız." Âl-i İmrân Sûresi: 3:145. "Şükrederseniz nimetimi elbette arttırırım." İbrahim Sûresi: 14:7. "Yalnız Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol." Zümer Sûresi: 39:66.<br />3- "Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?" Rahmân Sûresi: 55:13. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Sonra görüyoruz ki, zîhayat âlemlerini bir daire suretinde icad edip, insanı nokta-i merkeziyede bırakıyor. Adeta, zîhayatlardan maksud olan gayeler onda temerküz ediyor; bütün zîhayatı onun etrafına toplayıp ona hizmetkâr ve musahhar ediyor, onu onlara hâkim ediyor. Demek, <b id="eh">Hâlık-ı Zülcelâl</b>, zîhayatlar içinde insanı intihap ediyor, âlemde onu irade ve ihtiyar ediyor. </p><p id="c_paragraf">Sonra görüyoruz ki, âlem-i insaniyet de, belki hayvan âlemi de bir daire hükmünde teşkil olunuyor ve nokta-i merkeziyede rızık vazedilmiş. Bütün nev-i insanı ve hattâ hayvânâtı rızka adeta taaşşuk ettirip, onları umumen rızka hâdim ve musahhar etmiş. Onlara hükmeden rızıktır. Rızkı da o kadar geniş ve zengin bir hazine yapmış ki, hadsiz nimetleri câmidir. Hattâ rızkın çok envâından yalnız bir nevinin tatlarını tanımak için, lisanda kuvve-i zâika namında bir cihazla mat'ûmat adedince mânevî, ince ince mizancıklar konulmuştur. Demek, kâinat içinde en acip, en zengin, en garip, en şirin, en câmi, en bedî hakikat rızıktadır. </p><p id="c_paragraf">Şimdi, görüyoruz ki, herşey nasıl ki rızkın etrafında toplanmış, ona bakıyor. Öyle de, rızık dahi, bütün envâıyla, mânen ve maddeten, hâlen ve kalen şükürle kaimdir, şükürle oluyor, şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor. Çünkü, rızka iştah ve iştiyak, bir nevi şükr-ü fıtrîdir. Ve telezzüz ve zevk dahi gayr-ı şuurî bir şükürdür ki, bütün hayvânatta bu şükür vardır. Yalnız insan, dalâlet ve küfürle o fıtrî şükrün mahiyetini değiştiriyor, şükürden şirke giriyor. </p><p id="c_paragraf">Hem rızık olan nimetlerde gayet güzel, süslü suretler, gayet güzel kokular, gayet güzel tatmaklar şükrün davetçileridir; zîhayatı şevke davet eder ve şevkle bir nevi istihsan ve ihtirama sevk eder, bir şükr-ü mânevî ettirir. Ve zîşuurun nazarını dikkate celb eder, istihsana tergib eder. Nimetleri ihtirama onu teşvik eder; onunla kalen ve fiilen şükre irşad eder ve şükrettirir. Ve şükür içinde en âli ve tatlı lezzeti ve zevki ona tattırır. Yani, gösterir ki, şu lezzetli rızık ve nimet, kısa ve muvakkat bir lezzet-i zâhiriyesiyle beraber, daimî, hakikî, hadsiz bir lezzeti ve zevki taşıyan iltifat-ı Rahmânîyi şükürle kazandırır. Yani, rahmet hazinelerinin Mâlik-i Kerîminin hadsiz lezzetli olan iltifatını düşündürüp, şu dünyada dahi Cennetin bâki bir zevkini mânen tattırır. İşte rızık, şükür vasıtasıyla o kadar kıymettar ve zengin bir hazine-i câmia olduğu hâlde, şükürsüzlükle nihayet derecede sukut eder. </p><p id="c_paragraf">Altıncı Sözde beyan edildiği gibi, lisandaki kuvve-i zâika, Cenâb-ı Hak hesabına, yani mânevî vazife-i şükraniye ile rızka müteveccih olduğu vakit, o dildeki kuvve-i zâika, rahmet-i bînihaye-i İlâhiyenin hadsiz matbahlarına şâkir bir müfettiş, hâmid bir nâzır-ı âlikadr hükmündedir. Eğer nefis hesabına olsa, yani rızkı in'âm edenin şükrünü düşünmeyerek müteveccih olsa, o dildeki kuvve-i zâika, bir nâzır-ı âlikadr makamından, batn fabrikasının yasakçısı ve mide tavlasının bir kapıcısı derecesine sukut eder.<br /></p><p id="c_paragraf">Nasıl rızkın şu hizmetkârı şükürsüzlükle bu dereceye sukut eder. Öyle de, rızkın mahiyeti ve sair hademeleri dahi sukut ediyorlar. En yüksek makamdan en ednâ makama inerler. Kâinat Hâlıkının hikmetine zıt ve muhâlif bir vaziyete düşerler. </p><p id="c_paragraf">Şükrün mikyâsı kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram-helâl demeyip rast geleni yemektir. </p><p id="c_paragraf">Evet, hırs, şükürsüzlük olduğu gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasıta-i zillettir. Hattâ, hayat-ı içtimaiyeye sahip olan mübarek karınca dahi, güya hırs vasıtasıyla ayaklar altında kalmış, ezilir. Çünkü, kanaat etmeyip, senede birkaç tane buğday kâfi gelirken, elinden gelse binler taneyi toplar. Güya mübarek arı, kanaatinden dolayı başlar üstünde uçar. Kanaat ettiğinden, balı insanlara emr-i İlâhî ile ihsan eder, yedirir. </p><p id="c_paragraf">Evet, <b id="eh">Zât-ı Akdes</b>in alem-i zâtîsi ve en âzamî ismi olan lâfzullahtan sonra en âzam ismi olan Rahmân, rızka bakar. Ve rızıktaki şükürle ona yetişilir. Hem Rahmân'ın en zâhir mânâsı, Rezzaktır. </p><p id="c_paragraf">Hem şükrün envâı var. O nevilerin en câmii ve fihriste-i umumiyesi, namazdır. </p><p id="c_paragraf">Hem şükür içinde sâfi bir İmân var; hâlis bir tevhid bulunur. Çünkü, bir elmayı yiyen ve "Elhamdülillâh" diyen adam, o şükürle ilân eder ki: "O elma doğrudan doğruya dest-i kudretin yadigârı ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetin hediyesidir" demesiyle ve itikad etmesiyle, herşeyi, cüz'î olsun küllî olsun, Onun dest-i kudretine teslim ediyor. Ve herşeyde rahmetin cilvesini bilir. Hakikî bir imanı ve hâlis bir tevhidi, şükürle beyan ediyor. </p><p id="c_paragraf">İnsan-ı gafil, küfran-ı nimetle ne derece hasârete düştüğünü, çok cihetlerden yalnız bir veçhini söyleyeceğiz. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">Lezzetli bir nimeti insan yese, eğer şükretse, o yediği nimet, o şükür vasıtasıyla bir nur olur, uhrevî bir meyve-i Cennet olur. Verdiği lezzetle, Cenâb-ı Hakkın iltifat-ı rahmetinin eseri olduğunu düşünmekle, büyük ve daimî bir lezzet ve zevk veriyor. Bu gibi mânevî lübleri ve hülâsaları ve mânevî maddeleri ulvî makamlara gönderip, maddî ve tüflî (posa) ve kışrî, yani vazifesini bitiren ve lüzumsuz kalan maddeleri fuzulât olup aslına, yani anâsıra inkılâp etmeye gidiyor. Eğer şükretmezse, o muvakkat lezzet, zeval ile bir elem ve teessüf bırakır ve kendisi dahi kazurat olur. Elmas mahiyetindeki nimet, kömüre kalb olur. Şükürle, zâil rızıklar, daimî lezzetler, bâki meyveler verir. Şükürsüz nimet, en güzel bir suretten, çirkin bir surete döner. Çünkü, o gafile göre rızkın âkıbeti, muvakkat bir lezzetten sonra fuzulâttır.<br /></p><p id="c_paragraf">Evet, rızkın aşka lâyık bir sureti var. O da, şükürle o suret görünür. Yoksa, ehl-i gaflet ve dalâletin rızka aşkları bir hayvanlıktır. Daha buna göre kıyas et ki, ehl-i dalâlet ve gaflet ne derece hasâret ediyorlar. </p><p id="c_paragraf">Envâ-ı zîhayat içinde en ziyade rızkın envâına muhtaç, insandır. Cenâb-ı Hak insanı bütün esmâsına câmi bir ayna ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharâtını tartacak, tanıyacak cihazata mâlik bir mucize-i kudret ve bütün esmâsının cilvelerinin vaziyetlerinin inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir hâlife-i arz suretinde hâlk etmiştir. Onun için, hadsiz bir ihtiyaç verip, maddî ve mânevî rızkın hadsiz envâına muhtaç etmiştir. İnsanı, bu câmiiyete göre en âlâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vasıtası, şükürdür. Şükür olmazsa, esfel-i sâfilîne düşer, bir zulm-ü azîmi irtikâp eder. </p><p id="c_paragraf">Elhasıl, en âlâ ve en yüksek tarik olan tarik-i ubudiyet ve mahbubiyetin dört esasından en büyük esası şükürdür ki, o dört esas şöyle tabir edilmiş: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_yatik">Der tarik-i aczmendî lâzım âmed çâr çiz:</span> </p><p id="c_paragraf"><span id="c_yatik">Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak, ey aziz. -1-</span></p><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b761.gif" /> -2-<br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b457.gif" /> -3-<br /><img style="WIDTH: 384px; HEIGHT: 87px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b763.gif" /> -4-<br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b764.gif" /> -5-<br /></center><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Ey aziz kardeşim! Allah'a karşı acizlik ve ihtiyacını hissetme esasına dayanan bu yolda şu dört şey lazımdır: Sonsuz acz, sonsuz fakr, sonsuz şevk, sonsuz şükür. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Allahım, bizi şükredenlerden eyle-rahmetinle, ey Erhamürrâhimîn. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- "Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin." (Bakara Sûresi: 2:32.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">4- Allahım! Şükredenlerin ve hamd edenlerin efendisi olan, Efendimiz Muhammed'e ve bütün Âl ve ashabına salât ve selâm et. Âmin. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">5- "Onların duaları, 'Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun' sözleriyle sona erer." (Yûnus Sûresi: 10:10.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">Altıncı Risale olan Altıncı Mesele</span></center><br /><center><span id="c_c_kalin">[Harameyn-i Şerifeyne Vehhabilerin tasallutuna dairdir]</span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b424.gif" /> -1-<br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b765.gif" /> -2- </center><br /><p id="c_paragraf">Azîz kardeşlerim,</p><br /><p id="c_paragraf">"Haremeyn-i Şerifeynin Vehhâbilerin eline geçmesi ve onların, eâzım-ı İslâmın türbeleri hakkındaki tahripkârâne hürmetsizliği ne hikmete mebnîdir?" diye suâl ediyorsunuz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Şu hâdise, âlem-i İslâmın siyasetine ve hayat-ı içtimâiyesine taallûk ettiği için, Yeni Said kafasıyla cevap veremiyorum. Çünkü, şimdi daire-i nazarım başka ufuktadır. Fakat, hiç kırmadığım ve dâima fâidesini gördüğüm mübârek hâtıran için Eski Said kafasını muvakkaten başıma sıkılarak giyerek, şu Altıncı Meseleyi dört muhtasar nüktelerle beyân edeceğiz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">BİRİNCİ NÜKTE</span></p><p id="c_paragraf">Şu Vehhâbi meselesinin kökü derindir. Ananesi zamân-ı Sahâbeden başlayarak gelmiş. İşte o anane, üç uzun esaslarla gelmiştir: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Hazret-i Ali (r.a.), Vehhâbilerin ecdâdından ve ekserîsi Necid sekenesinden olan Hâricîlere kılınç çekmesi ve Nehrivan'da onların hâfızlarını öldürmesi, onlarda derinden derine, hem din nânıma Şîalığın aksine olarak, Hz. Ali'nin (r.a.) fazîletlerine karşı bir küsmek, bir adâvet tevellüd etmiştir. Hazret-i Ali (r.a) "Şâh-ı Velâyet" ünvânını kazandığı ve turûk-u evliyânın ekser-i mutlakı ona rücû etmesi cihetinden, Hâricîlerde ve şimdi ise Hâricîlerin bayraktârı olan Vehhâbilerde, ehl-i velâyete karşı bir inkâr, bir tezyif damarı yerleşmiştir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Müseylime-i Kezzâbın fitnesiyle irtidâda yüz tutan Necid havâlisi, Hazret-i Ebû Bekir'in (r.a.) hilâfetinde, Hâlid lbni Velid'in kılıncıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı bir iğbirâr, seciyelerine girmişti. Hâlis Müslüman oldukları halde, yine eskiden ecdadlarının yedikleri darbeyi unutmuyorlar-nasıl ki ehl-i İran'ın, Hazret-i Ömer'in (r.a.) âdilâne darbesiyle devletleri mahv ve milletlerinin gururu kırıldığı için Şîalar Âl-i Beyt muhabbeti perdesi altında Hazret-i Ömer'e (r.a.) ve Hazret-i Ebû Bekir'e (r.a.) ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate dâimâ müntakimâne, fırsat buldukça tecâvüz etmişler. </p><br /><br /><hr id="c_cizgi" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Rahmân ve Rahim olan Allah'ın adıyla. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Öyle bir fitneden sakının ki, geldiği zaman içinizden sadece zâlimlere isâbet etmez. (Enfal Sûresi: 25.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Esas:</span> Vehhâbilerin azîm imamlarından ve acîb dehâları taşıyan meşhur lbni Teymiye ve lbni Kayıme'l-Cevzî gibi zâtlar Muhyiddîn-i Arab (k.s.) gibi azîm evliyâya karşı fazla hücum ettikleri ve güyâ mezheb-i Ehl-i Sünneti Şîalara karşı Hazret-i Ebû Bekir'in (r.a.) Hazret-i Ali'den (r.a.) efdaliyetini müdâfaa ediyorum diyerek, Hazret-i Ali'nin (r.a.) kıymetini çok düşürüyorlar. Hârika fazîletlerini âdileştiriyorlar. Muhyiddîn-i Arab (k.s.) çok evliyâyı inkâr ve tekfir ediyorlar. </p><p id="c_paragraf">Hem, Vehhâbiler kendilerini Ahmed İbni Hanbel mezhebinde saydıkları için, Ahmed İbni Hanbel Hazretleri bir milyon hadîsin hâfızı ve râvîsi; ve şiddetli olan Hanbelî mezhebinin reisi ve halkı Kur'ân meselesinde cihanpesendâne salâbet ve metânet sahibi bir zât olduğundan, onun bir derece zâhirî ve mutaassıbâne ve Alevîlere muhâlefetkârâne mezhebinden din nâmına istifade edip, bir kısım evliyânın türbelerini tahrip ediyorlar ve kendilerini haklı zan ediyorlar. Halbuki, bir dirhem hakları varsa, bazen on dirhem ilâve ediyorlar. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">İKİNCİ NÜKTE</span></p><p id="c_paragraf">Şu Vehhâbi meselesinin âlem-i İslâmın Ananesi îtibâriyle nasıl ki üç esası var; öyle de, âlem-i insâniyet îtibâriyle dahi üç esâsı vardır: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Ehl-i dünyanın ve maddî tarihin nazarıyla, nev-i beşerin hayat-ı içtimâiyesi noktasında bakılsa, görülüyor ki hayat-ı içtimâiye-i siyâsiye îtibâriyle, beşer, birkaç devri geçirmiş. Birinci devri vahşet ve bedevîlik devri, ikinci devri memlûkiyet devri, üçüncü devri esir devri, dördüncüsü ecir devri, beşincisi mâlikiyet ve serbestiyet devridir. Vahşet devri dinlerle, hükümetlerle tebdil edilmiş; nimmedeniyet devri açılmış. Fakat, nev-i beşerin zekîleri ve kavîleri, insanların bir kısmını abd ve memlûk ittihaz edip, hayvan derecesine indirmişler. </p><p id="c_paragraf">Sonra bu memlûkler dahi bir intibâha düşüp, gayrete gelerek, o devri esir devrine çevirmişler; yani, memlûkiyetten kurtulup, fakat "El Hükmül Galib" -1- olan zâlim düsturuyla yine insanların kavîleri zaiflerine esir muâmelesi yapmışlar.</p><p id="c_paragraf">Sonra, ihtilâl-i kebîr gibi çok inkılâplarla, o devir de ecîr devrine inkılâp etmiş. Yani, zenginler olan havas tabakası, avâmı ve fukarâyı ücret mukâbilinde hizmetkâr ittihaz etmesi, yani sermaye sahipleri ehl-i sa'yi ve ameleyi küçük bir ücrete mukâbil istihdam etmeleridir.</p><p id="c_paragraf">Bu devirde sû-i istimâlât o dereceye vardı ki, bir sermâyedar, kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde; bir bîçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte'l-arz mâdenlerde çalışıp, kût-u lâyemût derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avâm tabakası havâssa îlân-ı isyan etti. Şu asrın tâbiriyle, sosyalistlik, bolşeviklik sûretinde, evvel Rusya'yı zîr ü zeber edip, geçer Harb-i Umûmiden istifade ederek, her yerde kök saldılar. Şu bolşevizm perdesi altındaki kıyâm-ı avâm, havâssa karşı bir kin ve bir tezyif fıkrini verdiğinden, büyüklere ve havâssa âit medâr-ı şeref herşeyi kırmak için bir cesâret vermiş. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Hüküm galip olanın lehinedir.</p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Esas:</span> Şu asır, menfî milliyeti çok ileri sürdü. Anâsır-ı İslâmiye hiç muhtaç olmadığı halde, şu milliyet fikrine körü körüne sarıldılar. Menfî milliyet ise, mukaddesât-ı dîniyeye hürmetkâr olamıyor; bahaneler buldukça ilişmek istiyor. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Esas:</span> Sükût... </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">ÜÇÜNCÜ NÜKTE</span></p><p id="c_paragraf">Meslekler, mezhebler ne kadar bâtıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak, bir hakîkat bulunur. Eğer âsârına ve neticelerine hükmeden hak ve hakîkat ise ve menfî cihetleri müsbet cihetlerine mağlûp ise, o meslek haktır. Eğer içindeki hak ve hakîkat, neticelere hükmedemiyor ve menfî ciheti müsbet cihetine galebe ediyorsa, o meslek bâtıldır. Onun ehli, ehl-i bid'a ve dalâlet olur. </p><p id="c_paragraf">İşte bu kâideye binâen, Âlem-i İslâmdaki ehl-i bid'a fırkalarına bakılsa görülüyor ki, herbiri bir hakka istinad edip gitmiş. Fakat, menfî ciheti ya garaz, ya inat gibi bir sebeple, o mesleğin âsârı dalâlet hesâbına çalışmıştır. Meselâ, Şîalar Kur'ân'ın emrine imtisâlen Ehl-i Beytin muhabbetini esas tutup, sonra intikâm-ı milliye cihetinden bir garaz gelerek, meşrû muhabbet-i Ehl-i Beytin âsârını zapt ederek; Sahâbe ve Şeyheynin buğzuna binâ edip, âsâr göstermişler; </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b767.jpg" /> </center><br /><p>olan darb-ı meseline mâsadak olmuşlar.</p><p id="c_paragraf">Hem meselâ, Vehhâbiler ve Hâricîler ise, nusûs-u Şeriate ve sarîh-i âyâta ve zevâhir-i ehâdise istinad ederek hâlis Tevhîde münâfı ve sanemperestliği îmâ edecek herşeyi reddetmekliği kâide tutmuşlar. Fakat, birinci nüktedeki üç esasta beyân edilen sebepler cihetinden gelen menfî garazlar, onları haktan çevirip, dalalete saptırmış ki, ifrat derecesinde tahribât yapıyorlar. Ve hâkezâ, Cebriye olsun, Mûtezile olsun, hangi fırka olursa olsun, böyle bir hakîkati, mesleğinde görüp, onunla aldanıp, sonra dalâlete saplanır. </p><p id="c_paragraf">Her ne ise... Her bâtıl bir mesleğin herbir ciheti bâtıl olmak lâzım olmadığı gibi, herbir hak mesleğin dahi herbir ciheti hak olmak lâzım değildir. Bu binâen, sâdattan olan şerif-i Mekke, Ehl-i Sünnet ve Cemaatten iken, zaaf gösterip, İngiliz siyasetinin Haremeyn-i Şerifeyne müstebidâne girmesine meydan verdi. Nass-ı âyetle küffârın girmesini kabul etmeyen Haremeyn-i Şerifeyni, İngiliz siyasetinin, Âlem-i İslâmı aldatacak bir sûrette, merkez-i siyâsiyesi hükmüne getirmesine yol verdiğinden, ehl-i bid'attan olan Vehhâbiler, hariçten medâr-ı istinad aramayarak, filcümle nimmüstakil bir siyaset-i İslâmiye takip ettiklerinden, şu cihette haklı olarak o gibi Ehl-i Sünnete galebe ettiler denilebilir. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Hazret-i Ali sevgisinden dolayı değil, bilâkis, Hazret-i Ömer kızgınlığından.</p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">DÖRDÜNCÜ NÜKTE</span></p><p id="c_paragraf">Esbab tahtında vücuda gelen hâdiseler, o esbâbın hâlis malı değil. Belki asıl o hâdisenin hakîki sahibi kaderdir. Kader ise hikmet-i İlâhiye ile hükmeder. Öyle ise, bu Vehhâbi hâdisesine yalnız Vehhâbilerin Ehl-i Sünnete karşı müfritâne bir tecavüzü nazarıyla bakmayacağız. Belki Ehl-i Sünnet, bir sû-i hareketiyle kadere fetvâ vermiş ki, Vehhâbileri Ehl-i Sünnete taslît etmiş. Vehhâbiler zulmeder; çünkü, hem çok müfritâne, hem intikamkârâne, hem Haricîlik nâmına ettikleri için, cinâyet ediyorlar. Fakat, kader-i İlâhî, üç sebebe binâen adâlet eder: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Hadîs-i sahîh ile sabih olan ziyâret-i kubûr ve makberistana hürmet-i şer'iye sû-i istimâl edildi, gayr-i meşru hâdiseler zuhura geldi. Husûsan evliyâların makberlerine karşı hürmet ise, mânâ-yı harfî cihetiyle kalmadı, mânâyı ismî derecesine çıktı. Yani, sırf Cenâb-ı Hak hesâbına makbul bir abdi olduğuna ve şefaatine ve mânevî duâsına mazhar olmak için olan meşrû hürmetten ziyâde; o kabir sahibini âdetâ sahib-i tasarruf ve kendi kendine medet verecek bir kudret sahibi tasavvur edip, âmiyâne, câhilâne takdîs edildi. Hattâ o dereceye varmış ki, namaz kılmayanlar, o mâruf ve meşhur türbelere kurban kesip, ona yalvarıyordu. İşte bu müfritâne hâl, kadere fetvâ verdi ki, o muharribi onlara musallat etsin. Fakat, o muharrib dahi, onları tâdil etmek ve ifratlarını kırmak lâzım gelirken, öyle yapmayıp, bilâkis o da tefrit edip köküyle kesmeye başladı. Elbette,</p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b768.gif" /> </center><br /><p>kâidesine mazhar olur. Onlar da sonra cezasını bulurlar.</p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Şu asırda maddî fikir galebe çalmış. Esbâb-ı zâhiriye, hakîki telâkkî ediliyor. İnsanlar esbâba yapışıyor. Eğer esbâb-ı zâhiriye bir âyine hükmünden çıkıp nazar-ı dikkati kendisine celb etse, Tevhîd-i hakîkîye münâfı olur. İşte, şu gâfıl maddî asırdaki insanlar, mütedeyyin de olsa, esbâba fazla sanılmalarına hikmet-i şer'iye müsaade etmiyor. İşte buna binâen, evliyânın ve eâzım-ı İslâmiyenin türbelerine birer mukaddes ziyâretgâh nazarıyla bakmak, o hikmet-i şer'iyeye şu zamanda pek muvâfık düşmediğinden, kader-i İlâhî onu tâdil etmek istedi ki, bunları musallat etti. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Zalim, Allah'ın kılıcıdır; onunla başkalarına ceza verir, sonra da döner onun cezasını verir.</p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncüsü:</span> Şu asırda enâniyet o derece dizgini eline almış ki, çok insanlar birer küçük Firavun ve birer küçük Nemrud hükmüne geçmişler. İşte ehl-i gaflet ve ehl-i dalâlet ve bu mağrur ehl-i enâniyet nazarında kıyâs-ı binnefs olarak, eâzım-ı İslâmiyenin nâmdarlarını, hâşâ enâniyetle ittiham ettiklerinden, hem o ehl-i gaflet ve dalâlet kendileri Allah'ı tanımadıkları için, çok şeylere, çok zâtlara birer nevî rubûbiyet tahayyül ettikleri bir hengâmda ve sanemperestliğin, başka bir nevi olan heykelperestlerin ve sûretperestlerin gâyet müthiş bir riyâkârlık mânâsında olan şan ve şeref peşinde koştukları bir zamanda, eâzım-ı İslâmiyenin türbelerine câhilâne ve müfritâne bir sûrette avâmların takdîs derecesinde hürmetleri, elbette hikmet-i şer'iye noktasında kader münâsip görmedi ki; bu muharribleri Ehl-i Sünnete taslît etti. Onlarla tâdil edecek. </p><p id="c_paragraf">Fakat Vehhâbilerin seyyiât ve tahribâtlarıyla beraber, medâr-ı şükran bir cihetleri var ki, o çok mühimdir. Belki onların tahripkârâne olan seyyiâtlarına mukâbil o cihettir ki, onları şimdilik muvaffak ediyor. O cihet de şudur ki: Namaza çok dikkat ediyorlar. Şeriatın ahkâmına tatbîk-ı harekete çalışıyorlar. Başkaları gibi lâkaydlık etmiyorlar. Güyâ dînin taassubu nâmına tecâvüz ediyorlar. Başkaları gibi dînin ehemmiyetsizliğine binâen şeâir-i dîniyeyi tahrip etmiyorlar. Hem, Vehhâbilik az bir fırkadır. Koca Âlem-i İslâmın havz-ı kebîri içinde ya erir, ya îtidâle gelir; çünkü menbâı hâriçte değil ki, âlem-i İslâmı bulandırsın. Menbâı hariçte olsaydı, çok düşündürecekti... </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b457.gif" /></center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.)<br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">Yedinci Risale olan Yedinci Mesele </span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b424.gif" /> -1- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b771.gif" /> -2- </center><br /><center><span id="c_c_kalin">Şu Mesele, Yedi İşarettir. </span></center><br /><p id="c_paragraf">Evvelâ, tahdis-i nimet suretinde birkaç sırr-ı inâyeti izhar eden Yedi Sebebi beyan ederiz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci Sebep: </span></p><p id="c_paragraf">Eski Harb-i Umumîden evvel ve evâilinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: "Ana, korkma. Cenâb-ı Hakkın emridir; O Rahîmdir ve Hakîmdir." </p><p id="c_paragraf">Birden, o hâlette iken, baktım ki, mühim bir zat bana âmirâne diyor ki: "İ'câz-ı Kur'ân'ı beyan et." </p><p id="c_paragraf">Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâptan sonra, Kur'ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur'ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur'ân'a hücum edilecek; i'câzı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'câzın bir nevini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım. </p><p id="c_paragraf">Madem i'câz-ı Kur'ân'ı bir derece beyan, Sözlerle oldu. Elbette, o i'câzın hesabına geçen ve onun reşehâtı ve berekâtı nevinden olan hizmetimizdeki inâyâtı izhar etmek, i'câza yardımdır ve izhar etmek gerektir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Sebep: </span></p><p id="c_paragraf">Madem Kur'ân-ı Hakîm mürşidimizdir, üstadımızdır, imamımızdır, her bir âdabda rehberimizdir. O kendi kendini methediyor. Biz de onun dersine ittibâen, onun tefsirini methedeceğiz. </p><p id="c_paragraf">Hem madem yazılan Sözler onun bir nevi tefsiridir. Ve o risaleler ki, hakaik-i Kur'âniyenin malıdır ve hakikatleridir. Ve madem Kur'ân-ı Hakîm ekser sûrelerde, hususan <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b614.gif" /> 'larda, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b773.gif" /> 'lerde kendi kendini kemâl-i haşmetle gösteriyor, kemâlâtını söylüyor, lâyık olduğu methi kendi kendine ediyor. Elbette, Sözlerde in'ikas etmiş Kur'ân-ı Hakîmin lemeât-ı i'câziyesinden ve o hizmetin makbuliyetine alâmet olan inâyât-ı Rabbâniyenin izharına mükellefiz. Çünkü o üstadımız öyle eder ve öyle ders verir. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "Onlara söyle ki: Allah'ın lütfuyla ve rahmetiyle-ancak bununla ferahlansınlar. Bu, onların dünyada toplayıp durduklarından daha hayırlıdır." (Yûnus Sûresi: 10:58.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Sebep:</span></p><p id="c_paragraf">Sözler hakkında, tevazu suretinde demiyorum; belki bir hakikati beyan etmek için derim ki: </p><p id="c_paragraf">Sözlerdeki hakaik ve kemâlât benim değil, Kur'ân'ındır ve Kur'ân'dan tereşşuh etmiştir. Hattâ Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur'âniyeden süzülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen öyledir. </p><p id="c_paragraf">Madem ben öyle biliyorum. Ve madem ben fâniyim, gideceğim. Elbette bâki olacak bir şey ve bir eser, benimle bağlanmamak gerektir ve bağlanmamalı. Ve madem ehl-i dalâlet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir. Elbette, semâ-yı Kur'ân'ın yıldızlarıyla bağlanan risaleler, benim gibi çok itirazâta ve tenkidâta medar olabilen ve sukut edebilen çürük bir direkle bağlanmamalı. </p><p id="c_paragraf">Hem madem örf-ü nâsta, bir eserdeki mezâyâ, o eserin masdarı ve menbaı zannettikleri müellifinin etvârında aranılıyor. Ve bu örfe göre, o hakaik-i âliyeyi ve o cevâhir-i galiyeyi kendim gibi bir müflise ve onların binde birini kendinde gösteremeyen şahsiyetime mal etmek, hakikate karşı büyük bir haksızlık olduğu için, risaleler kendi malım değil, Kur'ân'ın malı olarak, Kur'ân'ın reşehât-ı meziyâtına mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum. </p><p id="c_paragraf">Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü Sebep: </span></p><p id="c_paragraf">bazen tevazu, küfrân-ı nimeti istilzam ediyor; belki küfrân-ı nimet olur. bazen da tahdis-i nimet, iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi-ki ne küfrân-ı nimet çıksın, ne de iftihar olsun-meziyet ve kemâlâtları ikrar edip, fakat temellük etmeyerek, <b id="eh">Mün'im-i Hakikî</b>nin eser-i in'âmı olarak göstermektir. </p><p id="c_paragraf">Meselâ, nasıl ki murassâ ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, hâlk sana dese, "Maşaallah, çok güzelsin, çok güzelleştin." Eğer sen tevazukârâne desen, "Hâşâ, ben neyim? Hiç! Bu nedir, nerede güzellik?" O vakit küfrân-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mahir san'atkâra karşı hürmetsizlik olur. </p><p id="c_paragraf">Eğer müftehirâne desen, "Evet, ben çok güzelim. Benim gibi güzel nerede var? Benim gibi birini gösteriniz." O vakit, mağrurâne bir fahirdir. </p><p id="c_paragraf">İşte, fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: "Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir; benim değildir." </p><p id="c_paragraf">İşte, bunun gibi, ben de, sesim yetişse bütün küre-i arza bağırarak derim ki: </p><p id="c_paragraf">Sözler güzeldirler, hakikattirler. Fakat benim değildirler; Kur'ân-ı Kerîmin hakaikinden telemmu' etmiş şualardır. </p><br /><center><img style="WIDTH: 339px; HEIGHT: 37px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b774.gif" /> -1- </center><br /><p>düsturuyla derim ki: </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Ben sözlerimle Muhammed'i (a.s.m.) övmüş olmadım; aslında sözlerimi Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmla övmüş ve güzelleştirmiş oldum."<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><center><img style="WIDTH: 329px; HEIGHT: 40px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b775.gif" />, </center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "Kur'ân'ın hakaik-i i'câzını ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim. Belki Kur'ân'ın güzel hakikatleri benim tabiratlarımı da güzelleştirdi, ulvîleştirdi." </p><p id="c_paragraf">Madem böyledir; hakaik-i Kur'ân'ın güzelliği namına, Sözler namındaki aynalarının güzelliklerini ve o aynadarlığa terettüp eden inâyât-ı İlâhiyeyi izhar etmek, makbul bir tahdis-i nimettir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşinci Sebep: </span></p><p id="c_paragraf">Çok zaman evvel bir ehl-i velâyetten işittim ki: O zat, eski velîlerin gaybî işaretlerinden istihraç etmiş ve kanaati gelmiş ki, "Şark tarafından bir nur zuhur edecek, bid'alar zulümâtını dağıtacak." Ben böyle bir nurun zuhuruna çok intizar ettim ve ediyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kudsî çiçeklere zemin hazır etmek lâzım gelir. Ve anladık ki, bu hizmetimizle o nuranî zatlara zemin ihzar ediyoruz. </p><p id="c_paragraf">Madem kendimize ait değil; elbette, Sözler namındaki nurlara ait olan inâyât-ı İlâhiyeyi beyan etmekte medar-i fahir ve gurur olamaz; belki medar-ı hamd ve şükür ve tahdis-i nimet olur. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Altıncı Sebep: </span></p><p id="c_paragraf">Sözlerin telifi vasıtasıyla Kur'ân'a hizmetimize bir mükâfât-ı âcile ve bir vasıta-i teşvik olan inâyât-ı Rabbâniye, bir muvaffakiyettir. Muvaffakiyet ise izhar edilir. </p><p id="c_paragraf">Muvaffakiyetten geçse, olsa olsa bir ikram-ı İlâhî olur. İkram-ı İlâhî ise, izharı bir şükr-ü mânevîdir.Ondan dahi geçse, olsa olsa hiç ihtiyânmız karışmadan bir kerâmet-i Kur'âniye olur; biz mazhar olmuşuz. Bu nevî ihtiyârsız ve habersiz gelen bir kerâmetin izhârı, zararsızdır. Eğer âdi kerâmâtın fevkıne çıksa, o vakit olsa olsa Kur'ân'ın i'câz-ı mânevîsinin şûleleri olur. Mâdem i'câz izhâr edilir; elbette i'câza yardım edenin dahi izhârı i'câz hesâbına geçer, hiç medâr-ı fahr ve gurur olamaz; belki medâr-ı hamd ve şükrandır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Yedici Sebep: </span></p><p id="c_paragraf">Nev-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki, hakîkate nüfûz etsin ve hakîkati hakîkat tanıyıp kabul etsin. Belki, sûrete, hüsn-ü zanna binâen, makbul ve mûtemet insanlardan işittikleri mesâili taklîden kabul ederler. Hattâ, kuvvetli bir hakîkati zaif bir adamın elinde zaif görür ve kıymetsiz bir meseleyi kıymettar bir adamın elinde görse, kıymettar telâkki eder. İşte ona binâen, benim gibi zaif ve kıymetsiz bir bîçarenin elindeki hakâik-ı îmâniye ve Kur'âniyenin kıymetini, ekser nâsın nokta-i nazarında düşürmemek için, bilmecburiye îlân ediyorum ki: İhtiyârımız ve haberimiz olmadan, birisi bizi istihdam ediyor; biz bilmeyerek bizi mühim işlerde çalıştırıyor. Delilimiz de şudur ki: Şuurumuz ve ihtiyârımızdan hariç bir kısım inâyâta ve teshîlâta mazhar oluyoruz. Öyle ise, o inâyetleri bağırarak îlân etmeye mecburuz. </p><p id="c_paragraf">İşte geçmiş Yedi Esbâba binâen, küllî birkaç inâyet-i Rabbâniyeye işaret edeceğiz.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">BİRİNCİ İŞARET: </span></p><p id="c_paragraf">Yirmi Sekizinci Mektubun Sekizinci Meselesinin Birinci Nüktesinde beyân edilmiştir ki, "tevâfukât"tır. </p><p id="c_paragraf">Ezcümle, Mu'cizât-ı Ahmediye Mektubâtında, Üçüncü İşaretinden tâ On Sekizinci İşaretine kadar altmış sahife, habersiz, bilmeyerek-bir müstensihin nüshasında iki sahife müstesnâ olmak üzere mütebâkî bütün sahifelerde-kemâl-i muvâzenetle, iki yüzden ziyâde "Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm" kelimeleri birbirine bakıyorlar. Kim insaf ile iki sahifeye dikkat etse, tesâdüf olmadığını tasdik edecek. Halbuki tesâdüf, olsa olsa bir sahifede kesretli emsâl kelimeleri bulunsa, yarı yarıya tevâfuk olur, ancak bir iki sahifede tamamen tevâfuk edebilir. O halde böyle umum sahifelerde "Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm" kelimesi, iki olsun, üç olsun, dört olsun veya daha ziyâde olsun, kemâl-i mîzan ile birbirinin yüzüne baksa; elbette tesâdüf olması mümkün değildir. </p><p id="c_paragraf">Hem sekiz ayrı ayrı müstensihin bozamadığı bir tevâfukun, kuvvetli bir işaret-i gaybiye, içinde olduğunu gösterir. Nasıl ki ehl-i belâgatın kitaplarında, belâgatın derecâtı bulunduğu halde; Kur'ân-ı Hakîmdeki belâgat, derece-i i'câza çıkmış. Kimsenin haddi değil ki, ona yetişsin. Öyle de, Mu'cizât-ı Ahmediyenin bir âyinesi olan On Dokuzuncu Mektub ve mu'cizât-ı Kur'âniyenin bir tercümânı olan Yirmi Beşinci Söz ve Kur'ân'ın bir nevî tefsiri olan Risâle-i Nur eczâlarında tevâfukât, umum kitapların fevkınde bir derece-i garâbet gösteriyor. Ve ondan anlaşılıyor ki, mu'cizât-ı Kur'âniye ve mu'cizât-ı Ahmediyenin bir nevî kerâmetidir ki, o âyinelerde tecellî ve temessül ediyor. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İKİNCİ İŞARET:</span></p><p id="c_paragraf">Hizmet-i Kur'âniyeye âit inâyât-ı Rabbâniyenin ikincisi şudur ki: Cenâb-ı Hak, benim gibi kalemsiz, yanm ümmî, diyâr-ı gurbette, kimsesiz, ihtilâttan menedilmiş bir tarzda; kuvvetli, ciddî, samîmi, gayyûr, fedakâr ve kalemleri birer elmas kılınç olan kardeşleri bana muâvin ihsan etti. Zaif ve âciz omuzuma çok ağır gelen vazife-i Kur'âniyeyi, o kuvvetli omuzlara bindirdi. Kemâl-i kereminden, yükümü hafifleştirdi. O mübârek cemaat ise-Hulûsi'nin tâbiriyle- telsiz telgrafın ahizeleri hükmünde ve-Sabrinin tâbiriyle-nur fabrikasının elektriklerini yetiştiren makineler hükmünde ayrı ayrı meziyetleri ve kıymettar muhtelif hâsiyetleriyle berâber-yine Sabri'nin tâbiriyle-bir tevâfukât-ı gaybiye nevinden olarak, şevk ve sa'y ü gayret ve ciddiyette birbirine benzer bir sûrette esrâr-ı Kur'âniyeyi ve envâr-ı îmâniyeyi etrafa neşretmeleri ve her yere eriştirmeleri ve şu zamanda-yani hurufât değişmiş, matbaa yok, herkes envâr-ı îmâniyeye muhtaç olduğu bir zamanda-ve fütûr verecek ve şevki kıracak çok esbab varken, bunların fütûrsuz, kemâl-i şevk ve gayretle bu hizmetleri, doğrudan doğruya bir kerâmet-i Kur'âniye ve zâhir bir inâyet-i İlâhiyedir.<br /></p><p id="c_paragraf">Evet, velâyetin kerâmeti olduğu gibi, niyet-i hâlisanın dahi kerâmeti vardır. Samimiyetin dahi kerâmeti vardır. Bâhusus lillâh için olan bir uhuvvet dairesinde ki kardeşlerin içinde, ciddî, samîmi tesânüdün çok kerâmetleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemâatin Şahs-ı mânevîsi bir velî-i kâmil hükmüne geçebilir; inâyâta mazhar olur. </p><p id="c_paragraf">İşte ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur'ân'da arkadaşlarım! Bir kal'ayı fetheden bir bölüğün çavuşuna bütün şerefi ve bütün ganîmeti vermek, nasıl zulümdür, bir hatâdır; öyle de, şahs-ı mânevînizin kuvvetiyle ve kalemleriniz ile hâsıl olan fütuhâttaki inâyâtı, benim gibi bir bîçareye veremezsiniz! Elbette, böyle mübârek bir cemaatte, tevafukat-ı gaybiyeden daha ziyade kuvvetli bir işaret-i gaybiye var ve ben görüyorum, fakat herkese ve umuma gösteremiyorum. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">ÜÇÜNCÜ İŞARET:</span></p><p id="c_paragraf">Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-i imaniye ve Kur'âniyeyi, hattâ en muannide karşı dahi parlak bir surette ispatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir inâyet-i İlâhiyedir. Çünkü hakaik-i imaniye ve Kur'âniye içinde öyleleri var ki, en büyük bir dâhi telâkki edilen İbni Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, "Akıl buna yol bulamaz" demiş. Onuncu Söz risalesi, o zâtın dehâsıyla yetişemediği hakaiki, avamlara da, çocuklara da bildiriyor. </p><p id="c_paragraf">Hem meselâ, sırr-ı kader ve cüz-i ihtiyarînin hâlli için, koca Sa'd-ı Taftazanî gibi bir allâme, kırk elli sayfada, meşhur Mukaddemât-ı İsnâ Aşer namıyla telvih nam kitabında ancak hâllettiği ve ancak havassa bildirdiği aynı mesâili, kadere dair olan Yirmi Altıncı Sözde, İkinci Mebhasın iki sayfasında tamamıyla, hem herkese bildirecek bir tarzda beyanı, eser-i inâyet olmazsa nedir? </p><p id="c_paragraf">Hem bütün ukulü hayrette bırakan ve hiçbir felsefenin eliyle keşfedilemeyen ve sırr-ı hilkat-i âlem ve tılsım-ı kâinat denilen ve Kur'ân-ı Azîmişşânın i'câzıyla keşfedilen o tılsım-ı müşkülküşâ ve o muammâ-yı hayretnümâ, Yirmi Dördüncü Mektup ve Yirmi Dokuzuncu Sözün âhirindeki remizli nüktede ve Otuzuncu Sözün, tahavvülât-ı zerrâtın altı adet hikmetinde keşfedilmiştir. Kâinattaki faaliyet-i hayretnümânın tılsımını ve hilkat-i kâinatın ve âkıbetinin muammâsını ve tahavvülât-ı zerrattaki harekâtın sırr-ı hikmetini keşif ve beyan etmişlerdir; meydandadır, bakılabilir. </p><p id="c_paragraf">Hem sırr-ı ehadiyet ile şeriksiz vahdet-i rububiyeti, hem nihayetsiz kurbiyet-i İlâhiye ile nihayetsiz bu'diyetimiz olan hayretengiz hakikatleri, kemâl-i vuzuhla On altıncı Söz ve Otuz İkinci Söz beyan ettikleri gibi, kudret-i İlâhiyeye nispeten zerrat ve seyyarat müsavi olduğunu ve haşr-i âzamda umum zîruhun ihyâsı, bir nefsin ihyâsı kadar o kudrete kolay olduğunu ve şirkin hilkat-i kâinatta müdahâlesi imtinâ derecesinde akıldan uzak olduğunu kemâl-i vuzuhla gösteren Yirminci Mektuptaki</p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b776.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">kelimesi beyanında ve üç temsili hâvi onun zeyli, şu azîm sırr-ı vahdeti keşfetmiştir. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- O her şeye kadirdir.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem hakaik-i imaniye ve Kur'âniyede öyle bir genişlik var ki, en büyük zekâ-yı beşerî ihata edemediği hâlde, benim gibi zihni müşevveş, vaziyeti perişan, müracaat edilecek kitap yokken, sıkıntılı ve süratle yazan bir adamda, o hakaikin ekseriyet-i mutlakası dekaikiyle zuhuru, doğrudan doğruya Kur'ân-ı Hakîmin i'câz-ı mânevîsinin eseri ve inâyet-i Rabbâniyenin bir cilvesi ve kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">DÖRDÜNCÜ İŞARET:</span></p><p id="c_paragraf">Elli altmış risaleler öyle bir tarzda ihsan edilmiş ki, değil benim gibi az düşünen ve zuhurata tebaiyet eden ve tetkike vakit bulamayan bir insanın, belki büyük zekâlardan mürekkep bir ehl-i tetkikin sa'y ve gayretiyle yapılmayan bir tarzda telifleri, doğrudan doğruya bir eser-i inâyet olduklarını gösteriyor. Çünkü bütün bu risalelerde bütün derin hakaik, temsilât vasıtasıyla, en âmi ve ümmî olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin çoğunu, büyük Âlimler "Tefhim edilmez" deyip, değil avâma, belki havassa da bildiremiyorlar. </p><p id="c_paragraf">İşte, en uzak hakikatleri en yakın bir tarzda, en âmi bir adama ders verecek derecede, benim gibi Türkçesi az, sözleri muğlâk, çoğu anlaşılmaz ve "Zâhir hakikatleri dahi müşkülleştiriyor" diye eskiden beri iştihar bulmuş ve eski eserleri o sû-i iştiharı tasdik etmiş bir şahsın elinde bu harika teshilât ve suhulet-i beyan, elbette, bilâşüphe, bir eser-i inâyettir ve onun hüneri olamaz ve Kur'ân-ı Kerîmin i'câz-ı mânevîsinin bir cilvesidir ve temsilât-ı Kur'âniyenin bir temessülüdür ve in'ikâsıdır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">BEŞİNCİ İŞARET:</span></p><p id="c_paragraf">Risaleler umumiyetle pek çok intişar ettiği hâlde, en büyük âlimden tut, tâ en âmi adama kadar ve ehl-i kalb büyük bir velîden tut, tâ en muannid dinsiz bir filozofa kadar olan tabakat-ı nâs ve taifeler o risaleleri gördükleri ve okudukları ve bir kısmı tokatlarını yedikleri hâlde tenkit edilmemesi ve her taife derecesine göre istifade etmesi, doğrudan doğruya bir eser-i inâyet-i Rabbâniye ve bir keramet-i Kur'âniye olduğu gibi, çok tetkikat ve taharriyâtın neticesiyle ancak husul bulan o çeşit risaleler, fevkalâde bir süratle, hem idrakimi ve fikrimi müşevveş eden sıkıntılı inkıbaz vakitlerinde yazılması dahi, bir eser-i inâyet ve bir ikram-ı Rabbânîdir. </p><p id="c_paragraf">Evet, ekser kardeşlerim ve yanımdaki umum arkadaşlarım ve müstensihler biliyorlar ki, On Dokuzuncu Mektubun beş parçası, birkaç gün zarfında, hergün iki üç saatte ve mecmuu on iki saatte, hiçbir kitaba müracaat edilmeden yazılması, hattâ en mühim bir parça ve o parçada lâfz-ı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kelimesinde zâhir bir hâtem-i nübüvveti gösteren dördüncü cüz, üç dört saatte, dağda, yağmur altında, ezber yazılmış. Ve Otuzuncu Söz gibi mühim ve dakik bir risale, altı saat içinde bir bağda yazılmış. Ve Yirmi Sekizinci Söz, Süleyman'ın bahçesinde bir, nihayet iki saat içinde yazılması gibi, ekser risaleler böyle olması; ve eskiden beri sıkıntılı ve münkabız olduğum zaman en zâhir hakikatleri dahi beyan edemediğimi, belki bilemediğimi yakın dostlarım biliyorlar. Hususan o sıkıntıya hastalık da ilâve edilse, daha ziyade beni dersten, teliften men etmekle beraber, en mühim Sözler ve risaleler, en sıkıntılı ve hastalıklı zamanımda, en süratli bir tarzda yazılması, doğrudan doğruya bir inâyet-i İlâhiye ve bir ikram-ı Rabbânî ve bir keramet-i Kur'âniye olmazsa nedir?<br /></p><p id="c_paragraf">Hem hangi kitap olursa olsun, böyle hakaik-i İlâhiyeden ve imaniyeden bahsetmişse, alâküllihâl bir kısım mesâili, bir kısım insanlara zarar verir. Ve zarar verdikleri için, her mesele herkese neşredilmemiş. Halbuki şu risaleler ise, şimdiye kadar hiç kimsede-çoklardan sorduğum hâlde-sû-i tesir ve aksülâmel ve tahdiş-i ezhan gibi bir zarar vermedikleri, doğrudan doğruya bir işaret-i gaybiye ve bir inâyet-i Rabbâniye olduğu bizce muhakkaktır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">ALTINCI İŞARET:</span></p><p id="c_paragraf">Şimdi bence katiyet peydâ etmiştir ki, ekser hayatım, ihtiyar ve iktidarımın, şuur ve tedbirimin haricinde, öyle bir tarzda geçmiş ve öyle garip bir surette ona cereyan verilmiş, tâ Kur'ân-ı Hakîme hizmet edecek olan bu nevi risaleleri netice versin. Adeta bütün hayat-ı ilmiyem, mukaddemât-ı ihzariye hükmüne geçmiş ve Sözlerle i'câz-ı Kur'ân'ın izharı, onun neticesi olacak bir surette olmuştur. Hattâ, şu yedi sene nefyimde ve gurbetimde ve sebepsiz ve arzumun hilâfında tecerrüdüm ve meşrebime muhâlif, yalnız bir köyde imrar-ı hayat etmekliğim; ve eskiden beri ülfet ettiğim hayat-ı içtimaiyenin çok rabıtalarından ve kaidelerinden nefret edip terk etmekliğim, doğrudan doğruya bu hizmet-i Kur'âniyeyi hâlis, sâfi bir surette yaptırmak için bu vaziyet verildiğine şüphem kalmamıştır. Hattâ çok defa bana verilen sıkıntı ve zulmen bana karşı olan tazyikat perdesi altında bir dest-i inâyet tarafından merhametkârâne, Kur'ân'ın esrarına hasr-ı fikir ettirmek ve nazarı dağıtmamak için yapılmıştır kanaatindeyim. Hattâ, eskiden mütalâaya çok müştak olduğum hâlde, bütün bütün sair kitapların mütalâasından bir men, bir mücanebet ruhuma verilmişti. Böyle gurbette medar-ı teselli ve ünsiyet olan mütalâayı bana terk ettiren, anladım ki, doğrudan doğruya âyât-ı Kur'âniyenin üstad-ı mutlak olmaları içindir. </p><p id="c_paragraf">Hem yazılan eserler, risaleler, ekseriyet-i mutlakası, hariçten hiçbir sebep gelmeyerek, ruhumdan tevellüt eden bir hâcete binaen, âni ve def'î olarak ihsan edilmiş. Sonra bazı dostlarıma gösterdiğim vakit, demişler: "Şu zamanın yaralarına devadır." İntişar ettikten sonra ekser kardeşlerimden anladım ki, tam şu zamandaki ihtiyaca muvafık ve derde lâyık bir ilâç hükmüne geçiyor. </p><p id="c_paragraf">İşte, ihtiyar ve şuurumun dairesi haricinde, mezkûr hâletler ve sergüzeşt-i hayatım ve ulûmların envâlarındaki hilâf-ı âdet, ihtiyarsız tetebbuâtım, böyle bir netice-i kudsiyeye müncer olmak için kuvvetli bir inâyet-i İlâhiye ve bir ikram-ı Rabbânî olduğuna bende şüphe bırakmamıştır.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">YEDİNCİ İŞARET:</span></p><p id="c_paragraf">Bu hizmetimiz zamanında, beş altı sene zarfında, bilâmübalâğa yüz eser-i ikram-ı İlâhî ve inâyet-i Rabbâniye ve keramet-i Kur'âniyeyi gözümüzle gördük. Bir kısmını On Altıncı Mektupta zikrettik. Bir kısmını Yirmi Altıncı Mektubun Dördüncü Mebhasının mesâil-i müteferrikasında, bir kısmını Yirmi Sekizinci Mektubun Üçüncü Meselesinde beyan ettik. Benim yakın arkadaşlarım bunu biliyorlar. Daimî arkadaşım Süleyman Efendi çoklarını biliyor. Hususan Sözlerin ve risalelerin neşrinde ve tashihatında ve yerlerine yerleştirmekte ve tesvid ve tebyizinde, fevkalmemul, kerametkârâne bir teshilâta mazhar oluyoruz; keramet-i Kur'âniyye olduğuna şüphemiz kalmıyor. Bunun misalleri yüzlerdir. </p><p id="c_paragraf">Hem maişet hususunda o kadar şefkatle besleniyoruz ki, en küçük bir arzu-yu kalbimizi, bizi istihdam eden Sahib-i İnâyet tatmin etmek için, fevkalmemul bir surette ihsan ediyor, ve hâkezâ... İşte bu hâl gayet kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir ki, biz istihdam olunuyoruz. Hem rıza dairesinde, hem inâyet altında bize hizmet-i Kur'âniye yaptırılıyor. </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/barla/b429.gif" /> -1- </center><br /><br /><br /><center><img style="WIDTH: 327px; HEIGHT: 40px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b457.gif" /> -2- </center><br /><center><img style="WIDTH: 396px; HEIGHT: 86px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b779.gif" /> -3- </center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Rabbimin bu ihsanından dolayı Allah'a hamd olsun. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin." (Bakara Sûresi: 2:32.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- Allahım! Efendimiz Muhammed'e ve Âl ve ashabına Senin razı olacağın ve onun lâyık ve müstehak olduğu bir rahmetle ve pek kesretli bir selâmetle salât ve selâm et. Âmin.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><center><span id="c_RisaleAdi" style="font-size:180%;">Mahrem bir suale cevaptır </span></center><br /><p id="c_paragraf">[Şu sırr-ı inâyet, eskiden mahremce yazılmış, On Dördüncü Sözün âhirine ilhak edilmişti. Her nasılsa ekser müstensihler unutup yazmamışlardı. Demek münasip ve lâyık mevkii burasıymış ki, gizli kalmış] </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Benden sual ediyorsun:</span> "Neden senin Kur'ân'dan yazdığın Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur? bazen bir satırda bir sayfa kadar kuvvet var; bir sayfada bir kitap kadar tesir bulunuyor." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap (güzel bir cevaptır):</span> Şeref, i'câz-ı Kur'ân'a ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bilâpervâ derim: </p><p id="c_paragraf">Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz'andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır. Şu sırrın hikmeti budur ki: </p><p id="c_paragraf">Eski zamanda, esâsât-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda, dalâlet-i fenniye elini esâsâta ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devâyı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan <b id="eh">Zât-ı Zülcelâl</b>, Kur'ân-ı Kerîmin en parlak mazhar-ı i'câzından olan temsilâtından bir şulesini, acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten, hizmet-i Kur'ân'a ait yazılarıma ihsan etti. </p><p id="c_paragraf">Felillâhilhamd, sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihetü'l-vahdetiyle, en dağınık meseleler toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle, hakaik-i gaybiyeye, esâsât-ı İslâmiyeye, şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefis ve hevâ teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu. </p><p id="c_paragraf">Elhasıl, yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur'âniyenin lemeâtındandır. Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, devâ Kur'ân'ındır.<br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">Yedinci Meselenin Hâtimesidir </span></center><br /><p id="c_paragraf">Sekiz inâyet-i İlâhiye suretinde gelen işârât-ı gaybiyeye dair gelen veya gelmek ihtimali olan evhâmı izale etmek ve bir sırr-ı azîm-i inâyeti beyan etmeye dairdir. Şu Hâtime Dört Nüktedir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">BİRİNCİ NÜKTE:</span></p><p id="c_paragraf">Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Meselesinde yedi sekiz küllî ve mânevî inâyât-ı İlâhiyeden hissettiğimiz bir işaret-i gaybiyeyi, "Sekizinci İnâyet" namıyla, "tevafukat" tabiri altındaki nakışta o işârâtın cilvesini gördüğümüzü iddia etmiştik. Ve iddia ediyoruz ki, bu yedi sekiz küllî inâyatlar o derece kuvvetli ve katîdirler ki, herbirisi tek başıyla o işârât-ı gaybiyeyi ispat eder. Farz-ı muhâl olarak, bir kısmı zayıf görülse, hattâ inkâr edilse, o işârât-ı gaybiyenin katiyetine hâlel vermez. O sekiz inâyâtı inkâr edemeyen, o işârâtı inkâr edemez. Fakat tabakat-ı nâs muhtelif olduğu, hem kesretli tabaka olan tabaka-i avam, gözüne daha ziyade itimad ettiği için, o sekiz inâyâtın içinde en kuvvetlisi değil, belki en zâhirîsi tevafukat olduğundan-çendan ötekiler daha kuvvetli, fakat bu daha umumî olduğu için-ona gelen evhâmı def etmek maksadıyla, bir muvazene nevinden, bir hakikati beyan etmeye mecbur kaldım. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">O zâhirî inâyet hakkında demiştik: Yazdığımız risalelerde, Kur'ân kelimesi ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kelimesinde öyle bir derece tevafukat görünüyor; hiçbir şüphe bırakmıyor ki, bir kast ile tanzim edilip muvazi bir vaziyet verilir. Kast ve irade ise bizlerin olmadığına delilimiz, üç dört sene sonra muttali olduğumuzdur. Öyleyse, bu kast ve irade, bir inâyet eseri olarak gaybîdir. Sırf i'câz-ı Kur'ân ve i'câz-ı Ahmediyeyi te'yid suretinde ve iki kelimede tevafuk suretinde o garib vaziyet verilmiştir. Bu iki kelimenim mübarekiyeti, i'caz-ı Kur'ân ve mu'cizat-ı Ahmediyeye bir hâtem-i tasdik olmakla beraber, sair misil kelimeleri dahi, ekseriyet-i azîme ile tevafuka mazhar etmişler. Fakat onlar birer sayfaya mahsus; şu iki kelime, bir iki risalenin umumunda ve ekser risalelerde görünüyor. Fakat mükerrer demişiz: Bu tevafukun aslı, sair kitaplarda da çok bulunabilir; ama kast ve irade-i âliyeyi gösterecek bu derece garâbette değildir.<br /></p><p id="c_paragraf">Şimdi, bu dâvâmızı çürütmek kabil olmadığı hâlde, zâhir nazarlarda çürümüş gibi görmekte bir iki cihet olabilir: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birisi:</span> "Sizler düşünüp öyle bir tevafuku rast getirmişsiniz," diyebilirler. "Böyle bir şey yapmak kast ile olsa, rahat ve kolay birşeydir." Buna karşı deriz ki: Bir dâvâda iki şahid-i sadık kâfidir. Bu dâvâmızdaki kast ve irademiz taallûk etmeyerek, üç dört sene sonra muttali olduğumuza yüz şahid-i sadık bulunabilir. Bu münasebetle bir nokta söyleyeceğim: Bu keramet-i i'câziye, Kur'ân-ı Hakîm belâgat cihetinde derece-i i'câzda olduğu nevinden değildir. Çünkü, i'câz-ı Kur'ân'da, kudret-i beşer o yolda giderek o dereceye yetişemiyor. Şu keramet-i i'câziye ise, kudret-i beşerle olamıyor; kudret o işe karışamıyor. <sup id="c_supa">Haşiye</sup></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">ÜÇÜNCÜ NÜKTE:</span></p><p id="c_paragraf">İşaret-i hâssa, işaret-i âmme münasebetiyle bir sırr-ı dakik-i Rububiyet ve Rahmâniyete işaret edeceğiz. Bir kardeşimin güzel bir sözü var. O sözü bu meseleye mevzu edeceğim. Sözü de şudur ki: </p><p id="c_paragraf">Birgün güzel bir tevafukatı ona gösterdim. Dedi: </p><p id="c_paragraf">"Güzel! Zaten her hakikat güzeldir. Fakat bu Sözlerdeki tevafukat ve muvaffakiyet daha güzeldir." </p><p id="c_paragraf">Ben de dedim: "Evet, herşey ya hakikaten güzeldir, ya bizzat güzeldir, veya neticeleri itibarıyla güzeldir. Ve bu güzellik, rububiyet-i âmmeye ve şümul-ü rahmete ve tecellî-i âmmeye bakar. Dediğin gibi, bu muvaffakiyetteki işaret-i gaybiye daha güzeldir. Çünkü bu rahmet-i hâssaya ve rububiyet-i hâssaya ve tecellî-i hâssaya bakar bir surettedir." </p><p id="c_paragraf">Bunu bir temsille fehme takrib edeceğiz. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">Bir padişahın umumî saltanatı ve kanunuyla, merhamet-i şahanesi umum efrad-ı millete teşmil edilebilir. Her fert, doğrudan doğruya o padişahın lûtfuna, saltanatına mazhardır. O suret-i umumiyede, efradın çok münasebât-ı hususiyesi vardır. </p><p id="c_paragraf">İkinci cihet, padişahın ihsânât-ı hususiyesidir ve evâmir-i hassasıdır ki, umumî kanunun fevkinde, bir ferde ihsan eder, iltifat eder, emir verir. </p><p id="c_paragraf">İşte bu temsil gibi, Zât-ı Vâcibü'l-Vücud ve Hâlık-ı Hakîm ve Rahîmin umumî rububiyet ve şümul-ü rahmeti noktasında herşey hissedardır. Herşeyin hissesine isabet eden cihette, hususî onunla münasebettardır. Hem kudret ve irade ve ilm-i muhîtiyle her şeye tasarrufatı, her şeyin en cüz'î işlerine müdahâlesi, rububiyeti vardır. Herşey, her şe'ninde Ona muhtaçtır; Onun ilim ve hikmetiyle işleri görülür, tanzim edilir. Ne tabiatın haddi var ki, o daire-i tasarruf-u rububiyetinde saklansın ve tesir sahibi olup müdahâle etsin; ve ne de tesadüfün hakkı var ki, o hassas mizan-ı hikmet dairesindeki işlerine karışsın. Risalelerde, yirmi yerde katî hüccetlerle tesadüfü ve tabiatı nefyetmişiz ve Kur'ân kılıcıyla idam etmişiz, müdahâlelerini muhâl göstermişiz. Fakat, rububiyet-i âmmedeki daire-i esbab-ı zâhiriyede, ehl-i gafletin nazarında hikmeti ve sebebi bilinmeyen işlerde, tesadüf namını vermişler. Ve hikmetleri ihata edilmeyen bazı ef'âl-i İlâhiyenin kanunlarını, tabiat perdesi altında gizlenmiş, görememişler, tabiata müracaat etmişler. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- HAŞİYE --><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin"><span style="FONT-WEIGHT: bold; COLOR: rgb(255,0,0)">Haşiye</span>:</span> On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaretinde, bir nüshada, bir sayfada dokuz Kur'ân tevafuk suretinde bulunduğu hâlde, birbirine hat çektik; mecmuunda Muhammed lâfzı çıktı. O sayfanın mukabilindeki sayfada sekiz Kur'ân tevafukla beraber, mecmuunda lâfzullah çıktı. Tevafukatta böyle bedî şeyler çok var.</p><p id="c_sagayasla" align="justify"><span id="c_c_kalin">Bu haşiyenin meâlini gözümüzle gördük.<br />Bekir, Tevfik, Süleyman, Galip, Said.<br /></span></p><p id="c_sagayasla" align="justify"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi</span>, hususî rububiyetidir ve has iltifat ve imdad-ı Rahmânîsidir ki, umumî kanunların tazyikatı altında tahammül edemeyen fertlerin imdadına, Rahmânü'r-Rahîm isimleri imdada yetişirler, hususî bir surette muavenet ederler, o tazyikattan kurtarırlar. Onun için, her zîhayat, hususan insan, her anda Ondan istimdat eder ve medet alabilir. İşte bu hususî rububiyetindeki ihsânâtı, ehl-i gaflete karşı da tesadüf altına gizlenmez ve tabiata havale edilmez. </p><p id="c_paragraf">İşte bu sırra binaendir ki, i'câz-ı Kur'ân ve mucizât-ı Ahmediyedeki işârât-ı gaybiyeyi, hususî bir işaret telâkki ve itikad etmişiz. Ve bir imdad-ı hususî ve muannidlere karşı kendini gösterecek bir inâyet-i hâssa olduğunu yakîn ettik ve sırf lillâh için ilân ettik. Kusur etmişsek Allah affetsin. Âmin. </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b913.gif" /> -1- </center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Ey Rabbimiz, unutur veya hataya düşer de bir kusur işlersek bizi onunla hesaba çekme." (Bakara Sûresi: 2:286. )</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sözlerin tebyizinde kıymettar hizmeti sebkat eden Muallim Ahmed Galib'in fıkrasıdır. </span></p><p id="c_paragraf">"Elde Kur'ân gibi bürhan-ı hakikat varken, </p><p id="c_paragraf">"Münkiri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?" </p><p id="c_paragraf">Sözün özdür, ey can, tekellüf değil. </p><p id="c_paragraf">Ledün ilminin zübde-i pâkidir </p><p id="c_paragraf">Bu, sümmettedarik tasannuf değil. </p><p id="c_paragraf">Bu bir hikmet-i nur-u irfandır </p><p id="c_paragraf">Ki ehvâ ve lâğv ve tefelsüf değil. </p><p id="c_paragraf">Müzekkî-i nefis ve musaffî-i ruh, </p><p id="c_paragraf">Mürebbî-i dildir, tasavvuf değil. </p><p id="c_paragraf">O Sözler bütün marifet şemsidir, </p><p id="c_paragraf">Sözüm doğrudur, bir teellüf değil. </p><p id="c_paragraf">İçin nurudur, lâfza akseylemiş, </p><p id="c_paragraf">Bir iki satırda teradüf değil. </p><p id="c_paragraf">Mutabık lâfızlar birbirine, </p><p id="c_paragraf">Bu asla tasannu, tesadüf değil. </p><p id="c_paragraf">Dizilmiş nizamla bütün harfleri, </p><p id="c_paragraf">Tevafuktur, asla tehâlüf değil. </p><p id="c_paragraf">Bu bir cilve-i sırr-ı i'câzdır </p><p id="c_paragraf">Ki Kur'ân'dandır, tecevvüf değil. </p><p id="c_paragraf">Bu hüsn-ü tesadüf güzeldir, güzel, </p><p id="c_paragraf">Bu babda ne dense tezauf değil. </p><p id="c_paragraf">Said-i Bediüzzaman-ı Nursî </p><p id="c_paragraf">Beyanı bedîdir, taattuf değil. </p><p id="c_paragraf">Tesellîye ermemiş elinde kalem, </p><p id="c_paragraf">Eder arz-ı dîdar, taharrüf değil. </p><p id="c_paragraf">Tevafuk, sözünde ona çok mudur? </p><p id="c_paragraf">Tefevvuk onun için teşerrüf değil. </p><p id="c_paragraf">İsabet buna savb-ı Haktan gelir, </p><p id="c_paragraf">Bu kastî değildir, tasarruf değil. </p><p id="c_paragraf">Bunu görmeyen bed nazarlar için, </p><p id="c_paragraf">Telehhüf derim ben, teessüf değil. </p><p id="c_paragraf">Ki var mânevî hayretim galiben, </p><p id="c_paragraf">Beyanım bu yolda tazarruf değil. </p><p id="c_paragraf">Çok işte Hak onu muvaffak ede, </p><p id="c_paragraf">Tevafuk makam-ı tevakkuf değil. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Ahmed Galib<br />(Rahmetullahi Aleyh)<br /></span></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Merhum Binbaşı Asım Beyin fıkrasıdır. </span></p><p id="c_paragraf">Kasem ederim, doğrudur sözü özüyle beraber, </p><p id="c_paragraf">Bu hakikati kabul ve tasdik etmeyen bedmâyeler, </p><p id="c_paragraf">Kalır dalâlet ve vâdi-i hüsranda nice seneler. </p><p id="c_paragraf">Bunları irşad edip kurtarmaktır hüner, </p><p id="c_paragraf">Hidayet erişse eğer, o vakit boyun eğer. </p><p id="c_paragraf">Cümlenin ıslahını niyaz edip Hâlıka yalvaralım, </p><p id="c_paragraf">Hep envâr-ı Kur'âniye olan Sözleri okuyup anlatalım, </p><p id="c_paragraf">Bu yolda bizler de feyz alıp dilşad olalım, </p><p id="c_paragraf">Fenâyı bekaya tebdilde rıza-yı Bârîye kavuşalım. </p><p id="c_paragraf">Sad-hezar tahsine lâyık bîbahâ fıkra-i Galib, </p><p id="c_paragraf">Bu hakikatleri söylemekle olur şüphesiz galib. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Binbaşı Asım<br />(Rahmetullahi Aleyh)<br /></span></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><center><span id="c_RisaleAdi">Sekizinci Risale olan Sekizinci Mesele </span></center><br /><center><span id="c_c_kalin">[Şu Mesele, altı sualin cevabı olup Sekiz Nüktedir.] </span></center><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci Nükte </span></p><p id="c_paragraf">Bir dest-i inâyet altında hizmet-i Kur'âniyede istihdam edildiğimize dâir çok envâ-ı işârât-ı </p><p id="c_paragraf">gaybiyeyi hissettik ve bazılarını gösterdik. Şimdi o işârâtın bir yenisi daha şudur ki: </p>Ekser Sözlerde tevafukat-ı gaybiye var. <sup id="c_supa">Haşiye</sup> Ezcümle, Resul-i Ekrem kelimesinde ve Aleyhissalâtü Vesselâm ibaresinde ve Kur'ân lâfz-ı mübarekesinde bir nevi cilve-i i'câz temessül ettiğine bir işaret var. İşârât-ı gaybiye, ne kadar gizli ve zayıf da olsa, hizmetin makbuliyetine ve meselelerin hakkaniyetine delâlet ettiği için, bence çok ehemmiyetlidir ve çok kuvvetlidir. Hem gururumu kırar ve sırf bir tercüman olduğumu katiyen bana gösterdi. Hem hiç medar-ı iftihar benim için bir şey bırakmıyor; yalnız medar-ı şükran olan şeyleri gösteriyor. Hem madem Kur'ân'a aittir ve i'câz-ı Kur'ân hesabına geçiyor ve katiyen cüz-ü ihtiyarîmiz karışmıyor ve hizmette tembellik edenleri teşvik ediyor ve risalenin hak olduğuna kanaat veriyor ve bizlere bir nevi ikram-ı İlâhîdir ve izharı tahdis-i nimettir ve aklı gözüne inmiş mütemerridleri iskât ediyor; elbette izharı lâzımdır, inşaallah zararsızdır. <p id="c_paragraf">İşte, şu işârât-ı gaybiyenin birisi de şudur ki: </p><p id="c_paragraf">Cenâb-ı Hak, kemâl-i rahmet ve kereminden, Kur'ân'a ve imana hizmetle meşgul olan bizleri teşvik ve kulûbumuzu tatmin için, bir ikram-ı Rabbânî ve bir ihsan-ı İlâhî suretinde hizmetimizin makbuliyetine alâmet ve yazdığımız hak olduğuna işaret-i gaybiye nevinden, bütün risalelerimizde ve bilhassa Mucizât-ı Ahmediye ve İ'câz-ı Kur'ân ve Pencereler risalelerinde, tevafukat-ı gaybiye nevinde bir letâfet ihsan etmiştir. Yani, bir sayfada, misil olarak gelen kelimeleri birbirine baktırıyor. Bunda bir işaret-i gaybiye veriliyor ki, "Bir irade-i gaybi ile tanzim edilir. İhtiyarınıza ve şuurunuza güvenmeyiniz. İhtiyarınızın haberi olmadan ve şuurunuz yetişmeden harika nakışlar ve intizamlar yapılıyor." </p><p id="c_paragraf">Bahusus Mucizât-ı Ahmediye risalesinde lâfz-ı Resul-i Ekrem ve lafz-ı salâvat bir ayna hükmüne geçip, o tevafukat-ı gaybiye işaretini sarih gösteriyor. Yeni, acemî bir müstensihin yazısında, beş sayfa müstesna, mütebaki iki yüzden fazla salâvat-ı şerife birbirine müvazi olarak bakıyorlar. Şu tevafukat ise, şuursuz yalnız on adette bir iki tevafuka sebep olabilen tesadüfün işi olmadığı gibi, san'atta maharetsiz, yalnız mânâya hasr-ı nazar ederek, gayet süratle, bir bir iki saatte otuz kırk sayfayı telif eden ve kendi yazmayan ve yazdıran benim gibi bir biçarenin düşünüşü dahi elbette değildir. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- HAŞİYE --><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin"><span style="FONT-WEIGHT: bold; COLOR: rgb(255,0,0)">Haşiye</span>:</span> Tevafukat ise, ittifaka işarettir. İttifak ise, ittihada emâredir, vahdete alâmettir. Vahdet ise, tevhidi gösterir. Tevhid ise, Kur'ân'ın dört esasından en büyük esasıdır.<br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">İşte, altı sene sonra, yine Kur'ân'ın irşadıyla ve İşârâtü'l-İ'câz olan tefsirin dokuz inna'nın tevafuk suretiyle gelen irşadıyla, sonra muttali olmuşum. Müstensihler ise, benden işittikleri vakit hayret içinde hayrette kaldılar. Nasıl ki lâfz-ı Resul-i Ekrem ve lâfz-ı salâvat, On Dokuzuncu Mektupta, mucizât-ı Ahmediyenin bir nevinin bir nevi küçük aynası hükmüne geçti. Öyle de, Yirmi Beşinci Söz olan i'câz-ı Kur'ân'da ve On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaretinde lâfz-ı Kur'ân dahi, kırk tabakadan, yalnız gözüne itimad eden tabakasına karşı, bir nevi mucizât-ı Kur'âniyenin, o nevin kırk cüz'ünden bir cüz'ü tevafukat-ı gaybiye suretinde bütün risalelerde tecellî etmekle beraber, o cüz'ün kırk cüz'ünden bir cüz'ü, lâfz-ı Kur'ân içinde tezahür etmiş. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">Yirmi Beşinci Sözde ve On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaretinde, yüz defa Kur'ân lâfzı tekerrür etmiş. Pek nadir olarak bir iki kelime hariç kalmış; mütebakisi bütün birbirine bakıyor. İşte, meselâ, İkinci Şuanın kırk üçüncü sayfasında yedi Kur'ân lâfzı var, birbirine bakıyor. Ve sayfa elli altıda sekizi birbirine bakıyor; yalnız dokuzuncu müstesna kalmış. İşte şu, şimdi gözümüzün önünde, altmış dokuzuncu sayfadaki beş lâfz-ı Kur'ân birbirine bakıyor. Ve hâkezâ... Bütün sayfalarda gelen mükerrer lâfz-ı Kur'ân birbirine bakıyor. Pek nadir olarak, beş altı taneden bir tane hariç kalıyor. Sair tevafukat ise, işte gözümüzün önünde, sayfa otuz üçte, on beş adet em lâfzı var; on dördü birbirine bakıyor. Hem gözümüzün önünde şu sayfada dokuz İmân lâfzı var, birbirine bakıyor; yalnız birisi, müstensihin fasıla vermesiyle az inhiraf etmiş. Hem şu gözümüzün önündeki sayfada iki mahbub var; biri üçüncü satırda, biri onbeşinci satırdadır, kemâl-i mizanla birbirine bakıyor. Onların ortasında dört "aşk" dizilmiş, birbirine bakıyorlar. Daha sair tevafukat-ı gaybiye bunlara kıyas edilsin. </p><p id="c_paragraf">Hangi müstensih olursa olsun, satırları, sayfaları ne şekilde olursa olsun, alâküllihâl, bu tevafukat-ı gaybiye öyle bir derecede var ki, şüphe bırakmıyor ki, ne tesadüfün işi ve ne de müellifin ve müstensihlerin düşünüşüdür. Fakat bazı hatta daha ziyade tevafukat göze çarpıyor. Demek, şu risalelere mahsus bir hatt-ı hakikî vardır; bazıları o hatta yakınlaşıyor. Garâiptendir ki, en mahir müstensihlerin değil, belki acemîlerin yazılarında daha ziyade görülür. Bundan anlaşılıyor ki, Kur'ân'ın bir nevi tefsiri olan Sözlerdeki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil, belki muntazam, güzel hakaik-i Kur'âniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslûp libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki öyle ister; ve bir dest-i gaybîdir ki o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise, içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü Nükte </span></p><p id="c_paragraf">Beş altı suali tazammun eden birinci sualinizde, "Meydan-ı haşre cem' ve keyfiyet nasıl; ve üryan mı olacak? Ve dostlarla görüşmek için ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı şefaat için nasıl bulacağız? Hadsiz insanlarla birtek zat nasıl görüşecek? Ehl-i Cennet ve Cehennemin libasları nasıl olacak? Ve bize kim yol gösterecek?" diyorsunuz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Şu sualin cevabı, gayet mükemmel ve vâzıh olarak, kütüb-ü ehâdisiyede vardır. Meşrep ve mesleğimize ait, yalnız bir iki nükteyi söyleyeceğiz. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Evvelâ:</span> Bir Mektupta, meydan-ı haşir, küre-i arzın medar-ı senevîsinde olduğunu ve küre-i arz, şimdiden mânevî mahsulâtını o meydanın elvahlarına gönderdiği gibi, senevî hareketiyle, bir daire-i vücudun temessül ve o daire-i vücudun mahsulâtıyla, bir meydan-ı haşrin teşekkülüne bir mebde olduğu ve küre-i arz denilen şu sefine-i Rabbâniyenin merkezindeki Cehennem-i Suğrâyı Cehennem-i Kübrâya boşalttığı gibi, sekenesini de meydan-ı haşre boşaltacağı beyan edilmiştir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Saniyen:</span> Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözler başta olarak sair Sözlerde, gayet katî bir surette, o haşrin, meydanıyla beraber vücudu katî olarak ispat edilmiştir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Salisen:</span> Görüşmek ise, On Altıncı Sözde ve Otuz Bir ve Otuz İkide katiyen ispat edilmiştir ki, bir zat, nuraniyet sırrıyla, bir dakikada binler yerde bulunup milyonlar adamlarla görüşebilir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Rabian:</span> Cenâb-ı Hak, insandan başka zîruh mahlûkatına fıtrî birer libas giydirdiği gibi, meydan-ı haşirde sun'î libaslardan üryan olarak, fakat fıtrî bir libas giydirmesi, ism-i Hakîm muktezasıdır. Dünyada sun'î libasın hikmeti, yalnız soğuk ve sıcaktan muhafaza ve ziynet ve setr-i avrete münhasır değildir. Belki mühim bir hikmeti, insanın sair nevilerdeki tasarruf ve münasebetine ve kumandanlığına işaret eden bir fihriste ve bir liste hükmündedir. Yoksa, kolay ve ucuz, fıtrî bir libas giydirebilirdi. Çünkü bu hikmet olmazsa, muhtelif paçavraları vücuduna sarıp giyen insan, şuurlu hayvânâtın nazarında ve onlara nispeten bir maskara olur, mânen onları güldürür. Meydan-ı haşirde o hikmet ve münasebet yok; o liste de olmaması lâzım gelir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Hamisen:</span> Rehber ise, senin gibi Kur'ân'ın nuru altına girenlere, Kur'ân'dır. <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b613.gif" /> 'lerin, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b614.gif" /> 'ların, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b773.gif" /> 'lerin başlarına bak, anla ki, Kur'ân ne kadar makbul bir şefaatçi, ne kadar doğru bir rehber, ne kadar kudsî bir nur olduğunu gör. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sadisen:</span> Ehl-i Cennet ve ehl-i Cehennemin libasları ise, Yirmi Sekizinci Sözde hurilerin yetmiş hulle giymesine dair beyan edilen düstur burada da câridir. Şöyle ki:<br /></p><p id="c_paragraf">Ehl-i Cennet olan bir insan, Cennetin her nevinden her vakit istifade etmek, elbette arzu eder. Cennetin gayet muhtelif envâ-ı mehâsini var; her vakit bütün Cennetin envâıyla mübaşeret eder. Öyleyse, Cennetin mehâsininin numunelerini, küçük bir mikyasta, kendine ve hurilerine giydirir; kendisi ve hurileri birer küçük cennet hükmüne geçer. Nasıl ki bir insan, bir memlekette münteşir bulunan çiçekler envâını, numunegâh küçük bir bahçesinde cem eder; ve bir dükkâncı, bütün mallarındaki numuneleri bir listede cem eder; ve bir insan, tasarruf ettiği ve hükmettiği ve münasebettar olduğu envâ-ı mahlûkatın numunelerini kendine bir elbise ve bir levazımat-ı beytiye yapıyor. Öyle de, ehl-i Cennet olan bir insan, hususan bütün duygularıyla ve cihazat-ı mâneviyesiyle ubudiyet etmiş ve Cennetin lezâizine istihkak kesb etmişse, herbir duygusunu memnun edecek, herbir cihazatını okşayacak, herbir letâifini zevklendirecek bir tarzda, Cennetin herbir nevinden birer mehâsini gösterecek bir tarz-ı libası, kendilerine ve hurilerine, rahmet-i İlâhiye tarafından giydirilecek. Ve o müteaddit hulleler bir cinsten, bir neviden olmadığına delil, şu mealdeki hadistir ki: </p><p id="c_paragraf">"Huriler yetmiş hulle giydikleri hâlde, bacaklarındaki ilikleri görünür, setretmiyor." </p><p id="c_paragraf">Demek, en üstündeki hulleden, tâ en alttaki hulleye kadar, ayrı ayrı mehâsinle, ayrı ayrı tarzda hissiyâtı ve duyguları zevklendirecek, memnun edecek mertebeler var. </p><p id="c_paragraf">Ehl-i Cehennem ise, nasıl ki dünyada gözüyle, kulağıyla, kalbiyle, eliyle, aklıyla, ve hâkezâ, bütün cihazatıyla günahlar işlemiş; elbette Cehennemde onlara göre elem verecek, azap çektirecek ve küçük bir cehennem hükmüne gelecek muhtelifü'l cins parçalardan yapılmış elbise giydirilmek, hikmete ve adalete münafi görünmüyor. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşinci Nükte </span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sual ediyorsunuz ki:</span> "Zaman-ı fetrette Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ecdadı bir din ile mütedeyyin miydiler?" </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Hazret-i İbrahim Aleyhisselâmın, bilâhare gaflet ve mânevî zulümat perdeleri altında kalan ve hususî bazı insanlarda cereyan eden bakiye-i dini ile mütedeyyin olduğuna rivâyat vardır. Elbette Hazret-i İbrahim Aleyhisselâmdan gelen ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı netice veren bir silsile-i nuraniyeyi teşkil eden efrad, elbette din-i hak nurundan lâkayt kalmamışlar ve zulümat-ı küfre mağlûp olmamışlar. Fakat zaman-ı fetrette, </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b784.gif" /></center><br /><p>sırrıyla, ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil'ittifak, teferruattaki hatîatlarından muahazeleri yoktur. İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eş'arîce, küfre de girse, usul-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i İlâhî irsal ile olur ve irsal dahi ıttıla ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-yı sâlifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür; etmezse azap görmez. Çünkü mahfî kaldığı için hüccet olamaz. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Peygamber göndermedikçe Biz kimseye azap edici değiliz." (İsrâ Sûresi: 17:15.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Altıncı Nükte </span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dersiniz ki:</span> "Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ecdadlarından nebî gelmiş midir?" </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Hazret-i İsmail Aleyhisselâmdan sonra bir nass-ı katî yoktur. Ecdadlarından olmayan, yalnız Hâlid ibni Sinan ve Hanzele namında iki nebî gelmiştir. </p><br /><p id="c_paragraf">Fakat ecdad-ı Nebîden, Kâ'b ibni Lüey'in meşhur ve sarih ve tansis tarzındaki bu şiiri ki,</p><br /><center><img style="WIDTH: 337px; HEIGHT: 42px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b785.gif" /> -1- </center><br /><p>demesi, mucizekârâne ve nübüvvettârâne bir söze benzer. </p><br /><p id="c_paragraf">İmam-ı Rabbânî, hem delile, hem keşfe istinaden demiş ki: "Hindistan'da çok nebîler gelmiştir. Fakat bazılarının ya hiç ümmeti olmamış; veyahut mahdut birkaç adama münhasır kaldığı için iştihar bulmamışlar, veyahut nebî ismi verilmemiş." </p><p id="c_paragraf">İşte, İmamın bu düsturuna binaen, ecdad-ı Nebîden bu nevi nebîlerin bulunması mümkün... </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Yedinci Nükte </span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Diyorsunuz ki:</span> "Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın peder ve valideleri ve ceddi Abdülmuttalib'in imanları hakkında akvâ ve esahh olan haber hangisidir?" </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Yeni Said on senedir yanında başka kitapları bulundurmuyor, "Bana Kur'ân yeter" diyor. Böyle teferruat mesâilinde, bütün kütüb-ü ehâdisi tetkik edip en akvâsını yazmaya vaktim müsaade etmiyor. Yalnız bu kadar derim ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın peder ve valideleri ehl-i necattır ve ehl-i Cennettir ve ehl-i imandır. Cenâb-ı Hak, Habib-i Ekreminin mübarek kalbini ve o kalbin taşıdığı ferzendâne şefkatini elbette rencide etmez. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Eğer denilse:</span> "Madem öyledir; neden onlar Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma imana muvaffak olamadılar? Neden bi'setine yetişemediler?" </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Cenâb-ı Hak, Habib-i Ekreminin peder ve validesini, kendi keremiyle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ferzendâne hissini memnun etmek için, valideynini minnet altında bulundurmuyor. Valideynlik mertebesinden mânevî evlât mertebesine getirmemek için, hâlis kendi minnet-i rububiyeti altına alıp onları mesut etmek ve Habib-i Ekremini de memnun etmekliği rahmeti iktiza etmiş ki, valideynini ve ceddini, ona zâhirî ümmet etmemiş. Fakat ümmetin meziyetini, faziletini, saadetini onlara ihsan etmiştir. Evet, âli bir müşirin yüzbaşı rütbesinde olan pederi, huzuruna girmesi, birbirine zıt iki hissin taht-ı tesirinde bulunur. Padişah, o müşir olan yaver-i ekremine merhameten, pederini onun maiyetine vermiyor. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Ansızın Muhammed Peygamber gelecek, doğru haberler verecek. (Hadis: Şifâ, 1:344)<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sekizinci Nükte </span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Diyorsunuz ki:</span> "Amcası Ebu Talib'in imanı hakkında esahh nedir?" </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Ehl-i teşeyyu', imanına kail; Ehl-i Sünnetin ekserîsi imanına kail değiller. Fakat benim kalbime gelen budur: </p><p id="c_paragraf">Ebu Talib, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın risaletini değil, şahsını, zâtını gayet ciddî severdi. Onun o gayet ciddî, o şahsî şefkati ve muhabbeti, elbette zayie gitmeyecektir. Evet, ciddî bir surette Cenâb-ı Hakkın Habib-i Ekremini sevmiş ve himaye etmiş ve taraftarlık göstermiş olan Ebu Talib'in, inkâra ve inada değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen makbul bir İmân getirmemesi üzerine, Cehenneme gitse de, yine Cehennem içinde bir nevi hususî cenneti, onun hasenatına mükâfaten hâlk edebilir. Kışta bazı yerde baharı hâlk ettiği ve zindanda, uyku vasıtasıyla, bazı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususî cehennemi, hususî bir nevi cennete çevirebilir. </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b988.gif" /> -1- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b690.gif" /> -2- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b457.gif" /> -3- </center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- İlim Allah katındadır. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Gaybı Allah'tan başkası bilemez. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- "Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin." (Bakara Sûresi: 2:32.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p>İbrahimhttp://www.blogger.com/profile/14965094735125295317noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-431105105679572355.post-78182340480042105092008-09-03T14:28:00.000-07:002008-09-14T23:04:34.388-07:00YİRMİ YEDİNCİ MEKTUP<center><div id="c_Border"><center><span id="c_RisaleAdi">YİRMİ YEDİNCİ MEKTUP </span></center><br /><p id="c_paragraf">Bu Mektup, Risale-i Nur Müellifinin talebelerine yazdığı ayn-ı hakikat ve çok letâfetli, güzel mektupları ile, Risale-i Nur talebelerinin Üstadlarına ve Bazen birbirlerine yazdıkları ve Risale-i Nur'un mütalâasından aldıkları parlak feyizlerini ifade eden çok zengin bir mektup olup, bu mecmuanın üç dört misli kadar büyüdüğü için, bu mecmuaya ilhak edilmemiştir. Müstakillen, Barla, Kastamonu, Emirdağ Lâhikaları olarak neşredilmiştir.<br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p></div></center>İbrahimhttp://www.blogger.com/profile/14965094735125295317noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-431105105679572355.post-85658722472525192872008-09-03T14:00:00.002-07:002008-09-14T23:04:34.390-07:00YİRMİ ALTINCI MEKTUP<center><span id="c_RisaleAdi">YİRMİ ALTINCI MEKTUP</span></center><br /><center><span id="c_KonuBaslik">Şu Yirmi Altıncı Mektup, birbiriyle münasebeti az Dört Mebhastır.</span></center><br /><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi" style="font-size:130%;">Birinci Mebhas</span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b635.gif" /> -1-<br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b524.gif" /> -2-<br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b424.gif" /> -3-<br /><img style="WIDTH: 421px; HEIGHT: 50px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b680.gif" /> -4- </center><br /><center><span id="c_RisaleAdi">Hüccetü'l-Kur'ân ale'ş-Şeytan ve Hizbihî </span></center><br /><p id="c_paragraf">İblis'i İlzam, şeytanı ifham, ehl-i tuğyanı iskât eden Birinci Mebhas, bîtarafâne muhakeme içinde Şeytanın müdhiş bir desisesini, kati bir surette reddeden bir vakıadır. O vakıanın mücmel bir kısmını on sene evvel Lemeâtta yazmıştım. şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">Bu risalenin telifinden on bir sene evvel, Ramazan-ı Şerifte, İstanbul'da, Bayezid Cami-i Şerifinde hafızları dinliyordum. Birden, şahsını görmedim, fakat mânevî bir ses işittim gibi bana geldi, zihnimi kendine çevirdi. Hayalen dinledim. Baktım ki, bana der: </p><p id="c_paragraf">"Sen Kur'ân'ı pek âli, çok parlak görüyorsun. Bîtarafâne muhakeme et, öyle bak. Yani, bir beşer kelâmı farz et, bak. Acaba o meziyetleri, o ziynetleri görecek misin?" </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Onun adıyla. O her kusurdan münezzehtir. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">4- Şeytandan sana bir vesvese geldiğinde Allah'a sığın. Şüphesiz ki O herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla bilendir. (Fussilet Sûresi: 41:36.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Hakikaten ben de ona aldandım, beşer kelâmı farz edip öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bayezid'in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer; öyle de, o farz ile, Kur'ân'ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. </p><p id="c_paragraf">O vakit anladım ki, benimle konuşan şeytandır; beni vartaya yuvarlandırıyor. Kur'ân'dan istimdad ettim. Birden, bir nur kalbime geldi, müdafaaya kati bir kuvvet verdi. O vakit, şöylece Şeytana karşı münazara başladı. </p><p id="c_paragraf">Dedim: Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir. </p><p id="c_paragraf">Şeytan dedi ki: "Öyleyse ne Allah'ın kelâmı, ne de beşerin kelâmı deme. Ortada farz et, bak." </p><p id="c_paragraf">Ben dedim: O da olamaz. Çünkü, münazaan fîh bir mal bulunsa, eğer iki müddeî birbirine yakınsa ve kurbiyet-i mekân varsa, o vakit, o mal ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir surette bir yere bırakılacak. Hangisi ispat etse, o alır. Eğer o iki müddeî birbirinden gayet uzak, biri maşrıkta, biri mağripte ise, o vakit, kaideten, sahibü'l yed kim ise onun elinde bırakılacaktır. Çünkü ortada bırakmak kabil değildir. </p><p id="c_paragraf">İşte, Kur'ân kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı Cenâb-ı Hakkın kelâmından ne kadar uzaksa, iki taraf o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, serâdan Süreyya'ya kadar birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir. Hem ortası yoktur. Çünkü, vücut ve adem gibi ve nâkızeyn gibi iki zıttırlar; ortası olamaz. Öyleyse, Kur'ân için sahibü'l yed, taraf-ı İlâhîdir. Öyleyse, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata bakılacak. Eğer öteki taraf, Onun kelâmullah olduğuna dair bütün bürhanları birer birer çürütse, elini ona uzatabilir; yoksa uzatamaz. </p><p id="c_paragraf">Heyhat! Binler berâhin-i katiyenin mıhlarıyla Arş-ı Âzama çakılan bu muazzam pırlantayı, hangi el bütün o mıhları söküp, o direkleri kesip, onu düşürebilir? </p><p id="c_paragraf">İşte, ey Şeytan, senin rağmına, ehl-i hak ve insaf bu suretteki hakikatli muhakeme ile muhakeme ederler. Hattâ, en küçük bir delilde dahi Kur'ân'a karşı imanlarını ziyadeleştirirler. Senin ve şakirtlerinin gösterdiği yol ise: </p><p id="c_paragraf">Bir kere beşer kelâmı farz edilse, yani Arşa bağlanan o muazzam pırlanta yere atılsa, bütün mıhların kuvvetinde ve çok bürhanların metanetinde birtek bürhan lâzım ki onu yerden kaldırıp Arş-ı Mânevîye çaksın-tâ küfrün zulümatından kurtulup imanın envârına erişsin. Halbuki buna muvaffak olmak pek güçtür. Onun için, senin desisenle, şu zamanda, bîtarafâne muhakeme sureti altında çokları imanlarını kaybediyorlar.<br /></p><p id="c_paragraf">Şeytan döndü ve dedi: </p><p id="c_paragraf">"Kur'ân beşer kelâmına benziyor; onların muhaveresi tarzındadır. Demek beşer kelâmıdır. Eğer Allah'ın kelâmı olsa, Ona yakışacak, her cihetçe harikulâde bir tarzı olacaktı. Onun san'atı nasıl beşer san'atına benzemiyor; kelâmı da benzememeli." </p><p id="c_paragraf">Cevaben dedim: </p><p id="c_paragraf">Nasıl ki Peygamberimiz (a.s.m.), mu'cizâtından ve hasâisinden başka, ef'al ve ahval ve etvârında beşeriyette kalıp, beşer gibi âdet-i İlâhiyeye ve evâmir-i tekviniyesine münkad ve mutî olmuş. O da soğuk çeker, elem çeker, ve hâkezâ... Herbir ahval ve etvârında harikulâde bir vaziyet verilmemiş-tâ ki ümmetine ef'âliyle imam olsun, etvârıyla rehber olsun, umum harekâtıyla ders versin. Eğer her etvârında harikulâde olsaydı, bizzat her cihetçe imam olamazdı, herkese mürşid-i mutlak olamazdı, bütün ahvâliyle rahmeten li'l-âlemîn olamazdı. </p><p id="c_paragraf">Aynen öyle de, Kur'ân-ı Hakîm, ehl-i şuura imamdır, cin ve inse mürşiddir, ehl-i kemâle rehberdir, ehl-i hakikate muallimdir. Öyleyse, beşerin muhaverâtı ve üslûbu tarzında olmak, zarurî ve katidir. Çünkü, cin ve ins münâcâtını ondan alıyor, duasını ondan öğreniyor, mesâilini onun lisanıyla zikrediyor, edeb-i muaşereti ondan taallüm ediyor, ve hâkezâ, herkes onu merci yapıyor. Öyleyse, eğer Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın Tûr-i Sina'da işittiği kelâmullah tarzında olsaydı, beşer bunu dinlemekte ve işitmekte tahammül edemezdi ve merci edemezdi. Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm gibi bir ulül'azm, ancak birkaç kelâmı işitmeye tahammül etmiştir. Mûsâ Aleyhisselâm demiş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b681.gif" /> -1- </center><br /><p id="c_paragraf">Şeytan yine döndü, dedi ki: </p><p id="c_paragraf">"Kur'ân'ın mesâili gibi, çok zatlar o çeşit mesâili din namına söylüyorlar. Onun için, bir beşer, din namına böyle birşey yapmak mümkün değil mi?" </p><p id="c_paragraf">Cevaben, Kur'ân'ın nuruyla dedim ki: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Evvelâ:</span> Dindar bir adam, din muhabbeti için, "Hak böyledir, hakikat budur, Allah'ın emri böyledir" der. Yoksa, Allah'ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah'ın taklidini yapıp, Onun yerinde konuşmaz. </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b682.gif" /> -2- </center><br /><p>düsturundan titrer. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Ve saniyen:</span> Bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir, belki yüz derece muhaldir. Çünkü birbirine yakın zatlar birbirini taklit edebilirler. Bir cinsten olanlar birbirinin suretine girebilirler. Mertebece birbirine yakın olanlar birbirinin makamlarını taklit edebilirler, muvakkaten insanları iğfal ederler; fakat daimi iğfal edemezler. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında, alâ külli hal, etvar ve ahvâli içindeki tasannuatlar ve tekellüfatlar sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmeyecek. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Senin kelâmın böyle midir?' Allah buyurdu: 'Ben bütün lisanların kuvvetine mâlikim. Süyûtî, ed-Dürrü'l-Mensûr, 3:536.<br />2- Allah adına yalan söyleyenden daha zalim kim vardır? (Zümer Sûresi: 39:32.)<br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan, ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir adam İbn-i Sina gibi bir dâhiyi ilimde taklit etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak, belki kendi maskara olacak. Herbir hali bağıracak ki, "Bu sahtekârdır!" </p><p id="c_paragraf">İşte - hâşâ, yüz bin defa hâşâ - Kur'ân beşer kelâmı farz edildiği vakit, nasıl ki bir yıldız böceği bin sene tekellüfsüz, hakikî bir yıldız olarak rasat ehline görünsün? Hem bir sinek, bir sene tamamen tavus suretini tasannusuz temâşâ ehline göstersin? Hem sahtekâr, âmi bir nefer, namdar, âli bir müşirin tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini ihsas etmesin? Hem müfteri, yalancı, itikadsız bir adam, müddet-i ömründe daima en sadık, en emin, en mutekid bir zâtın keyfiyetini ve vaziyetini en müdakkik nazarlara karşı telâşsız göstersin, dâhilerin nazarında tasannuu saklansın? Bu ise yüz derece muhaldir; ona hiçbir zîakıl mümkün diyemez. Ve öyle de farz etmek, bedihî bir muhali vaki farz etmek gibi bir hezeyandır. </p><p id="c_paragraf">Aynen öyle de, Kur'ân'ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, âlem-i İslâmın semâsında bilmüşahede pek parlak ve daima envâr-ı hakaiki neşreden bir yıldız-ı hakikat, belki bir şems-i kemâlât telâkki edilen Kitab-ı Mübinin mahiyeti-hâşâ, sümme hâşâ-bir yıldız böceği hükmünde tasannucu bir beşerin hurafatlı bir düzmesi olsun. Ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın. Ve onu daima âli ve memba-ı hakaik bir yıldız bilsin. Bu ise yüz derece muhal olmakla beraber, sen ey Şeytan, yüz derece şeytanetinde ileri gitsen, buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın. Yalnız, pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun; yıldızı, yıldız böceği gibi küçük gösteriyorsun. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Salisen:</span> Hem, Kur'ân'ı beşer kelâmı farz etmek, lâzım gelir ki, âsârıyla, tesirâtıyla, netâiciyle âlem-i insaniyetin bilmüşahede en ruhlu ve hayatfeşan, en hakikatli ve saadetresan, en cemiyetli ve mucizbeyan, âli meziyetleriyle yaldızlı bir Furkanın gizli hakikati (hâşâ) muavenetsiz, ilimsiz birtek insanın fikrinin tasniâtı olsun, yakınında onu temâşâ eden ve merakla dikkat eden büyük zekâlar, ulvî dehâlar onda hiçbir zaman, hiçbir cihette sahtekârlık ve tasannu eserini görmesin; daima ciddiyeti, samimiyeti, ihlâsı bulsun. </p><p id="c_paragraf">Bu ise, yüz derece muhal olmakla beraber, bütün ahvâliyle, akvâliyle, harekâtıyla bütün hayatında emaneti, imanı, emniyeti, ihlâsı, ciddiyeti, istikameti gösteren ve ders veren ve sıddıkînleri yetiştiren en yüksek, en parlak, en âli haslet telâkki edilen ve kabul edilen bir zâtı en emniyetsiz, en ihlâssız, en itikadsız farz etmekle, muzaaf bir muhali vaki görmek gibi, Şeytanı dahi utandıracak bir hezeyan-ı fikrîdir. Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal olarak, Kur'ân kelâmullah olmazsa, Arştan ferşe düşer gibi sukut eder, ortada kalmaz. Mecma-ı hakaik iken, memba-ı hurafat olur. Ve o harika fermanı gösteren zat-hâşâ, sümme hâşâ-eğer Resulullah olmazsa, âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne sukut etmek ve memba-ı kemâlât derecesinden maden-i desâis makamına düşmek lâzım gelir, ortada kalamaz. Zira Allah namına iftira eden, yalan söyleyen, en ednâ bir dereceye düşer. Bir sineği daimî bir surette tavus görmek ve tavusun büyük evsâfını onda her vakit müşahede etmek ne kadar muhal ise, şu mesele de öyle muhaldir. Fıtraten akılsız, sarhoş bir divane lâzım ki buna ihtimal versin.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Rabian:</span> Hem, Kur'ân'ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, benî Âdemin en büyük ve muhteşem ordusu olan ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) mukaddes bir kumandanı olan Kur'ân, bilmüşahede kuvvetli kanunlarıyla, esaslı düsturlarıyla, nâfiz emirleriyle, o pek büyük orduyu iki cihanı fethedecek bir derecede bir intizam verdiği ve bir inzibat altına aldığı ve maddî ve mânevî teçhiz ettiği ve umum efradın derecâtına göre akıllarını talim ve kalblerini terbiye ve ruhlarını teshir ve vicdanlarını tathir, âzâ ve cevârihlerini istimal ve istihdam ettiği halde-hâşâ, yüz bin hâşâ-kuvvetsiz, kıymetsiz, asılsız bir düzme farz edip, yüz derece muhali kabul etmek lâzım gelmekle beraber; müddet-i hayatında ciddî harekâtıyla Hakkın kanunlarını benî Âdeme ders veren ve samimî ef'âliyle hakikatin düsturlarını beşere talim eden ve hâlis ve makul akvâliyle istikametin ve saadetin usullerini gösteren ve tesis eden ve bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle, Allah'ın azâbından çok havf eden ve herkesten ziyade Allah'ı bilen ve bildiren ve nev-i beşerin beşten birisine ve küre-i arzın yarısına bin üç yüz elli sene kemâl-i haşmetle kumandanlık eden ve cihanı velveleye veren şöhretşiar şuûnâtıyla, nev-i beşerin, belki kâinatın elhak medar-ı fahri olan bir zâtı - hâşâ, yüz bin defa hâşâ - Allah'tan korkmaz ve bilmez ve yalandan çekinmez, haysiyetini tanımaz farz etmekle, yüz derece muhali birden irtikâp etmek lâzım gelir. Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal olarak, Kur'ân kelâmullah olmazsa, Arştan düşse, orta yerde kalamaz. Belki yerde en yalancı birinin malı olduğunu kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, ey Şeytan, yüz derece sen katmerli bir şeytan olsan, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın ve çürümemiş hiçbir kalbi ikna edemezsin. </p><p id="c_paragraf">Şeytan döndü, dedi: </p><p id="c_paragraf">"Nasıl kandıramam? Ekser insanlara ve insanın meşhur âkıllerine Kur'ân'ı ve Muhammed'i inkâr ettirdim ve kandırdım." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap: Evvelâ:</span> Gayet uzak mesafeden bakılsa, en büyük şey, en küçük birşey gibi görünebilir. Bir yıldız, bir mum kadardır denilebilir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Saniyen:</span> Hem tebeî ve sathî bir nazarla bakılsa, gayet muhal birşey mümkün görünebilir. </p><p id="c_paragraf">Bir zaman bir ihtiyar adam Ramazan hilâlini görmek için semâya bakmış. Gözüne bir beyaz kıl inmiş. O kılı ay zannetmiş, "Ayı gördüm" demiş. İşte, muhaldir ki, hilâl o beyaz kıl olsun. Fakat kasten ve bizzat aya baktığı ve o saçı tebeî ve dolayısıyla ve ikinci derecede göründüğü için, o muhali mümkün telâkki etmiş. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Salisen:</span> Hem kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır. </p><p id="c_paragraf">Adem-i kabul bir lâkaytlıktır, bir göz kapamaktır ve câhilâne bir hükümsüzlüktür. Bu surette, çok muhal şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı onlarla uğraşmaz. </p><p id="c_paragraf">Amma inkâr ise, o adem-i kabul değil, belki o kabul-ü ademdir, bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur. </p><p id="c_paragraf">O halde, senin gibi bir şeytan, onun aklını elinden alır, sonra inkârı ona yutturur. Hem, ey Şeytan, bâtılı hak ve muhali mümkün gösteren gaflet ve dalâlet ve safsata ve inat ve mağlâta ve mükâbere ve iğfal ve görenek gibi şeytanî desiselerle, çok muhâlâtı intaç eden küfür ve inkârı, o bedbaht, insan suretindeki hayvanlara yutturmuşsun.</p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- Haşiye --><p id="c_hasiye"><span id="c_c_kalin"><span style="FONT-WEIGHT: bold; COLOR: rgb(255,0,0)">Haşiye</span>:</span> Kur'ân-ı Hakîm, kâfirlerin küfriyatlarını ve galiz tabiratlarını iptal etmek için zikrettiğine istinaden, ehl-i dalâletin fikr-i küfrîlerinin bütün bütün muhaliyetini ve bütün bütün çürüklüğünü göstermek için, şu tabirâtı farz-ı muhal suretinde titreyerek kullanmaya mecbur oldum.<br /></p><p id="c_hasiye"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Rabian:</span> Hem, Kur'ân'ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, âlem-i insaniyetin semâsında yıldızlar gibi parlayan asfiyalara, sıddıkînlere, aktablara bilmüşahede rehberlik eden ve bilbedâhe mütemadiyen hak ve hakkaniyeti, sıdk ve sadakati, emn ve emaneti umum tabakat-ı ehl-i kemâle talim eden ve erkân-ı imaniyenin hakaikiyle ve erkân-ı İslâmiyenin desâtiriyle iki cihanın saadetini temin eden ve bu icraatının şehadetiyle bizzarure hak, hâlis ve sâfi hakikat ve gayet doğru ve pek ciddî olmak lâzım gelen bir kitabı, kendi evsâfının ve tesirâtının ve envârının zıddıyla muttasıf tasavvur edip -hâşâ, hâşâ!- tasniat ve iftiraların mecmuası nazarıyla bakmak, sofestaîleri ve şeytanları dahi utandıracak ve titretecek şenî bir hezeyan-ı küfrî olmakla beraber; izhar ettiği din ve şeriat-ı İslâmiyenin şehadetiyle ve müddet-i hayatında gösterdiği bil'ittifak fevkalâde takvâsının ve hâlis ve sâfi ubudiyetinin delâletiyle ve bil'ittifak kendinde göründüğü ahlâk-ı hasenesinin iktizasıyla ve yetiştirdiği bütün ehl-i hakikatin ve sahib-i kemâlâtın tasdikiyle en mutekid, en metin, en emin, en sadık bir zâtı-hâşâ, sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ-itikadsız, en emniyetsiz, Allah'tan korkmaz, yalandan çekinmez bir vaziyette farz edip, muhâlâtın en çirkin ve menfur bir suretini ve dalâletin en zulümlü ve zulümatlı bir tarzını irtikâp etmek lâzım gelir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elhasıl:</span> On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaretinde denildiği gibi, nasıl ki kulaklı âmi tabakası, i'câz-ı Kur'ân fehminde demiş: "Kur'ân, bütün dinlediğim ve dünyada mevcut kitaplara kıyas edilse, hiçbirisine benzemiyor ve onların derecesinde değildir." Öyleyse, ya Kur'ân umumun altındadır veya umumun fevkinde bir derecesi vardır. Umumun altındaki şık ise, muhal olmakla beraber, hiçbir düşman, hattâ Şeytan dahi diyemez ve kabul etmez. Öyleyse, Kur'ân umum kitapların fevkindedir; öyleyse mucizedir. </p><p id="c_paragraf">Aynen öyle de, biz de ilm-i usul ve fenn-i mantıkça sebr ve taksim denilen en kati hüccetle deriz: </p><p id="c_paragraf">Ey Şeytan ve ey Şeytanın şakirtleri! Kur'ân ya Arş-ı Âzamdan ve İsm-i Âzamdan gelmiş bir kelâmullahtır veyahut-hâşâ, sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ-yerde, Allah'tan korkmaz ve Allah'ı bilmez, itikadsız bir beşerin düzmesidir. Bu ise, ey Şeytan, sabık hüccetlere karşı bunu sen diyemezsin ve diyemezdin ve diyemeyeceksin. Öyleyse, bizzarure ve bilâşüphe, Kur'ân Hâlık-ı Kâinatın kelâmıdır. Çünkü ortası yoktur ve muhaldir ve olamaz. Nasıl ki kati bir surette ispat ettik; sen de gördün ve dinledin. </p><p id="c_paragraf">Hem Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ya Resulullahtır ve bütün resullerin ekmeli ve bütün mahlûkatın efdalidir; veyahut-hâşâ, yüz bin defa hâşâ-Allah'a iftira ettiği ve Allah'ı bilmediği ve azâbına inanmadığı için, itikadsız, esfel-i sâfilîne sukut etmiş bir beşer farz etmek lâzım gelir. Bu ise, ey İblis, ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa filozofları ve Asya münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. Çünkü bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek, dünyada yoktur. Onun içindir ki, güvendiğin o filozofların en müfsitleri ve o münafıkların en vicdansızları dahi diyorlar ki: "Muhammed-i Arabî (a.s.m.) çok akıllıydı ve çok güzel ahlâklıydı."<br /></p><p id="c_paragraf">Madem şu mesele iki şıkka münhasırdır. Ve madem ikinci şık muhaldir ve hiçbir kimse buna sahip çıkmıyor. Ve madem kati hüccetlerle ispat ettik ki, ortası yoktur. Elbette ve bizzarure, senin ve hizbüşşeytanın rağmına olarak, bilbedâhe ve bihakkılyakîn, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm Resulullahtır ve bütün resullerin ekmelidir ve bütün mahlûkatın efdalidir. </p><br /><center><img style="WIDTH: 365px; HEIGHT: 41px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b683.gif" /> -1- </center><br /><p id="c_paragraf">Şeytanın İkinci, Küçük Bir İtirazı </p><p id="c_paragraf">Sûre-i <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b684.gif" /> -2-'i okurken, </p><br /><center><img style="WIDTH: 410px; HEIGHT: 173px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b685.gif" /> -3- </center><br /><p id="c_paragraf">Şu âyetleri okurken Şeytan dedi ki: "Kur'ân'ın en mühim fesahatini, siz onun selâsetinde ve vuzuhunda buluyorsunuz. Halbuki şu âyette nereden nereye atlıyor! Sekerattan, tâ kıyamete atlıyor. Nefh-i surdan, muhasebenin hitâmına intikal ediyor ve ondan Cehenneme ithali zikrediyor. Bu acip atlamaklar içinde hangi selâset kalır? Kur'ân'ın ekser yerlerinde, böyle birbirinden uzak meseleleri birleştiriyor. Böyle münasebetsiz vaziyetle selâset, fesahat nerede kalır?" </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Meleklerin, insanların ve cinlerin sayısınca ona salât ve selâm olsun.<br />2- Kaf. Şerefi pek yüce olan Kur'an'a yemin olsun.<br />3- İnsanın ağzından hiçbir söz çıkmaz ki, yanında onu yazmaya hazır, gözetleyici bir melek olmasın. Derken ölüm sarhoşluğu gerçekten geliverir. İşte senin kaçıp durduğun şey budur. Ve sûra üfürülür. Vaad olunan gün işte budur. Herkes yanında bir sevk eden, bir de şahitlik eden melekle beraber gelir. And olsun ki sen bundan gafildin. Şimdi gözünden perdeyi kaldırdık. Bakışın pek keskindir bugün! Yanındaki melek, 'İşte onun defteri bende hazırdır' der. Atın Cehenneme herbir inatçı kâfiri! (Kaf Sûresi: 50:18-24.)<br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın esas-ı i'câzının en mühimlerinden, belâgatinden sonra îcâzıdır. Îcaz, i'câz-ı Kur'ân'ın en metin ve en mühim bir esasıdır. Kur'ân-ı Hakîmde şu mucizâne îcaz o kadar çoktur ve o kadar güzeldir ki, ehl-i tetkik, karşısında hayrettedirler. Meselâ, </p><br /><center><img style="WIDTH: 395px; HEIGHT: 83px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b686.gif" /> -1- </center><br /><p>kısa birkaç cümleyle Tufan hadise-i azîmesini netâiciyle öyle îcazkârâne ve mucizâne beyan ediyor ki, çok ehl-i belâgati, belâgatine secde ettirmiş. </p><br /><p id="c_paragraf">Hem meselâ, </p><br /><center><img style="WIDTH: 433px; HEIGHT: 125px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b687.gif" /> -2- </center><br /><p id="c_paragraf">İşte, kavm-i Semud'un acip ve mühim hâdisâtını ve netâicini ve sû-i akıbetlerini böyle kısa birkaç cümle ile, îcaz içinde bir i'câz ile, selâsetli ve vuzuhlu ve fehmi ihlâl etmez bir tarzda beyan ediyor. </p><p id="c_paragraf">Hem meselâ, </p><br /><center><img style="WIDTH: 417px; HEIGHT: 83px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b688.gif" /> -3- </center><br /><p id="c_paragraf">İşte, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b689.gif" /> -4- cümlesinden <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b690.gif" /> -5- cümlesine kadar çok cümleler matvîdir, o mezkûr olmayan cümleler fehmi ihlâl etmiyor, selâsete zarar vermiyor. Hazret-i Yunus Aleyhisselâmın kıssasından mühim esasları zikreder, mütebâkisini akla havale eder. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Ve denildi ki: 'Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu tut.' Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cûdî Dağına oturdu. Ve 'Zalimler güruhu Allah'ın rahmetinden uzak olsun' denildi. (Hûd Sûresi: 11:44.) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Semud kavmi, azgınlığı yüzünden peygamberini yalanladı. Onların en azgını başkaldırdığı zaman, Allah'ın Resulü kendilerine 'Allah'ın bir mucize olarak yarattığı şu deveye dokunmayın; onun su içmesine mâni olmayın' demişti. Onlar peygamberlerini yalanlayıp deveyi öldürdüler. Rableri de, günahları yüzünden onları azapla kuşatıp hepsini birden helâk etti. Allah onlara verdiği cezanın âkıbetinden korkacak değildir. (Şems Sûresi: 91:11-15. )</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- Balığın yuttuğu Yunus'u da hatırla ki, öfkelenerek kavmini terk etmiş ve Bizim de kendisini bu yüzden bir sıkıntıya uğratmayacağımızı sanmıştı. Sonra karanlıklar içinde kaldığında niyaz etti: 'Senden başka ilâh yoktur; Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendisine zulmedenlerden oldum.' (Enbiyâ Sûresi: 21:87. )</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">4- Bizim de kendisini bu yüzden bir sıkıntıya sokmayacağımızı... (Enbiyâ Sûresi: 87) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">5- Sonra karanlıklar içinde kaldığında niyaz etti. (Enbiyâ Sûresi: 87)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem meselâ, Sûre-i Yusuf'ta <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b691.gif" /> -1- kelimesinden <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b692.gif" /> -2- ortasında yedi sekiz cümle, îcaz ile tayyedilmiş; hiç fehmi ihlâl etmiyor, selâsetine zarar vermiyor. Bu çeşit mucizâne îcazlar Kur'ân'da pek çoktur. Hem pek güzeldir. </p><p id="c_paragraf">Amma Sûre-i Kaf'ın âyeti ise, ondaki îcaz pek acip ve mucizânedir. Çünkü, kâfirin pek müthiş ve çok uzun ve bir günü elli bin sene olan istikbaline ve o istikbalin dehşetli inkılâbâtında kâfirin başına gelecek elîm ve mühim hâdisâta birer birer parmak basıyor, şimşek gibi fikri onlar üstünde gezdiriyor. O pek çok uzun zamanı, hazır bir sayfa gibi nazara gösterir; zikredilmeyen hâdisâtı hayale havale edip ulvî bir selâsetle beyan eder. </p><br /><center><img style="WIDTH: 359px; HEIGHT: 44px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b693.gif" /> -3- </center><br /><p id="c_paragraf">İşte, ey Şeytan, şimdi bir sözün daha varsa söyle. </p><p id="c_paragraf">Şeytan der: "Bunlara karşı gelemem, müdafaa edemem. Fakat çok ahmaklar var, beni dinliyorlar. Ve insan suretinde çok şeytanlar var, bana yardım ediyorlar. Ve filozoflardan çok firavunlar var, enâniyetlerini okşayan meseleleri benden ders alıyorlar, senin bu gibi Sözlerin neşrine sed çekerler. Bunun için sana teslim-i silâh etmem." </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b457.gif" /> -4- </center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Beni gönderiniz. (Yusuf Sûresi: 45.)<br />2- Ey Yusuf! Ey doğru sözlü kişi. (Yusuf Sûresi: 46.)<br />3- Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki, rahmete erişesiniz. (A'râf Sûresi: 7:204.)<br />4- Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Sensin. (Bakara Sûresi: 2:32.)</p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi" style="font-size:130%;">İkinci Mebhas</span></center><br /><p id="c_paragraf">Şu Mebhas, bana daimî hizmet edenlerin, ahlâkımda gördükleri acip ihtilâftan gelen hayretlerine karşı, hem iki talebemin benim hakkımda haddimden fazla hüsnüzanlarını tâdil etmek için yazılmıştır. </p><p id="c_paragraf">Ben görüyorum ki: Kur'ân-ı Hakîmin hakaikine ait bazı kemâlât, o hakaike dellâllık eden vasıtalara veriliyor. Şu ise yanlıştır. Çünkü, mehazın kudsiyeti, çok bürhanlar kuvvetinde tesirat gösteriyor, onunla ahkâmı umuma kabul ettiriyor. Ne vakit dellâl ve vekil gölge etse, yani onlara teveccüh edilse, o mehazdaki kudsiyetin tesiri kaybolur. Bu sır içindir ki, bana karşı haddimden çok fazla teveccüh gösteren kardeşlerime bir hakikati beyan edeceğim. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">Bir insanın müteaddit şahsiyeti olabilir. O şahsiyetler ayrı ayrı ahlâkı gösteriyorlar. Meselâ, büyük bir memurun, memuriyet makamında bulunduğu vakit bir şahsiyeti var ki, vakar iktiza ediyor, makamın izzetini muhafaza edecek etvar istiyor. Meselâ, her ziyaretçi için tevazu göstermek tezellüldür, makamı tenzildir. Fakat kendi hanesindeki şahsiyeti, makamın aksiyle bazı ahlâkı istiyor ki, ne kadar tevazu etse iyidir. Az bir vakar gösterse, tekebbür olur. Ve hâkezâ... </p><p id="c_paragraf">Demek bir insanın, vazifesi itibarıyla bir şahsiyeti bulunur ki, hakikî şahsiyetiyle çok noktalarda muhalif düşer. Eğer o vazife sahibi o vazifeye hakikî lâyıksa ve tam müstaid ise, o iki şahsiyeti birbirine yakın olur. Eğer müstaid değilse, meselâ bir nefer bir müşir makamında oturtulsa, o iki şahsiyet birbirinden uzak düşer; o neferin şahsî, âdi, küçük hasletleri, makamın iktiza ettiği âli, yüksek ahlâkla kabil-i telif olamıyor. </p><p id="c_paragraf">İşte, bu biçare kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">* Birincisi:</span> Kur'ân-ı Hakîmin hazine-i âlisinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur'ân'a ait bir şahsiyetim var. O dellâllığın iktiza ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk benim değil; ben sahip değilim. Belki o makamın ve o vazifenin iktiza ettiği seciyelerdir. Bende bu neviden ne görseniz benim değil; onunla bana bakmayınız, o makamındır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">* İkinci şahsiyet:</span> Ubudiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubudiyetin esası olan "kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek" noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncüsü:</span> Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said'in bozması bir şahsiyetim var ki, o da Eski Said'den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazen riyâya, hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem, asil bir hanedandan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisat ile, düşkün ve pest ahlâklar görünüyor. </p><p id="c_paragraf">Ey kardeşler! Sizi bütün bütün kaçırmamak için, bu şahsiyetimin gizli çok fenalıklarını ve sû-i hallerini söylemeyeceğim. İşte, kardeşlerim, ben müstaid ve makam sahibi olmadığım için, şu şahsiyetim, dellâllık ve ubudiyet vazifelerindeki ahlâktan ve âsârdan çok uzaktır. </p><p id="c_paragraf">Hem <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b695.gif" /> -1- kaidesince, Cenâb-ı Hak, merhametkârâne, kudretini benim hakkımda böyle göstermiş ki, en ednâ bir nefer gibi bu şahsiyetimi, en âlâ bir makam-ı müşiriyet hükmünde olan hizmet-i esrar-ı Kur'âniyede istihdam ediyor. Yüz binler şükür olsun! Nefis cümleden süflî, vazife cümleden âlâ. </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b696.gif" /> -2- </center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Allah vergisi için kabiliyet şart değildir.<br />2- Allah'a hamd olsun. Bu Rabbimin fazl ve ihsanındandır.<br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi" style="font-size:130%;">Üçüncü Mebhas</span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b424.gif" /></center><br /><center><img style="WIDTH: 428px; HEIGHT: 45px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b698.gif" /> -1- </center><br /><p id="c_paragraf">Yani, </p><br /><center><img style="WIDTH: 393px; HEIGHT: 40px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b699.gif" /> -2- </center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa, sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir." </p><p id="c_paragraf">Şu Mebhas Yedi Meseledir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Birinci Mesele: </span></p><p id="c_paragraf">Şu âyet-i kerimenin ifade ettiği hakikat-i âliye hayat-ı içtimaiyeye ait olduğu için, hayat-ı içtimaiyeden çekilmek isteyen Yeni Said lisanıyla değil, belki İslâmın hayat-ı içtimaiyesiyle münasebettar olan Eski Said lisanıyla, Kur'ân-ı Azîmüşşâna bir hizmet maksadıyla ve haksız hücumlara bir siper teşkil etmek fikriyle yazmaya mecbur oldum. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">İkinci Mesele: </span></p><p id="c_paragraf">Şu âyet-i kerimenin işaret ettiği teârüf ve teâvün düsturunun beyanı için deriz ki: </p><p id="c_paragraf">Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edilir. Tâ ki, her neferin muhtelif ve müteaddit münasebâtı ve o münasebâta göre vazifeleri tanınsın, bilinsin-tâ, o ordunun efradları, düstur-u teâvün altında hakikî bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı içtimaiyeleri a'dânın hücumundan masun kalsın. Yoksa, tefrik ve inkısam, bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasamet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık. (Hucurat Sûresi: 49:13.) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Müellifin Arapça ifadesi olup, manası verilmiştir.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Aynen öyle de, heyet-i içtimaiye-i İslâmiye büyük bir ordudur; kabâil ve tavâife inkısam edilmiş. Fakat bin bir bir birler adedince cihet-i vahdetleri var: Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir-bir, bir, bir, binler kadar bir, bir... </p><p id="c_paragraf">İşte bu kadar bir birler uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar. Demek, kabâil ve tavâife inkısam, şu âyetin ilân ettiği gibi, teârüf içindir, teâvün içindir; tenâkür için değil, tehâsum için değildir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Üçüncü Mesele: </span></p><p id="c_paragraf">Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki parçalayıp onları yutsunlar. </p><p id="c_paragraf">Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârâne bir lezzet var, şeâmetli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara "Fikr-i milliyeti bırakınız" denilmez. Fakat fikr-i milliyet iki kısımdır: </p><p id="c_paragraf">Bir kısmı menfidir, şeâmetlidir, zararlıdır. Başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adâvetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise, muhasamet ve keşmekeşe sebeptir. Onun içindir ki, hadis-i şerifte ferman etmiş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b700.gif" /> -1- </center><br /><p>ve Kur'ân da ferman etmiş: </p><br /><center><img style="WIDTH: 368px; HEIGHT: 128px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b701.gif" /> -2- </center><br /><p id="c_paragraf">İşte şu hadis-i şerif, şu âyet-i kerime, kati bir surette menfi bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünkü müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti ona ihtiyaç bırakmıyor. </p><p id="c_paragraf">Evet, acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon vardır? Ve o İslâmiyet yerine o unsuriyet fikri, fikir sahibine o kadar kardeşleri, hem ebedî kardeşleri kazandırsın? </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Bu ibare, İslâmiyet öncesi câhiliye âdetlerine dönmekten men eden hadislerden iktibas edilmiştir. Bu mevzuda bir çok hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Bunlardan birisi şöyledir: 'İslâm dini kendinden önceki bâtıl olan fiil, hareket, âdet ve inanışları keser, kaldırır.' Buharî, Ahkâm: 4, İmâra: 36, 37; Ebû Dâvud, Sünnet: 5; Tirmizî, Cihâd: 28, İlim: 16, Nesâî, Bey'a: 26; İbni Mâce, Cihad: 39; Müsned, 4: 69, 70, 199, 204, 205, 5:381, 6:402, 403.<br />2- Kâfirler, kalblerine cahiliyet taassubundan ibaret olan o gayreti yerleştirdiklerinde, Allah, Resulünün ve mü'minlerin üzerine sükûnet ve emniyetini indirdi ve onlara takvâda ve sözlerine bağlılıkta sebat verdi. Zaten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi. Allah ise herşeyi hakkıyla bilir. (Fetih Sûresi: 48:26.)<br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Evet, menfi milliyetin tarihçe pek çok zararları görülmüş. Ezcümle, Emevîler, bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem âlem-i İslâmı küstürdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler. </p><p id="c_paragraf">Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden başka, Harb-i Umumîdeki hâdisât-ı müthişe dahi, menfi milliyetin nev-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi. </p><p id="c_paragraf">Hem bizde, iptida-yı Hürriyette, Babil Kalesinin harabiyeti zamanında "tebelbül-ü akvam" tabir edilen teşâub-u akvam ve o teşâub sebebiyle dağılmaları gibi, menfi milliyet fikriyle, başta Rum ve Ermeni olarak pek çok kulüpler namında sebeb-i tefrika-i kulûb, muhtelif mülteciler cemiyetleri teşekkül etti. Ve onlardan şimdiye kadar ecnebîlerin boğazına gidenlerin ve perişan olanların halleri, menfi milliyetin zararını gösterdi. </p><p id="c_paragraf">Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen anâsır ve kabâil-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabanî bakmak ve birbirini düşman telâkki etmek öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Adeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirip sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle, büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa'nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda onlara ehemmiyet vermeyip, belki mânen onlara yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle şark vilâyetlerindeki vatandaşlara veya cenup tarafındaki dindaşlara adâvet besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehâlikiyle beraber, o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenuptan gelen Kur'ân nuru var; İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o dindaşlara adâvet ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur'ân'a dokunur. İslâmiyet ve Kur'ân'a karşı adâvet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adâvettir. Hamiyet namına hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye iki hayatın temel taşlarını harap etmek, hamiyet değil, hamâkattir! </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Dördüncü Mesele: </span></p><p id="c_paragraf">Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dahilîsinden ileri geliyor. Teâvüne, tesanüde sebeptir; menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur. </p><p id="c_paragraf">Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim olmalı, kale olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kalenin taşlarını kalenin içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nevinden ahmakane bir cinayettir.<br /></p><p id="c_paragraf">İşte, ey ehl-i Kur'ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur'ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur'ân'ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur'ân'a ve İslâmiyete kal'a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz. Tâ </p><br /><center><img style="WIDTH: 373px; HEIGHT: 38px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b1009.gif" /> -1- </center><br /><p>âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa'nın ve frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız. </p><br /><p id="c_paragraf">Câ-yı Dikkat Bir Hâl: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Halbuki, küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var. Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş; ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Beşinci Mesele: </span></p><p id="c_paragraf">Asya'da uyanan akvam, fikr-i milliyete sarılıp, aynen Avrupa'yı her cihetle taklit ederek, hattâ çok mukaddesatları o yolda feda ederek hareket ediyorlar. Halbuki her milletin kamet-i kıymeti başka bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa, tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına bir jandarma elbisesi giydirilmez. Bir ihtiyar hocaya tango bir kadın libası giydirilmediği gibi, körü körüne taklit dahi çok defa maskaralık olur. Çünkü: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Evvelâ:</span> Avrupa bir dükkân, bir kışla ise, Asya bir mezraa, bir cami hükmündedir. Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi gidemez. Kışla vaziyeti ile mescid vaziyeti bir olmaz. </p><p id="c_paragraf">Hem ekser enbiyanın Asya'da zuhuru, ağleb-i hukemanın Avrupa'da gelmesi, kader-i ezelînin bir remzi, bir işaretidir ki, Asya akvâmını intibâha getirecek, terakki ettirecek, idare ettirecek, din ve kalbdir. Felsefe ve hikmet ise din ve kalbe yardım etmeli, yerine geçmemeli. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Allah öyle bir topluluk getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever. Onlar mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler." (Mâide Sûresi: 5:54.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Saniyen:</span> Din-i İslâmı Hıristiyan dinine kıyas edip Avrupa gibi dine lâkayt olmak, pek büyük bir hatadır. Evvelâ, Avrupa dinine sahiptir. Başta Wilson, Loyd George, Venizelos gibi Avrupa büyükleri, papaz gibi dinlerine mutaassıp olmaları şahittir ki, Avrupa dinine sahiptir, belki bir cihette mutaassıptır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Salisen:</span> İslâmiyeti Hıristiyan dinine kıyas etmek, kıyas-ı maalfârıktır; o kıyas yanlıştır. Çünkü Avrupa dinine mutaassıp olduğu zaman medenî değildi; taassubu terk etti, medenîleşti. </p><p id="c_paragraf">Hem din onların içinde üç yüz sene muharebe-i dahiliyeyi intaç etmiş. Müstebit zalimlerin elinde avâmı, fukarayı ve ehl-i fikri ezmeye vasıta olduğundan, onların umumunda muvakkaten dine karşı bir küsmek hasıl olmuştu. İslâmiyette ise, tarihler şahittir ki, bir defadan başka dahilî muharebeye sebebiyet vermemiş. </p><p id="c_paragraf">Hem ne vakit ehl-i İslâm dine ciddî sahip olmuşlarsa, o zamana nispeten yüksek terakki etmişler. Buna şahit, Avrupa'nın en büyük üstadı Endülüs devlet-i İslâmiyesidir. Hem ne vakit cemaat-i İslâmiye dine karşı lâkayt vaziyeti almışlar; perişan vaziyete düşerek tedennî etmişler. </p><p id="c_paragraf">Hem İslâmiyet, vücub-u zekât ve hurmet-i ribâ gibi binler şefkatperverâne mesâil ile fukarayı ve avâmı himaye ettiği, </p><br /><center><img style="WIDTH: 308px; HEIGHT: 36px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b703.gif" /> -1- </center><br /><p>gibi kelimâtıyla aklı ve ilmi istişhad ve ikaz ettiği ve ehl-i ilmi himaye ettiği cihetle, daima İslâmiyet fukaraların ve ehl-i ilmin kalesi ve melcei olmuştur. Onun için, İslâmiyete karşı küsmeye hiçbir sebep yoktur. </p><br /><p id="c_paragraf">İslâmiyetin Hıristiyanlık ve sair dinlere cihet-i farkının sırr-ı hikmeti şudur ki: </p><p id="c_paragraf">İslâmiyetin esası, mahz-ı tevhiddir; vesâit ve esbaba tesir-i hakikî vermiyor, icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hıristiyanlık ise, "velediyet" fikrini kabul ettiği için, vesâit ve esbaba bir kıymet verir, enâniyeti kırmaz. Adeta rububiyet-i İlâhiyenin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir. </p><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b704.gif" /> -2- </center><br /><p>âyetine mâsadak olmuşlar. Onun içindir ki, Hıristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları, gurur ve enâniyetlerini muhafaza etmekle beraber, sabık Amerika Reisi Wilson gibi, mutaassıp bir dindar olur. Mahz-ı tevhid dini olan İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar ya enâniyeti ve gururu bırakacak veya dindarlığı bir derece bırakacak. Onun için, bir kısmı lâkayt kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar. </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Akıl etmiyorlar mı? Tefekkür etmiyorlar mı? İyice düşünmüyorlar mı?" </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "Onlar hahamlarını ve papazlarını kendilerine Allah'tan başka rab edindiler." (Tevbe Sûresi: 9:31.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Altıncı Mesele: </span></p><p id="c_paragraf">Menfi milliyette ve unsuriyet fikrinde ifrat edenlere deriz ki: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Evvelâ:</span> Şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceretlere ve tebeddülâta maruz olmakla beraber, merkez-i hükûmet-i İslâmiye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvâm-ı saireden pervane gibi çokları içine atılıp tavattun etmişler. İşte bu halde Levh-i Mahfuz açılsa, ancak hakikî unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyleyse, hakikî unsuriyet fikrine hareketi ve hamiyeti bina etmek, mânâsız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki, menfi milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayt birisi, mecbur olmuş, demiş: "Dil, din bir ise millet birdir." </p><p id="c_paragraf">Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil, belki dil, din, vatan münasebâtına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dahildir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Saniyen:</span> İslâmiyetin mukaddes milliyeti, bu vatan evlâdının hayat-ı içtimaiyesine kazandırdığı yüzer faydadan iki faydayı misal olarak beyan edeceğiz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Şu devlet-i İslâmiye yirmi otuz milyon iken, bütün Avrupa'nın büyük devletlerine karşı hayatını ve mevcudiyetini muhafaza ettiren, şu devletin ordusundaki nur-u Kur'ân'dan gelen şu fikirdir: "Ben ölürsem şehidim, öldürsem gaziyim." Kemâl-i şevkle ölümün yüzüne gülerek istikbal etmiş, daima Avrupa'yı titretmiş. Acaba dünyada basit fikirli, sâfi kalbli olan neferâtın ruhunda şöyle ulvî fedakârlığa sebebiyet verecek hangi şey gösterilebilir? Hangi hamiyet onun yerine ikame edilebilir ve hayatını ve bütün dünyasını severek ona feda ettirebilir? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Avrupa'nın ejderhaları (büyük devletleri) her ne vakit şu devlet-i İslâmiyeye bir tokat vurmuşlarsa, üç yüz elli milyon İslâmı ağlatmış ve inletmiş. Ve o müstemlekât sahipleri, onları inletmemek ve sızlatmamak için elini çekmiş, elini kaldırırken indirmiş. Şu hiçbir cihetle istisgar edilmeyecek mânevî ve daimî bir kuvvetü'z zahr yerine hangi kuvvet ikame edilebilir, gösterilsin. Evet, o azîm mânevî kuvvetü'z zahrı menfi milliyetle ve istiğnâkârâne hamiyetle gücendirmemeli. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Yedinci Mesele: </span></p><p id="c_paragraf">Menfi milliyette fazla hamiyetperverlik gösterenlere deriz ki: </p><p id="c_paragraf">Eğer şu milleti ciddî severseniz, onlara şefkat ederseniz, öyle bir hamiyet taşıyınız ki, onların ekserîsine şefkat sayılsın. Yoksa, ekserîsine merhametsizcesine bir tarzda, şefkate muhtaç olmayan bir kısm-ı kalîlin muvakkat, gafletkârâne hayat-ı içtimaiyelerine hizmet ise, hamiyet değildir. Çünkü, menfi unsuriyet fikriyle yapılacak hamiyetkârlığın, milletin sekizden ikisine muvakkat faydası dokunabilir; lâyık olmadıkları o hamiyetin şefkatine mazhar olurlar. O sekizden altısı ya ihtiyardır, ya hastadır, ya musibetzededir, ya çocuktur, ya çok zayıftır, ya pek ciddî olarak âhireti düşünür müttakîdirler ki, bunlar hayat-ı dünyeviyeden ziyade, müteveccih oldukları hayat-ı berzahiyeye ve uhreviyeye karşı bir nur, bir teselli, bir şefkat isterler ve hamiyetkâr mübarek ellere muhtaçtırlar. Bunların ışıklarını söndürmeye ve tesellilerini kırmaya hangi hamiyet müsaade eder? Heyhat! Nerede millete şefkat, nerede millet yolunda fedakârlık? </p><p id="c_paragraf">Rahmet-i İlâhiyeden ümit kesilmez. Çünkü, Cenâb-ı Hak, bin seneden beri Kur'ân'ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat arızalarla inşaallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir.<br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi" style="font-size:130%;">Dördüncü Mebhas </span></center><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Tenbih:</span> Yirmi Altıncı Mektubun Dört Mebhası birbiriyle münasebettar olmadığı gibi, bu Dördüncü Mebhasın On Mesâili dahi birbiriyle münasebettar değildir. Onun için, münasebeti aramamalı. Nasıl gelmiş, öyle yazılmış. Mühim bir talebesine gönderdiği mektubun bir parçasıdır; o talebenin beş altı suallerine verilen cevaplardır. </p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">Birincisi </span></center><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Saniyen:</span> Mektubunda diyorsun: <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b999.gif" /> -1- tabir ve tefsirinde "on sekiz bin âlem" demişler. O adedin hikmetini soruyorsun. </p><p id="c_paragraf">Kardeşim, ben şimdi o adedin hikmetini bilmiyorum. Fakat bu kadar derim ki: </p><p id="c_paragraf">Kur'ân-ı Hakîmin cümleleri birer mânâya münhasır değil; belki, nev-i beşerin umum tabakatına hitap olduğu için, her tabakaya karşı birer mânâyı tazammun eden bir küllî hükmündedir. Beyan olunan mânâlar, o küllî kaidenin cüz'iyatları hükmündedirler. Herbir müfessir, herbir ârif, o küllîden bir cüz'ü zikrediyor. Ya keşfine, ya deliline, veyahut meşrebine istinad edip, bir mânâyı tercih ediyor. İşte bunda dahi, bir taife, o adede muvafık bir mânâ keşfetmiş. </p><p id="c_paragraf">Meselâ, ehl-i velâyetin ehemmiyetle virdlerinde zikir ve tekrar ettikleri </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b705.gif" /> -2- </center><br /><p>cümlesinde, daire-i vücub ile daire-i imkândaki bahr-i Rububiyet ve bahr-i ubudiyetten tut, tâ dünya ve âhiret bahirlerine, tâ âlem-i gayb ve âlem-i şehadet bahirlerine, tâ şark ve garb, şimal ve cenuptaki bahr-i muhitlerine, tâ Bahr-i Rum ve Fars bahrine, tâ Akdeniz ve Karadeniz ve Boğazına-ki mercan denilen balık ondan çıkıyor-tâ Akdeniz ve Bahr-i Ahmere ve Süveyş Kanalına, tâ tatlı ve tuzlu sular denizlerine, tâ toprak tabakası altındaki tatlı ve müteferrik su denizleriyle üstündeki tuzlu ve muttasıl denizlerine, tâ Nil ve Dicle ve Fırat gibi büyük ırmaklar denilen küçük tatlı denizlerle onların karıştığı tuzlu büyük denizlerine kadar, mânâsındaki cüz'iyatları var. Bunlar umumen murad ve maksud olabilir ve onun hakikî ve mecazî mânâlarıdır.</p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Alemlerin Rabbi... </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "Allah iki denizi salıverdi ki, o denizler birbirleriyle karşılaşırlar. Aralarında ise bir engel vardır; birbirine karışmazlar." (Rahmân Sûresi: 55:19-20.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">İşte onun gibi, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b993.gif" /> -1- dahi, pek çok hakaiki câmidir. Ehl-i keşif ve hakikat, keşiflerine göre ayrı ayrı beyan ederler. Ben de böyle fehmederim ki: </p><p id="c_paragraf">Semâvatta binler âlem var. Yıldızların bir kısmı, herbiri birer âlem olabilir. Yerde de herbir cins mahlûkat birer âlemdir. Hattâ herbir insan dahi küçük bir âlemdir. <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b999.gif" /> tabiri ise, "Doğrudan doğruya her âlem, Cenâb-ı Hakkın rububiyetiyle idare ve terbiye ve tedbir edilir" demektir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Salisen:</span> Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b708.gif" /> -2- </center><br /><p id="c_paragraf">Kur'ân-ı Hakîmde Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm demiş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b709.gif" /> -3- </center><br /><p id="c_paragraf">Evet, nefsini beğenen ve nefsine itimad eden, bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören, bahtiyardır. Öyleyse sen bahtiyarsın. </p><p id="c_paragraf">Fakat Bazen olur ki, nefs-i emmâre, ya levvâmeye veya mutmainneye inkılâp eder, fakat silâhlarını ve cihâzâtını âsâba devreder. Âsab ve damarlar ise, o vazifeyi âhir ömre kadar görür. Nefs-i emmâre çoktan öldüğü halde, onun âsârı yine görünür. Çok büyük asfiya ve evliya var ki, nüfusları mutmainne iken, nefs-i emmâreden şekvâ etmişler. Kalbleri gayet selim ve münevver iken, emrâz-ı kalbden vâveylâ etmişler. İşte bu zatlardaki, nefs-i emmâre değil, belki âsâba devredilen nefs-i emmârenin vazifesidir. Maraz ise, kalbî değil, belki maraz-ı hayalîdir. </p><p id="c_paragraf">İnşaallah, aziz kardeşim, size hücum eden nefsiniz ve emrâz-ı kalbiniz değil, belki mücahedenin devamı için beşeriyet itibarıyla âsâba intikal eden ve terakkiyât-ı daimîye sebebiyet veren, dediğimiz gibi bir hâlettir. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. (Fatiha suresi. 2.) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "Allah bir topluluk için hayır murad ettiğinde, onlara nefislerinin ayıplarını gösterir." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 1:81. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- "Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis kötülüğü emredicidir." (Yusuf Sûresi: 12:53.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">İkinci Mesele </span></center><br /><p id="c_paragraf">Eski hocanın sual ettiği üç meselenin izahatı, Risale-i Nur'un eczalarında vardır. Şimdilik icmâlî bir işaret edeceğiz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci suali:</span> Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin Râzî'ye mektubunda demiş: "Allah'ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır." Bu ne demektir? Maksat nedir de soruyor? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Evvelâ:</span> Ona okuduğun Yirmi İkinci Sözün Mukaddimesinde tevhid-i hakikî ile tevhid-i zâhirînin farkındaki misal ve temsil, maksada işaret eder. Otuz İkinci Sözün İkinci ve Üçüncü Mevkıfları ve Makasıdları, o maksadı izah eder. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Ve saniyen:</span> Usulü'd din imamları ve ulema-i ilm-i kelâmın akaide dair ve vücud-u Vâcibü'l-Vücud ve tevhid-i İlâhîye dair beyanatları Muhyiddin-i Arabî'nin nazarında kâfi gelmediği için, ilm-i kelâmın imamlarından Fahreddin Râzî'ye öyle demiş. </p><p id="c_paragraf">Evet, ilm-i kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlâhiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın tarzında olduğu vakit, hem marifet-i tammeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki, inşaallah, Risale-i Nur'un bütün eczaları, o Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın cadde-i nuranîsinde birer elektrik lâmbası hizmetini görüyorlar. </p><p id="c_paragraf">Hem, Muhyiddin-i Arabî'nin nazarına Fahreddin Râzî'nin ilm-i kelâm vasıtasıyla aldığı marifetullah ne kadar noksan görülüyor. Öyle de, tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur'ân-ı Hakîmden doğrudan doğruya, verâset-i Nübüvvet sırrıyla alınan marifete nispeten o kadar noksandır. Çünkü, Muhyiddin-i Arabî mesleği, huzur-u daimîyi kazanmak için </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b710.gif" /> -1- </center><br /><p>deyip, kâinatın vücudunu inkâr edecek bir tarza kadar gelmiş. Ve sairleri ise, yine huzur-u daimîyi kazanmak için, </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b711.gif" /> -2- </center><br /><p>deyip kâinatı nisyan-ı mutlak altına almak gibi acip bir tarza girmişler. </p><br /><p id="c_paragraf">Kur'ân-ı Hakîmden alınan marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki, başıbozukluktan çıkarıp Cenâb-ı Hak namına istihdam eder; herşey mir'ât-ı marifet olur. Sadi-i Şirazî'nin dediği gibi, </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b712.gif" /> -3- </center><br /><p>herşeyde Cenâb-ı Hakkın marifetine bir pencere açar. </p><br /><p id="c_paragraf">Bazı Sözlerde ulema-i ilm-i kelâmın mesleğiyle, Kur'ân'dan alınan minhâc-ı hakikînin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki: </p><p id="c_paragraf">Meselâ, bir su getirmek için, bazıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da, her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir, tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmaya ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu buldukları gibi, aynen öyle de: </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Ondan başka hiç bir gerçek delil yoktur. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Ondan başka görülen gerçek hiç bir şey yoktur. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- Uyanık ve zeki gözler nazarında, her yaprak Allah'ın marifetine dair bir delildir.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Ulema-i ilm-i kelâm, esbabı, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyetiyle kesip, sonra Vâcibü'l-Vücudun vücudunu onunla ispat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur'ân-ı Hakîmin minhâc-ı hakikîsi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Herbir âyeti, birer asâ-yı Mûsâ gibi, nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor. </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b713.gif" /> -1- </center><br /><p>düsturunu herşeye okutturuyor. </p><br /><p id="c_paragraf">Hem İmân yalnız ilim ile değil; imanda çok letâifin hisseleri var. Nasıl ki, bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlimle gelen mesâil-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecâta göre ruh, kalb, sır, nefis, ve hâkezâ, letâif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa noksandır. İşte, Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin Râzî'ye bu noktayı ihtar ediyor. </p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">Üçüncü Mesele </span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b714.gif" /> -2- </center><br /><p>âyetinin </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b715.gif" /> -3- </center><br /><p>âyetiyle veçh-i tevfiki nedir? </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> On Birinci Sözde ve Yirmi Üçüncü Sözde ve Yirmi Dördüncünün Beşinci Dalının İkinci Meyvesinde izahı vardır. Sırr-ı icmâlîsi budur ki: </p><p id="c_paragraf">Cenâb-ı Hak, kemâl-i kudretiyle, nasıl birtek şeyden çok şeyleri yapıyor, çok vazifeleri gördürüyor, bir sayfada bin kitabı yazıyor. Öyle de, insanı, pek çok envâ yerinde bir nev-i câmi halk etmiş. Yani, bütün envâ-ı hayvânâtın muhtelif derecâtı kadar, birtek nevi olan insan ile o vezâifi gördürmek irade etmiş ki, insanların kuvâlarına ve hissiyatlarına fıtraten bir had bırakmamış, fıtrî bir kayıt koymamış, serbest bırakmış. Sair hayvânâtın kuvâları ve hissiyatları mahduttur, fıtrî bir kayıt altındadır. Halbuki insanın her kuvâsı, hadsiz bir mesafede cevelân eder gibi, gayr-ı mütenâhi cânibine gider. Çünkü insan, Hâlık-ı Kâinatın esmâsının nihayetsiz tecellîlerine bir ayna olduğu için, kuvâlarına nihayetsiz bir istidat verilmiş. </p><p id="c_paragraf">Meselâ, insan, hırs ile, bütün dünya ona verilse, Hel min mezîd -4- diyecek. Hem, hodgâmlığıyla, kendi menfaatine binler adamın zararını kabul eder. Ve hâkezâ, ahlâk-ı seyyiede hadsiz derecede inkişafları olduğu ve Nemrudlar ve Firavunlar derecesine kadar gittikleri ve sıyga-i mübalâğa ile "zalûm" olduğu gibi, ahlâk-ı hasenede dahi hadsiz bir terakkiyâta mazhar olur, enbiya ve sıddıkîn derecesine terakki eder. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Her şeyde Allah'ın birliğini gösteren bir delil vardır. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "And olsun ki biz Âdemoğullarını şan ve şeref sahibi kıldık." (İsrâ Sûresi: 17:70.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- "Gerçekten insan çok zalim, çok cahildir." (Ahzâb Sûresi: 33:72.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem insan, hayvanların aksine olarak, hayata lâzım herşeye karşı cahildir, herşeyi öğrenmeye mecburdur. Hadsiz eşyaya muhtaç olduğu için, sıyga-i mübalâğa ile, "cehûl"dür. Hayvan ise, dünyaya geldiği vakit hem az şeylere muhtaç, hem muhtaç olduğu şeyleri bir iki ayda, belki bir iki günde, Bazen bir iki saatte bütün şerâit-i hayatını öğrenir. Güya bir başka âlemde tekemmül etmiş, öyle gelmiş. İnsan ise, bir iki senede ancak ayağa kalkar, on beş senede ancak menfaat ve zararı fark eder. İşte, cehûl mübalâğası buna da işaret eder. </p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">Dördüncü Mesele </span></center><br /><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b716.gif" /> -1- 'ın hikmetini soruyorsunuz. Onun hikmeti çok Sözlerde zikredilmiştir. Bir sırr-ı hikmeti şudur ki: </p><p id="c_paragraf">İnsanın hem şahsı, hem âlemi her zaman teceddüt ettikleri için, her zaman tecdid-i imana muhtaçtır. Zira insanın herbir ferdinin mânen çok efradı var. Ömrünün seneleri adedince, belki günleri adedince, belki saatleri adedince birer ferd-i âhar sayılır. Çünkü, zaman altına girdiği için, o ferd-i vahid bir model hükmüne geçer, hergün bir ferd-i âhar şeklini giyer. </p><p id="c_paragraf">Hem insanda bu taaddüt ve teceddüt olduğu gibi, tavattun ettiği âlem dahi seyyardır. O gider, başkası yerine gelir. Daima tenevvü ediyor, hergün başka bir âlem kapısını açıyor. </p><p id="c_paragraf">İman ise, hem o şahıstaki her ferdin nur-u hayatıdır, hem girdiği âlemin ziyasıdır. <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b489.gif" /> -2- ise, o nuru açar bir anahtardır. </p><p id="c_paragraf">Hem insanda madem nefis, hevâ ve vehim ve şeytan hükmediyorlar; çok vakit imanını rencide etmek için, gafletinden istifade ederek, çok hileleri ederler, şüphe ve vesveselerle İmân nurunu kaparlar. </p><p id="c_paragraf">Hem zâhir-i şeriate muhalif düşen ve hattâ bazı imamlar nazarında küfür derecesinde tesir eden kelimat ve harekât eksik olmuyor. Onun için, her vakit, her saat, hergün tecdid-i imana bir ihtiyaç vardır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sual:</span> Mütekellimîn uleması, âlemi, imkân ve hudûsun ünvan-ı icmâlîsi içinde sarıp zihnen üstüne çıkar, sonra vahdâniyeti ispat ederler. Ehl-i tasavvufun bir kısmı, tevhid içinde tam huzuru kazanmak için,</p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b711.gif" /> -3- </center><br /><p>deyip kâinatı unutur, nisyan perdesini üstüne çeker, sonra tam huzuru bulur. </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "İmanınızı Lâ ilâhe illâllah ile yenileyiniz." Müsned, 2:359; el-Münzirî, et-Terğîb ve't-Terhîb, 2:415; Hâkim, el-Müstedrek, 4:256; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 1:52. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Allah'tan başka hiç bir ilah yoktur. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- Ondan başka görülen gerçek hiç bir şey yoktur.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Ve diğer bir kısmı, hakikî tevhidi ve tam huzuru bulmak için, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b710.gif" /> -1- diyerek kâinatı hayale sarar, ademe atar, sonra huzur-u tam bulur. Halbuki, sen, bu üç meşrepten hariç bir cadde-i kübrâyı Kur'ân'da gösteriyorsun. Ve onun şiârı olarak, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b720.gif" /> -2- diyorsun. Bu caddenin tevhide dair bir bürhanını ve bir muhtasar yolunu icmâlen göster. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Bütün Sözler ve bütün Mektuplar o caddeyi gösterir. Şimdilik, istediğiniz gibi, azîm bir hüccetine ve geniş ve uzun bir bürhanına muhtasaran işaret ederiz. şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">Âlemde herbir şey, bütün eşyayı kendi Hâlıkına verir. Ve dünyada herbir eser, bütün âsârı kendi Müessirinin eserleri olduğunu gösterir. Ve kâinatta herbir fiil-i icadî, bütün ef'âl-i icadiyeyi kendi Fâilinin fiilleri olduğunu ispat eder. Ve mevcudatta tecellî eden herbir isim, bütün esmâyı kendi Müsemmâsının isimleri ve ünvanları olduğuna işaret eder. Demek, herbir şey, doğrudan doğruya bir bürhan-ı vahdâniyettir ve marifet-i İlâhiyenin bir penceresidir. </p><p id="c_paragraf">Evet, herbir eser, hususan zîhayat olsa, kâinatın küçük bir misal-i musaggarıdır ve âlemin bir çekirdeğidir ve küre-i arzın bir meyvesidir. Öyleyse, o misal-i musaggarı, o çekirdeği, o meyveyi icad eden, herhalde bütün kâinatı icad eden yine Odur. Çünkü, meyvenin mucidi, ağacının mucidinden başkası olamaz. Öyleyse, herbir eser, bütün âsârı Müessirine verdiği gibi, herbir fiil dahi, bütün ef'âli Fâiline isnad eder. </p><p id="c_paragraf">Çünkü, görüyoruz ki, herbir fiil-i icadî, ekser mevcudatı ihata edecek derecede geniş ve zerreden şümusa kadar uzun birer kanun-u hallâkıyetin ucu olarak görünüyor. Demek, o cüz'î fiil-i icadî sahibi kim ise, o mevcudatı ihata eden ve zerreden şümusa kadar uzanan kanun-u küllî ile bağlanan bütün ef'âlin Fâili olmak gerektir. </p><p id="c_paragraf">Evet, bir sineği ihyâ eden, bütün hevâmı ve küçük hayvânâtı icad eden ve arzı ihyâ eden Zât olacaktır. Hem Mevlevî gibi zerreyi döndüren kim ise, müteselsilen mevcudatı tahrik edip, tâ şemsi seyyârâtıyla gezdiren aynı Zât olmak gerektir. Çünkü kanun bir silsiledir; ef'âl onunla bağlıdır. </p><p id="c_paragraf">Demek, nasıl herbir eser, bütün âsârı Müessirine verir; ve herbir fiil-i icadî, bütün ef'âli Fâiline mal eder. Aynen öyle de, kâinattaki tecellî eden herbir isim, bütün isimleri kendi Müsemmâsına isnad eder ve Onun ünvanları olduğunu ispat eder. Çünkü, kâinatta tecellî eden isimler, devâir-i mütedahile gibi ve ziyadaki elvân-ı seb'a gibi birbiri içine giriyor, birbirine yardım ediyor, birbirinin eserini tekmil ediyor, tezyin ediyor. </p><p id="c_paragraf">Meselâ, Muhyî ismi bir şeye tecellî ettiği vakit ve hayat verdiği dakikada, Hakîm ismi dahi tecellî ediyor, o zîhayatın yuvası olan cesedini hikmetle tanzim ediyor. Aynı halde Kerîm ismi dahi tecellî ediyor, yuvasını tezyin eder. Aynı anda Rahîm isminin dahi tecellîsi görünüyor; o cesedin şefkatle havâicini ihzar eder. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Ondan başka hiç bir gerçek delil yoktur. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Ondan başka mâbud yoktur. Ondan başka maksud yoktur.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Aynı zamanda Rezzak ismi tecellîsi görünüyor; o zîhayatın bekasına lâzım maddî ve mânevî rızkını ummadığı tarzda veriyor, ve hâkezâ... Demek, Muhyî kimin ismi ise, kâinatta nurlu ve muhit olan Hakîm ismi de Onundur ve bütün mahlûkatı şefkatle terbiye eden Rahîm ismi de Onundur ve bütün zîhayatları keremiyle iaşe eden Rezzak ismi dahi Onun ismidir, ünvanıdır, ve hâkezâ... </p><p id="c_paragraf">Demek, herbir isim, herbir fiil, herbir eser öyle bir bürhan-ı vahdâniyettir ki, kâinatın sayfalarında ve asırların satırlarında yazılan ve mevcudat denilen bütün kelimâtı, Kâtibinin nakş-ı kalemi olduğuna delâlet eden birer mühr-ü vahdâniyet, birer hâtem-i ehadiyettir. </p><br /><center><img style="WIDTH: 369px; HEIGHT: 85px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b721.gif" /> -1- </center><br /><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">Beşinci Mesele </span></center><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Saniyen:</span> Mektubunuzda "Mücerred <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b489.gif" /> -2- kâfi midir? Yani, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b723.gif" /> -3- demezse ehl-i necat olabilir mi?" diye, diğer bir maksadı soruyorsunuz. Bunun cevabı uzundur. Yalnız şimdi bu kadar deriz ki: </p><p id="c_paragraf">Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirinden ayrılmaz, birbirini ispat eder, birbirini tazammun eder, biri birisiz olmaz. Madem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü'l-Enbiyadır, bütün enbiyanın vârisidir. Elbette bütün vusul yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrâsından hariç hakikat ve necat yolu olamaz. Umum ehl-i marifetin ve tahkikin imamları, Sadi-i Şirazî gibi derler: </p><br /><center><img style="WIDTH: 303px; HEIGHT: 40px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b724.gif" /> -4- </center><br /><p id="c_paragraf">Hem </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b725.gif" /> -5- </center><br /><p id="c_paragraf">demişler. Fakat Bazen oluyor ki, cadde-i Ahmediyede (a.s.m.) gittikleri halde, bilmiyorlar ki cadde-i Ahmediyedir ve cadde-i Ahmediye dahilindedir. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Allahım! "Benim ve benden evvelki peygamberlerin sözleri içinde en faziletlisi Lâ ilâhe illâllah'tır" buyuran zâta ve âl ve ashabına salât ve selâm et. [Muvatta', Kur'ân: 32; Hac: 246; el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 1:153; el-Elbânî, Sahihu'l-Câmii's-Sağîr, no. 1113] </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Allah'tan başka hiç bir ilah yoktur. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- Muhammed Allah'ın Resulüdür. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">4- Ey Sadi! Hz. Muhammed'i (a.s.m.) örnek almadan bir kimsenin selamet ve safa yolunu bulması imkânsızdır. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">5- Bütün yollar kapalıdır; ancak Hazret-i Muhammed'in (a.s.m.) yolu açıktır.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem Bazen oluyor ki, Peygamberi bilmiyorlar; fakat gittikleri yol, cadde-i Ahmediyenin eczasındandır. </p><p id="c_paragraf">Hem Bazen oluyor ki, bir keyfiyet-i meczubâne veya bir hâlet-i istiğrakkârâne veya bir vaziyet-i münzeviyâne ve bedeviyâne suretinde, cadde-i Muhammediyeyi düşünmeyerek, yalnız <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b489.gif" /> onlara kâfi geliyor. </p><p id="c_paragraf">Fakat bununla beraber, en mühim cihet budur ki: Adem-i kabul başkadır, kabul-ü adem başkadır. Bu çeşit ehl-i cezbe ve ehl-i uzlet veya işitmeyen veya bilmeyen adamlar, Peygamberi bilmiyorlar veya düşünmüyorlar ki kabul etsinler. O noktada cahil kalıyorlar. Marifet-i İlâhiyeye karşı yalnız <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b489.gif" /> biliyorlar. Bunlar ehl-i necat olabilirler. </p><p id="c_paragraf">Fakat Peygamberi işiten ve dâvâsını bilen adamlar onu tasdik etmezse, Cenâb-ı Hakkı tanımaz. Onun hakkında yalnız <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b489.gif" /> kelâmı, sebeb-i necat olan tevhidi ifade edemez. Çünkü o hal, bir derece medar-ı özür olan cahilâne adem-i kabul değil; belki o kabul-ü ademdir ve o inkârdır. Mu'cizâtıyla, âsârıyla kâinatın medar-ı fahri ve nev-i beşerin medar-ı şerefi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı inkâr eden adam, elbette hiçbir cihette hiçbir nura mazhar olamaz ve Allah'ı tanımaz. Her ne ise, şimdilik bu kadar yeter. </p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">Altıncı Mesele </span></center><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Salisen:</span> "Şeytanla Münazara" namındaki Birinci Mebhastaki, Şeytanın mesleğine ait bazı tabirat çok galiz düşmüş. "Hâşâ, hâşâ" kelimesiyle ve farz-ı muhal suretindeki kayıtlarla tâdil edildiği halde, yine beni titretiyor. Sonra size gönderilen parçada bazı ufak tâdilât vardı; nüshanızı onunla tashih edebildiniz mi? Fikrinizi tevkil ediyorum; o tabirattan lüzumsuz gördüklerinizi tayyedebilirsiniz. </p><p id="c_paragraf">Aziz kardeşim, o mebhas çok mühimdir. Çünkü ehl-i zındıkanın üstadı Şeytandır. Şeytan ilzam edilmezse, onun mukallitleri kanmazlar. Kur'ân-ı Hakîm, kâfirlerin galiz tabirlerini reddetmek için zikrettiğinden bana bir cesaret verildi ki, bu şeytanî olan mesleğin bütün bütün çürüklüğünü göstermek için, farz-ı muhal suretinde, hizbüşşeytanın efradı mesleklerinin iktizasıyla kabul etmeye mecbur oldukları ve ister istemez mânen meslek diliyle diyecekleri ahmakane tabiratlarını titreyerek istimal ettim. Fakat o istimal ile, onları kuyu dibine sıkıştırıp, meydanı baştan başa Kur'ân hesabına zaptettik, onların foyalarını meydana çıkardık. Şu muzafferiyete, şu temsil içinde bak:<br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Meselâ, semâvâta başı temas etmiş pek yüksek bir minare ve o minarenin altında, küre-i arzın merkezine kadar bir kuyu kazılmış farz ediyoruz. İşte, ezanı umum memlekette umum ahaliye işitilen bir zat minare başından ta kuyu dibine kadar hangi mevkide bulunduğunu ispat etmek için, iki fırka münakaşa ediyorlar. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci fırka der ki:</span> "Minare başındadır, kâinata ezan okuyor. Çünkü ezanını işitiyoruz; hayattardır, ulvîdir. Çendan herkes onu o yüksek yerde görmüyor. Fakat herkes derecesine göre, onu çıktığı ve indiği vakit, bir makamda, bir basamakta görür ve onunla bilir ki, o yukarı çıkar ve nerede görünürse görünsün, o yüksek makam sahibidir." </p><p id="c_paragraf">Diğer şeytanî ve ahmak güruh ise der: "Yok, makamı minare başı değil. Nerede görünürse görünsün, makamı kuyu dibidir." Halbuki, hiç kimse ne onu kuyu dibinde görmüş ve ne de görebilir. Faraza, eğer taş gibi sakîl, ihtiyarsız olsaydı, elbette kuyu dibinde bulunacaktı, birisi görecekti. </p><p id="c_paragraf">Şimdi, bu iki muarız fırkanın muharebe meydanı, o minare başından tâ kuyu dibine kadar uzun bir mesafedir. Hizbullah denilen ehl-i nur cemaati, yüksek nazarlı olanlara, o müezzin zâtı minare başında gösteriyorlar. Ve nazarları o dereceye çıkmayanlara ve kasîrü'n-nazar olanlara, derecelerine göre birer basamakta o müezzin-i âzamı gösteriyorlar. Küçük bir emâre onlara kâfi gelir ve ispat eder ki, o zat taş gibi câmid bir cisim değil; belki istediği vakit yukarı çıkar, görünür, ezan okur bir insan-ı kâmildir. </p><p id="c_paragraf">Diğer hizbüşşeytan denilen güruh ise derler: "Ya minare başında herkese gösteriniz; veyahut makamı kuyu dibidir" diye ahmakane hükmederler. Ahmaklıklarından bilmiyorlar ki, minare başında herkese gösterilmemesi, herkesin nazarı oraya çıkmamasından ileri geliyor. Hem mugalâta suretinde, minare başı hariç olarak bütün mesafeyi zaptetmek istiyorlar. </p><p id="c_paragraf">İşte, o iki cemaatin münakaşasını halletmek için, biri çıkar, o hizbüşşeytana der ki: </p><p id="c_paragraf">"Ey menhus güruh! Eğer o müezzin-i âzamın makamı kuyu dibi olsa, taş gibi câmid, hayatsız, kuvvetsiz olmak lâzım gelir. Ve kuyu basamaklarında ve minarenin derecelerinde görünen, o olmamak lâzım gelir. Madem öyle görüyorsunuz; elbette o, kuvvetsiz, hakikatsiz, câmid olmayacak. Minare başı onun makamı olacak. Öyleyse, ya siz onu kuyu dibinde göstereceksiniz-ki hiçbir cihette bunu gösteremezsiniz ve hiçbir kimseye orada bulunmasını dinletemezsiniz-veyahut susunuz. Meydan-ı müdafaanız kuyu dibidir. Sair meydan ve uzun mesafe ise, şu mübarek cemaatin meydanıdır. Kuyu dibinden başka, o zâtı nerede gösterseler, dâvâyı kazanırlar." </p><p id="c_paragraf">İşte, şu temsil gibi, Münazara-i Şeytanî mebhası, Arştan ferşe kadar olan uzun mesafeyi hizbüşşeytanın elinden alıyor ve hizbüşşeytanı mecbur ediyor, sıkıştırıyor. En gayr-ı makul, en muhal, en menfur mevkii onlara bırakıyor. En dar ve kimse giremeyecek bir deliğe onları sokuyor, bütün mesafeyi Kur'ân namına zaptediyor. </p><p id="c_paragraf">Eğer onlara denilse, "Kur'ân nasıldır?" Derler: "Güzel ve ahlâk dersini veren bir insan kitabıdır." O vakit onlara denilir: "Öyleyse Allah'ın kelâmıdır ve böyle kabul etmeye mecbursunuz. Çünkü siz mesleğinizce güzel diyemeyeceksiniz."<br /></p><p id="c_paragraf">Hem eğer onlara denilse, "Peygamberi nasıl bilirsiniz?" Derler: "Güzel ahlâklı, çok akıllı bir adam." O vakit onlara denilecek: "Öyleyse imana geliniz. Çünkü güzel ahlâklı, akıllı olsa, alâküllihal Resulullahtır. Çünkü sizin bu 'güzel' sözünüz, hududunuz dahilinde değil; mesleğinizce böyle diyemezsiniz." </p><p id="c_paragraf">Ve hâkezâ, temsildeki sair işaretlere, hakikatin sair cihetleri tatbik edilebilir. </p><p id="c_paragraf">İşte bu sırra binaen, o Şeytanla münazara edilen Birinci Mebhas, ehl-i imanın imanını muhafaza etmek için mu'cizât-ı Ahmediyeyi bilmeye ve kati bürhanlarını öğrenmeye muhtaç etmiyor. Ednâ bir emâre, küçük bir delil, onların imanlarını kurtarıyor. Kuyu dibindeki esfel-i sâfilînde olmadığına, herbir hal-i Ahmediye (a.s.m.), herbir haslet-i Muhammediye (a.s.m.), herbir tavr-ı Nebevî (a.s.m.), birer mucize hükmüne geçer, âlâ-yı illiyyînde bir makamı bulunduğunu ispat eder. </p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">Yedinci Mesele </span></center><br /><p id="c_paragraf">Medar-ı ibret bir mesele: </p><p id="c_paragraf">Vehme maruz, fütura düşen bazı dostlarıma kuvve-i mâneviyeyi teyid edecek yedi emârenin delâletiyle, sırf hizmet-i Kur'ân'a ait bir ikram-ı Rabbânîyi ve bir himayet-i İlâhiyeyi beyan etmeye mecburum ki, o zayıf damarlı bir kısım dostlarımı kurtarayım. </p><p id="c_paragraf">O yedi emârenin dördü, dost iken, sırf birer maksad-ı dünyevî için, şahsıma değil, Kur'ân'a hâdimliğim cihetinde düşman vaziyeti almalarıyla, o maksatlarının aksiyle tokat yediler. O yedi emârenin üçü ise, ciddî dost idiler ve daima da dostturlar. Fakat dostluğun iktiza ettiği merdâne vaziyeti muvakkaten göstermediler, tâ ki ehl-i dünyanın teveccühünü kazanıp birer maksad-ı dünyevî kazansınlar ve başlarından emin olsunlar. Halbuki, o üç dostum, maatteessüf, o maksatlarının aksiyle birer itab gördüler. </p><p id="c_paragraf">Evvelki dört zâhirî dost, sonra düşman vaziyeti gösterenlerin, </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Bir müdür, kaç vasıta ile yalvardı, Onuncu Sözden bir nüsha istedi. Ona verdim. O ise, terfi için, dostluğumu bırakıp düşmanlık vaziyeti aldı. Valiye şekvâ ve ihbar suretinde verdi. Hizmet-i Kur'âniyenin bir eser-i ikramı olarak, terfi değil, azledildi. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Diğer bir müdür, dost iken, âmirlerinin hatırı için ve ehl-i dünyanın teveccühünü kazanmak fikriyle, şahsıma değil, hizmetkârlığım cihetinde rakibâne ve düşmanâne vaziyet aldı, kendi maksadının aksiyle tokat yedi. Ümit edilmediği bir meselede iki buçuk seneye mahkûm edildi. Sonra Kur'ân'ın bir hizmetkârından dua istedi. İnşaallah belki kurtulacak; çünkü ona dua edildi. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncüsü:</span> Bir muallim, dost görünürken, ben de ona dost baktım. Sonra Barla'ya nakledip yerleşmek için düşmanâne bir vaziyeti ihtiyar etti, o maksadının aksiyle tokat yedi. Muallimlikten askerliğe atıldı, Barla'dan uzaklaştırıldı.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncüsü:</span> Bir muallim, hâfız, hem mütedeyyin gördüğüm için, Kur'ân'ın hizmetinde bana bir dostluk edecek niyetiyle ona samimâne bir dostluk gösterdim. </p><p id="c_paragraf">Sonra, o, ehl-i dünyanın teveccühünü kazanmak için, bir memurun birtek kelâmıyla bize karşı çok soğuk ve korkak vaziyeti aldı. Sonra o maksadının aksiyle tokat yedi. Müfettişinden şiddetli bir tekdir yedi ve azledildi. </p><p id="c_paragraf">İşte, bu dört adam düşman vaziyeti almakla böyle tokat yedikleri gibi, üç dostum da, ciddî dostluğun iktiza ettiği merdâne vaziyeti göstermedikleri için, tokat değil, bir nevi ihtar nevinde aks-i maksatlarıyla ikaz edildiler. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Gayet mühim ve ciddî ve hakikî bir talebem olan bir zât-ı muhterem, mütemadiyen Sözleri yazar, neşrederdi. Müşevveş büyük bir memurun gelmesiyle ve bir hadisenin vukuu ile, yazdığı Sözleri sakladı, muvakkaten istinsahı da terk etti. Tâ ki, ehl-i dünyadan bir zahmet görmesin ve bir sıkıntı çekmesin ve onların şerlerinden emin olsun. Halbuki, o hizmet-i Kur'âniyenin muvakkaten tâtilinden gelen bir eser-i hata olarak, bir sene mütemadiyen bin liraya mahkûmiyet gibi bir belâ gözü önüne konuldu. Ne vakit istinsaha niyet etti ve eski vaziyetine döndü; o dâvâsından tebrie etti, lillâhilhamd beraat kazandı, fakr-ı haliyle beraber bin liradan kurtuldu. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Beş seneden beri mert ve ciddî ve cesur bir dostum, ehl-i dünyanın ve yeni gelen bir âmirin hüsn-ü zannını ve teveccühünü kazanmak için, komşum iken, düşünmeyerek, ihtiyarsız, birkaç ay benimle görüşmedi. Hattâ bayramda ve Ramazan'da uğramadı. Halbuki maksadının aksiyle karye meselesi neticelendi, nüfuzu kırıldı. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncüsü:</span> Haftada bir iki defa benimle görüşen bir hâfız, imam olmuş, sarık sarmak için iki ay beni terk etti. Hattâ bayramda yanıma gelmedi. Hilâf-ı memul olarak, maksadının aksiyle, yedi sekiz ay imamlık ettiği halde, hilâf-ı âdet bir surette ona sarık bağlattırılmadı. </p><p id="c_paragraf">İşte bu gibi vukuatlar çok var. Fakat bazılarının hatırlarını kırmamak için zikretmiyorum. Bunlar ne kadar zayıf birer emâre ise de, fakat içtimaında bir kuvvet hissedilir. Onunla kanaat gelir ki, şahsıma karşı değil (çünkü nefsimi hiçbir ikrama lâyık görmüyorum) belki hizmet-i Kur'ân noktasında, sırf o cihette bir ikram-ı İlâhî ve bir himâyet-i Rabbâniye altında hizmet ettiğimiz anlaşılıyor. Dostlarım bunu düşünmeli, evhâma kapılmamalı. </p><p id="c_paragraf">Madem hizmetkârlığıma bir ikram-ı İlâhîdir. Ve madem fahre değil, belki şükre sebeptir. Ve madem </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b729.gif" /></center><br /><p>fermanı var. Bu sırlara binaen, hususî bir surette dostlarıma beyan ediyorum. </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Rabbinin nimetini yâd et." (Duhâ Sûresi: 93:11.)</p><p id="c_paragraf"><br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">Sekizinci Mesele </span></center><br /><p id="c_paragraf">Yirmi Yedinci Sözün, içtihada mâni esbabın Beşinci Sebebinin Üçüncü Noktasının üçüncü misalinin haşiyesidir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Mühim bir sual:</span> Bazı ehl-i tahkik derler ki: "Elfâz-ı Kur'âniye ve zikriye ve sair tesbihlerin herbiri müteaddit cihetlerle insanın letâif-i mâneviyesini tenvir eder, mânevî gıda verir. Mânâları bilinmezse, yalnız lâfız ifade etmiyor, kâfi gelmiyor. Lâfız bir libastır; değiştirilse, her taife kendi lisanıyla o mânâlara elfaz giydirse, daha nâfi olmaz mı?" </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Elfâz-ı Kur'âniye ve tesbihât-ı Nebeviyenin lâfızları câmid libas değil, cesedin hayattar cildi gibidir; belki mürur-u zamanla cilt olmuştur. Libas değiştirilir; fakat cilt değişse vücuda zarardır. Belki namazda ve ezandaki gibi elfâz-ı mübarekeler, mânâ-yı örfîlerine alem ve nam olmuşlar. Alem ve isim ise değiştirilmez. </p><p id="c_paragraf">Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim bir hâleti çok defa tetkik ettim, gördüm ki, o hâlet hakikattir. O hâlet şudur ki: </p><p id="c_paragraf">Sûre-i İhlâsı Arefe gününde yüzer defa tekrar edip okuyordum. Gördüm ki, bendeki mânevî duyguların bir kısmı, birkaç defada gıdasını alır, vazgeçer, durur. Ve kuvve-i müfekkire gibi bir kısım dahi, bir zaman mânâ tarafına müteveccih olur, hissesini alır, o da durur. Ve kalb gibi bir kısım, mânevî bir zevke medar bazı mefhumlar cihetinde hissesini alır, o da sükût eder. </p><p id="c_paragraf">Ve hâkezâ, git gide, o tekrarda yalnız bir kısım letâif kalır ki, pek geç usanıyor; devam eder, daha mânâya ve tetkikata hiç ihtiyaç bırakmıyor. Gaflet kuvve-i müfekkireye zarar verdiği gibi ona zarar vermiyor. Lâfız ve lâfz-ı müşebbi' olduğu bir meâl-i icmâlî ile ve isim ve alem bulundukları mânâ-yı örfî onlara kâfi geliyor. Eğer mânâyı o vakit düşünse, zararlı bir usanç verir. </p><p id="c_paragraf">Ve o devam eden lâtifeler, taallüme ve tefehhüme muhtaç değiller; belki tahattura, teveccühe ve teşvike ihtiyaç gösterirler. Ve o cilt hükmündeki lâfızları onlara kâfi geliyor ve mânâ vazifesini görüyorlar. Ve bilhassa o Arabî lâfızlar ile, kelâmullah ve tekellüm-i İlâhî olduğunu tahattur etmekle, daimî bir feyze medardır. </p><p id="c_paragraf">İşte, kendim tecrübe ettiğim şu hâlet gösteriyor ki, ezan gibi ve namazın tesbihâtı gibi ve her vakit tekrar edilen Fâtiha ve Sûre-i İhlâs gibi hakaikleri başka lisanla ifade etmek çok zararlıdır. Çünkü, membaı daimî olan elfâz-ı İlâhiye ve Nebeviye kaybolduktan sonra, o daimî letâifin daimî hisseleri de kaybolur. Hem her harfin lâakal on sevabı zayi olması; ve huzur-u daimî bütün namazda herkes için devam etmediğinden, gaflet içinde, tercüme vasıtasıyla insanların tabirâtı ruha zulmet vermesi gibi zararlar olur. </p><p id="c_paragraf">Evet, nasıl İmam-i Âzam demiş: " <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b489.gif" /> tevhide alem ve isimdir." Biz de deriz: </p><p id="c_paragraf">Kelimât-ı tesbihiye ve zikriyenin, hususan ezanda ve namazda olanların ekseriyet-i mutlakası, alem ve isim hükmüne geçmişler.<br /></p><p id="c_paragraf">Alem gibi, mânâ-yı lügavîsinden ziyade, mânâ-yı örfî-i şer'îsine bakılır. Öyleyse değişmeleri şer'an mümkün değildir. Her mü'mine bilmesi lâzım olan mücmel mânâları, yani muhtasar bir meâli ise, en âmi bir adam dahi çabuk öğrenir. Bütün ömrünü İslâmiyetle geçiren ve kafasını binler mâlâyâniyatla dolduran adamlar, bir iki haftada, hayat-ı ebediyesinin anahtarı olan şu kelimât-ı mübarekenin meâl-i icmâlîsini öğrenmemesine nasıl mazur olabilirler, nasıl Müslüman olurlar, nasıl "akıllı adam" denilirler? Ve öyle heriflerin tembelliklerinin hatırı için o nur menbalarının mahfazalarını bozmak kâr-ı akıl değildir. </p><p id="c_paragraf">Hem <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b642.gif" /> -1- diyen, hangi milletten olursa olsun, Cenâb-ı Hakkı takdis ettiğini anlar. İşte bu kadar kâfi gelmez mi? Eğer mânâsına kendi lisanıyla müteveccih olsa, akıl noktasında bir defa taallüm eder. Halbuki günde yüz defa tekrar eder. O yüz defa, aklın hisse-i taallümünden başka, lâfızdan ve lâfza sirayet eden ve imtizaç eden meâl-i icmâlî, çok nurlara ve feyizlere medardır. Bahusus, tekellüm-ü İlâhî haysiyetiyle aldığı kudsiyet ve o kudsiyetten gelen feyizler ve nurlar çok ehemmiyetlidir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elhasıl:</span> Zaruriyât-ı diniye mahfazaları olan elfâz-ı kudsiye-i İlâhiyenin yerine hiçbir şey ikame edilemez ve yerlerini tutamaz ve vazifelerini göremez. Ve muvakkat ifade etseler de, daimî, ulvî, kudsî ifade edemezler. </p><p id="c_paragraf">Amma nazariyât-ı diniyenin mahfazaları olan elfazlar ise, değiştirilmeye lüzum kalmaz. Çünkü nasihatle ve sair tedris ve talim ve vaazla o ihtiyaç mündefi' olur. </p><p id="c_paragraf">Elhasıl, lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabînin câmiiyeti ve elfâz-ı Kur'âniyenin i'câzı öyle bir tarzdadır ki, kabil-i tercüme değildir, belki "muhaldir" diyebilirim. Kimin şüphesi varsa, i'câza dair Yirmi Beşinci Söze müracaat etsin. Tercüme dedikleri şeyler ise, gayet muhtasar ve nâkıs bir mealdir. Böyle meal nerede; hayattar, çok cihetlerle teşa'ub etmiş âyâtın hakikî mânâları nerede? </p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">Dokuzuncu Mesele</span></center><br /><center><span id="c_KonuBaslik">(Mühim ve mahrem bir mesele ve bir sırr-ı velâyet) </span></center><br /><p id="c_paragraf">Âlem-i İslâmda Ehl-i Sünnet ve Cemaat denilen ehl-i hak ve istikamet fırka-i azîmesi, hakaik-i Kur'âniyeyi ve imaniyeyi, istikamet dairesinde, hüve hüvesine Sünnet-i Seniyyeye ittibâ ederek muhafaza etmişler. Ehl-i velâyetin ekseriyet-i mutlakası o daireden neş'et etmişler. Diğer bir kısım ehl-i velâyet, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bazı desâtirleri haricinde ve usullerine muhalif bir caddede görünmüş. İşte şu kısım ehl-i velâyete bakanlar iki şıkka ayrıldılar: </p><p id="c_paragraf">Bir kısmı ise, Ehl-i Sünnetin usulüne muhalif oldukları için, velâyetlerini inkâr ettiler. Hattâ onlardan bir kısmının tekfirine kadar gittiler. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Allah her türlü kusur ve noksan sıfattan münezzehtir.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Diğer kısım ki, onlara ittibâ edenlerdir. Onların velâyetlerini kabul ettikleri için derler ki, "Hak yalnız Ehl-i Sünnet ve Cemaatin mesleğine münhasır değil"; ehl-i bid'adan bir fırka teşkil ettiler, hattâ dalâlete kadar gittiler. Bilmediler ki, her hâdi zat mühdî olamaz. Şeyhleri hatasından mazurdur, çünkü meczuptur. Kendileri ise mazur olamaz. </p><p id="c_paragraf">Mutavassıt bir kısım ise, o velîlerin velâyetlerini inkâr etmediler, fakat yollarını ve mesleklerini kabul etmediler. Diyorlar ki: "Hilâf-ı usul olan sözleri, ya hale mağlûp olup hata ettiler; veyahut mânâsı bilinmez müteşabihat misilli şatahattır." </p><p id="c_paragraf">Maatteessüf, birinci kısım, hususan ulema-i ehl-i zâhir, meslek-i Ehl-i Sünneti muhafaza niyetiyle, çok mühim evliyayı inkâr, hattâ tadlîl etmeye mecbur olmuşlar. İkinci kısım olan taraftarları ise, o çeşit şeyhlere ziyade hüsn-ü zan ettikleri için, hak mesleğini bırakıp bid'ata, hattâ dalâlete girdikleri olmuş. </p><p id="c_paragraf">İşte, şu sırra dair, pek çok zaman zihnimi işgal eden bir hâlet vardı: </p><p id="c_paragraf">Bir zaman, ben bir kısım ehl-i dalâlete mühim bir vakitte kahr ile dua ettim. Bedduama karşı, müthiş bir kuvvet-i mâneviye çıktı. Hem duamı geri çeviriyordu, hem beni men etti. </p><p id="c_paragraf">Sonra gördüm ki, o kısım ehl-i dalâlet, hilâf-ı hak icraatında bir kuvve-i mâneviyenin teshilâtıyla arkasına aldığı halkı sürükleyip gidiyor, muvaffak oluyor. Yalnız cebirle değil, belki velâyet kuvvetinden gelen bir arzuyla imtizaç ettiği için, ehl-i imanın bir kısmı o arzuya kapılıp hoş görüyorlar, çok fena telâkki etmiyorlar. </p><p id="c_paragraf">İşte bu iki sırrı hissettiğim vakit dehşet aldım. "Fesübhânallah," dedim. "Tarik-i haktan başka velâyet bulunabilir mi? Hususan müthiş bir cereyan-ı dalâlete ehl-i hakikat taraftar çıkar mı?" dedim. Sonra, bir mübarek Arefe gününde, müstahsen bir âdet-i İslâmiyeye binaen Sûre-i İhlâsı yüzer defa tekrar ederek okuyup, onun bereketiyle, "Mühim bir suale cevap" namında yazılan mesele ile beraber şöyle bir hakikat dahi rahmet-i İlâhiye ile kalb-i âcizâneme gelmiş. Hakikat şudur ki: </p><p id="c_paragraf">Sultan Mehmed Fatih'in zamanında hikâye edilen meşhur ve mânidar Cibali Baba kıssası nevinden olarak, bir kısım ehl-i velâyet, zâhiren muhakemeli ve âkıl görünürken, meczupturlar. Ve bir kısmı dahi, Bazen sahvede ve daire-i akılda görünür, Bazen aklın ve muhakemenin haricinde bir hale girer. Şu kısımdan bir sınıfı, ehl-i iltibastır, tefrik etmiyor. Sekir halinde gördüğü bir meseleyi hâlet-i sahvede tatbik eder, hata eder ve hata ettiğini bilmez. Meczupların bir kısmı ise, indallah mahfuzdur, dalâlete sülûk etmez. Diğer bir kısmı ise mahfuz değiller; bid'at ve dalâlet fırkalarında bulunabilirler. Hattâ kâfirler içinde bulunabileceği ihtimal verilmiş. </p><p id="c_paragraf">İşte, muvakkat veya daimî meczup olduklarından, mânen "mübarek mecnun" hükmünde oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef değiller. Ve mükellef olmadıkları için muahaze olunmuyorlar. Kendi velâyet-i meczubâneleri bâki kalmakla beraber, ehl-i dalâlete ve ehl-i bid'aya taraftar çıkarlar, mesleklerine bir derece revaç verip, bir kısım ehl-i imanı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeye meş'ûmâne bir sebebiyet verirler. </p><p id="c_paragraf"><br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">Onuncu Mesele </span></center><br /><p id="c_paragraf">Ziyaretçilere ait bazı dostlar tarafından ihtar ile bir düstur izah edilmek istenilmiştir. Onun için yazılmıştır. </p><p id="c_paragraf">Malûm olsun ki, bizi ziyaret eden, ya hayat-ı dünyeviye cihetinde gelir; o kapı kapalıdır. Veya hayat-ı uhreviye cihetinde gelir. O cihette iki kapı var: </p><p id="c_paragraf">Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünkü ben kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenâb-ı Hakka çok şükür, beni kendime beğendirmemiş. </p><p id="c_paragraf">İkinci cihet, sırf Kur'ân-ı Hakîmin dellâlı olduğum cihetledir. Bu kapıdan girenleri ale'r-re'si ve'l-ayn kabul ediyorum. Onlar da üç tarzda olur:</p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Ya dost olur, </span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">ya kardeş olur, </span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">ya talebe olur. </span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Dostun hassası ve şartı budur ki:</span> Katiyen Sözlere ve envâr-ı Kur'âniyeye dair olan hizmetimize ciddî taraftar olsun; ve haksızlığa ve bid'alara ve dalâlete kalben taraftar olmasın; kendine de istifadeye çalışsın. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Kardeşin hassası ve şartı şudur ki:</span> Hakikî olarak Sözlerin neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını edâ etmek, yedi kebâiri işlememektir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki:</span> Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin. </p><p id="c_paragraf">İşte bu üç tabaka, benim üç şahsiyetimle alâkadardır: Dost, benim şahsî ve zâtî şahsiyetimle münasebettar olur. Kardeş, abdiyetim ve ubudiyet noktasındaki şahsiyetimle alâkadar olur. Talebe ise, Kur'ân-ı Hakîmin dellâlı cihetinde ve hocalık vazifesindeki şahsiyetimle münasebettardır. Şu görüşmenin de üç meyvesi var: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Dellâllık itibarıyla mücevherât-ı Kur'âniyeyi benden veya Sözlerden ders almak; velev bir ders de olsa. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> İbadet itibarıyla uhrevî kazancıma hissedar olur. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncüsü: </span>Beraber dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olup rapt-ı kalb ederek, Kur'ân-ı Hakîmin hizmetinde el ele verip tevfik ve hidayet istemek. Eğer talebe ise, her sabah mütemadiyen ismiyle, Bazen hayaliyle dahi yanımda hazır olur, hissedar olur. Eğer kardeş ise, birkaç defa hususî ismiyle ve suretiyle dua ve kazancımda hazır olup hissedar olur. Sonra umum ihvanlar içinde dahil olup, rahmet-i İlâhiyeye teslim ediyorum ki, dua vaktinde "ihvetî ve ihvânî" dediğim vakit onlar içinde bulunur. Ben bilmezsem, rahmet-i İlâhiye onları biliyor ve görüyor. Eğer dost ise ve ferâizi kılar ve kebâiri terk ederse, umumiyet-i ihvan itibarıyla duamda dahildir. Bu üç tabaka dahi beni mânevî dua ve kazançlarında dahil etmek şarttır.<br /></p><center><div id="c_Border"><center><img style="WIDTH: 422px; HEIGHT: 86px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b732.gif" /> -1-<br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b457.gif" /> -2-<br /><img style="WIDTH: 386px; HEIGHT: 30px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b1000.gif" /> -3-<br /><img style="WIDTH: 392px; HEIGHT: 245px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b735.gif" /> -4- </center></div></center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Allahım! "Mü'minin mü'mine bağlılığı, parçaları birbirini tutan binâ gibidir." (Buharî, Salât: 88; Edeb: 36; Mezâlim: 5; Müslim, Birr: 65; Tirmizî, Birr: 18; Nesâî, Zekât: 67; Müsned, 4:405, 409.) buyuran zâta ve âl ve ashabına salât ve selâm et. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Sensin." (Bakara Sûresi: 2:32.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- "Dediler: Bizi buna eriştiren Allah'a hamd olsun; yoksa Allah hidayet etmeseydi, biz kendiliğimizden buna erişemezdik. Gerçekten Rabbimizin peygamberleri bize hakkı getirdiler." (A'râf Sûresi: 7:43.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">4- Ey kavmi içinde Nuh'un duasına icabet eden, ey düşmanlarına karşı İbrahim'e yardım eden, ey Yusuf'u tekrar Yakub'a kavuşturan, ey Eyyüb'den zararı kaldıran, ey Zekeriya'nın duasına cevap veren, ey Yunus ibni Mettâ'nın tevbesini kabul eden Allahım! Bu müstecap duaların sahiplerinin hürmetine, beni, bu risalenin naşirini ve arkadaşlarını ins ve cin şeytanlarının şerlerinden muhafaza etmeni, düşmanlarımıza karşı bize nusret vermeni, bizi nefislerimize terk etmemeni, sıkıntılarımızı kaldırmanı ve kalblerimizin ve onların kalblerinin hastalıklarına şifa vermeni Senden istiyoruz. Âmin, âmin, âmin. </p><!-- AYET -->İbrahimhttp://www.blogger.com/profile/14965094735125295317noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-431105105679572355.post-42130020236469689292008-09-03T14:00:00.001-07:002008-09-14T23:04:34.392-07:00YİRMİ BEŞİNCİ MEKTUP<center><span id="c_KonuBaslik">Te'lif edilmemiştir. </span></center>İbrahimhttp://www.blogger.com/profile/14965094735125295317noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-431105105679572355.post-38409553928493050442008-09-03T13:50:00.000-07:002008-09-14T23:04:34.394-07:00YİRMİ DÖRDÜNCÜ MEKTUP<center><span id="c_RisaleAdi">YİRMİ DÖRDÜNCÜ MEKTUP</span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b424.gif" /> -1- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b645.gif" /> -2- </center><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sual:</span> Eâzım-ı Esmâ-i İlâhiyeden olan Rahîm ve Hakîm ve Vedûd'un iktiza ettikleri şefkatperverâne terbiye ve maslahatkârâne tedbir ve muhabbettârâne taltif, nasıl ve ne suretle, müthiş ve muvahhiş olan mevt ve ademle, zeval ve firakla, musibet ve meşakkatle tevfik edilebilir? Haydi, insan saadet-i ebediyeye gittiği için, mevt yolunda geçtiğini hoş görelim. Fakat bu nazik ve nazenin ve zîhayat olan eşcar ve nebâtat envâları ve çiçekleri ve vücuda lâyık ve hayata âşık ve bekaya müştak olan hayvânat taifelerini, mütemadiyen hiçbirini bırakmayarak ifnâlarında ve gayet süratle onlara göz açtırmayarak idamlarında ve onlara nefes aldırmayarak meşakkatle çalıştırmalarında ve hiçbirini rahatta bırakmayarak musibetlerle tağyirlerinde ve hiçbirini müstesna etmeyerek öldürmelerinde ve hiçbiri durmayarak zevallerinde ve hiçbiri memnun olmayarak firaklarında hangi şefkat ve merhamet var, hangi hikmet ve maslahat bulunur, hangi lütuf ve merhamet yerleşebilir? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Dâi ve muktazîyi gösteren Beş Remizle ve gayeleri ve faydaları gösteren Beş İşaretle şu suali halleden çok geniş ve çok derin ve çok yüksek olan hakikat-i uzmâya uzaktan uzağa baktırmaya çalışacağız. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Allah dilediğini yapar ve dilediği gibi hükmeder.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">Birinci Makam </span></center><br /><p id="c_paragraf">Beş Remizdir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">BİRİNCİ REMİZ</span></p><p id="c_paragraf">Yirmi Altıncı Sözün hâtimelerinde denildiği gibi, nasıl ki mahir bir san'atkâr, kıymettar bir elbiseyi murassâ ve münakkaş surette yapmak için, bir miskin adamı, lâyık olduğu bir ücrete mukabil model yaparak, kendi san'at ve maharetini göstermek için, o elbiseyi o miskin adam üstünde biçer, keser, kısaltır, uzatır; o adamı da oturtur, kaldırır, muhtelif vaziyetler verir. Şu miskin adamın hiçbir hakkı var mıdır ki, o san'atkâra desin: "Beni güzelleştiren bu elbiseye neden ilişip tebdil ve tağyir ediyorsun ve beni kaldırıp oturtup meşakkatle benim istirahatimi bozuyorsun?" </p><p id="c_paragraf">Aynen öyle de, Sâni-i Zülcelâl, herbir nevi mevcudatın mahiyetini birer model ittihaz ederek ve nukuş-u esmâsıyla kemâlât-ı san'atını göstermek için, herbir şeye, hususan zîhayata, duygularla murassâ bir vücut libasını giydirerek, üstünde kalem-i kazâ ve kaderle nakışlar yapar, cilve-i esmâsını gösterir. Herbir mevcuda dahi, ona lâyık bir tarzda bir ücret olarak, bir kemal, bir lezzet, bir feyiz veriyor. </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b646.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">sırrına mazhar olan o Sâni-i Zülcelâle karşı hiçbir şeyin hakkı var mıdır ki, desin, "Bana zahmet veriyorsun, benim istirahatimi bozuyorsun." Hâşâ! </p><p id="c_paragraf">Evet, mevcudatın hiçbir cihette Vâcibü'l-Vücuda karşı hakları yoktur ve hak dâvâ edemezler. Belki hakları daima şükür ve hamd ile, verdiği vücut mertebelerinin hakkını edâ etmektir. Çünkü verilen bütün vücut mertebeleri vukuattır, birer illet ister. Fakat verilmeyen mertebeler imkânattır. İmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir. Ademler ise illet istemezler. Nihayetsize illet olamaz. </p><p id="c_paragraf">Meselâ madenler diyemezler: "Niçin nebâtî olmadık?" Şekvâ edemezler; belki vücud-u madenîye mazhar oldukları için, hakları Fâtırına şükrandır. </p><p id="c_paragraf">Nebâtat, "Niçin hayvan olmadım?" deyip şekvâ edemez. Belki, vücut ile beraber, hayata mazhar olduğu için, hakkı şükrandır. </p><p id="c_paragraf">Hayvan ise, "Niçin insan olmadım?" diye şikâyet edemez. Belki, hayat ve vücut ile beraber, kıymettar bir ruh cevheri ona verildiği için, onun üstündeki hakkı, şükrandır. Ve hâkezâ, kıyas et. </p><p id="c_paragraf">Ey insan-ı müştekî! Sen mâdum kalmadın, vücut nimetini giydin, hayatı tattın, câmid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalâlette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün, ve hâkezâ... Ey nankör! Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki, Cenâb-ı Hakkın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücut mertebelerine mukabil şükretmeyerek, imkânat ve ademiyat nevinde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden, bâtıl bir hırsla Cenâb-ı Haktan şekvâ ediyorsun ve küfrân-ı nimet ediyorsun? </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Mülkün sahibi, mülkünde nasıl dilerse öyle tasarruf eder.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Acaba bir adam, minare başına çıkmak gibi âli derecatlı bir mertebeye çıksın, büyük makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün; o nimetleri verene şükretmesin ve desin: "Niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım?" diye şekvâ ederek ağlayıp sızlasın-ne kadar haksızlık eder ve ne kadar küfrân-ı nimete düşer, ne kadar büyük divanelik eder; divaneler dahi anlar. </p><p id="c_paragraf">Ey kanaatsiz, hırslı ve iktisatsız, israflı ve haksız, şekvâlı, gafil insan! Katiyen bil ki, kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasâretli bir küfrandır. Ve iktisat, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır. İsraf ise, nimete çirkin ve zararlı bir istihfaftır. Eğer aklın varsa kanaate alış ve rızaya çalış. Tahammül etmezsen, "Yâ Sabûr" de ve sabır iste, hakkına razı ol, teşekkî etme. Kimden kime şekvâ ettiğini bil, sus. Herhalde şekvâ etmek istersen, nefsini Cenâb-ı Hakka şekvâ et; çünkü kusur ondadır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">İKİNCİ REMİZ</span></p><p id="c_paragraf">On Sekizinci Mektubun âhirki meselesinin âhirinde denildiği gibi, <b id="eh">Hâlık-ı Zülcelâl</b>, hayretnümâ, dehşet-engiz bir surette bir faaliyet-i rububiyetiyle mevcudatı mütemadiyen tebdil ve tecdid ettiğinin bir hikmeti budur: </p><p id="c_paragraf">Nasıl ki mahlûkatta faaliyet ve hareket bir iştah, bir iştiyak, bir lezzetten, bir muhabbetten ileri geliyor. Hattâ denilebilir ki, herbir faaliyette bir lezzet nevi vardır; belki herbir faaliyet bir çeşit lezzettir. Ve lezzet dahi bir kemâle müteveccihtir; belki bir nevi kemaldir. Madem faaliyet bir kemal, bir lezzet, bir cemâle işaret eder. Ve madem kemâl-i mutlak ve Kâmil-i Zülcelâl olan Vâcibü'l-Vücud, zat ve sıfât ve ef'âlinde bütün envâ-ı kemâlâta câmidir. Elbette, o Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun vücub-u vücuduna ve kudsiyetine lâyık bir tarzda ve istiğnâ-yı zâtîsine ve gınâ-yı mutlakına muvafık bir surette ve kemâl-i mutlakına ve tenezzüh-ü zâtîsine münasip bir şekilde, hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve nihayetsiz bir muhabbet-i münezzehesi vardır. </p><p id="c_paragraf">Elbette o şefkat-i mukaddeseden ve o muhabbet-i münezzeheden gelen hadsiz bir şevk-i mukaddes vardır. </p><p id="c_paragraf">Ve o şevk-i mukaddesten gelen hadsiz bir sürur-u mukaddes vardır. </p><p id="c_paragraf">Ve o sürur-u mukaddesten gelen, tabiri caizse, hadsiz bir lezzet-i mukaddese vardır. </p><p id="c_paragraf">Ve elbette o lezzet-i mukaddese ile beraber, hadsiz Onun merhameti cihetiyle, faaliyet-i kudreti içinde, mahlûkatının istidatları kuvveden fiile çıkmasından ve tekemmül etmesinden neş'et eden, o mahlûkatın memnuniyetlerinden ve kemallerinden gelen, Zât-ı Rahmân ve Rahîme ait, tabiri caizse, hadsiz memnuniyet-i mukaddese ve hadsiz iftihar-ı mukaddes vardır ki, hadsiz bir surette, hadsiz bir faaliyeti iktiza ediyor. </p><p id="c_paragraf">Ve o hadsiz faaliyet dahi, hadsiz bir tebdil ve tağyir ve tahvil ve tahribi dahi iktiza ediyor. Ve o hadsiz tağyir ve tebdil dahi mevt ve ademi, zeval ve firakı iktiza ediyor. </p><p id="c_paragraf">Bir zaman, hikmet-i beşeriyenin, masnuatın gayelerine dair gösterdiği faydalar, nazarımda çok ehemmiyetsiz göründü. Ve ondan bildim ki, o hikmet abesiyete gider. Onun için, filozofların ileri gidenleri, ya tabiat dalâletine düşer veya sofestaî olur veya ihtiyar ve ilm-i Sânii inkâr eder veya Hâlıka "mucib-i bizzat" der.<br /></p><p id="c_paragraf">İşte, o zaman, rahmet-i İlâhiye Hakîm ismini imdadıma gönderdi; bana da masnuatın büyük gayelerini gösterdi. Yani, herbir masnu öyle bir mektub-u Rabbânîdir ki, umum zîşuur onu mütalâa eder. </p><p id="c_paragraf">Şu gaye bir sene bana kâfi geldi. Sonra san'attaki harikalar inkişaf etti; o gaye kâfi gelmemeye başladı. Daha çok büyük diğer bir gaye gösterildi. Yani, herbir masnuun en mühim gayeleri Sâniine bakar; Onun kemâlât-ı san'atını ve nukuş-u esmâsını ve murassaât-ı hikmetini ve hedâyâ-yı rahmetini Onun nazarına arz etmek ve cemal ve kemâline bir ayna olmaktır, bildim. </p><p id="c_paragraf">Şu gaye hayli zaman bana kâfi geldi. Sonra, san'at ve icad-ı eşyadaki hayretengiz faaliyet içinde, gayet derecede süratli tağyir ve tebdildeki mu'cizât-ı kudret ve şuûnât-ı rububiyet göründü. O vakit bu gaye dahi kâfi gelmemeye başladı. Belki şu gaye kadar büyük bir muktazî ve dâi dahi lâzımdır, bildim. </p><p id="c_paragraf">İşte, o vakit, şu İkinci Remizdeki muktazîler ve gelecek işaretlerdeki gayeler gösterildi. Ve yakînen bana bildirildi ki, kâinattaki kudretin faaliyeti ve seyir ve seyelân-ı eşya o kadar mânidardır ki, o faaliyetle Sâni-i Hakîm envâ-ı kâinatı konuşturuyor. Güya göklerin ve zeminin müteharrik mevcutları ve hareketleri, onların o konuşmalarındaki kelimelerdir; ve taharrük ise, bir tekellümdür. Demek, faaliyetten gelen harekât ve zeval, bir tekellümât-ı tesbihiyedir. Ve kâinattaki faaliyet dahi, kâinatın ve envâının sessizce bir konuşması ve konuşturmasıdır. </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">ÜÇÜNCÜ REMİZ</span></p><p id="c_paragraf">Eşya zeval ve ademe gitmiyor; belki daire-i kudretten daire-i ilme geçiyor, âlem-i şehadetten âlem-i gayba gidiyor, âlem-i tagayyür ve fenâdan âlem-i nura, bekaya müteveccih oluyor. </p><p id="c_paragraf">Hakikat nokta-i nazarında, eşyadaki cemal ve kemal, esmâ-i İlâhiyeye aittir ve onların nukuş ve cilveleridir. Madem o esmâ bâkidirler ve cilveleri daimîdir; elbette nakışları teceddüd eder, tazelenir, güzelleşir. Ademe ve fenâya gitmiyor; belki, yalnız itibarî taayyünleri değişir. Ve medar-ı hüsün ve cemal ve mazhar-ı feyiz ve kemal olan hakikatleri ve mahiyetleri ve hüviyet-i misaliyeleri bâkidirler. </p><p id="c_paragraf">Zîruh olmayanlar, doğrudan doğruya onlardaki hüsün ve cemal, esmâ-i İlâhiyeye aittir; şeref onlaradır, medih onların hesabına geçer, güzellik onlarındır, muhabbet onlara gider; o aynaların değişmesiyle onlara bir zarar îras etmez. </p><p id="c_paragraf">Eğer zîruh ise, zevi'l ukulden değilse, onların zeval ve firakı bir adem ve fenâ değil; belki vücud-u cismanîden ve vazife-i hayatın dağdağasından kurtulup, kazandıkları vazifenin semerelerini bâki olan ervahlarına devrederek, onların, o ervâh-ı bâkiyeleri dahi birer esmâ-i İlâhiyeye istinad ederek devam eder, belki kendine lâyık bir saadete gider. </p><p id="c_paragraf">Eğer o zîruhlar zevi'l ukulden ise, zaten saadet-i ebediyeye ve maddî ve mânevî kemâlâta medar olan âlem-i bekaya ve o Sâni-i Hakîmin dünyadan daha güzel, daha nuranî olan âlem-i berzah, âlem-i misal, âlem-i ervah gibi diğer menzillerine, başka memleketlerine bir seyr ü seferdir; bir mevt ve adem ve zeval ve firak değil, belki kemâlâta kavuşmaktır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elhasıl:</span> Madem Sâni-i Zülcelâl vardır ve bâkidir; ve sıfât ve esmâsı daimî ve sermedîdirler. Elbette o esmânın cilveleri ve nakışları, bir mânevî beka içinde teceddüd eder; tahrip ve fenâ, idam ve zeval değildirler. Malûmdur ki, insan, insaniyet cihetiyle, ekser mevcudatla alâkadardır. Onların saadetleriyle mütelezziz ve helâketleriyle müteellimdir. Hususan zîhayat ile, ve bilhassa nev-i beşerle, ve bilhassa sevdiği ve istihsan ettiği ehl-i kemâlin âlâmıyla daha ziyade müteellim ve saadetleriyle daha ziyade mesut olur. Hattâ, şefkatli bir valide gibi, kendi saadetini ve rahatını onların saadeti için feda eder.<br /></p><p id="c_paragraf">İşte, her mü'min, derecesine göre, nur-u Kur'ân ve sırr-ı İmân ile, bütün mevcudatın saadetleriyle ve bekalarıyla ve hiçlikten kurtulmalarıyla ve kıymettar mektubat-ı Rabbâniye olmalarıyla mesut olabilir ve dünya kadar bir nur kazanabilir. Herkes derecesine göre bu nurdan istifade eder. </p><p id="c_paragraf">Eğer ehl-i dalâlet ise, kendi elemiyle beraber, bütün mevcudatın helâketiyle ve fenâsıyla ve zâhirî idamlarıyla, zîruh ise âlâmlarıyla, müteellim olur. Yani, onun küfrü, onun dünyasına adem doldurur, onun başına boşaltır; daha Cehenneme gitmeden Cehenneme gider. </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">DÖRDÜNCÜ REMİZ</span></p><p id="c_paragraf">Çok yerlerde dediğimiz gibi, bir padişahın sultan, halife, hâkim, kumandan gibi muhtelif ünvanlar ve sıfatlardan neş'et eden muhtelif ayrı ayrı devâir-i teşkilâtı olduğu gibi, Cenâb-ı Hakkın Esmâ-i Hüsnâsının had ve hesaba gelmez türlü türlü tecelliyâtı vardır. Mahlûkatın tenevvüleri ve ihtilâfları, o tecelliyâtın tenevvülerinden ileri geliyor. </p><p id="c_paragraf">İşte, her kemal ve cemal sahibi, fıtraten cemal ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o muhtelif esmâ dahi, daimî ve sermedî oldukları için, daimî bir surette <b id="eh">Zât-ı Akdes</b>hesabına tezahür isterler. Yani nakışlarını görmek isterler. Yani, kendi nakışlarının aynalarında cilve-i cemallerini ve in'ikâs-ı kemallerini görmek ve göstermek isterler. Yani, kâinat kitab-ı kebîrini ve mevcudatın muhtelif mektubatını ânen feânen tazelendirmek, yani yeniden yeniye mânidar yazmak, yani birtek sayfada ayrı ayrı binler mektubatı yazmak ve herbir mektubu Zât-ı Mukaddes ve Müsemmâ-yı Akdesin nazar-ı şuhuduna izhar etmekle beraber, bütün zîşuurun nazar-ı mütalâasına göstermek ve okutturmak iktiza ederler. Bu hakikate işaret eden şu hakikatli şiire bak: </p><p id="c_paragraf">Kitab-ı âlemin yaprakları, envâ-ı nâmâdud, </p><p id="c_paragraf">Huruf ile kelimâtı dahi efrâd-ı nâmahdud. </p><p id="c_paragraf">Yazılmış destgâh-ı Levh-i Mahfuz-u hakikatte, </p><p id="c_paragraf">Mücessem lâfz-ı mânidardır âlemde her mevcud. </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b647.gif" /> -1- </center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Kâinatın satırlarını dikkatle mütalâa et. Zira onlar, Mele-i Âlâdan sana gönderilmiş mektuplardır.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">BEŞİNCİ REMİZ</span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İki Nüktedir. </span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci Nükte:</span> Madem Cenâb-ı Hak var; herşey var. Madem Cenâb-ı Vâcibü'l-Vücuda intisap var; herşey için bütün eşya var. Çünkü, Vâcibü'l-Vücuda nispetle herbir mevcut, bütün mevcudata, vahdet sırrıyla bir irtibat peydâ eder. Demek, Vâcibü'l-Vücuda intisabını bilen veya intisabı bilinen herbir mevcut, sırr-ı vahdetle, Vâcibü'l-Vücuda mensup bütün mevcudatla münasebettar olur. Demek herbir şey, o intisap noktasında hadsiz envâr-ı vücuda mazhar olabilir. Firaklar, zevaller, o noktada yoktur. Bir ân-ı seyyâle yaşamak, hadsiz envâr-ı vücuda medardır. </p><p id="c_paragraf">Eğer o intisap olmazsa ve bilinmezse, hadsiz firaklara ve zevallere ve ademlere mazhar olur. Çünkü, o halde, alâkadar olabileceği herbir mevcuda karşı bir firakı ve bir iftirakı ve bir zevâli vardır. Demek, kendi şahsî vücuduna, hadsiz ademler ve firaklar yüklenir. Bir milyon sene vücutta kalsa da (intisapsız), evvelki noktasındaki o intisaptaki bir an yaşamak kadar olamaz. </p><p id="c_paragraf">Onun için, ehl-i hakikat demişler ki: "Bir ân-ı seyyâle vücud-u münevver, milyon sene bir vücud-u ebtere müreccahtır." Yani, Vücud-u Vacibe nispetle bir an vücut, nispetsiz milyon sene bir vücuda müreccahtır. </p><p id="c_paragraf">Hem bu sır içindir ki, ehl-i tahkik demişler: "Envâr-ı vücut ise Vâcibü'l-Vücudu tanımakladır." Yani, o halde kâinat, envâr-ı vücut içinde olarak, melâike ve ruhaniyat ve zîşuurlarla dolu görünür. Eğer Onsuz olsa, adem zulümatları firak ve zeval elemleri herbir mevcudu ihata eder. Dünya, o adamın nazarında, boş ve hâli bir vahşetgâh suretinde görünür. </p><p id="c_paragraf">Evet, nasıl ki bir ağaç meyvelerinin herbirisi, ağacın başındaki bütün meyvelere karşı birer nispeti var. Ve o nispetle birer kardeşi, arkadaşı mevcut olduğundan, onların adedince ârızî vücutları vardır. Ne vakit o meyve ağacın başından kesilse, herbir meyveye karşı bir firak ve zeval hâsıl olur. Herbir meyve onun için mâdum hükmündedir. Haricî bir zulmet-i adem ona hâsıl oluyor. Öyle de, kudret-i Ehad-i Samede intisap noktasında, herşey için bütün eşya var. Eğer intisap olmazsa, herşey için, eşya adedince haricî ademler var. </p><p id="c_paragraf">İşte, şu remizden, imanın azamet-i envârına bak ve dalâletin dehşetli zulümatını gör. Demek, iman, şu remizde beyan edilen hakikat-i âliye-i nefsü'l emriyenin ünvanıdır; ve İmân ile ondan istifade edebilir. Eğer İmân olmazsa: Nasıl ki kör, sağır, dilsiz, akılsız adama herşey mâdumdur; öyle de, imansıza herşey mâdumdur, zulümatlıdır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Nükte:</span> Dünyanın ve eşyanın üç tane yüzü var: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci yüzü:</span> Esmâ-i İlâhiyeye bakar, onların aynalarıdır. Bu yüze zeval ve firak ve adem giremez; belki tazelenmek ve teceddüd var. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci yüzü:</span> Âhirete bakar, âlem-i bekaya nazar eder, onun tarlası hükmündedir. Bu yüzde, bâki semereler ve meyveler yetiştirmek var; bekaya hizmet eder, fâni şeyleri bâki hükmüne getirir. Bu yüzde dahi mevt ve zeval değil, belki hayat ve beka cilveleri var. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü yüzü:</span> Fânilere, yani bizlere bakar ki, fânilerin ve ehl-i hevesâtın mâşukası ve ehl-i şuurun ticaretgâhı ve vazifedarların meydan-ı imtihanlarıdır. İşte bu üçüncü yüzündeki fenâ ve zeval, mevt ve ademin acılarına ve yaralarına merhem için, o üçüncü yüzün içyüzündeki beka ve hayat cilveleri var. </p><p id="c_paragraf">Elhasıl, şu mevcudat-ı seyyâle, şu mahlûkat-ı seyyâre, Vâcibü'l-Vücudun envâr-ı icad ve vücudunu tazelendirmek için müteharrik aynalar ve değişen mazharlardır.<br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">İkinci Makam </span></center><br /><p id="c_paragraf">Bir Mukaddime, Beş İşarettir. </p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">Mukaddime </span></center><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">İki Mebhastır. </span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Birinci Mebhas: </span></p><p id="c_paragraf">Bu gelecek Beş İşarette, şuûnât-ı rububiyeti rasat etmek için, birer sönük, küçük dürbün nevinden birer temsil yazılacaktır. Bu temsiller şuûnât-ı rububiyetin hakikatini tutamaz, ihata edemez, mikyas olamaz; fakat baktırabilir. O gelecek temsilâtta ve geçen remizlerde, <b id="eh">Zât-ı Akdes</b>in şuûnâtına münasip olmayan tabirat, temsilin kusuruna aittir. Meselâ, lezzet ve sürur ve memnuniyetin bizce malûm mânâları, şuûnât-ı mukaddeseyi ifade edemiyor; fakat birer ünvan-ı mülâhazadır, birer mirsad-ı tefekkürdür. </p><p id="c_paragraf">Hem dahi şu temsiller, muhît, azîm bir kanun-u rububiyetin küçük bir misalde ucunu göstermekle, rububiyetin şuûnâtında o kanunun hakikatini ispat ediyor. Meselâ, "Bir çiçek vücuttan gider, binler vücut bırakarak öyle gider" denilmiş. Onunla azîm bir kanun-u rububiyeti gösteriyor ki, bütün bahar, belki bütün dünyadaki mevcudatta bu kanun-u rububiyet cereyan ediyor. </p><p id="c_paragraf">Evet, Hâlık-ı Rahîm, bir kuşun tüylü libasını hangi kanunla değiştiriyor, tazelendiriyor. O Sâni-i Hakîm, aynı kanunla, her sene küre-i arzın libasını tecdid eder. Hem o aynı kanunla, her asırda dünyanın şeklini tebdil eder. Hem aynı kanunla, kıyamet vaktinde kâinatın suretini tağyir edip değiştirir. </p><p id="c_paragraf">Hem hangi kanunla zerreyi Mevlevî gibi tahrik ederse, aynı kanunla küre-i arzı meczup ve semâa kalkan Mevlevî gibi döndürüyor. Ve o kanunla âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i şemsiyeyi gezdiriyor. </p><p id="c_paragraf">Hem hangi kanunla senin bedenindeki hüceyrâtın zerrelerini tazelendiriyor, tamir ve tahlil ediyorsa, aynı kanunla senin bağını her sene tecdid eder ve her mevsimde çok defa tazelendirir. Aynı kanunla, zemin yüzünü her bahar mevsiminde tecdid eder, taze bir peçe üstüne çeker. </p><p id="c_paragraf">Hem o Sâni-i Kadîr, hangi kanun-u hikmetle bir sineği ihyâ eder; aynı kanunla şu önümüzdeki çınar ağacını her baharda ihyâ eder. Ve o kanunla küre-i arzı yine o baharda ihyâ eder. Ve aynı kanunla haşirde mahlûkatı ihyâ eder. Şu sırra işareten, </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b648.gif" /> -1- </center><br /><p>Kur'ân ferman eder. </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir." Lokman Sûresi: 31:28.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Ve hâkezâ, kıyas et. Bunlar gibi çok kavânin-i rububiyet vardır ki, zerreden tâ mecmu-u âleme kadar cereyan ediyor. İşte, faaliyet-i rububiyetin içindeki şu kanunların azametine bak ve genişliğine dikkat et ve içindeki sırr-ı vahdeti gör, herbir kanun bir bürhan-ı vahdet olduğunu bil. Evet, şu çok kesretli ve çok azametli kanunlar, herbiri ilim ve iradenin cilvesi olmakla beraber, hem vâhid, hem muhît olduğu için, Sâniin vahdâniyetini ve ilim ve iradesini gayet kati bir surette ispat ederler. </p><p id="c_paragraf">İşte, ekser Sözlerdeki ekser temsilât, böyle kanunların uçlarını birer cüz'î misalle göstermekle, müddeâda aynı kanunun vücuduna işaret eder. Madem temsille kanunun tahakkuku gösteriliyor; bürhan-ı mantıkî gibi yakinî bir surette müddeâyı ispat eder. Demek, Sözlerdeki ekser temsiller birer bürhan-ı yakinî, birer hüccet-i katıa hükmündedir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">İkinci Mebhas:</span></p><p id="c_paragraf">Onuncu Sözün Onuncu Hakikatinde denildiği gibi: Bir ağacın ne kadar meyveleri ve çiçekleri vardır; herbir meyvenin, herbir çiçeğin o kadar gayeleri, hikmetleri vardır. Ve o hikmetler üç kısımdır: </p><p id="c_paragraf">Bir kısmı Sânie bakar, esmâsının nakışlarını gösterir. </p><p id="c_paragraf">Bir kısmı zîşuurlara bakar ki, onların nazarlarında kıymettar mektubat ve mânidar kelimattır. </p><p id="c_paragraf">Bir kısmı kendi nefsine ve hayatına ve bekasına bakar. Ve insana faydalı ise, insanın menfaatine göre hikmetleri vardır. </p><p id="c_paragraf">İşte, herbir mevcudun böyle kesretli gayeleri bulunduğunu bir vakit düşünürken, hatırıma Arabî tarzda ve gelecek Beş İşaretin esâsâtına nota hükmünde olarak, küllî gayelere işaret eden şu fıkralar gelmiştir:</p><br /><center><img style="WIDTH: 415px; HEIGHT: 251px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b649.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">İşte bu beş fıkrada, gelecekte bahsedeceğimiz işârâtın esâsâtı var. Evet, herbir mevcut, hususan zîhayat olanların, beş tabaka ayrı ayrı hikmetleri ve gayeleri var.<br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Nasıl ki, meyvedar bir ağaç, birbirinin üstündeki dalları semere verir. Öyle de, herbir zîhayatın, beş takaba muhtelif gayeleri bulunur ve hikmetleri var. </p><p id="c_paragraf">Ey insan-ı fâni! Senin cüz'î bir çekirdek hükmündeki kendi hakikatini, meyvedar bir şecere-i bâkiyeye inkılâp etmesini ve Beş İşarette gösterilen on tabaka meyvelerini ve on nevi gayelerini elde etmesini istersen, hakikî imanı elde et. Yoksa, bütün onlardan mahrum kalmakla beraber, o çekirdek içinde sıkışıp; çürüyeceksin. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci İşaret </span></p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b1008.gif" /></center><br /><p>fıkrası ifade ediyor ki: </p><br /><p id="c_paragraf">Bir mevcut, vücuttan gittikten sonra, zâhiren kendisi ademe, fenâya gider; fakat ifade ettiği mânâlar bâki kalır, mahfuz olur. Hüviyet-i misaliyesi ve sureti ve mahiyeti dahi âlem-i misalde ve âlem-i misalin numuneleri olan elvâh-ı mahfuzada ve elvâh-ı mahfuzanın numuneleri olan kuvve-i hafızalarda kalır. Demek, bir vücud-u surî kaybeder, yüzer vücud-u mânevî ve ilmî kazanır. </p><p id="c_paragraf">Meselâ, nasıl ki bir sayfanın tab'ına medar olan matbaa hurufatına bir vaziyet ve bir tertip verilir ve bir sayfanın tab'ına medar olur; ve o sayfa ise, suretini ve hüviyetini, basılan müteaddit yapraklara verip ve mânâlarını çok akıllara neşrettikten sonra, o matbaa hurufatının vaziyeti ve tertibi de değiştirilir. Çünkü daha ona lüzum kalmadı; hem başka sayfaların tab'ı lâzım geliyor. İşte, aynen bunun gibi, şu mevcudat-ı arziye, hususan nebâtiye, kalem-i kader-i İlâhî onlara bir tertip, bir vaziyet verir; bahar sayfasında kudret onları icad eder; ve güzel mânâlarını ifade ederek, suretleri ve hüviyetleri âlem-i misal gibi âlem-i gaybın defterine geçtikleri için, hikmet iktiza ediyor ki, o vaziyet değişsin, tâ yeni gelecek diğer bahar sayfası yazılsın, onlar dahi mânâlarını ifade etsinler. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci İşaret </span></p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b651.gif" /></center><br /><p>Bu fıkra işaret eder ki: </p><br /><p id="c_paragraf">Herbir şey, cüz'î olsun, küllî olsun, vücuttan gittikten sonra-hususan zîhayat olsa-çok hakaik-i gaybiye netice vermekle beraber, âlem-i misalin defterlerinde olan levh-i misalî üstünde etvâr-ı hayatı adedince suretleri bırakıp, o suretlerden mânidar olan ve mukadderât-ı hayatiye denilen sergüzeşt-i hayatiyeleri yazılır ve ruhaniyata bir mütalâagâh olur.<br /></p><p id="c_paragraf">Nasıl ki, meselâ bir çiçek vücuttan gider; fakat yüzer tohumcuklarını ve tohumcuklarda mahiyetini vücutta bırakmakla beraber, küçük elvâh-ı mahfuzada ve elvâh-ı mahfuzanın küçük numuneleri olan hafızalarda binler suretini bırakıp, zîşuurlara etvâr-ı hayatıyla ifade ettiği tesbihât-ı Rabbâniye ve nukuş-u esmâiyeyi okutturur, sonra gider. Öyle de, yeryüzünün saksısında güzel masnuatla münakkaş olan bahar mevsimi, bir çiçektir. Zâhiren zeval bulur, ademe gider. Fakat onun tohumları adedince ifade ettikleri hakaik-i gaybiye ve çiçekleri adedince neşrettiği hüviyet-i misaliye ve mevcudatı adedince gösterdikleri hikmet-i Rabbâniyeyi kendine bedel olarak vücutta bırakıp sonra bizden saklanır. Hem o giden baharın arkadaşları olan sair baharlara yer boşaltır-tâ onlar gelip vazife görsünler. Demek o bahar zâhirî bir vücudu çıkarır, mânen bin vücut giyer. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü İşaret </span></p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b652.gif" /></center><br /><p>fıkrası ifade ediyor ki: </p><br /><p id="c_paragraf">Dünya bir tezgâh ve bir mezraadır; âhiret pazarına münasip olan mahsulâtı yetiştirir. Çok Sözlerde ispat etmişiz: Nasıl ki cin ve insin amelleri âhiret pazarına gönderiliyor. Öyle de, dünyanın sair mevcudatı dahi, âhiret hesabına çok vazifeler görüyorlar ve çok mahsulât yetiştiriyorlar. Belki küre-i arz onlar için geziyor. Belki denilebilir ki, onun içindir. Bu sefine-i Rabbâniye, yirmi dört bin senelik bir mesafeyi bir senede geçip meydan-ı haşrin etrafında dönüyor. </p><p id="c_paragraf">Meselâ, ehl-i Cennet elbette arzu ederler ki, dünya maceralarını tahattur etsinler ve birbirine nakletsinler. Belki o maceraların levhalarını ve misallerini görmeyi çok merak ederler. Elbette, sinema perdelerinde görmek gibi, o levhaları, o vak'aları müşahede etseler, çok mütelezziz olurlar. Madem öyledir; herhalde, dâr-ı lezzet ve menzil-i saadet olan dâr-ı Cennette, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b653.gif" /> -1- işaretiyle, sermedî manzaralarda, dünyevî maceraların muhaveresi ve dünyevî hâdisâtın manzaraları Cennette bulunacaktır. </p><p id="c_paragraf">İşte bu güzel mevcudatın bir an görünmesiyle kaybolması ve birbiri arkasından gelip geçmesi, menâzır-ı sermediyeyi teşkil etmek için bir fabrika tezgâhları hükmünde görünüyor. Meselâ, nasıl ki ehl-i medeniyet fâni vaziyetlere bir nevi beka vermek ve ehl-i istikbale yadigâr bırakmak için, güzel veya garip vaziyetlerin suretlerini alıp sinema perdeleriyle istikbale hediye ediyor; zaman-ı maziyi zaman-ı halde ve istikbalde gösteriyor ve derc ediyorlar. Aynen öyle de, şu mevcudat-ı bahariye ve dünyeviyede kısa bir hayat geçirdikten sonra, onların Sâni-i Hakîmi, âlem-i bekaya ait gayelerini o âleme kaydetmekle beraber, âlem-i ebedîde, sermedî manzaralarda onların etvâr-ı hayatlarında gördükleri vezâif-i hayatiyeyi ve mu'cizât-ı Sübhâniyeyi menâzır-ı sermediyede kaydetmek, mukteza-yı ism-i Hakîm ve Rahîm ve Vedûddur. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Karşılıklı tahtlarda." (Hicr Sûresi: 15:47. )</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü İşaret </span></p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b654.gif" /></center><br /><p>fıkrası ifade ediyor ki: </p><br /><p id="c_paragraf">Mevcudat, etvâr-ı hayatıyla, müteaddit envâ-ı tesbihat-ı Rabbâniyeyi yapıyor. Hem esmâ-i İlâhiyenin iktiza ve istilzam ettikleri hâlâtı gösteriyor ki: Meselâ Rahîm ismi şefkat etmek ister, Rezzak ismi rızık vermek iktiza eder, Lâtîf ismi lütfetmek istilzam eder. Ve hâkezâ, bütün esmânın birer birer muktezası vardır. İşte, herbir zîhayat, hayatıyla ve vücuduyla o esmânın muktezasını göstermekle beraber, cihazatı adedince Sâni-i Hakîme tesbihat yapıyorlar. </p><p id="c_paragraf">Meselâ, nasıl ki bir insan güzel meyveler yer. O meyveler midesinde dağılır, erir, zâhiren mahvolur. Fakat ağzından, midesinden başka bütün hüceyrât-ı bedeniyede faaliyetkârâne bir lezzet, bir zevk vermekle beraber, aktâr-ı bedendeki vücudu ve hayatı beslemek ve idame-i hayat etmek gibi pek çok hikmetlerin vücuduna medar oluyor. O taam kendisi de, vücud-u nebâtîden hayat-ı insaniye tabakasına çıkıyor, terakki ediyor. Aynen öyle de, şu mevcudat zeval perdesinde saklandıkları vakit, onların yerinde herbirisinin pek çok tesbihatı bâki kalmakla beraber, pek çok esmâ-i İlâhiyenin de nukuşlarını ve mukteziyâtını o esmânın ellerine bırakır, yani bir vücud-u bâkiyeye tevdi ederler, öyle giderler. </p><p id="c_paragraf">Acaba fâni ve muvakkat bir vücudun gitmesiyle, onun yerine bir nevi bekaya mazhar binler vücut kalsa, denilir mi ki "Ona yazık oldu" veyahut "Abes oldu" veyahut "Şu sevimli mahlûk neden gitti" şekvâ edilebilir mi? Belki onun hakkındaki rahmet, hikmet, muhabbet öyle iktiza ediyorlar ve öyle olmak gerektir. Yoksa, birtek zarar gelmemek için, binler menfaati terk etmek lâzım gelir ki, o halde binler zarar olur. </p><p id="c_paragraf">Demek Rahîm, Hakîm ve Vedûd isimleri, zevâle ve firaka muarız değiller; belki istilzam edip iktiza ediyorlar. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşinci İşaret </span></p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b655.gif" /></center><br /><p>fıkrası ifade ediyor ki: </p><br /><p id="c_paragraf">Mevcudat, hususan zîhayat olanlar, vücud-u surîden gittikten sonra, bâki çok şeyleri bırakırlar, öyle giderler. </p><p id="c_paragraf">İkinci Remizde beyan edildiği gibi, Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun kudsiyet ve istiğnâ-yı kemâline muvafık bir tarzda ve ona lâyık bir surette, hadsiz bir muhabbet, nihayetsiz bir şefkat, gayetsiz bir iftihar, tabiri caizse, mukaddes, hadsiz bir memnuniyet, bir sevinç-tabirde hata olmasın-hadsiz bir lezzet-i mukaddese, bir ferah-ı münezzeh, şuûnât-ı rububiyetinde bulunur ki, onların âsârı bilmüşahede görünüyor. İşte o şuûnat iktiza ettikleri hayretnümâ faaliyet içinde, mevcudat, tebdil ve tağyirle, zeval ve fenâ içinde süratle sevk ediliyor, mütemadiyen âlem-i şehadetten âlem-i gayba gönderiliyor. Ve o şuûnâtın cilveleri altında, mahlûkat, daimî bir seyir ve seyelân, bir hareket ve cevelân içinde çalkanmakta ve ehl-i gafletin kulaklarına vâveylâ-yı firak ve zevâli ve ehl-i hidayetin sem'ine velvele-i zikir ve tesbihi dağıtmaktadırlar.<br /></p><p id="c_paragraf">Bu sırra binaen, herbir mevcut, Vâcibü'l-Vücudun bâki şuûnâtının tezahürüne bâki birer medar olacak mânâları, keyfiyetleri, hâletleri vücutta bırakıp öyle gidiyorlar. Hem o mevcut, bütün müddet-i hayatında geçirdiği etvar ve ahvâli, ilm-i ezelînin ünvanları olan İmam-ı Mübîn, Kitab-ı Mübîn, Levh-i Mahfuz gibi vücud-u ilmî dairelerinde vücud-u haricîsini temsil eden mufassal bir vücut dahi bırakıp öyle giderler. Demek, her fâni, bir vücudu terk eder, binler bâki vücutları kazanır, kazandırır. </p><p id="c_paragraf">Meselâ, nasıl ki harikulâde bir fabrika makinesine âdi bazı maddeler atılır; içinde yanarlar, zâhiren mahvolur, fakat o fabrikanın imbiklerinde çok kıymettar kimya maddeleri ve edviyeler teressüp eder. Hem onun kuvvetiyle ve buharıyla o fabrikanın çarkları döner; bir taraftan kumaşları dokumasına, bir kısmı kitap tab'ına, bir kısmı da şeker gibi başka kıymettar şeyleri imal etmesine medar oluyor, ve hâkezâ... Demek, o âdi maddelerin yanmasıyla ve zâhiren mahvolmasıyla binler şeyler vücut buluyor. Demek, âdi bir vücut gider, âli çok vücutları irsiyet bırakır. İşte, şu halde, o âdi maddeye "Yazık oldu" denilir mi? "Fabrika sahibi neden ona acımadı, yandırdı; o sevimli maddeleri mahvetti?" şikâyet edilir mi? </p><p id="c_paragraf">Aynen öyle de, ve lillâhi'l-meselü'l-a'lâ, Hâlık-ı Hakîm ve Rahîm ve Vedûd, mukteza-yı rahmet ve hikmet ve vedûdiyet olarak kâinat fabrikasına hareket veriyor. Herbir vücud-u fâniyi çok bâki vücutlara çekirdek yapar, makasıd-ı Rabbâniyesine medar eder, şuûnât-ı Sübhâniyesine mazhar kılar, kalem-i kaderine mürekkep ittihaz eder ve kudretin dokumasına bir mekik yapar. Ve daha bilmediğimiz pek çok inâyât-ı galiye ve makasıd-ı âliye için, kendi faaliyet-i kudretiyle kâinatı faaliyete getirir. Zerrâtı cevelâna, mevcudatı seyerâna, hayvânâtı seyelâna, seyyârâtı deverâna getirir, kâinatı konuşturur, âyâtını ona sessiz söylettirir ve ona yazdırır. Ve mahlûkat-ı arziyeyi, rububiyeti noktasında, havayı emir ve iradesine bir nevi arş, ve nur'unsurunu ilim ve hikmetine diğer bir arş, ve suyu ihsan ve rahmetine başka bir arş, ve toprağı hıfz ve ihyâsına bir çeşit arş yapmış; o arşlardan üçünü mahlûkat-ı arziye üstünde gezdiriyor. </p><p id="c_paragraf">Katiyen bil ki, bu Beş Remizde ve Beş İşarette gösterilen parlak hakikat-i âliye, nur-u Kur'ân ile görünür ve imanın kuvvetiyle sahip olunabilir. Yoksa, o hakikat-i bâkiye yerine, gayet müthiş bir zulümat geçer. Ehl-i dalâlet için dünya firaklar ve zevallerle dolu ve ademlerle mâlâmâldir. Kâinat, onun için mânevî bir cehennem hükmüne geçer. Herşey onun için âni bir vücut ile hadsiz bir adem ihata ediyor. Bütün mazi ve müstakbel zulümat-ı ademle memlûdür; yalnız kısacık bir zaman-ı halde bir hazin nur-u vücut bulabilir. Fakat sırr-ı Kur'ân ve nur-u İmân ile, ezelden ebede kadar bir nur-u vücut görünür, ona alâkadar olur ve onunla saadet-i ebediyesini temin eder.<br /></p><p id="c_paragraf">Elhasıl, biz Şair Mısrî'nin tarzında deriz: </p><p id="c_paragraf">Derya olunca nefes, </p><p id="c_paragraf">Pârelenince kafes, </p><p id="c_paragraf">Tâ kesilince bu ses, </p><p id="c_paragraf">Çağırırım: Yâ Hak, yâ Mevcud, yâ Hayy, yâ Mâbud, </p><p id="c_paragraf">Yâ Hakîm, yâ Maksud, yâ Rahîm, yâ Vedûd! </p><p id="c_paragraf">Ve bağırarak derim: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b656.gif" /> -1- </center><br /><p id="c_paragraf">Ve İmân ederek ispat ederim: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b657.gif" /> -2- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b975.gif" /> -3- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b457.gif" /> -4- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b913.gif" /> </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b976.gif" /> -5- </center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Melik, Hak ve Mübîn olan Allah'tan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Emin ve vaadinde sadık olan Muhammed Onun Resulüdür. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "Şüphesiz, ölümden sonra diriliş haktır. Cennet haktır. Cehennem ateşi haktır. Saadet-i ebediye haktır. Şüphesiz ki Allah çok merhametli ve çok hikmetlidir; O mahlûkatını çok sever ve nihayetsiz bir muhabbetle sevilmeye lâyıktır. Ve şüphesiz ki Onun rahmeti, hikmeti ve muhabbeti, bütün eşyayı bütün şuunatıyla kuşatır. </p><span style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- "Dediler: Bizi buna eriştiren Allah'a hamd olsun; yoksa Allah hidayet etmeseydi, biz kendiliğimizden buna erişemezdik. Gerçekten Rabbimizin peygamberleri bize hakkı getirdiler." (A'râf Sûresi: 7:43.)</span><br /><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">4- "Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Sensin." (Bakara Sûresi: 2:32.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">5- "Ey Rabbimiz, unutur veya hataya düşer de bir kusur işlersek bizi onunla hesaba çekme." (Bakara Sûresi: 2:286.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><center><div id="c_Border"><center><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b977.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b978.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b979.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b980.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b981.gif" /></center></div></center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Allahım! Efendimiz Muhammed'e ve âl ve ashabına Senin razı olacağın ve onun lâyık ve müstehak olduğu bir rahmetle salât ve selâm et. Âmin. Ezelden ebede her türlü hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Her türlü noksandan ve kusurdan münezzehtir o Zat ki, </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">� ilminin mucizeleri, san'atının harikaları, cûd ve sehâsının hediyeleri, lûtfunun burhanları, vahdetinin delilleri, hikmetinin lâtifeleri, rahmetinin şahitleri olan </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">� müzeyyen hayvânâtı, münakkaş kuşları, meyveli ağaçları ve çiçekli nebâtâtı ile, </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">� yeryüzü bahçesini san'atının meşheri, mahlûkatının mahşeri, kudretinin mazharı, hikmetinin medarı, rahmetinin çiçekliği, Cennetinin tarlası, mahlûkatının resmî geçit meydanı, mevcudatının seyelângâhı, masnuatının ölçeği yapmıştır. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Bu yeryüzü bahçelerinde, </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">� meyvelerin ziynetiyle gülen çiçeklerin tebessümü, seher yeliyle şakıyan kuşların sec'aları, çiçeklerin yaprakçıklarındaki damlaların şıpıltısı, </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">� çiçeklerin süslenmesi, meyvelerin açılıp saçılması, </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">� bütün hayvânat ve insan validelerinin küçük yavrulara terahhumu, </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">� cin ve insana ve hayvânâta ve ruhaniyat ve melâikeye bir Vedûd'un kendisini tanıttırması, bir Rahmân'ın kendini sevdirmesi, bir Hannân'ın terahhumu, bir Mennân'ın en lâtif rahmet cilvelerini izhar etmesidir.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi" style="font-size:180%;">Yirmi Dördüncü Mektubun Birinci Zeyli</span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b635.gif" /> -1- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b524.gif" /> -2- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b424.gif" /> -3- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b985.gif" /> -4- </center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "Ey insalar! Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?" meâlindeki âyetin beş nüktesini dinle.</p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">BİRİNCİ NÜKTE</span></p><p id="c_paragraf">Dua bir sırr-ı azîm-i ubudiyettir. Belki ubudiyetin ruhu hükmündedir. Çok yerlerde zikrettiğimiz gibi, dua üç nevidir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci nevi dua:</span> İstidat lisanıyladır ki, bütün hububat, tohumlar, lisan-ı istidatla Fâtır-ı Hakîme dua ederler ki, "Senin nukuş-u esmânı mufassal göstermek için bize neşvünemâ ver. Küçük hakikatimizi sümbülle ve ağacın büyük hakikatine çevir."</p><p id="c_paragraf">Hem şu istidat lisanıyla dua nevinden birisi de şudur ki: Esbabın içtimaı, müsebbebin icadına bir duadır. Yani, esbab bir vaziyet alır ki, o vaziyet bir lisan-ı hal hükmüne geçer; ve müsebbebi, Kadîr-i Zülcelâlden dua eder, isterler. Meselâ su, hararet, toprak, ziya, bir çekirdek etrafında bir vaziyet alarak, o vaziyet bir lisan-ı duadır ki, "Bu çekirdeği ağaç yap, yâ Hâlıkımız" derler. Çünkü, o mucize-i harika-i kudret olan ağaç, o şuursuz, câmid, basit maddelere havale edilmez, havalesi muhaldir. Demek, içtima-ı esbab bir nevi duadır.</p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci nevi dua:</span> İhtiyac-ı fıtrî lisanıyladır ki, bütün zîhayatların iktidar ve ihtiyarları dahilinde olmayan hâcetlerini ve matlaplarını ummadıkları yerden, vakt-i münasipte onlara vermek için, Hâlık-ı Rahîmden bir nevi duadır. Çünkü, iktidar ve ihtiyarları haricinde, bilmedikleri yerden, vakt-i münasipte onlara bir Hakîm-i Rahîm gönderiyor. Elleri yetişmiyor; demek o ihsan, dua neticesidir. </p><p id="c_paragraf">Elhasıl, bütün kâinattan dergâh-ı İlâhiyeye çıkan, bir duadır. Esbab olanlar, müsebbebâtı Allah'tan isterler.</p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Onun adıyla. O her kusurdan münezzehtir. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin.</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">4- De ki: Eğer duanız olmasa Rabbim katında ne ehemmiyetiniz var. (Furkan Sûresi: 77)<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü nevi dua:</span> İhtiyaç dairesinde zîşuurların duasıdır ki, bu da iki kısımdır.</p><p id="c_paragraf">Eğer ıztırar derecesine gelse veya ihtiyac-ı fıtrîye tam münasebettar ise veya lisan-ı istidada yakınlaşmışsa veya sâfi, hâlis kalbin lisanıyla ise, ekseriyet-i mutlaka ile makbuldür. Terakkiyât-ı beşeriyenin kısm-ı âzamı ve keşfiyatları, bir nevi dua neticesidir. Havârık-ı medeniyet dedikleri şeyler ve keşfiyatlarına medar-ı iftihar zannettikleri emirler, mânevî bir dua neticesidir. Hâlis bir lisan-ı istidatla istenilmiş, onlara verilmiştir. Lisan-ı istidatla ve lisan-ı ihtiyac-ı fıtrî ile olan dualar dahi, bir mâni olmazsa ve şerâit dahilinde ise, daima makbuldürler.</p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci kısım:</span> Meşhur duadır. O da iki nevidir: biri fiilî, biri kavlî. Meselâ çift sürmek fiilî bir duadır. Rızkı topraktan değil; belki toprak, hazine-i rahmetin bir kapısıdır ki, rahmetin kapısı olan toprağı sabanla çalar. </p><p id="c_paragraf">Sair kısımların tafsilâtını tayyedip, yalnız kavlî duanın bir iki sırlarını, gelecek iki üç nüktede söyleyeceğiz.</p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">İKİNCİ NÜKTE</span></p><p id="c_paragraf">Duanın tesiri azîmdir. Hususan dua külliyet kesb ederek devam etse, netice vermesi galiptir, belki daimîdir. Hattâ denilebilir ki, sebeb-i hilkat-i âlemin birisi de duadır. Yani, kâinatın hilkatinden sonra, başta nev-i beşer ve onun başında âlem-i İslâm ve onun başında Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın muazzam olan duası, bir sebeb-i hilkat-i âlemdir. Yani, Hâlık-ı Âlem, istikbalde o zâtı, nev-i beşer namına, belki mevcudat hesabına bir saadet-i ebediye, bir mazhariyet-i esmâ-i İlâhiye isteyecek bilmiş, o gelecek duayı kabul etmiş, kâinatı halk etmiş.</p><p id="c_paragraf">Madem duanın bu derece azîm ehemmiyeti ve vüs'ati vardır. Hiç mümkün müdür ki, bin üç yüz elli senede, her vakitte, nev-i beşerden üç yüz milyon, cin ve ins ve melek ve ruhaniyattan had ve hesaba gelmez mübarek zatlar, bil'ittifak zât-ı Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında rahmet-i uzmâ-i İlâhiye ve saadet-i ebediye ve husul-ü maksud için duaları nasıl kabul olmasın? Hiçbir cihetle mümkün müdür ki, o duaları reddedilsin? </p><p id="c_paragraf">Madem bu kadar külliyet ve vüs'at ve devam kesb edip lisan-ı istidat ve ihtiyac-ı fıtrî derecesine gelmiş. Elbette o zât-ı Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, dua neticesi olarak öyle bir makam ve mertebededir ki, bütün ukul toplansa, bir akıl olsalar, o makamın hakikatini tamamıyla ihata edemezler. </p><p id="c_paragraf">İşte, ey Müslüman, senin rûz-i mahşerde böyle bir şefîin var. Bu şefîin şefaatini kendine celb etmek için, sünnetine ittibâ et. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Eğer desen:</span> Madem o Habîbullahtır. Bu kadar salâvat ve duaya ne ihtiyacı var? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> O zat (a.s.m.) umum ümmetinin saadetiyle alâkadar ve bütün efrad-ı ümmetinin her nevi saadetleriyle hissedardır ve her nevi musibetleriyle endişedardır. İşte, kendi hakkında merâtib-i saadet ve kemâlât hadsiz olmakla beraber, hadsiz efrad-ı ümmetinin, hadsiz bir zamanda, hadsiz envâ-ı saadetlerini hararetle arzu eden ve hadsiz envâ-ı şekavetlerinden müteessir olan bir zat, elbette hadsiz salâvat ve dua ve rahmete lâyıktır ve muhtaçtır.<br /></p><p id="c_paragraf">Eğer desen: Bazen kati olacak işler için dua edilir: meselâ husuf ve küsuf namazındaki dua gibi. Hem Bazen hiç olmayacak şeyler için dua edilir.</p><p id="c_paragraf">Elcevap: Başka Sözlerde izah edildiği gibi, dua bir ibadettir. Abd, kendi aczini ve fakrını dua ile ilân eder. Zâhirî maksatlar ise, o duanın ve o ibadet-i duaiyenin vakitleridir; hakikî faydaları değil. İbadetin faydası âhirete bakar. Dünyevî maksatlar hâsıl olmazsa, "O dua kabul olmadı" denilmez. Belki "Daha duanın vakti bitmedi" denilir.</p><p id="c_paragraf">Hem hiç mümkün müdür ki, bütün ehl-i imanın bütün zamanlarda mütemadiyen kemâl-i hulûs ve iştiyak ve dua ile istedikleri saadet-i ebediye onlara verilmesin ve bütün kâinatın şehadetiyle hadsiz rahmeti bulunan o Kerîm-i Mutlak, o Rahîm-i Mutlak, bütün onların o duasını kabul etmesin ve saadet-i ebediye vücut bulmasın?</p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">ÜÇÜNCÜ NÜKTE</span></p><p id="c_paragraf">Duâ-i kavlî-i ihtiyarînin makbuliyeti, iki cihetledir: Ya ayn-ı matlubu ile makbul olur; veyahut daha evlâsı verilir.</p><p id="c_paragraf">Meselâ, birisi kendine bir erkek evlât ister. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Meryem gibi bir kız evlâdını veriyor. "Duası kabul olunmadı" denilmez. "Daha evlâ bir surette kabul edildi" denilir. Hem Bazen kendi dünyasının saadeti için dua eder. Duası âhiret için kabul olunur. "Duası reddedildi" denilmez. Belki, "Daha evlâ bir surette kabul edildi" denilir, ve hâkezâ...</p><p id="c_paragraf"><span id="c_Green_Bold">Madem Cenâb-ı Hak Hakîmdir. Biz Ondan isteriz, O da bize cevap verir. Fakat hikmetine göre bizimle muamele eder.</span> Hasta, tabibin hikmetini itham etmemeli. Hasta bal ister; tabib-i hâzık, sıtması için sulfato verir. "Tabip beni dinlemedi" denilmez. Belki âh ü fizârını dinledi, işitti, cevap da verdi, maksudun iyisini yerine getirdi.</p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">DÖRDÜNCÜ NÜKTE</span></p><p id="c_paragraf">Duanın en güzel, en lâtîf, en leziz, en hazır meyvesi, neticesi şudur ki:<br />Dua eden adam bilir ki, birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli herşeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil; bir Kerîm Zat var, ona bakar, ünsiyet verir. Hem onun hadsiz ihtiyâcâtını yerine getirebilir ve onun hadsiz düşmanlarını def edebilir bir Zâtın huzurunda kendini tasavvur ederek bir ferah, bir inşirah duyup, dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b993.gif" /> -1- der. </p><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun. (Fatiha Sûresi: 2.)<br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">BEŞİNCİ NÜKTE</span></p><p id="c_paragraf">Dua ubudiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir. Çünkü dua eden adam duasıyla gösteriyor ki: "Bütün kâinata hükmeden birisi var ki, en küçük işlerime ıttılâı var ve bilir. En uzak maksudlarımı yapabilir. Benim her halimi görür, sesimi işitir. Öyleyse, bütün mevcudatın bütün seslerini işitiyor ki, benim sesimi de işitiyor. Bütün o şeyleri O yapıyor ki, en küçük işlerimi de Ondan bekliyorum, Ondan istiyorum." </p><p id="c_paragraf">İşte, duanın verdiği hâlis tevhidin genişliğine ve gösterdiği nur-u imanın halâvet ve sâfiliğine bak, </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b994.gif" /> -2- </center><br /><p>sırrını anla ve </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b995.gif" /> -3- </center><br /><p>fermanını dinle. </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b996.gif" /></center><br /><p>denildiği gibi, eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi.</p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b457.gif" /> -4- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b998.gif" /> -5- </center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "De ki: Eğer duanız olmasa Rabbim katında ne ehemmiyetiniz var?" (Furkan Sûresi: 25:77.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin, size cevap vereyim." (Mü'min Sûresi: 40:60.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- "Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin." (Bakara Sûresi: 2:32.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">4- Allahım! Efendimiz Muhammed'e, âline ve ashabı-na, ezelden ebede kadar ilm-i İlâhîdeki mevcudatın adedince salât ve selâm et; bize ve dinimize selâmet ver. Âmin. Her türlü hamd ve övgü, Âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="FONT-WEIGHT: bold; COLOR: rgb(255,0,0)"><span style="font-size:180%;"><br /></span></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi" style="font-size:180%;">Yirmi Dördüncü Mektubun İkinci Zeyli </span></center><br /><center><span id="c_KonuBaslik">Mirac-ı Nebevî hakkındadır </span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b635.gif" /> -1- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b524.gif" /> -2- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b424.gif" /> -3- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b673.gif" /> -4- </center><br /><p id="c_paragraf">Mevlid-i Nebevînin Miraciye kısmında Beş Nükteyi beyan edeceğiz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Birinci Nükte </span></p><p id="c_paragraf">Cennetten getirilen Buraka dair, Mevlit yazan Süleyman Efendi hazin bir aşk macerasını beyan ediyor. O zat ehl-i velâyet olduğu ve rivayete bina ettiği için, elbette bir hakikati o suretle ifade ediyor. Hakikat şu olmak gerektir ki: </p><p id="c_paragraf">Âlem-i bekanın mahlûkları, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın nuruyla pek alâkadardırlar. Çünkü, onun getirdiği nur iledir ki, Cennet ve dâr-ı âhiret, cin ve insle şenlenecek. Eğer o olmasaydı, o saadet-i ebediye olmazdı ve Cennetin her nevi mahlûkatından istifadeye müstaid olan cin ve ins, Cenneti şenlendirmeyeceklerdi; bir cihette sahipsiz, virane kalacaktı. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Onun adıyla. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">4- "And olsun ki, onu bir kere daha hakikî suretinde, Sidre-i Müntehâda gördü ki, onun yanında Me'vâ Cenneti vardır. O zaman Sidre'yi Allah'ın nuru kaplamıştı. Göz ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı. And olsun ki Rabbinin âyetlerinden en büyüklerini gördü." (Necm Sûresi: 53:13-18.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Yirmi Dördüncü Sözün Dördüncü Dalında beyan edildiği gibi, nasıl ki bülbülün güle karşı dâsitâne-i aşkı, taife-i hayvânâtın taife-i nebâtâta derece-i aşka bâliğ olan ihtiyâcât-ı şedîde-i aşknümâyı rahmet hazinesinden gelen ve hayvânâtın erzaklarını taşıyan kafile-i nebâtâta karşı ilân etmek için bir hatib-i Rabbânî olarak, başta bülbül-ü gül ve her neviden bir nevi bülbül intihap edilmiş ve onların nağamâtı dahi, nebâtâtın en güzellerinin başlarında hoşâmedî nevinden tesbihkârâne bir hüsn-ü istikbaldir, bir alkışlamadır. </p><p id="c_paragraf">Aynen bunun gibi, sebeb-i hilkat-i eflâk ve vesile-i saadet-i dâreyn ve Habîb-i Rabbü'l-Âlemîn olan zât-ı Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâma karşı, nasıl ki melâike nevinden Hazret-i Cebrâil kemâl-i muhabbetle hizmetkârlık ediyor, melâikelerin Hazret-i Âdem Aleyhisselâma inkıyad ve itaatini ve sırr-ı sücudunu gösteriyor. Öyle de, ehl-i Cennetin, hattâ Cennetin hayvânat kısmının dahi o zâta karşı alâkaları, bindiği Burak'ın hissiyât-ı âşıkanesiyle ifade edilmiştir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">İkinci Nükte </span></p><p id="c_paragraf">Mirac-ı Nebeviyedeki maceralardan birisi, Cenâb-ı Hakkın Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma karşı muhabbet-i münezzehesi, "Sana âşık olmuşum" tabiriyle ifade edilmiş. Şu tabirat, Vâcibü'l-Vücudun kudsiyetine ve istiğnâ-yı zâtîsine, mânâ-yı örfî ile münasip düşmüyor. Madem Süleyman Efendinin Mevlidi rağbet-i âmmeye mazhariyeti delâletiyle, o zat ehl-i velâyettir ve ehl-i hakikattir; elbette irâe ettiği mânâ sahihtir. Mânâ da budur ki: </p><p id="c_paragraf">Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun hadsiz cemal ve kemâli vardır. Çünkü, bütün kâinatın aksâmına inkısam etmiş olan cemal ve kemâlin bütün envâı, Onun cemal ve kemâlinin emâreleri, işaretleri, âyetleridir. İşte, herhalde, cemal ve kemal sahibi bilbedâhe cemal ve kemâlini sevmesi gibi, <b id="eh">Zât-ı Zülcelâl</b>dahi cemâlini pek çok sever. Hem kendine lâyık bir muhabbetle sever. Hem cemâlinin şuââtı olan esmâsını dahi sever. Madem esmâsını sever; elbette esmâsının cemâlini gösteren san'atını sever. Öyleyse, cemal ve kemâline ayna olan masnuatını dahi sever. Madem cemal ve kemâlini göstereni sever; elbette cemal ve kemâl-i esmâsına işaret eden mahlûkatının mehâsinini sever. Bu beş nevi muhabbete, Kur'ân-ı Hakîm, âyâtıyla işaret ediyor. </p><p id="c_paragraf">İşte, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, madem masnuat içinde en mükemmel ferttir ve mahlûkat içinde en mümtaz şahsiyettir. </p><p id="c_paragraf">Hem san'at-ı İlâhiyeyi bir velvele-i zikir ve tesbihle teşhir ediyor ve istihsan ediyor. </p><p id="c_paragraf">Hem esmâ-i İlâhiyedeki cemal ve kemal hazinelerini lisan-ı Kur'ân ile açmıştır. </p><p id="c_paragraf">Hem kâinatın âyât-ı tekviniyesinin, Sâniinin kemâline delâletlerini parlak ve kati bir surette lisan-ı Kur'ân'la beyan ediyor. </p><p id="c_paragraf">Hem küllî ubudiyetiyle rububiyet-i İlâhiyeye aynadarlık ediyor. </p><p id="c_paragraf">Hem mahiyetinin câmiiyetiyle bütün esmâ-i İlâhiyeye bir mazhar-ı etemm olmuştur. </p><p id="c_paragraf">Elbette bunun için denilebilir ki, Cemîl-i Zülcelâl, kendi cemâlini sevmesiyle, o cemâlin en mükemmel âyine-i zîşuuru olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı sever. </p><p id="c_paragraf">Hem kendi esmâsını sevmesiyle, o esmânın en parlak aynası olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı sever ve Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâma benzeyenleri dahi derecelerine göre sever.<br /></p><p id="c_paragraf">Hem san'atını sevdiği için, elbette Onun san'atını en yüksek bir sadâ ile bütün kâinatta neşreden ve semâvâtın kulağını çınlatan, ber ve bahri cezbeye getiren bir velvele-i zikir ve tesbihle ilân eden Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı sever ve ona ittibâ edenleri de sever. </p><p id="c_paragraf">Hem masnuatını sevdiği için, o masnuatın en mükemmeli olan zîhayatı ve zîhayatın en mükemmeli olan zîşuuru ve zîşuurun en efdali olan insanları ve insanların bil'ittifak en mükemmeli olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı elbette daha ziyade sever. </p><p id="c_paragraf">Hem kendi mahlûkatının mehâsin-i ahlâkiyelerini sevdiği için, mehâsin-i ahlâkiyede bil'ittifak en yüksek mertebede bulunan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı sever ve derecâta göre ona benzeyenleri dahi sever. </p><p id="c_paragraf">Demek, Cenâb-ı Hakkın rahmeti gibi, muhabbeti dahi kâinatı ihata etmiş. İşte, o hadsiz mahbuplar içindeki mezkûr beş veçhinin herbir veçhinde en yüksek makam, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâma mahsustur ki, "Habîbullah" lâkabı ona verilmiş. </p><p id="c_paragraf">İşte bu en yüksek makam-ı mahbubiyeti, Süleyman Efendi, "Ben sana âşık olmuşum" tabiriyle beyan etmiştir. Şu tabir bir mirsad-ı tefekkürdür, gayet uzaktan uzağa bu hakikate bir işarettir. Bununla beraber, madem bu tabir şe'n-i rububiyete münasip olmayan mânâyı hatıra getiriyor; en iyisi, şu tabir yerine "Ben senden razı olmuşum" denilmeli. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Üçüncü Nükte </span></p><p id="c_paragraf">Miraciyedeki maceralar, malûmumuz olan mânâlarla, o kudsî ve nezih hakikatleri ifade edemiyor. Belki o muhavereler birer ünvan-ı mülâhazadır, birer mirsad-ı tefekkürdür ve ulvî ve derin hakaike birer işarettir ve imanın bir kısım hakaikine birer ihtardır ve kabil-i tabir olmayan bazı mânâlara birer kinayedir. Yoksa, malûmumuz olan mânâlarla bir macera değil. Biz, hayalimizle o muhaverelerden o hakikatleri alamayız; belki kalbimizle heyecanlı bir zevk-i imanî ve nuranî bir neşe-i ruhanî alabiliriz. Çünkü, nasıl Cenâb-ı Hakkın zat ve sıfâtında nazir ve şebih ve misli yoktur; öyle de, şuûnât-ı rububiyetinde misli yoktur. Sıfâtı nasıl mahlûkat sıfâtına benzemiyor; muhabbeti dahi benzemez. </p><p id="c_paragraf">Öyleyse, şu tabiratı müteşabihat nevinden tutup deriz ki: Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun vücub-u vücuduna ve kudsiyetine münasip bir tarzda ve istiğnâ-yı zâtîsine ve kemâl-i mutlakına muvafık bir surette, muhabbeti gibi bazı şuûnâtı var ki, miraciye macerasıyla onu ihtar ediyor. Mirac-ı Nebeviyeye dair Otuz Birinci Söz, hakaik-i miraciyeyi usul-ü imaniye dairesinde izah etmiştir. Ona iktifâen burada ihtisar ediyoruz.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Dördüncü Nükte </span></p><p id="c_paragraf">"Yetmiş bin perde arkasında Cenâb-ı Hakkı görmüş" tabiri, bu'diyet-i mekânı ifade ediyor. Halbuki, Vâcibü'l-Vücud mekândan münezzehtir, herşeye herşeyden daha yakındır. Bu ne demektir? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Otuz Birinci Sözde mufassalan, bürhanlarla o hakikat beyan edilmiştir. Burada yalnız şu kadar deriz ki: </p><p id="c_paragraf">Cenâb-ı Hak bize gayet karibdir; biz Ondan gayet derecede uzağız. Nasıl ki, güneş, elimizdeki ayna vasıtasıyla bize gayet yakındır ve yerde herbir şeffaf şey, kendine bir nevi arş ve bir çeşit menzil olur. Eğer güneşin şuuru olsaydı, bizimle aynamız vasıtasıyla muhabere ederdi. Fakat biz ondan dört bin sene uzağız. Bilâ teşbih velâ temsil, Şems-i Ezelî, herşeye herşeyden daha yakındır. Çünkü Vâcibü'l-Vücuddur, mekândan münezzehtir. Hiçbir şey Ona perde olamaz. Fakat herşey nihayet derecede Ondan uzaktır. </p><p id="c_paragraf">İşte, Miracın uzun mesafesiyle, </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b674.gif" /> -1- </center><br /><p>'in ifade ettiği mesafesizliğin sırrıyla, hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın gitmesinde, çok mesafeyi tayyederek gitmesi ve ân-ı vahidde yerine gelmesi sırrı bundan ileri geliyor. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın miracı, onun seyr ü sülûküdür, onun ünvan-ı velâyetidir. </p><br /><p id="c_paragraf">Ehl-i velâyet, nasıl ki seyr ü sülûk-i ruhanî ile, kırk günden tâ kırk seneye kadar bir terakki ile, derecât-ı imaniyenin hakkalyakin derecesine çıkıyor. Öyle de, bütün evliyanın sultanı olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, değil yalnız kalbi ve ruhuyla, belki hem cismiyle, hem havassıyla, hem letâifiyle, kırk seneye mukabil kırk dakikada, velâyetinin keramet-i kübrâsı olan Miracı ile bir cadde-i kübrâ açarak hakaik-i imaniyenin en yüksek mertebelerine gitmiş, Mirac merdiveniyle Arşa çıkmış, Kab-ı Kavseyn makamında, hakaik-i imaniyenin en büyüğü olan iman-ı billâh ve iman-ı bil'âhireti aynelyakin, gözüyle müşahede etmiş, Cennete girmiş, saadet-i ebediyeyi görmüş, o Miracın kapısıyla açtığı cadde-i kübrâyı açık bırakmış. Bütün evliya-yı ümmeti seyr ü sülûk ile, derecelerine göre, ruhanî ve kalbî bir tarzda o Miracın gölgesi içinde gidiyorlar. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Beşinci Nükte </span></p><p id="c_paragraf">Mevlid-i Nebevî ile Miraciyenin okunması, gayet nâfi ve güzel âdettir ve müstahsen bir âdet-i İslâmiyedir. Belki hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyenin gayet lâtîf ve parlak ve tatlı bir medar-ı sohbetidir. Belki, hakaik-i imaniyenin ihtarı için en hoş ve şirin bir derstir. Belki, imanın envârını ve muhabbetullah ve aşk-ı Nebevîyi göstermeye ve tahrike en müheyyiç ve müessir bir vasıtadır. Cenâb-ı Hak bu âdeti ebede kadar devam ettirsin. Ve Süleyman Efendi gibi Mevlid yazanlara Cenâb-ı Hak rahmet etsin, yerlerini Cennetü'l-Firdevs yapsın. Âmin.<br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi" style="font-size:180%;">HÂTİME </span></center><br /><p id="c_paragraf">Madem şu kâinatın Hâlıkı, her nevide bir ferd-i mümtaz ve mükemmel ve câmi halk edip, o nevin medar-ı fahri ve kemâli yapar. Elbette, esmâsındaki İsm-i Âzam tecellîsiyle, bütün kâinata nispeten mümtaz ve mükemmel bir ferdi halk edecek. Esmâsında bir İsm-i Âzam olduğu gibi, masnuatında da bir ferd-i ekmel bulunacak ve kâinata münteşir kemâlâtı o fertte cem edip kendine medar-ı nazar edecek. </p><p id="c_paragraf">O fert, herhalde zîhayattan olacaktır. Çünkü envâ-ı kâinatın en mükemmeli zîhayattır. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Biz ona şahdamarından daha yakınız." (Kaf Sûresi: 50:16.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Ve herhalde, zîhayat içinde o fert zîşuurdan olacaktır. Çünkü, zîhayatın envâı içinde en mükemmeli zîşuurdur. Ve herhalde, o ferd-i ferid, insandan olacaktır. Çünkü, zîşuur içinde hadsiz terakkiyâta müstaid, insandır. Ve insanlar içinde, herhalde o fert Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olacaktır. Çünkü, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar hiçbir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez. Zira, o zat, küre-i arzın yarısını ve nev-i beşerin beşten birisini saltanat-ı mâneviyesi altına alarak, bin üç yüz elli sene kemâl-i haşmetle saltanat-ı mâneviyesini devam ettirip, bütün ehl-i kemâle, bütün envâ-ı hakaikte bir üstâd-ı küll hükmüne geçmiş. Dost ve düşmanın ittifakıyla, ahlâk-ı hasenenin en yüksek derecesine sahip olmuş; bidâyet-i emrinde, tek başıyla bütün dünyaya meydan okumuş; her dakikada yüz milyondan ziyade insanların vird-i zebânı olan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânı göstermiş bir zat, elbette o ferd-i mümtazdır, ondan başkası olamaz. Bu âlemin hem çekirdeği, hem meyvesi odur. </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b675.gif" /> -1- </center><br /><p id="c_paragraf">İşte böyle bir zâtın mevlid ve miracını dinlemek, yani terakkiyâtının mebde ve müntehâsını işitmek, yani tarihçe-i hayat-ı mâneviyesini bilmek, o zâtı kendine reis ve seyyid ve imam ve şefî telâkki eden mü'minlere ne kadar zevkli, fahirli, nurlu, neşeli, hayırlı bir müsamere-i ulviye-i diniye olduğunu anla. </p><p id="c_paragraf">Yâ Rab! Habib-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hürmetine ve İsm-i Âzam hakkına, şu risaleyi neşredenlerin ve rüfekasının kalblerini envâr-ı imaniyeye mazhar ve kalemlerini esrar-ı Kur'âniyeye naşir eyle ve onlara sırat-ı müstakimde istikamet ver. Âmin. </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b457.gif" /> -2- </center><br /><p id="c_sagayasla" align="justify"><span id="c_c_kalin"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b126.gif" /><br /><span style="FONT-WEIGHT: bold">Said Nursî </span></span></p><p id="c_sagayasla" align="justify"><br /></p><br /><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Kâinatın adedi ve mevcudatı adedince salât ve selâm onun âl ve ashabının üzerine olsun. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin." (Bakara Sûresi: 2:32.)</p>İbrahimhttp://www.blogger.com/profile/14965094735125295317noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-431105105679572355.post-66459737770484656122008-09-03T13:48:00.000-07:002008-09-14T23:04:34.396-07:00YİRMİ ÜÇÜNCÜ MEKTUP<center><span id="c_RisaleAdi">YİRMİ ÜÇÜNCÜ MEKTUP</span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b635.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b524.gif" /> -1- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b629.gif" /> -2- </center><br /><p id="c_paragraf">Aziz, gayretli, ciddî, hakikatli, hâlis, dirayetli kardeşim, </p><p id="c_paragraf">Bizim gibi hakikat ve âhiret kardeşlerin, ihtilâf-ı zaman ve mekân, sohbetlerine ve ünsiyetlerine bir mâni teşkil etmez. Biri şarkta, biri garpta, biri mazide, biri müstakbelde, biri dünyada, biri âhirette olsa da, beraber sayılabilirler ve sohbet edebilirler. Hususan birtek maksat için birtek vazifede bulunanlar, birbirinin aynı hükmündedirler. Sizi her sabah yanımda tasavvur edip, kazancımın bir kısmını, bir sülüsünü-Allah kabul etsin-size veriyorum. Duada, Abdülmecid ve Abdurrahman ile berabersiniz. İnşaallah her vakit hissenizi alırsınız. </p><p id="c_paragraf">Sizin dünyaca bazı müşkülâtınız, senin hesabına beni bir parça müteessir etti. Fakat madem dünya bâki değil ve musibetlerinde bir nevi hayır vardır; senin bedeline "Yahu bu da geçer" kalbime geldi. <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b630.gif" /> -3- düşündüm, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b631.gif" /> -4- okudum, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b632.gif" /> -5- dedim. Senin yerine teselli buldum. Cenâb-ı Hak bir abdini severse, dünyayı ona küstürür, çirkin gösterir. İnşaallah sen de o sevgililerin sınıfındansın. Sözlerin neşrine mânilerin çoğalması sizi müteessir etmesin. İnşaallah, neşrettiğin miktar bir rahmete mazhar olduğu zaman, pek bereketli bir surette o nurlu çekirdekler, kesretli çiçekler açacaklar. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Onun adıyla. O her kusurdan münezzehtir. Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin. Ömrünün dakikalarının âşireleri ve vücudunun zerreleri adedince, Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.<br />2- Ebedi olarak ve ömür dakikalarının aşireleri ve vücudunun zerreleri sayısınca Allah'ın selam, rahmet ve bereketi üzerinize olsun.<br />3- "Gerçek hayat, âhiret hayatıdır." Buharî, Rikak: 1; Cihad: 33, 110; Menâkıbu'l-Ensâr: 9; Mağâzî: 29; Müslim, Cihad: 126, 129; Tirmizî, Menâkıb: 55; İbni Mâce, Mesâcid: 3; Müsned, 2:381; 3:172, 180, 216, 276; 5:332.<br />4- "Şüphesiz, Allah sabredenlerle beraberdir." Bakara Sûresi: 2:153; Enfâl Sûresi: 8:46.<br />5- "Muhakkak ki biz Allah'ın kullarıyız ve Ona döneceğiz." Bakara Sûresi: 2:156.<br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Bazı sualler soruyorsunuz. Aziz kardeşim, yazılan galip Sözler ve Mektuplar, ihtiyarsız, def'î ve âni bir surette kalbe geliyordu, güzel oluyordu. Eğer ihtiyar ile, Eski Said gibi kuvve-i ilmiye ile düşünüp cevap versem, sönük düşer, noksan olur. Bir miktardır ki, tulûat-ı kalbiye tevakkuf etmiş, hafıza kamçısı kırılmış. Fakat cevapsız kalmamak için gayet muhtasar birer cevap yazacağız. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci Sualiniz:</span> Mü'minin mü'mine en iyi duası nasıl olmalıdır? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Esbab-ı kabul dairesinde olmalı. Çünkü bazı şerâit dahilinde dua makbul olur. Şerâit-i kabulün içtimaı nispetinde makbuliyeti ziyadeleşir. </p><p id="c_paragraf">Ezcümle, dua edileceği vakit, istiğfar ile mânevî temizlenmeli; sonra, makbul bir dua olan salâvat-ı şerifeyi şefaatçi gibi zikretmeli ve âhirde yine salâvat getirmeli. Çünkü, iki makbul duanın ortasında bir dua makbul olur. </p><p id="c_paragraf">� Hem bizahri'l-gayb, yani gıyaben ona dua etmek, </p><p id="c_paragraf">� Hem hadiste ve Kur'ân'da gelen me'sur dualarla dua etmek; meselâ, </p><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b633.gif" /> -1- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b634.gif" /> -2- </center><br /><p>gibi câmi dualarla dua etmek </p><br /><p id="c_paragraf">� Hem hulûs ve huşû ve huzur-u kalble dua etmek, </p><p id="c_paragraf">� Hem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra, </p><p id="c_paragraf">� Hem mevâki-i mübarekede, hususan mescidlerde, </p><p id="c_paragraf">� Hem Cumada, hususan saat-i icabede, </p><p id="c_paragraf">� Hem şuhur-u selâsede, hususan leyâli-i meşhurede, </p><p id="c_paragraf">� Hem Ramazan'da, hususan Leyle-i Kadirde dua etmek, kabule karin olması rahmet-i İlâhiyeden kaviyen me'muldür. </p><p id="c_paragraf">O makbul duanın ya aynen dünyada eseri görünür; veyahut dua olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbul olur. Demek, aynı maksat yerine gelmezse, dua kabul olmadı denilmez, belki daha iyi bir surette kabul edilmiş denilir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Sualiniz:</span> Sahabe-i Kiram Hazeratına radıyallahu anh denildiğine binaen, başkalara da bu mânâda söylemek muvafık mıdır? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Evet, denilir. Çünkü Resul-i Ekremin bir şiârı olan aleyhissalâtü vesselâm kelâmı gibi radıyallahu anh terkibi Sahabeye mahsus bir şiar değil. Belki Sahabe gibi, veraset-i nübüvvet denilen velâyet-i kübrâda bulunan ve makam-ı rızaya yetişen Eimme-i Erbaa, Şah-ı Geylânî, İmam-ı Rabbânî, İmam-ı Gazalî gibi zatlara denilmeli. Fakat örf-ü ulemada Sahabeye radıyallahu anh, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîne rahimehullah, onlardan sonrakilere gaferahullah ve evliyaya kuddise sirruhu denilir. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Allahım, Senden kendim ve onun için dünyada ve âhirette af ve âfiyet istiyorum. en-Nevevî, el-Ezkâr, 74; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1:517.<br />2- "Ey Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, âhirette de güzellik ver. Ve bizi Cehennem ateşinin azâbından koru." Bakara Sûresi: 2:201.<br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Sualiniz:</span> Başta müçtehidîn-i izam imamları mı efdal, yoksa hak tarikatlerin şahları, aktabları mı efdaldir? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Umum müçtehidîn değil; belki Ebu Hanife, Mâlik, Şâfiî, Ahmed ibni Hanbel şahların, aktabların fevkindedirler. Fakat hususî faziletlerde Şah-ı Geylânî gibi bazı harika kutuplar, bir cihette daha parlak makama sahiptirler. Fakat küllî fazilet imamlarındır. Hem tarikat şahlarının bir kısmı müçtehidlerdendir. Onun için, umum müçtehidîn, aktabdan daha efdaldir denilmez. Fakat Eimme-i Erbaa, Sahabeden ve Mehdîden sonra en efdallerdir denilir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü Sualiniz:</span> <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b631.gif" /> -1- de hikmet ve gaye nedir? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Cenâb-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak, vücud-u eşyada, bir merdivenin basamakları gibi bir tertip vaz etmiş. Sabırsız adam, teennî ile hareket etmediği için, basamakları ya atlar düşer veya noksan bırakır, maksut damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebeptir. Sabır ise, müşkülâtın anahtarıdır ki, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b636.gif" /> -2- durub-u emsal hükmüne geçmiştir. Demek, Cenâb-ı Hakkın inâyet ve tevfiki, sabırlı adamlarla beraberdir. Çünkü sabır üçtür: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Biri:</span> Mâsiyetten kendini çekip sabretmektir. Şu sabır takvâdır; <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b637.gif" /> -3- sırrına mazhar eder. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Musibetlere karşı sabırdır ki, tevekkül ve teslimdir. <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b638.gif" /> -4- şerefine mazhar ediyor. Ve sabırsızlık ise Allah'tan şikâyeti tazammun eder. Ve ef'âlini tenkit ve rahmetini itham ve hikmetini beğenmemek çıkar. </p><p id="c_paragraf">Evet, musibetin darbesine karşı şekvâ suretiyle elbette âciz ve zayıf insan ağlar. Fakat şekvâ Ona olmalı; Ondan olmamalı. Hazret-i Yakup Aleyhisselâmın <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b639.gif" /> -5- demesi gibi olmalı. Yani, musibeti Allah'a şekvâ etmeli; yoksa Allah'ı insanlara şekvâ eder gibi "Eyvah! Of!" deyip "Ben ne ettim ki bu başıma geldi?" diyerek âciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, mânâsızdır. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Şüphesiz, Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara Sûresi: 2:153; Enfâl Sûresi: 8:46.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "Hırslı olan kimsenin ümidi boşa çıkar ve hüsrâna uğrar." "Sabır, ferahlık ve genişliğin anahtarıdır." Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 6:298, no. 9318; Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 2:21. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- "Allah takvâ sahipleriyle beraberdir." Bakara Sûresi: 2:194. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">4- "Muhakkak ki Allah tevekkül edenleri sever." Âl-i İmrân Sûresi: 3:159. "Muhakkak ki Allah sabredenleri sever." (Âl-i İmrân Sûresi: 3:146.) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">5- "Ben derdimi de, üzüntümü de ancak Allah'a şikâyet ederim dedi." (Yusuf Sûresi: 12:86.)<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü sabır:</span> İbadet üzerine sabırdır ki, şu sabır onu makam-ı mahbubiyete kadar çıkarıyor, en büyük makam olan ubudiyet-i kâmile cânibine sevk ediyor. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşinci Sualiniz:</span> Sinn-i mükellefiyet on beş sene kabul ediliyor. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm nübüvvetten evvel nasıl ibadet ederdi? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Hazret-i İbrahim Aleyhisselâmın, Arabistan'da çok perdeler altında cereyan eden bakiye-i dini ile. Fakat farziyet ve mecburiyet suretiyle değil, belki ihtiyarıyla ve mendubiyet suretiyle ibadet ederdi. Şu hakikat uzundur; şimdilik kısa kalsın. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Altıncı Sualiniz:</span> Sinn-i kemal itibar olunan kırk yaşında nübüvvetin gelmesi ve ömr-ü saadetlerinin altmış üç olmasındaki hikmet nedir? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Hikmetleri çoktur. Birisi şudur ki: Nübüvvet gayet ağır ve büyük bir mükellefiyettir. Melekât-ı akliye ve istidâdât-ı kalbiyenin inkişafı ve tekemmülü ile o ağır mükellefiyet tahammül edilir. O tekemmülün zamanı ise kırk yaşıdır. Hem hevesât-ı nefsâniyenin heyecanlı zamanı ve hararet-i gariziyenin galeyanlı hengâmı ve ihtirâsât-ı dünyeviyenin feveranlı vakti olan gençlik ve şebabiyet ise, sırf İlâhî ve uhrevî ve kudsî olan vezâif-i nübüvvete muvafık düşmüyor. Kırktan evvel ne kadar ciddî ve hâlis bir adam olsa da, şöhretperestlerin hatırlarına, "Belki dünyanın şan ve şerefi için çalışır" vehmi gelir. Onların ithamından çabuk kurtulamaz. Fakat kırktan sonra, madem kabir tarafına nüzul başlıyor ve dünyadan ziyade âhiret ona görünüyor. Harekât ve a'mâl-i uhreviyesinde çabuk o ithamdan kurtulur ve muvaffak olur. İnsanlar da sûizandan kurtulur, halâs olur. </p><p id="c_paragraf">Amma ömr-ü saadetinin altmış üç olması ise, çok hikmetlerinden birisi şudur ki: </p><p id="c_paragraf">Şer'an ehl-i iman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı gayet derecede sevmek ve hürmet etmek ve hiçbir şeyinden nefret etmemek ve her halini güzel görmekle mükellef olduğundan, altmıştan sonraki meşakkatli ve musibetli olan ihtiyarlık zamanında, Habib-i Ekremini bırakmıyor; belki imam olduğu ümmetin ömr-ü galibi olan altmış üçte Mele-i Âlâya gönderiyor, yanına alıyor, her cihette imam olduğunu gösteriyor. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Yedinci Sualiniz:</span><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b640.gif" /><br />hadis midir? Bundan murad nedir? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Hadis olarak işitmişim. Murad da şudur ki: En hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesâtına esir olmayıp gaflette boğulmayandır. Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü odur ki, gaflette ve hevesatta gençlere benzemek ister, çocukçasına hevesât-ı nefsâniyeye tâbi olur. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">"Gençlerinizin hayırlısı ihtiyarlarınıza benzemeye çalışanlar; ihtiyarlarınızın kötüsü de gençlerinize benzemeye çalışanlardır." Ali Mâverdî, Edebü'd-Dünyâ ve'd-Dîn, s.27; İmam-ı Gazâlî, İhyâu Ulûmi'd-Dîn, 1:142; el-Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 3:487.<br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Senin levhanda gördüğün ikinci parçanın sahih sureti şudur ki: Ben başımın üstünde onu bir levha-i hikmet olarak tâlik etmişim. Her sabah ve akşam ona bakarım, dersimi alırım: </p><p id="c_paragraf">Dost istersen Allah yeter. Evet, O dost ise herşey dosttur. </p><p id="c_paragraf">Yârân istersen Kur'ân yeter. Evet, ondaki enbiya ve melâike ile hayalen görüşür ve vukuatlarını seyredip ünsiyet eder. </p><p id="c_paragraf">Mal istersen kanaat yeter. Evet, kanaat eden iktisat eder; iktisat eden bereket bulur. </p><p id="c_paragraf">Düşman istersen nefis yeter. Evet, kendini beğenen belâyı bulur, zahmete düşer; kendini beğenmeyen safâyı bulur, rahmete gider. </p><p id="c_paragraf">Nasihat istersen ölüm yeter. Evet, ölümü düşünen, hubb-u dünyadan kurtulur ve âhiretine ciddî çalışır. </p><p id="c_paragraf">Yedinci meselenize bir sekizinciyi ben ilâve ediyorum. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">Bir iki gün evvel bir hâfız, Sûre-i Yusuf'tan bir aşir, tâ <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b641.gif" /> * e kadar okudu. Birden âni bir nükte kalbe geldi. Kur'ân'a ve imana ait herşey kıymetlidir; zâhiren ne kadar küçük olursa olsun kıymetçe büyüktür. Evet, saadet-i ebediyeye yardım eden, küçük değildir. Öyleyse, "Şu küçük bir nüktedir; şu izaha ve ehemmiyete değmez" denilmez. Elbette şu çeşit mesâilde en birinci talebe ve muhatap olan ve nüket-i Kur'âniyeyi takdir eden İbrahim Hulûsi, o nükteyi işitmek ister. Öyleyse dinle: </p><p id="c_paragraf">En güzel bir kıssanın güzel bir nüktesidir. Ahsenü'l-kasas olan kıssa-i Yusuf Aleyhisselâmın hâtimesini haber veren <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b641.gif" /> âyetinin ulvî ve lâtîf ve müjdeli ve i'câzkârâne bir nüktesi şudur ki: </p><p id="c_paragraf">Sair ferahlı ve saadetli kıssaların âhirindeki zeval ve firak haberlerinin acıları ve elemi, kıssadan alınan hayalî lezzeti acılaştırıyor, kırıyor. Bahusus kemâl-i ferah ve saadet içinde bulunduğunu ihbar ettiği hengâmda mevtini ve firakını haber vermek daha elîmdir; dinleyenlere eyvah dedirtir. Halbuki şu âyet, kıssa-i Yusuf'un en parlak kısmı ki, Aziz-i Mısır olması, peder ve validesiyle görüşmesi, kardeşleriyle sevişip tanışması olan, dünyada en büyük saadetli ve ferahlı bir hengâmda, Hazret-i Yusuf'un mevtini şöyle bir surette haber veriyor ve diyor ki: </p><p id="c_paragraf">Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için, Hazret-i Yusuf kendisini Cenâb-ı Haktan vefatını istedi ve vefat etti, o saadete mazhar oldu. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">* "Müslüman olarak canımı al ve beni salih kullarına kat." Yusuf Sûresi: 12:101.<br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Demek, o dünyevî lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve ferahlı bir vaziyet, kabrin arkasında vardır ki, Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi hakikatbîn bir zat, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde, gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun. </p><p id="c_paragraf">İşte, Kur'ân-ı Hakîmin şu belâgatine bak ki, kıssa-i Yusuf'un hâtimesini ne suretle haber verdi. O haberde dinleyenlere elem ve teessüf değil, belki bir müjde ve bir sürur ilâve ediyor. Hem irşad ediyor ki: </p><p id="c_paragraf">Kabrin arkası için çalışınız; hakikî saadet ve lezzet ondadır. </p><p id="c_paragraf">Hem Hazret-i Yusuf'un âli sıddıkıyetini gösteriyor ve diyor: </p><p id="c_paragraf">Dünyanın en parlak ve en sürurlu hâleti dahi ona gaflet vermiyor, onu meftun etmiyor; yine âhireti istiyor. </p><br /><p id="c_sagayasla" align="justify"><span id="c_c_kalin"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b126.gif" /><br /><span style="FONT-WEIGHT: bold">Said Nursî</span></span></p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet">Baki olan yalnız Allah'tır.</p><p id="c_ayet"><br /></p>İbrahimhttp://www.blogger.com/profile/14965094735125295317noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-431105105679572355.post-46626297177393290182008-09-03T13:41:00.000-07:002008-09-14T23:04:34.397-07:00YİRMİ İKİNCİ MEKTUP<center><span id="c_RisaleAdi">YİRMİ İKİNCİ MEKTUP</span></center><br /><center><span id="c_c_kalin">(UHUVVET RİSALESİ)</span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b635.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b524.gif" /> -1- </center><br /><p id="c_paragraf">Şu Mektup iki mebhastır. Birinci Mebhas, ehl-i imanı uhuvvete ve muhabbete davet eder. </p><center><span id="c_RisaleAdi">Birinci Mebhas</span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b424.gif" /></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b596.gif" /> -2- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b597.gif" /> -3- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b598.gif" /> -4- </center><br /><p id="c_paragraf">Mü'minlerde nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir. </p><p id="c_paragraf">Şu hakikatin gayet çok vücuhundan altı veçhini beyan ederiz. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Onun adıyla. Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "Mü'minler ancak kardeştirler; siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin." (Hucurat Sûresi: 49:10.) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- "Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir." (Fussilet Sûresi: 41:34.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">4- "Öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenler-Allah ise iyilik yapanları sever." (Âl-i İmrân Sûresi: 3:134.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci Vecih</span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Hakikat nazarında zulümdür. </span></p><p id="c_paragraf">Ey mü'mine kin ve adâvet besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz. </p><p id="c_paragraf">Aynen öyle de, sen, bir hane-i Rabbâniye ve bir sefine-i İlâhiye olan bir mü'minin vücudunda, İmân ve İslâmiyet ve komşuluk gibi, dokuz değil, belki yirmi sıfat-ı mâsume varken, sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir câni sıfatı yüzünden ona kin ve adâvet bağlamakla o hane-i mâneviye-i vücudun mânen gark ve ihrakına, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şenî ve gaddar bir zulümdür. </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Vecih</span></p><br /><p id="c_paragraf">Hem hikmet nazarında dahi zulümdür. Zira malûmdur ki, adâvet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mânâ-yı hakikîsinde olarak beraber cem olamazlar. </p><p id="c_paragraf">Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine göre bir kalbde hakikî bulunsa, o vakit adâvet mecazî olur, acımak suretine inkılâp eder. Evet, mü'min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için, nass-ı hadisle, "Üç günden fazla mü'min mü'mine küsüp kat-ı mükâleme etmeyecek." <span id="c_ArabiMetin">*</span> Eğer esbab-ı adâvet galebe çalıp, adâvet, hakikatiyle bir kalbde bulunsa, o vakit muhabbet mecazî olur, tasannu ve temellük suretine girer. </p><p id="c_paragraf">Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü'min kardeşine kin ve adâvet ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbe'den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud'dan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de, Kâbe hürmetinde olan İmân ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsâf-ı İslâmiye muhabbeti ve ittifakı istediği hâlde, mü'mine karşı adâvete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı İmân ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın. </p><p id="c_paragraf">Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.</p><br /><p id="c_paragraf">Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostâne bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan, arkadaşâne bir alâka telâkki edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla, uhuvvetkârâne bir münasebet hissedersin. Halbuki, imanın verdiği nur ve şuurla ve sana gösterdiği ve bildirdiği esmâ-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- Haşiye --><p id="c_hasiye" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><span id="c_ArabiMetin">*</span> Buharî, Edeb: 57, 62; İsti'zân: 9; Müslim, Birr: 23, 25, 26; Ebû Dâvud, Edeb: 47; Tirmizî, Birr: 21, 24; İbni Mâce, Mukaddime: 7; Müsned, 1:176, 183; 3:110, 165, 199, 209, 225; 4:20, 327, 328; 5:416, 421, 422.<br /></p><p id="c_hasiye" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_Red">Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir-bir, bir, bine kadar bir, bir. </span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_Red">Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir-bir, bir, yüze kadar bir, bir. </span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_Red">Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir-ona kadar bir, bir. </span></p><p id="c_paragraf">Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları hâlde, şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü'mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i'tisaf olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın. </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Üçüncü Vecih </span></p><p id="c_paragraf">Adalet-i mahzâyı ifade eden <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b599.gif" /> -1- sırrına göre, bir mü'minde bulunan câni bir sıfat yüzünden, sair mâsum sıfatlarını mahkûm etmek hükmünde olan adâvet ve kin bağlamak, ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu; ve bahusus bir mü'minin fena bir sıfatından darılıp, küsüp, o mü'minin akrabasına adâvetini teşmil etmek,<br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b600.gif" /> -2- sîga-i mübalâğa ile gayet azîm bir zulüm ettiğini, hakikat ve şeriat ve hikmet-i İslâmiye sana ihtar ettiği hâlde, nasıl kendini haklı bulursun, "Benim hakkım var" dersin? </p><p id="c_paragraf">Hakikat nazarında sebeb-i adâvet ve şer olan fenalıklar, şer ve toprak gibi kesiftir; başkasına sirayet ve in'ikâs etmemek gerektir. Başkası ondan ders alıp şer işlese, o başka meseledir. Muhabbetin esbabı olan iyilikler, muhabbet gibi nurdur; sirayet ve in'ikâs etmek, şe'nidir. Ve ondandır ki, "Dostun dostu dosttur" sözü durub-u emsal sırasına geçmiştir. Hem onun içindir ki, "Bir göz hatırı için çok gözler sevilir" sözü umumun lisanında gezer. </p><p id="c_paragraf">İşte ey insafsız adam! Hakikat böyle gördüğü hâlde, sevmediğin bir adamın sevimli, mâsum bir kardeşine ve taallûkatına adâvet etmek ne kadar hilâf-ı hakikat olduğunu, hakikatbîn isen anlarsın. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez." En'âm Sûresi: 6:164.<br />2- "Muhakkak ki insan çok zalimdir." İbrahim Sûresi: 14:34.</p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü Vecih</span></p><p id="c_paragraf">Hayat-ı şahsiye nazarında dahi zulümdür. Şu Dördüncü Veçhin esası olarak birkaç düsturu dinle: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, "Mesleğim haktır veya daha güzeldir" demeye hakkın var. Fakat "Yalnız hak benim mesleğimdir" demeye hakkın yoktur.<br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b601.gif" /> -1- sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz, başkasının mesleğini butlan ile mahkûm edemez. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci düstur:</span> Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu demek doğru değildir. Zira senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihati Bazen damara dokundurur, aksülâmel yapar. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Düstur: </span><span id="c_Blue_Bold">Adâvet etmek istersen, kalbindeki adâvete adâvet et, onun ref'ine çalış.</span> Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmârene ve hevâ-i nefsine adâvet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için mü'minlere adâvet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adâvet et. Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır. Öyle de, adâvet hasleti, her şeyden evvel kendisi adâvete lâyıktır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_Blue_Bold">Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et.</span> Çünkü, eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adâveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedâmet eder, sana dost olur.<br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b602.gif" /> -2- hükmünce, mü'minin şe'ni, kerîm olmaktır. Senin ikramınla sana musahhar olur. Zâhiren leîm bile olsa, İmân cihetinde kerîmdir. Evet, fena bir adama "İyisin, iyisin" desen iyileşmesi ve iyi adama "Fenasın, fenasın" desen fenalaşması çok vuku bulur. Öyleyse,<br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b603.gif" /> -3- gibi desâtir-i kudsiye-i Kur'âniyeye kulak ver. Saadet ve selâmet ondadır. </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Rıza gözü, ayıplara karşı kördür. Kem göz ise kusurları araştırır." Ali Mâverdî, Edebü'd-Dünyâ ve'd-Dîn, s.10; Dîvânü'ş-Şâfiî, s.91. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- İyi ve izzetli birine iyilik edersen, onu elde edersin. Kötü birine iyilik edersen, o daha da azar.(Bu beyit Mütenebbi'ye aittir. Bkz. el-Örfü't-Tayyib fî Şerhi Dîvâni't-Tayyib, s.387.) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- "Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler." Furkan Sûresi: 25:72. "Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, şüphesiz ki Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir." (Teğabün Sûresi: 64:14.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü Düstur:</span> Ehl-i kin ve adâvet, hem nefsine, hem mü'min kardeşine, hem rahmet-i İlâhiyeye zulmeder, tecavüz eder. Çünkü, kin ve adâvetle nefsini bir azâb-ı elîmde bırakır. Hasmına gelen nimetlerden azâbı ve korkusundan gelen elemi nefsine çektirir, nefsine zulmeder. </p><p id="c_paragraf">Eğer adâvet hasetten gelse, o bütün bütün azaptır. Çünkü, haset evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Hasedin çaresi:</span> Hâsid adam, haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, muvakkattir. Faydası az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zaten onlarda haset olamaz. Eğer onlarda dahi haset yapsa, ya kendisi riyakârdır; âhiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut mahsûdu riyakâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder. </p><p id="c_paragraf">Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup, kader ve rahmet-i İlâhiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdetâ kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır. </p><p id="c_paragraf">Acaba birgün adâvete değmeyen bir şeye bir sene kin ve adâvetle mukabele etmeyi hangi insaf kabul eder, bozulmamış hangi vicdana sığar? </p><p id="c_paragraf">Halbuki, mü'min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin. Çünkü, evvelâ kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir. </p><p id="c_paragraf">Saniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki nefsine mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet edeceğini beklemek. </p><p id="c_paragraf">Salisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver. </p><p id="c_paragraf">Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek af ve safh ile ve ulüvvü cenaplıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun. Yoksa, sarhoş ve divane olan ve şişeleri ve buz parçalarını elmas fiyatıyla alan cevherci bir Yahudi gibi, beş paraya değmeyen fâni, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz umur-u dünyeviyeye, güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi şedit bir hırsla ve daimî bir kinle, mütemadiyen bir adâvetle mukabele etmek, sîga-i mübalağa ile, bir zalûmiyettir veya bir sarhoşluktur, bir nevi divaneliktir. </p><p id="c_paragraf">İşte, hayat-ı şahsiyece bu derece muzır olan adâvete ve fikr-i intikama, eğer şahsını seversen yol verme ki kalbine girsin. Eğer kalbine girmişse, onun sözünü dinleme. Bak, hakikatbîn olan Hafız-ı Şirazî'yi dinle: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b604.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "Dünya öyle bir metâ değil ki nizâa değsin." Çünkü, fâni ve geçici olduğundan kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise, dünyanın cüz'î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın.</p><p id="c_paragraf">Hem demiş: </p><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b605.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Eğer dersen:</span> "İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adâvet var. Hem damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Sû-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezasıyla amel edilmezse, kusurunu da anlasa, zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin, mânevî bir nedamet, gizli bir tevbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu Mektubun bu Mebhasını yazdık, tâ bu mânevî istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Cây-ı dikkat bir hadise: </span></p><p id="c_paragraf">Bir zaman, bu garazkârâne tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki, mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhâlif bir âlim-i salihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârâne medhetti. İşte, siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/emir/b150.gif" /> -1- dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Beşinci Vecih </span></p><p id="c_paragraf">Hayat-ı içtimaiyece, inat ve tarafgirlik gayet muzır olduğunu beyan eder. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Eğer denilse:</span><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b607.gif" /> -2- denilmiş. İhtilâf ise tarafgirliği iktiza ediyor. </p><p id="c_paragraf">"Hem tarafgirlik marazı, mazlum avâmı, zalim havassın şerrinden kurtarıyor. Çünkü bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak etseler, mazlum avâmı ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlum bir tarafa iltica eder, kendisini kurtarır. </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Şeytandan ve siyasetten Allah'a sığınırım. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "Ümmetimin ihtilâfı rahmettir." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 1:64; el-Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 1:210-212.</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">"Hem tesadüm-ü efkârdan ve tehâlüf-ü ukulden hakikat tamamıyla tezahür eder." </span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> <span id="c_Red">Birinci suale deriz ki:</span> Hadisteki ihtilâf ise, müsbet ihtilâftır. Yani, herbiri kendi mesleğinin tamir ve revâcına sa'y eder. Başkasının tahrip ve iptaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfi ihtilâf ise-ki garazkârâne, adâvetkârâne birbirinin tahribine çalışmaktır-hadisin nazarında merduttur. Çünkü birbiriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_Red">İkinci suale deriz ki:</span> Tarafgirlik eğer hak namına olsa, haklılara melce olabilir. Fakat şimdiki gibi garazkârâne, nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara melcedir ki, onlara nokta-i istinad teşkil eder. Çünkü, garazkârâne tarafgirlik eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse, o adam o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona (hâşâ) lânet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_Red">Üçüncü suale deriz ki:</span> Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise, maksatta ve esasta ittifakla beraber, vesâilde ihtilâf eder. Hakikatin her köşesini izhar edip hakka ve hakikate hizmet eder. Fakat tarafgirâne ve garazkârâne, firavunlaşmış nefs-i emmâre hesabına hodfuruşluk, şöhretperverâne bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan bârika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü, maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telâkîsi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritâne gider, kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hal-i âlem buna şahittir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elhasıl: </span><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b608.gif" /> -1- olan desâtir-i âliye düstur-u harekât olmazsa, nifak ve şikak meydan alır. </p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b609.gif" /> -2- demezse, o düsturları nazara almazsa, adalet etmek isterken zulmeder. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Cây-ı ibret bir hadise: </span></p><br /><p id="c_paragraf">Bir vakit, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh bir kâfiri yere atmış. Kılıcını çekip keseceği zaman o kâfir ona tükürmüş. O, kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir ona demiş ki: "Neden beni kesmedin?" </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dedi:</span> "Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün; hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlâsım zedelendi. Onun için seni kesmedim." </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Muhabbet Allah için, buğz Allah için, hüküm de Allah'a aittir.</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Allah için buğzetmek, Allah için hüküm vermek.</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Evet, O kâfir ona dedi: "Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece sâfi ve hâlistir; o din haktır" dedi. </p><p id="c_paragraf">Hem medar-ı dikkat bir vakıa: </p><p id="c_paragraf">Bir zaman bir hâkim bir hırsızın elini kestiği vakit eser-i hiddet gösterdiği için, ona dikkat eden âdil âmiri onu o vazifeden azletmiş. Çünkü şeriat namına, kanun-u İlâhî hesabına kesseydi, nefsi ona acıyacaktı. Ve kalbi hiddet etmeyip, fakat merhamet de etmeyecek bir tarzda kesecekti. Demek, nefsine o hükümden bir hisse çıkardığı için, adaletle iş görmemiştir. </p><p id="c_paragraf">Cây-ı teessüf bir hâlet-i içtimaiye ve kalb-i İslâmı ağlatacak müthiş bir maraz-ı hayat-ı içtimaî: </p><p id="c_paragraf">"Haricî düşmanların zuhur ve tehacümünde dahilî adâvetleri unutmak ve bırakmak" olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevî kavimler dahi takdir edip yaptıkları hâlde, şu cemaat-i İslâmiyeye hizmet dâvâ edenlere ne olmuş ki, birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz'î adâvetleri unutmayıp düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar? Şu hâl bir sukuttur, bir vahşettir, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hıyanettir. </p><p id="c_paragraf">Medar-i ibret bir hikâye: </p><p id="c_paragraf">Bedevî aşiretlerinden Hasenan aşiretinin birbirine düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden, belki elli adamdan fazla öldürdükleri hâlde, Sipkan veya Hayderan aşireti gibi bir kabile karşılarına çıktığı vakit, o iki düşman taife, eski adâveti unutup, omuz omuza verip, o haricî aşireti def edinceye kadar dahilî adâveti hatırlarına getirmezlerdi. </p><p id="c_paragraf">İşte, ey mü'minler! Ehl-i İmân aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Herbirisine karşı tesanüd ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecburken, onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârâne tarafgirlik ve adâvetkârâne inat, hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı? O düşman daireler, ehl-i dalâlet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehvâl ve mesâibine kadar, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırsla bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kalen, uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kale-i İslâmiyeyi küçük adâvetlerle ve bahanelerle sarsmak, ne kadar hilâf-ı vicdan ve ne kadar hilâf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl. </p><p id="c_paragraf">Ehâdis-i şerifede gelmiş ki: "Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhâs-ı müdhişe-i muzırraları, İslâmın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek, az bir kuvvetle nev-i beşeri hercümerc eder ve koca âlem-i İslâmı esaret altına alır."<br /></p><p id="c_paragraf">Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşı <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b1010.gif" /> -1- kale-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa, ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz. </p><p id="c_paragraf">Malûmdur ki, iki kahraman birbiriyle boğuşurken, bir çocuk ikisini de dövebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı muvazenede bulunsa, bir küçük taş, muvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte, ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârâne tarafgirliklerinizden, kuvvetiniz hiçe iner; az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız varsa, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b611.gif" /> -2- düstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyevîden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz. </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Altıncı Vecih </span></p><p id="c_paragraf">Hayat-ı mâneviye ve sıhhat-i ubudiyet, adâvet ve inatla sarsılır. Çünkü, vasıta-i hâlâs ve vesile-i necat olan ihlâs zayi olur. Zira, tarafgir bir muannid, kendi a'mâl-i hayriyesinde hasmına tefevvuk ister. Hâlisen liveçhillâh amele pek de muvaffak olamaz. Hem hüküm ve muamelâtında tarafgirini tercih eder, adalet edemez. İşte, ef'âl ve a'mâl-i hayriyenin esasları olan ihlâs ve adalet, husumet ve adâvetle kaybolur. Şu Altıncı Vecih uzundur. Fakat kabiliyet-i makam kısa olduğundan, kısa kesiyoruz. </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Mü'minler ancak kardeştirler." (Hucurat Sûresi: 49:10.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "Mü'minin mü'mine bağlılığı, parçaları birbirini tutan binâ gibidir." Buharî, Salât: 88; Edeb: 36; Mezâlim: 5; Müslim, Birr: 65; Tirmizî, Birr: 18; Nesâî, Zekât: 67; Müsned, 4:405, 409.</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><center><span id="c_KonuBaslik">İkinci Mebhas </span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b424.gif" /></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b613.gif" /> -1-</center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b614.gif" /> -2-</center><br /><br /><p id="c_paragraf">Ey Ehl-i İman! Sabıkan, adâvet ne kadar zararlı olduğunu anladın. Hem anla ki, adâvet kadar hayat-ı İslâmiyeye en müthiş bir maraz-ı muzır dahi, hırstır. </p><p id="c_paragraf">Hırs, sebeb-i haybettir ve illet ve zillettir; ve mahrumiyet ve sefaleti getirir. Evet, her milletten ziyade hırsla dünyaya saldıran Yahudi milletinin zillet ve sefaleti, bu hükme bir şahid-i kâtı'dır. </p><p id="c_paragraf">Evet, hırs, zîhayat âleminde en geniş bir daireden tut, tâ en cüz'î bir ferde kadar sû-i tesirini gösterir. Tevekkülvâri taleb-i rızık ise, bilâkis medar-ı rahattır ve her yerde hüsn-ü tesirini gösterir. İşte, bir nevi zîhayat ve rızka muhtaç olan meyvedar ağaçlar ve nebatlar, tevekkülvâri, kanaatkârâne yerlerinde durup hırs göstermediklerinden, rızıkları onlara koşup geliyor. Hayvanlardan pek fazla evlât besliyorlar. Hayvânat ise, hırsla rızıkları peşinde koştukları için, pek çok zahmet ve noksaniyetle rızıklarını elde edebiliyorlar. </p><p id="c_paragraf">Hem hayvânat dairesi içinde zaaf ve acz lisan-ı hâliyle tevekkül eden yavruların meşru ve mükemmel ve lâtif rızıkları hazine-i rahmetten verilmesi; ve hırsla rızıklarına saldıran canavarların gayr-ı meşru ve pek çok zahmetle kazandıkları nâhoş rızıkları gösteriyor ki, hırs sebeb-i mahrumiyettir; tevekkül ve kanaat ise vesile-i rahmettir. </p><p id="c_paragraf">Hem daire-i insaniye içinde her milletten ziyade hırsla dünyaya yapışan ve aşk ile hayat-ı dünyeviyeye bağlanan Yahudi milleti, pek çok zahmetle kazandığı, kendine faydası az, yalnız hazinedarlık ettiği gayr-ı meşru bir servet-i ribâ ile bütün milletlerden yedikleri sille-i zillet ve sefalet, katl ve ihanet gösteriyor ki, hırs maden-i zillet ve hasârettir. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır." Zâriyat Sûresi: 51:58.<br />2- "Yeryüzünde yürüyen ve kendi rızkını yüklenemeyen nice canlının ve sizin rızkınızı Allah verir. O herşeyi hakkıyla işitir, herşeyi hakkıyla bilir." Ankebut Sûresi: 29:60.<br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem harîs bir insan her vakit hasârete düştüğüne dair o kadar vakıalar var ki <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b615.gif" /> darb-ı mesel hükmüne geçmiş, umumun nazarında bir hakikat-i âmme olarak kabul edilmiştir. </p><p id="c_paragraf">Madem öyledir. <span id="c_Blue_Bold">Eğer malı çok seversen, hırsla değil, belki kanaatle malı talep et, tâ çok gelsin.</span></p><p id="c_paragraf">Ehl-i kanaat ile ehl-i hırs, iki şahsa benzer ki, büyük bir zâtın divanhanesine giriyorlar. Birisi kalbinden der: "Beni yalnız kabul etsin; dışarıdaki soğuktan kurtulsam bana kâfidir. En aşağıdaki iskemleyi de bana verseler, lütuftur." </p><p id="c_paragraf">İkinci adam, güya bir hakkı varmış gibi ve herkes ona hürmet etmeye mecburmuş gibi, mağrurâne der ki: "Bana en yukarı iskemleyi vermeli." O hırsla girer, gözünü yukarı mevkilere diker, onlara gitmek ister. Fakat divanhane sahibi onu geri döndürüp aşağı oturtur. Ona teşekkür lâzımken, teşekküre bedel kalbinden kızıyor. Teşekkür değil, bilâkis hane sahibini tenkit ediyor. Hane sahibi de ondan istiskal ediyor. </p><p id="c_paragraf">Birinci adam mütevaziâne giriyor, en aşağıdaki iskemleye oturmak istiyor. Onun o kanaati, divanhane sahibinin hoşuna gidiyor. "Daha yukarı iskemleye buyurun" der. O da gittikçe teşekkürâtını ziyadeleştirir; memnuniyeti tezayüd eder. </p><p id="c_paragraf">İşte, dünya bir divanhane-i Rahmân'dır. Zemin yüzü bir sofra-i rahmettir. Derecât-ı erzak ve merâtib-i nimet dahi iskemleler hükmündedir. </p><p id="c_paragraf">Hem, en cüz'î işlerde de herkes hırsın sû-i tesirini hissedebilir. </p><p id="c_paragraf">Meselâ, iki dilenci birşey istedikleri vakit, hırsla ilhah eden dilenciden istiskal edip vermemek, diğer sakin dilenciye merhamet edip vermek, herkes kalbinde hisseder. </p><p id="c_paragraf">Hem meselâ, gecede uykun kaçmış; sen yatmak istesen, lâkayt kalsan, uykun gelebilir. Eğer hırsla uyku istesen, "Aman yatayım, aman yatayım" dersen, bütün bütün uykunu kaçırırsın. </p><p id="c_paragraf">Hem meselâ, mühim bir netice için birisini hırsla beklersin. "Aman gelmedi, aman gelmedi" deyip, en nihayet hırs senin sabrını tüketip, kalkar gidersin. Bir dakika sonra o adam gelir; fakat beklediğin o mühim netice bozulur. </p><p id="c_paragraf">Şu hâdisâtın sırrı şudur ki: Nasıl ki bir ekmeğin vücudu, tarla, harman, değirmen, fırına terettüp eder. Öyle de, tertib-i eşyada bir teennî-i hikmet vardır. Hırs sebebiyle, teennî ile hareket edilmediği için, o tertipli eşyadaki mânevî basamakları müraat etmez; ya atlar, düşer veyahut bir basamağı noksan bırakır, maksada çıkamaz. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Hırs, hasâret ve muvaffakiyetsizliğin sebebidir.<br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">İşte, ey derd-i maişetle sersem olmuş ve hırs-ı dünya ile sarhoş olmuş kardeşler! Hırs bu kadar muzır ve belâlı birşey olduğu hâlde, nasıl hırs yolunda her zilleti irtikâp ve haram helâl demeyip her malı kabul ve hayat-ı uhreviyeye lâzım çok şeyleri feda ediyorsunuz; hattâ erkân-ı İslâmiyenin mühim bir rüknü olan zekâtı, hırs yolunda terk ediyorsunuz? Halbuki, zekât, her şahıs için sebeb-i bereket ve dâfi-i beliyyattır. <span id="c_Blue_Bold">Zekâtı vermeyenin, herhâlde elinden zekât kadar bir mal çıkacak; ya lüzumsuz yerlere verecektir, ya bir musibet gelip alacaktır.</span> </p><p id="c_paragraf">Hakikatli bir rüya-i hayaliyede, Harb-i Umumînin beşinci senesinde, bir acip rüyada benden soruldu: </p><p id="c_paragraf">"Müslümanlara gelen bu açlık, bu zayiat-ı maliye ve meşakkat-i bedeniye nedendir?" </p><p id="c_paragraf">Rüyada demiştim: </p><p id="c_paragraf">"Cenâb-ı Hak bir kısım maldan onda bir <sup id="c_supa">Haşiye1</sup> veya bir kısım maldan kırkta bir, <sup id="c_supa">Haşiye2</sup> kendi verdiği malından birisini bizden istedi; tâ bize fukaraların dualarını kazandırsın ve kin ve ha-setlerini men etsin. Biz, hırsımız için tamahkâr-lık edip vermedik. Cenâb-ı Hak, müterakim zekâ-tını, kırkta otuz, onda sekizini aldı. </p><p id="c_paragraf">"Hem senede yalnız bir ayda, yetmiş hikmetli bir açlık bizden istedi. Biz nefsimize acıdık; muvakkat ve lezzetli bir açlığı çekmedik. Cenâb-ı Hak, ceza olarak, yetmiş cihetle belâlı bir nevi orucu beş sene cebren bize tutturdu. </p><p id="c_paragraf">"Hem yirmi dört saatte birtek saati, hoş ve ulvî, nuranî ve faydalı bir nevi talimat-ı Rabbâniyeyi bizden istedi. Biz tembellik edip o namazı ve niyazı yerine getirmedik. O tek saati diğer saatlere katarak zayi ettik. Cenâb-ı Hak, onun kefareti olarak, beş sene talim ve talimat ve koşturmakla bize bir nevi namaz kıldırdı" demiştim. </p><p id="c_paragraf">Sonra ayıldım, düşündüm, anladım ki, o rüya-i hayaliyede pek mühim bir hakikat vardır. Yirmi Beşinci Sözde, medeniyetle hükm-ü Kur'ân'ı muvazene bahsinde ispat ve beyan edildiği üzere, beşerin hayat-ı içtimaîsinde bütün ahlâksızlığın ve bütün ihtilâlâtın menşei iki kelimedir: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birisi:</span> "Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne?" </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> "Sen çalış, ben yiyeyim." </p><p id="c_paragraf">Bu iki kelimeyi de idame eden, cereyan-ı ribâ ve terk-i zekâttır. Bu iki müthiş maraz-ı içtimaîyi tedavi edecek tek çare, zekâtın bir düstur-u umumî suretinde icrasıyla, vücub-u zekât ve hurmet-i ribâdır. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik"><span style="FONT-WEIGHT: bold; COLOR: rgb(255,0,0)">Haşiye 1</span>: </span>Yani, her sene taze verdiği buğday gibi mallardan onda bir. </p><p id="c_paragraf"><span style="FONT-WEIGHT: bold; COLOR: rgb(255,0,0)">Haşiye 2</span>: Yani, eskiden verdiği kırktan ki, her senede galiben ve lâakal ribh-i ticarî ve nesl-i hayvanî cihetiyle, o kırktan taze olarak on adet verir.<br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem değil yalnız eşhasta ve hususî cemaatlerde, belki umum nev-i beşerin saadet-i hayatı için en mühim bir rükün, belki devam-ı hayat-ı insaniye için en mühim bir direk, zekâttır. Çünkü, beşerde, havas ve avam, iki tabaka var. Havastan avâma merhamet ve ihsan; ve avamdan havâssa karşı hürmet ve itaati temin edecek, zekâttır. Yoksa, yukarıdan avâmın başına zulüm ve tahakküm iner; avamdan zenginlere karşı kin ve isyan çıkar. İki tabaka-i beşer, daimî bir mücadele-i mâneviyede, bir keşmekeş-i ihtilâfta bulunur. Gele gele, tâ Rusya'da olduğu gibi, sa'y ve sermaye mücadelesi suretinde boğuşmaya başlar. </p><p id="c_paragraf">Ey ehl-i kerem ve vicdan! Ve ey ehl-i sehâvet ve ihsan! İhsanlar zekât namına olmazsa, üç zararı var. Bazen da faydasız gider. Çünkü, Allah namına vermediğin için, mânen minnet ediyorsun, biçare fakiri minnet esareti altında bırakıyorsun. Hem makbul olan duasından mahrum kalıyorsun. Hem hakikaten Cenâb-ı Hakkın malını ibâdına vermek için bir tevziat memuru olduğun hâlde, kendini sahib-i mal zannedip bir küfrân-ı nimet ediyorsun. </p><p id="c_paragraf">Eğer zekât namına versen, Cenâb-ı Hak namına verdiğin için bir sevap kazanıyorsun, bir şükrân-ı nimet gösteriyorsun. O muhtaç adam dahi sana tabasbus etmeye mecbur olmadığı için, izzet-i nefsi kırılmaz ve duası senin hakkında makbul olur. </p><p id="c_paragraf">Evet, zekât kadar, belki daha ziyade nafile ve ihsan, yahut sair suretlerde verip riyâ ve şöhret gibi, minnet ve tezlil gibi zararları kazanmak nerede? Zekât namına o iyilikleri yapıp, hem farzı edâ etmek, hem sevabı, hem ihlâsı, hem makbul bir duayı kazanmak nerede? </p><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b457.gif" /> -1- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b617.gif" /> -2-</center><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin." Bakara Sûresi: 2:32.<br />2- Allahım! "Mü'minler sağlam bir binanın taşları gibidir; birbirlerine kuvvet verirler." Ve "Kanaat tükenmez bir hazinedir" (Süyûti, el-Fethü'l-Kebîr, 2:309) buyuran Efendimiz Muhammed'e ve bütün âl ve ashabına salât ve selâm et. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun.<br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi" style="font-size:180%;">Hâtime</span></center><br /><center><span id="c_c_kalin">Gıybet hakkındadır</span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b635.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b524.gif" /> -1- </center><br /><p id="c_paragraf">Yirmi Beşinci Sözün Birinci Şulesinin Birinci Şuaının Beşinci Noktasının, makam-ı zem ve zecrin misallerinden olan birtek âyetin, mucizâne altı tarzda gıybetten tenfir etmesi, Kur'ân'ın nazarında gıybet ne kadar şenî birşey olduğunu tamamıyla gösterdiğinden, başka beyana ihtiyaç bırakmamış. Evet, Kur'ân'ın beyanından sonra beyan olamaz; ihtiyaç da yoktur. </p><p id="c_paragraf">İşte <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b619.gif" /> -2- âyetinde altı derece zemmi zemmeder, gıybetten altı mertebe şiddetle zecreder. Şu âyet bilfiil gıybet edenlere müteveccih olduğu vakit, mânâsı gelecek tarzda oluyor. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">Malûmdur, âyetin başındaki hemze, sormak, "âyâ" mânâsındadır. O sormak mânâsı, su gibi, âyetin bütün kelimelerine girer. Her kelimede bir hükm-ü zımnî var. </p><p id="c_paragraf">İşte, <span id="c_c_kalin">birincisi,</span> hemze ile der: Âyâ, sual ve cevap mahâlli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin birşeyi anlamıyor? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b620.gif" /> -3- lâfzıyla der: Âyâ, sevmek ve nefret etmek mahâlli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncüsü:</span> <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b621.gif" /> -4- kelimesiyle der: Cemaatten hayatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder? </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Onun adıyla. Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin.<br />2- Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? (Hucurât Sûresi: 49:12.)<br />3- Hoşlanır mı?<br />4- Sizden biri.<br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncüsü:</span> <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b622.gif" /> -1- kelâmıyla der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşınızı dişle parçalamayı yapıyorsunuz? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşincisi:</span> <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b623.gif" /> -2- kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı mânevîsini insafsızca dişliyorsunuz? Ve hiç aklınız yok mu ki, kendi âzânızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Altıncısı:</span> <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b624.gif" /> -3- kelâmıyla der: Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir hâlde bir kardeşinize karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir işi yapıyorsunuz? </p><p id="c_paragraf">Demek, şu âyetin ifadesiyle ve kelimelerin ayrı ayrı delâletiyle, zem ve gıybet, aklen ve kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve milliyeten mezmumdur. İşte, bak, nasıl şu âyet îcazkârâne altı mertebe zemmi zemmetmekle, i'câzkârâne altı derece o cürümden zecreder. </p><p id="c_paragraf">Gıybet, ehl-i adâvet ve haset ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silâhtır. İzzet-i nefis sahibi, bu pis silâha tenezzül edip istimal etmez. Nasıl meşhur bir zat demiş: </p><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b625.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünkü gıybet, zayıf ve zelil ve aşağıların silâhıdır." </p><p id="c_paragraf">Gıybet odur ki, gıybet edilen adam hazır olsaydı ve işitseydi, kerahet edip darılacaktı. Eğer doğru dese, zaten gıybettir. Eğer yalan dese, hem gıybet, hem iftiradır; iki katlı çirkin bir günahtır. </p><p id="c_paragraf">Gıybet, mahsus birkaç maddede caiz olabilir: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birisi:</span> Şekvâ suretinde bir vazifedar adama der, tâ yardım edip o münkeri, o kabahati ondan izale etsin ve hakkını ondan alsın. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birisi de:</span> Bir adam onunla teşrik-i mesai etmek ister, seninle meşveret eder. Sen de, sırf maslahat için, garazsız olarak, meşveretin hakkını edâ etmek için desen: "Onunla teşrik-i mesai etme. Çünkü zarar göreceksin." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birisi de:</span> Maksadı tahkir ve teşhir değil, belki maksadı tarif ve tanıttırmak için dese: "O topal ve serseri adam filân yere gitti." </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Etini yemeyin.<br />2- Kardeşinin.<br />3- Ölüyken.</p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birisi de:</span> O gıybet edilen adam fâsık-ı mütecahirdir. Yani fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor, zulmüyle telezzüz ediyor, sıkılmayarak âşikâre bir surette işliyor. </p><p id="c_paragraf">İşte bu mahsus maddelerde, garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet caiz olabilir. Yoksa, <span id="c_Blue_Bold">gıybet, nasıl ateş odunu yer, bitirir; gıybet dahi a'mâl-i salihayı yer, bitirir.</span> </p><p id="c_paragraf">Eğer gıybet etti veyahut isteyerek dinledi; o vakit <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b626.gif" /> -1- demeli, sonra gıybet edilen adama ne vakit rast gelse, "Beni helâl et" demeli. </p><br /><p id="c_sagayasla" align="justify"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b126.gif" /> -2-<br /><span id="c_c_kalin" style="FONT-WEIGHT: bold">Said Nursî</span></p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Allahım, bizi ve gıybetini ettiğimiz zâtı mağfiret et.<br />2- Baki olan yalnız Allah'tır.<br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p>İbrahimhttp://www.blogger.com/profile/14965094735125295317noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-431105105679572355.post-33453001575335873342008-09-03T13:39:00.000-07:002008-09-14T23:04:34.399-07:00YİRMİ BİRİNCİ MEKTUP<center><span id="c_RisaleAdi">YİRMİ BİRİNCİ MEKTUP</span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b635.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b524.gif" /> -1- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b424.gif" /></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b586.gif" /> -2- </center><br /><p id="c_paragraf">Ey hanesinde ihtiyar bir valide veya pederi veya akrabasından veya İmân kardeşlerinden bir amel-mande veya âciz, alîl bir şahıs bulunan gafil! Şu âyet-i kerimeye dikkat et, bak: Nasıl ki bir âyette, beş tabaka ayrı ayrı surette ihtiyar valideyne şefkati celb ediyor! </p><p id="c_paragraf">Evet, dünyada en yüksek hakikat, peder ve validelerin evlâtlarına karşı şefkatleridir. Ve en âli hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukabil hürmet haklarıdır. Çünkü onlar, hayatlarını, kemâl-i lezzetle evlâtlarının hayatı için feda edip sarf ediyorlar. Öyleyse, insaniyeti sukut etmemiş ve canavara inkılâp etmemiş herbir veled, o muhterem, sadık, fedakâr dostlara hâlisâne hürmet ve samimâne hizmet ve rızalarını tahsil ve kalblerini hoşnut etmektir. (Amca ve hâla, peder hükmündedir; teyze ve dayı, ana hükmündedir.)</p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Onun adıyla. O her kusurdan münezzehtir. Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın 'Öf' bile deme, onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara merhamet ve tevazu kanadını ger ve de ki: 'Ey Rabbim, nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, Sen de onlara öylece merhamet buyur.' Sizin içinizde olanı Rabbiniz hakkıyla bilir. Eğer siz salih kimseler olursanız, muhakkak ki O, kendisine yönelenler için çok bağışlayıcıdır." (İsrâ Sûresi: 17:23-25)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p lang="tr" id="c_paragraf">İşte, o mübarek ihtiyarların vücutlarını istiskal edip ölümlerini arzu etmek ne kadar vicdansızlık ve ne kadar alçaklıktır, bil, ayıl! Evet, hayatını senin hayatına feda edenin zevâl-i hayatını arzu etmek ne kadar çirkin bir zulüm, bir vicdansızlık olduğunu anla! </p><p lang="tr" id="c_paragraf">Ey derd-i maişetle müptelâ olan insan! Bil ki, senin hanendeki bereket direği ve rahmet vesilesi ve musibet dâfiası, hanendeki o istiskal ettiğin ihtiyar veya kör akrabandır. Sakın deme, "Maişetim dardır, idare edemiyorum." Çünkü onların yüzünden gelen bereket olmasaydı, elbette senin dıyk-ı maişetin daha ziyade olacaktı. Bu hakikati benden inan. Bunun çok kati delillerini biliyorum; seni de inandırabilirim. Fakat uzun gitmemek için kısa kesiyorum; şu sözüme kanaat et. Kasem ederim, şu hakikat gayet katidir. Hattâ nefis ve şeytanım dahi buna karşı teslim olmuşlar. Nefsimin inadını kıran ve şeytanımı susturan bir hakikat, sana kanaat vermeli. </p><p lang="tr" id="c_paragraf">Evet, kâinatın şehadetiyle, nihayet derecede Rahmân, Rahîm ve Lâtif ve Kerîm olan <b id="eh">Hâlık-ı Zülcelâli ve'l-İkram</b>, çocukları dünyaya gönderdiği vakit, arkalarından rızıklarını gayet lâtif bir surette gönderip ve memeler musluğundan ağızlarına akıttığı gibi, çocuk hükmüne gelen ve çocuklardan daha ziyade merhamete lâyık ve şefkate muhtaç olan ihtiyarların rızıklarını dahi, bereket suretinde gönderir. Onların iaşelerini, tamahkâr ve bahîl insanlara yükletmez. </p><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b587.gif" /> -1-<br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b588.gif" /> -2- </center><br /><p lang="tr" id="c_paragraf">âyetlerinin ifade ettikleri hakikati, bütün zîhayatın envâ-ı mahlûkları lisan-ı hâl ile bağırıp o hakikat-i kerîmâneyi söylüyorlar. </p><p lang="tr" id="c_paragraf">Hattâ değil yalnız ihtiyar akraba, belki insanlara arkadaş verilen ve rızıkları insanların rızıkları içinde gönderilen kedi gibi bazı mahlûkların rızıkları dahi bereket suretinde geliyor. Bunu teyid eden ve kendim gördüğüm bir misal: Benim yakın dostlarım bilirler ki, iki üç sene evvel hergün yarım ekmek-o köyün ekmeği küçüktü-muayyen bir tayınım vardı ki, çok defa bana kâfi gelmiyordu. Sonra dört kedi bana misafir geldiler. O aynı tayınım hem bana, hem onlara kâfi geldi. Çok kere de fazla kalırdı. </p><p lang="tr" id="c_paragraf">İşte şu hâl o derece tekerrür edip bana kanaat verdi ki, ben kedilerin bereketinden istifade ediyordum. Kati bir surette ilân ediyorum, onlar bana bâr değil. Hem onlar benden değil, ben onlardan minnet alırdım. </p><!-- AYET --><p lang="tr" id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır." (Zâriyat Sûresi: 51:58) </p><p lang="tr" id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "Yeryüzünde yürüyen ve kendi rızkını yüklenemeyen nice canlının ve sizin rızkınızı Allah verir." (Ankebut Sûresi: 29:60)</p><p lang="tr" id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Ey insan! Madem canavar suretinde bir hayvan, insanların hanesine misafir geldiği vakit berekete medar oluyor. Öyleyse, mahlûkatın en mükerremi olan insan; ve insanların en mükemmeli olan ehl-i iman; ve ehl-i imanın en ziyade hürmet ve merhamete şâyân aceze, alîl ihtiyareler; ve alîl ihtiyarların içinde şefkat ve hizmet ve muhabbete en ziyade lâyık ve müstehak bulunan akrabalar; ve akrabaların içinde dahi en hakikî dost ve en sadık muhib olan peder ve valide, ihtiyarlık hâlinde bir hanede bulunsa, ne derece vesile-i bereket ve vasıta-i rahmet ve <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b589.gif" /> -1- sırrıyla-yani, "Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasaydı, belâlar sel gibi üstünüze dökülecekti"-ne derece sebeb-i def-i musibet olduklarını sen kıyas eyle. </p><p id="c_paragraf">İşte, ey insan, aklını başına al. Eğer sen ölmezsen, ihtiyar olacaksın. <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b590.gif" /> -2- sırrıyla, sen valideynine hürmet etmezsen, senin evlâdın dahi sana hizmet etmeyecektir. Eğer âhiretini seversen, işte sana mühim bir define: Onlara hizmet et, rızalarını tahsil eyle. Eğer dünyayı seversen, yine onları memnun et ki, onların yüzünden hayatın rahatlı ve rızkın bereketli geçsin. Yoksa onları istiskal etmek, ölümlerini temenni etmek ve onların nazik ve seriü't teessür kalblerini rencide etmekle, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b591.gif" /> -3- sırrına mazhar olursun. Eğer rahmet-i Rahmân istersen, o Rahmân'ın vedîalarına ve senin hanendeki emanetlerine rahmet et. </p><p id="c_paragraf">Âhiret kardeşlerimden Mustafa Çavuş isminde bir zat vardı. Dininde, dünyasında muvaffakiyetli görüyordum, sırrını bilmezdim. Sonra anladım ki, o muvaffakiyetin sebebi: O zat ise, ihtiyar peder ve validelerinin haklarını anlamış ve o hukuka tam riayet etmiş ve onların yüzünden rahat ve rahmet bulmuş, inşaallah âhiretini de tamir etmiş. Bahtiyar olmak isteyen, ona benzemeli.</p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b592.gif" /> -4-<br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b457.gif" /> -5- </center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 2:163; Süyûtî, Kenzü'l-Ummâl, 9:167; İmam-ı Gazâlî, İhyâu Ulûmi'd-Dîn, s. 341. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Her amel kendi cinsinden bir amel ile karşılık görür. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- "Dünyada da, âhirette de ziyana uğradı." (Hac Sûresi: 22:11)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">4- Allahım! "Cennet annelerin ayakları altındadır" [Süyûtî, el-Câmiu's-Sağîr, 3642; el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 1:335; el-Elbânî, Sahîhu'l-Câmii's-Sağîr ve Ziyâdetuhu, 1259, 1260] buyuran zâta ve bütün âl ve ashabına salât ve selâm et. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">5- "Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin." (Bakara Sûresi: 2:32)<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p>İbrahimhttp://www.blogger.com/profile/14965094735125295317noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-431105105679572355.post-6558868009254899772008-09-03T13:23:00.000-07:002008-09-14T23:04:34.401-07:00YİRMİNCİ MEKTUP<center><span id="c_RisaleAdi">YİRMİNCİ MEKTUP</span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b635.gif" />-1-</center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b524.gif" /> -2- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b424.gif" /> -3-</center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl2/b725.gif" /> -4- </center><br /><p id="c_paragraf">Sabah ve akşam namazından sonra tekrarı pek çok fazileti bulunan ve bir rivayet-i sahihada İsm-i Âzam mertebesini taşıyan şu cümle-i tevhidiyenin on bir kelimesi var. Herbir kelimesinde, hem birer müjde ve beşaret, hem birer mertebe-i tevhid-i rububiyet, hem bir İsm-i Âzam noktasında bir kibriya-i vahdet ve bir kemâl-i vahdâniyet vardır. Bu büyük ve ulvî hakikatlerin izahını sair Sözlere havale edip, bir vaade binaen, şimdilik mücmel bir hülâsa suretinde iki makam, bir mukaddime ile ona bir fihriste yapacağız. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Onun adıyla. O her kusurdan münezzehtir. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">4- "Allah'tan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. O birdir; Onun hiçbir şeriki yoktur. Mülk Ona ait, hamd Ona mahsustur. Hayatı veren de Odur, ölümü veren de Odur. O, kendisine asla ölüm ârız olmayan Hayy-ı Ezelîdir. Bütün hayır Onun elindedir. O herşeye hakkıyla kadirdir. Herşeyin ve herkesin dönüşü de Onadır." Buharî, Ezân: 155; Teheccüd: 21; Umre: 12; Cihad: 133; Bed'ü'l-Halk: 11; Mağâzî: 29; Daavât: 18, 52; Rikâk: 11; I'tisâm: 3; Müslim, Zikir: 28, 30, 74, 75, 76; Vitir: 24; Cihad: 158; Edeb: 101; Tirmizî, Mevâkıt: 108; Hac: 104; Daavât: 35, 36; Nesâî, Sehiv: 83-86; Menâsik: 163, 170; Îmân: 12; İbni Mâce, Ticârât: 40; Menâsik: 84; Edeb: 58; Dua: 10, 14, 16; Ebû Dâvud, Menâsik: 56; Dârîmî, Salât: 88, 90; Menâsik: 34; İsti'zân: 53, 57; Muvatta', Hac: 127, 243; Kur'an: 20, 22; Müsned, 1:47; 2:5; 3:320; 4:4; 5:191; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1:538.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">Mukaddime</span></center><br /><p id="c_paragraf">Katiyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. </p><p id="c_paragraf">Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptelâ olur. </p><p id="c_paragraf">Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hâmisiz bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder? İşte bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan, fâni dünyada, insan sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur. </p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">Birinci Makam </span></center><br /><p id="c_paragraf">Şu kelâm-ı tevhidînin on bir kelimesinin herbirinde birer müjde var. Ve o müjdede birer şifa ve o şifada birer lezzet-i mâneviye bulunur. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Birinci Kelime</span></p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b489.gif" /> ta şöyle bir müjde var ki: </p><p id="c_paragraf">Hadsiz hâcâta müptelâ, nihayetsiz a'dânın hücumuna hedef olan ruh-u insanî şu kelimede öyle bir nokta-i istimdad bulur ki, bütün hâcâtını temin edecek bir hazine-i rahmet kapısını ona açar. Ve öyle bir nokta-i istinad bulur ki, bütün a'dâsının şerrinden emin edecek bir kudret-i mutlakanın sahibi olan kendi Mâbudunu ve Hâlıkını bildirir ve tanıttırır, sahibini gösterir, mâliki kim olduğunu irâe eder. Ve o irâe ile, kalbi vahşet-i mutlakadan ve ruhu hüzn-ü elîmden kurtarıp, ebedî bir ferahı, daimî bir süruru temin eder.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">İkinci Kelime </span></p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b530.gif" /> Şu kelimede şifalı, saadetli bir müjde vardır. Şöyle ki: </p><br /><p id="c_paragraf">Kâinatın ekser envâıyla alâkadar ve o alâkadarlık yüzünden perişan ve keşmekeş içinde boğulmak derecesine gelen ruh-u beşer ve kalb-i insan, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b530.gif" /> kelimesinde bir melce, bir hâlâskâr bulur ki, onu bütün o keşmekeşten, o perişaniyetten kurtarır. Yani, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b530.gif" /> mânen der: Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma. Onlara tezellül edip minnet çekme. Onlara temellûk edip boyun eğme. Onların arkasına düşüp zahmet çekme. Onlardan korkup titreme. Çünkü Sultan-ı Kâinat birdir. Herşeyin anahtarı Onun yanında, herşeyin dizgini Onun elindedir. Herşey Onun emriyle hâlledilir. Onu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Üçüncü Kelime </span></p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b532.gif" /> Yani, nasıl ki ulûhiyetinde ve saltanatında şeriki yoktur; Allah bir olur, müteaddit olamaz. Öyle de, rububiyetinde ve icraatında ve icâdâtında dahi şeriki yoktur. </p><p id="c_paragraf">Bazen olur ki, sultan bir olur, saltanatında şeriki olmaz; fakat icraatında, onun memurları onun şeriki sayılırlar ve onun huzuruna herkesin girmesine mâni olurlar, "Bize de müracaat et" derler. Fakat Ezel-Ebed Sultanı olan Cenâb-ı Hak, saltanatında şeriki olmadığı gibi, icraat-ı rububiyetinde dahi muinlere, şeriklere muhtaç değildir. Emir ve iradesi, havl ve kuvveti olmazsa, hiçbir şey hiçbir şeye müdahâle edemez. Doğrudan doğruya herkes Ona müracaat edebilir. Şeriki ve muini olmadığından, o müracaatçı adama "Yasaktır, Onun huzuruna giremezsin" denilmez. </p><p id="c_paragraf">İşte, şu kelime ruh-u beşer için şöyle bir müjde verir ki: </p><p id="c_paragraf">İmanı elde eden ruh-u beşer, mânisiz, müdahâlesiz, hâilsiz, mümanaatsız, her hâlinde, her arzusunda, her anda, her yerde o ezel ve ebed ve hazâin-i rahmet mâliki ve defâin-i saadet sahibi olan Cemîl-i Zülcelâl, Kadîr-i Zülkemâlin huzuruna girip hâcâtını arz edebilir. Ve rahmetini bulup kudretine istinad ederek kemâl-i ferah ve süruru kazanabilir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Dördüncü Kelime</span></p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b533.gif" /> Yani, mülk umumen Onundur. Sen, hem Onun mülküsün, hem memlûküsün, hem mülkünde çalışıyorsun. Şu kelime, şöyle şifalı bir müjde veriyor ve diyor: </p><p id="c_paragraf">Ey insan! Sen kendini, kendine mâlik sayma. Çünkü sen kendini idare edemezsin. O yük ağırdır; kendi başına muhafaza edemezsin, belâlardan sakınıp levazımatını yerine getiremezsin. Öyleyse, beyhude ıztıraba düşüp azap çekme. Mülk başkasınındır. O Mâlik hem Kadîrdir, hem Rahîmdir. Kudretine istinad et; rahmetini itham etme. Kederi bırak, keyfini çek. Zahmeti at, safâyı bul. </p>Hem der ki: Mânen sevdiğin ve alâkadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslah edemediğin şu kâinat, bir <b id="eh">Kadîr-i Rahîm</b>in mülküdür. Mülkü sahibine teslim et. Ona bırak; cefâsını değil, safâsını çek. O hem Hakîmdir, hem Rahîmdir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir. Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi "Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler" de, pencerelerden seyret, içlerine girme.<br /><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Beşinci Kelime</span></p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b534.gif" /> Yani, hamd ve senâ, medih ve minnet Ona mahsustur, Ona lâyıktır. Demek nimetler Onundur ve Onun hazinesinden çıkar. Hazine ise daimîdir. İşte şu kelime şöyle müjde verip diyor ki: </p><p id="c_paragraf">Ey insan! Nimetin zevâlinden elem çekme. Çünkü rahmet hazinesi tükenmez. Ve lezzetin zevâlini düşünüp o elemden feryad etme. Çünkü o nimet meyvesi, bir rahmet-i bînihayenin semeresidir. Ağacı bâki ise, meyve gitse de yerine gelen var. Nimetin lezzeti içinde, o lezzetten yüz derece daha ziyade lezzetli bir iltifat-ı rahmeti hamd ile düşünüp, lezzeti, birden yüz derece yapabilirsin. Nasıl ki, bir padişah-ı zîşânın sana hediye ettiği bir elma lezzeti içinde, yüz, belki bin elmanın lezzetinin fevkinde, bir iltifat-ı şahane lezzetini sana ihsas ve ihsan eder. Öyle de, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b534.gif" /> kelimesiyle, yani hamd ve şükürle, yani nimetten in'âmı hissetmekle, yani Mün'imi tanımakla ve in'âmı düşünmekle, yani Onun rahmetinin iltifatını ve şefkatinin teveccühünü ve in'âmının devamını düşünmekle, nimetten bin derece daha leziz, mânevî bir lezzet kapısını sana açar. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Altıncı Kelime </span></p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b536.gif" /> Yani, hayatı veren Odur. Ve hayatı rızıkla idame eden de Odur. Ve levazımat-ı hayatı da ihzar eden yine Odur. Ve hayatın âli gayeleri Ona aittir ve mühim neticeleri Ona bakar; yüzde doksan dokuz meyvesi Onundur. İşte şu kelime, şöyle fâni ve âciz beşere nidâ eder, müjde verir ve der: </p><p id="c_paragraf">Ey insan! Hayatın ağır tekâlifini omuzuna alıp zahmet çekme. Hayatın fenâsını düşünüp hüzne düşme. Yalnız dünyevî, ehemmiyetsiz meyvelerini görüp, dünyaya gelişinden pişmanlık gösterme. Belki, o sefine-i vücudundaki hayat makinesi, Hayy-ı Kayyûma aittir. Masarıf ve levazımatını O tedarik eder. Ve o hayatın pek kesretli gayeleri ve neticeleri var ve Ona aittir. Sen o gemide bir dümenci neferisin. Vazifeni güzel gör, ücretini al, keyfine bak. O hayat sefinesi ne kadar kıymettar olduğunu ve ne kadar güzel faydalar verdiğini ve o sefine sahibi Zâtın ne kadar Kerîm ve Rahîm olduğunu düşün, mesrur ol ve şükret. Ve anla ki, vazifeni istikametle yaptığın vakit, o sefinenin verdiği bütün netâic, bir cihetle senin defter-i amâline geçer, sana bir hayat-ı bâkiyeyi temin eder, seni ebedî ihyâ eder. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Yedinci Kelime </span></p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b537.gif" /> Yani, mevti veren Odur. Yani, hayat vazifesinden terhis eder, fâni dünyadan yerini tebdil eder, külfet-i hizmetten âzâd eder. Yani, hayat-ı fâniyeden, seni hayat-ı bâkiyeye alır.<br /></p><br /><p id="c_paragraf">İşte şu kelime, şöylece fâni cin ve inse bağırır, der ki: </p><p id="c_paragraf">Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in'idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Sekizinci Kelime </span></p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b538.gif" /> Yani, bütün kâinatın mevcudatında görünen ve vesile-i muhabbet olan kemal ve hüsün ve ihsanın hadsiz bir derece fevkinde bir cemal ve kemal ve ihsanın sahibi ve bütün mahbuplara bedel, birtek cilve-i cemâli kâfi gelen bir Mâbud-u Lemyezel, bir Mahbub-u Lâyezâlin ezelî ve ebedî bir hayat-ı daimesi var ki, şaibe-i zeval ve fenâdan münezzeh ve avârız-ı naks ve kusurdan müberrâdır. İşte şu kelime, cin ve inse ve bütün zîşuura ve ehl-i muhabbet ve aşka ilân eder ki: </p><p id="c_paragraf">Sizlere müjde! Mahbuplarınızdan nihayetsiz firakların yaralarını tedavi edip merhem süren bir Mahbub-u Bâkîniz var. Madem O var ve bâkidir; başkaları ne olursa olsun, merak çekmeyiniz. Belki o mahbuplarda sebeb-i muhabbetiniz olan hüsün ve ihsan, fazl ve kemal, o Mahbub-u Bâkînin cilve-i cemâl-i bâkisinden çok perdelerden geçip, gayet zayıf bir gölgenin gölgesidir. Onların zevalleri sizleri incitmesin. Çünkü onlar bir nevi aynalardır. Aynaların değişmesi, şâşaa-i cemâlin cilvesini tazeleştirir, güzelleştirir. Madem O var, herşey var. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Dokuzuncu Kelime </span></p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b539.gif" /> Yani, her hayır Onun elindedir. Her yaptığınız hayrat Onun defterine geçer. Her işlediğiniz a'mâl-i saliha, yanında kaydedilir. İşte, şu kelime, cin ve inse nidâ edip müjde veriyor. Diyor ki: </p><p id="c_paragraf">Ey biçareler! Mezaristana göçtüğünüz vakit, "Eyvah, malımız harap olup sa'yimiz hebâ oldu. Şu güzel ve geniş dünyadan gidip dar bir toprağa girdik" demeyiniz, feryad edip meyus olmayınız. Çünkü sizin her şeyiniz muhafaza ediliyor. Her ameliniz yazılmıştır. Her hizmetiniz kaydedilmiştir. Hizmetinizin mükâfâtını verecek ve her hayır elinde ve her hayrı yapabilecek bir <b id="eh">Zât-ı Zülcelâl</b>sizi celb edip yeraltında muvakkaten durdurur, sonra huzuruna aldırır. Ne mutlu sizlere ki, hizmetinizi ve vazifenizi bitirdiniz. Zahmetiniz bitti; rahata ve rahmete gidiyorsunuz. Hizmet, meşakkat bitti; ücret almaya gidiyorsunuz. </p><p id="c_paragraf">Evet, geçen baharın defter-i a'mâlinin sayfaları ve hidemâtının sandukçaları olan tohumları, çekirdekleri muhafaza eden ve ikinci baharda gayet şâşaalı, belki yüz derece aslından daha bereketli bir tarzda muhafaza eden, neşreden Kadîr-i Zülcelâl, elbette sizin de netâic-i hayatınızı öyle muhafaza ediyor ve hizmetinize pek kesretli bir surette mükâfat verecektir.<br /></p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Onuncu Kelime </span></p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b540.gif" /> Yani, O Vâhiddir, Ehaddir. Herşeye kadirdir. Hiçbir şey Ona ağır gelmez. Bir baharı hâlk etmek, bir çiçek kadar Ona kolaydır. Cenneti hâlk etmek, bir bahar kadar Ona rahattır. Her günde, her senede, her asırda yeniden yeniye icad ettiği hadsiz masnuatı, nihayetsiz kudretine nihayetsiz lisanlarla şehadet ederler. </p><p id="c_paragraf">İşte şu kelime dahi şöyle müjde eder; der ki: </p><p id="c_paragraf">Ey insan! Yaptığın hizmet, ettiğin ubudiyet boşu boşuna gitmez. Bir dâr-ı mükâfat, bir mahâll-i saadet senin için ihzar edilmiştir. Senin şu fâni dünyana bedel, bâki bir Cennet seni bekler. İbadet ettiğin ve tanıdığın <b id="eh">Hâlık-ı Zülcelâl</b>in vaadine İmân ve itimad et. Ona, vaadinde hulf etmek muhâldir. Kudretinde hiçbir cihetle noksaniyet yoktur. İşlerine acz müdahâle edemez. Senin küçük bahçeni hâlk ettiği gibi, Cenneti dahi senin için hâlk edebilir ve hâlk etmiş ve sana vaad etmiş. Ve vaad ettiği için, elbette seni onun içine alacak. </p><p id="c_paragraf">Madem bilmüşahede görüyoruz: Her senede, yeryüzünde hayvânat ve nebâtâtın üç yüz binden ziyade envâlarını ve milletlerini kemâl-i intizam ve mizanla, kemâl-i sürat ve suhuletle haşredip neşreder. Elbette böyle bir Kadîr-i Zülcelâl, vaadini yerine getirmeye muktedirdir. </p><p id="c_paragraf">Hem madem her senede, öyle bir <b id="eh">Kadîr-i Mutlak</b>, haşrin ve Cennetin numunelerini binler tarzda icad ediyor. Hem madem bütün semâvî fermanlarıyla saadet-i ebediyeyi vaad edip Cenneti müjde veriyor. Hem madem bütün icraatı ve şuûnâtı hak ve hakikattir ve sıdk ve ciddiyetledir. Hem madem, âsârının şehadetiyle, bütün kemâlât Onun nihayetsiz kemâline delâlet ve şehadet eder. Ve hiçbir cihette naks ve kusur Onda yoktur. Hem madem hulfü'l-vaad ve hilâf ve kizb ve aldatmak, en çirkin bir haslet ve naks ve kusurdur. Elbette ve elbette, o Kadîr-i Zülcelâl, O Hakîm-i Zülkemal, o Rahîm-i Zülcemal, vaadini yerine getirecek, saadet-i ebediye kapısını açacak, Âdem babanızın vatan-ı aslîsi olan Cennete sizleri, ey ehl-i iman, ithâl edecektir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">On Birinci Kelime </span></p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b541.gif" /> Yani, ticaret ve memuriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar, ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen <b id="eh">Hâlık-ı Zülcelâl</b>lerine dönecekler ve Mevlâ-yı Kerîmlerine kavuşacaklar. Yani, bu dâr-ı fâniden gidip dâr-ı bâkide huzur-u Kibriyaya müşerref olacaklar. Yani, esbab dağdağasından ve vesâitin karanlık perdelerinden kurtulup, Rabb-i Rahîmlerine, makarr-ı saltanat-ı ebedîsinde perdesiz kavuşacaklar. Doğrudan doğruya, herkes, kendi Hâlıkı ve Mâbudu ve Rabbi ve Seyyidi ve Mâliki kim olduğunu bilecek ve bulacaklar.<br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">İşte, şu kelime, bütün müjdelerin fevkinde şöyle müjde eder ve der ki: </p><p id="c_paragraf">Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Otuz İkinci Sözün âhirinde denildiği gibi, dünyanın bin sene mesudâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Müptelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbuplarda ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemal, Onun cilve-i cemâlinin ve hüsn-ü esmâsının bir nevi gölgesi; ve bütün Cennet, bütün letâfetiyle, bir cilve-i rahmeti; ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizaplar ve câzibeler, bir lem'a-i muhabbeti olan bir Mâbud-u Lemyezelin, bir Mahbub-u Lâyezâlin daire-i huzuruna gidiyorsunuz. Ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennete çağırılıyorsunuz. Öyleyse, kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz. </p><p id="c_paragraf">Hem şu kelime şöyle müjde veriyor, diyor ki: </p><p id="c_paragraf">Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz. Siz fenâya değil, bekaya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücud-u daimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nura giriyorsunuz. Sahip ve Mâlik-i Hakikînin tarafına gidiyorsunuz. Ve <b id="eh">Sultan-ı Ezeli</b>nin payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz.<br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi">İkinci Makam </span></center><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İsm-i Âzam noktasında, tevhidin ispatına muhtasar bir işarettir. </span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Birinci Kelime </span></p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b489.gif" /> da bir tevhid-i ulûhiyet ve mâbudiyet vardır. Şu mertebenin gayet kuvvetli bir bürhanına şöyle işaret ederiz ki: </p><p id="c_paragraf">Şu kâinat yüzünde, hususan zeminin sayfasında, gayet muntazam bir faaliyet görünüyor. Ve gayet hikmetli bir hâllâkıyet müşahede ediyoruz. Ve gayet intizamlı bir fettâhiyet, yani herşeye lâyık bir şekil açmak ve suret vermek, aynelyakîn görüyoruz. Hem gayet şefkatli, keremli, rahmetli bir vehhâbiyet ve ihsânât görüyoruz. Öyleyse, bizzarure, şu hâl ve şu keyfiyet, Fa'âl, Hallâk, Fettah, Vehhab bir <b id="eh">Zât-ı Zülcelâl</b>in vücub-u vücudunu ve vahdetini ispat eder, belki ihsas eder. </p><p id="c_paragraf">Evet, mevcudatın mütemadiyen zevalleri, tazelenmeleri gösteriyor ki, o mevcudat, bir Sâni-i Kadîrin kudsî esmâsının cilveleri ve envâr-ı esmâiyesinin gölgeleri ve ef'âlinin eserleri ve kalem-i kader ve kudretin nakışları ve sayfaları ve cemâl-i kemâlinin aynalarıdır. </p><p id="c_paragraf">Şu hakikat-i uzmâya ve şu tevhidin mertebe-i ulyâsına, şu kâinatın Sahibi, bütün gönderdiği mukaddes kitaplar ve suhuflarıyla o tevhidi gösterdiği gibi, bütün ehl-i hakikat ve kâmilîn-i nev-i beşer tahkikatlarıyla ve keşfiyatlarıyla aynı mertebe-i tevhidi gösteriyorlar. Ve kâinat dahi, acz ve fakrıyla beraber, mazhar olduğu daimî mu'cizât-ı san'atın ve havârık-ı iktidar, hazâin-i servetin şehadetiyle, aynı mertebe-i tevhide işaret eder. Demek, Şâhid-i Ezelî, bütün kütüb ve suhufuyla; ve ehl-i şuhud, bütün tahkikat ve küşûfuyla; ve âlem-i şehadet, bütün muntazam ahval ve hakîmâne şuûnâtıyla o mertebe-i tevhidde bil'icmâ ittifak ediyorlar. </p><p id="c_paragraf">İşte, o Vâhid-i Ehadi kabul etmeyen, ya nihayetsiz ilâhları kabul edecek veyahut ahmak sofestâî gibi hem kendini, hem kâinatın vücudunu inkâr edecek. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">İkinci Kelime </span></p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b530.gif" /> İşte şu kelime sarih bir mertebe-i tevhidi gösterir. Şu mertebeyi dahi âzamî bir surette ispat eden gayet kuvvetli bir bürhanına şöyle işaret ederiz ki: </p><p id="c_paragraf">Biz gözümüzü açtıkça, kâinat yüzüne nazarımızı saldırdıkça, en evvel gözümüze ilişen, âmm ve mükemmel bir nizamdır ve şamil, hassas bir mizandır. Görüyoruz, herşey dakik bir nizamla, hassas bir mizan ve ölçü içindedir.<br /></p><p id="c_paragraf">Daha bir parça dikkat-i nazar ettikçe, yeniden yeniye bir tanzim ve tevziniyet gözümüze çarpıyor. Yani, birisi, intizamla o nizamı değiştiriyor ve tartıyla o mizanı tazelendiriyor. Herşey bir model olup, pek kesretli, muntazam ve mevzun suretler giydiriliyor. </p><p id="c_paragraf">Daha ziyade dikkat ettikçe, o tanzim ve tevzin altında bir hikmet ve adalet görünüyor. Her harekette bir hikmet ve maslahat gözetiliyor; bir hak, bir fayda takip ediliyor. </p><p id="c_paragraf">Daha ziyade dikkat ettikçe, gayet hakîmâne bir faaliyet içinde bir kudretin tezahüratı ve herşeyin her şe'nini ihata eden gayet muhit bir ilmin cilveleri nazar-ı şuurumuza çarpıyor. </p><p id="c_paragraf">Demek, bütün mevcudattaki şu nizam ve mizan, umum âmm bir tanzim ve tevzini ve o tanzim ve tevzin, âmm bir hikmet ve adaleti ve o hikmet ve adalet, bir kudret ve ilmi gözümüze gösteriyor. Demek, bir Kadîr-i Külli Şey ve bir Alîm-i Külli Şey, şu perdeler arkasında akla görünüyor. </p><p id="c_paragraf">Hem herşeyin evveline ve âhirine bakıyoruz; hususan zîhayat nevinde görüyoruz ki: Başlangıçları, asılları, kökleri, hem meyveleri ve neticeleri öyle bir tarzdadır ki, güya tohumları, asılları birer tarife, birer program şeklinde, bütün o mevcudun cihazatını tazammun ediyor. Ve neticesinde ve meyvesinde, yine bütün o zîhayatın mânâsı süzülüp onda tecemmu eder, tarihçe-i hayatını ona bırakır. Güya onun aslı olan çekirdeği, desâtir-i icadiyesinin bir mecmuasıdır. Ve meyvesi ve semeresi ise, evâmir-i icadiyesinin bir fihristesi hükmünde görüyoruz. </p><p id="c_paragraf">Sonra o zîhayatın zâhirine ve bâtınına bakıyoruz. Gayet derecede hikmetli bir kudretin tasarrufatı ve nâfiz bir iradenin tasviratı ve tanzimatı görünüyor. Yani, bir kuvvet ve kudret icad eder; bir emir ve irade suret giydirir. </p><p id="c_paragraf">İşte, bütün mevcudat, böyle evveline dikkat ettikçe, bir ilmin tarifenâmesi; ve âhirine dikkat ettikçe, bir Sâniin plânı ve beyannamesi; ve zâhirine baktıkça, bir Fâil-i Muhtarın ve Mürîdin gayet san'atlı ve tenasüplü bir hulle-i san'atı; ve bâtınına baktıkça, bir Kadîrin gayet muntazam bir makinesini müşahede ediyoruz. </p><p id="c_paragraf">İşte şu hâl ve şu keyfiyet, bizzarure ve bilbedâhe ilân eder ki, hiçbir şey, hiçbir zaman, hiçbir mekân, birtek Sâni-i Zülcelâlin kabza-i tasarrufundan hariç olamaz. Herbir şey ve bütün eşya, bütün şuûnâtıyla bir Kadîr-i Mürîdin kabza-i tasarrufunda tedbir edilir ve bir Rahmân-ı Rahîmin tanzimiyle ve lütfuyla güzelleştiriliyor ve bir Hannân-ı Mennânın tezyiniyle süslendiriliyor. </p><p id="c_paragraf">Evet, başında şuur ve yüzünde gözü bulunana, şu kâinat ve şu mevcudattaki nizam ve mizan ve tanzim ve tevzin, birtek, yektâ, Vâhid, Ehad, Kadîr, Mürîd, Alîm, Hakîm bir Zâtı, vahdâniyet mertebesinde gösterir. Evet, herşeyde bir birlik var. Birlik ise biri gösterir. Meselâ, dünyanın lâmbası olan güneş birdir; öyleyse dünyanın mâliki dahi birdir. Meselâ, zemin yüzündeki zîhayatların hizmetçileri olan hava, ateş, su birdir; öyleyse onları istihdam eden ve bizlere musahhar eden dahi birdir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Üçüncü Kelime </span></p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b544.gif" /> Şu kelimeyi, Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfı gayet kuvvetli ve şâşaalı bir surette ispat ettiğinden, ona havale ederiz. Onun fevkinde beyan olamaz; ondan daha ileri beyana lüzum yok ve izah edilmez.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Dördüncü Kelime </span></p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b545.gif" /> Yani, ferşten Arşa, serâdan Süreyya'ya, zerrattan seyyârâta, ezelden ebede kadar herbir mevcut, semâvat ve arz, dünya ve âhiret, herşey Onun mülküdür. Mâlikiyet mertebe-i uzmâsı, tevhid-i âzam suretinde Onundur. Şu mertebe-i uzmâ-yı mâlikiyet ve makam-ı âzam-ı tevhidin bir hüccet-i kübrâsı, lâtif bir zamanda ve lâtif bir hatırada, Arabî ibaresinde, şu âcizin hatırına ilka edildi. O lâtif hatıranın hatırı için, aynı ibare-i Arabiyeyi kaydedip sonra meâlini yazacağız. </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b546.gif" /><br />-1-<br /></center><br /><p id="c_paragraf">Birinci Fıkra: <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b547.gif" /></p><p id="c_paragraf">Yani, şu kâinat denilen âlem-i ekber ve insan denilen onun misal-i musaggarı olan âlem-i asgar, kudret ve kader kalemiyle yazılan âfâkî ve enfüsî vahdâniyet delâilini gösteriyorlar. </p><p id="c_paragraf">Evet, kâinattaki san'at-ı muntazamanın küçük bir mikyasta numunesi insanda vardır. O daire-i kübrâdaki san'at Sâni-i Vâhide şehadet ettiği gibi, şu insanda olan küçük mikyastaki hurdebinî san'at dahi yine o Sânie işaret eder, vahdetini gösterir. </p><p id="c_paragraf">Hem nasıl ki, şu insan gayet mânidar bir mektub-u Rabbânîdir, muntazam bir kaside-i kaderdir. Öyle de, şu kâinat dahi, aynı o kalem-i kaderle, fakat büyük bir mikyasta yazılmış muntazam bir kaside-i kaderdir. </p><p id="c_paragraf">Hiç mümkün müdür ki, hadsiz alâmet-i farika ile bütün insanlara bakan şu insan yüzündeki sikke-i vahdete ve bütün mevcudatı omuz omuza, el ele, baş başa veren kâinat üstündeki hâtem-i vahdâniyete Vâhid-i Ehadden başka bir şeyin müdahâlesi bulunsun? </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Mülk umumen Ona aittir. Zira şu büyük âlem, tıpkı bu küçük âlem gibidir; her ikisi de Onun kudretinin masnuu ve kaderinin mektubudur. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Şu büyük âlemi ibdâ ederek onu bir mescid hâline getirmiş, bu küçük âlemi icad ederek onu da bir sâcid kılmıştır. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Şunu bir mülk şeklinde inşa etmiş, bunu da bir memlük olarak icad etmiştir. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Şundaki san'atı bir kitap olarak tezahür etmiş, bundaki sıbğası ise hitap çiçekleri suretinde açmıştır. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Şunda kudretiyle haşmetini gösterir; bunda ise rahmetiyle nimetlerini tanzim eder. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Şundaki haşmeti Onun vâhidiyetine şehadet eder; bundaki nimetleri ise Onun ehadiyetini ilân eder. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Şu büyük âlemin küll ve eczalarında Onun sikkesi okunduğu gibi, bu küçük âlemin cisim ve âzâlarında da Onun hâtemi vardır.<br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Fıkra:</span> <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b548.gif" /></p><p id="c_paragraf">Meâli şudur: Sâni-i Hakîm, âlem-i ekberi öyle bedî bir surette hâlk edip âyât-ı kibriyasını üstünde nakşetmiş ki, kâinatı bir mescid-i kebir şekline döndürmüş. Ve insanı dahi öyle bir tarzda icad edip, ona akıl vererek, onunla o mu'cizât-ı san'atına ve o bedî kudretine karşı secde-i hayret ettirerek, ona âyât-ı kibriyayı okutturup, kemerbeste-i ubudiyet ettirerek, o mescid-i kebirde bir abd-i sâcid fıtratında yaratmıştır. Hiç mümkün müdür ki, şu mescid-i kebirin içindeki sâcidlerin, âbidlerin mâbud-u hakikîleri, o Sâni-i Vâhid-i Ehadden başkası olabilsin? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Fıkra:</span> <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b549.gif" /></p><p id="c_paragraf">Meâli şudur ki: O Mâlikü'l-Mülki Zülcelâl, âlem-i ekberi, bahusus küre-i arz yüzünü öyle bir surette inşa ederek yapmıştır ki, birbiri içinde hadsiz daireler olup, herbir daire bir tarla hükmünde olup, vakit be vakit, mevsim be mevsim, asır be asır eker, biçer, mahsulât alır. Mütemadiyen mülkünü çalıştırır, tasarruf eder. En büyük daire olan zerrat âlemini bir tarla yapıp, her zaman kâinat kadar mahsulâtı, kudretiyle, hikmetiyle onda eker, biçer, kaldırır. Âlem-i şehadetten âlem-i gayba, daire-i kudretten daire-i ilme gönderir. Sonra, mutavassıt bir daire olan zemin yüzünü, aynen öyle bir mezraa yapmış ki, mevsim be mevsim âlemleri, envâları içinde eker, biçer, kaldırır. Mânevî mahsulâtını dahi gaybî, uhrevî, misalî ve mânevî âlemlerine gönderir. Daha küçük bir daire olan bir bahçeyi, yine, yüz defa, bin defa kudretle doldurup hikmetle boşalttırıyor. Daha küçük bir daire olan bir zîhayatı, meselâ bir ağacı, bir insanı, yüz defa onun kadar ondan mahsulât alır. Demek, o Mâlikü'l-Mülk-i Zülcelâl, küçük-büyük, cüz'î-küllî herşeyi birer model hükmünde inşa ederek, yüzler tarzda taze taze nakışlarla münakkaş mensucat-ı san'atını onlara giydirir, cilve-i esmâsını, mu'cizât-ı kudretini izhar eder. Kendi mülkünde herbir şeyi birer sayfa hükmünde inşa etmiş. Her sayfada, yüzer tarzda mânidar mektubatını yazar; hikmetini, âyâtını izhar eder, zîşuurlara okutturur. Şu âlem-i ekberi mülk şeklinde inşa etmekle beraber, şu insanı dahi öyle bir surette hâlk etmiştir ve ona öyle cihazat ve âletler ve havas ve hissiyatlar ve bilhassa nefis, hevâ ve ihtiyaç ve iştah ve hırs ve dâvâ vermiştir ki, o geniş mülkünde, bütün mülke muhtaç bir memlûk hükmüne getirmiştir. </p><p id="c_paragraf">İşte, hiç mümkün müdür ki, pek büyük olan âlem-i zerrattan, tâ bir sineğe kadar bütününü mülk ve tarla yapan ve küçük insanı o büyük mülke nâzır ve müfettiş ve çiftçi ve tüccar ve dellâl ve âbid ve memlûk yaptıran ve kendine muhterem bir misafir ve sevgili bir muhatap ittihaz eden o Mâlikü'l-Mülk-i Zülcelâlden başka, o mülke tasarruf edip o memlûke seyyid olabilsin?<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü Fıkra:</span> <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b550.gif" /> ibaresidir. </p><p id="c_paragraf">Meâli şudur ki: Sâni-i Zülcelâlin âlem-i ekberdeki san'atı o derece mânidardır ki, o san'at bir kitap suretinde tezahür edip, kâinatı bir kitab-ı kebir hükmüne getirdiğinden, akl-ı beşer, hakikî fenn-i hikmet kütüphanesini ondan aldı ve ona göre yazdı. Ve o kitab-ı hikmet, o derece hakikatle bağlı ve hakikatten medet alıyor ki, büyük Kitab-ı Mübînin bir nüshası olan Kur'ân-ı Hakîm şeklinde ilân edildi. Hem nasıl ki, kâinattaki san'atı, kemâl-i intizamından kitap şekline girdi. İnsandaki sıbgatı ve nakş-ı hikmeti dahi hitap çiçeğini açtı. Yani, o san'at, o derece mânidar ve hassas ve güzeldir ki, o makine-i zîhayattaki cihazatı, fonoğraf gibi nutka geldi, söylettirdi. Ve öyle bir ahsen-i takvim içinde bir sıbga-i Rabbâniye vermiş ki, o maddî, cismanî, câmid kafada mânevî, gaybî, hayattar olan beyan ve hitap çiçeği açıldı. Ve o insan kafasındaki kabiliyet-i nutuk ve beyana o derece ulvî cihazat ve istidat verdi ki, <b id="eh">Sultan-ı Ezeli</b>ye muhatap olacak bir makamda inkişaf ettirdi, terakki verdi. Yani, fıtrat-ı insaniyedeki sıbga-i Rabbâniye, hitab-ı İlâhî çiçeğini açtı. </p><p id="c_paragraf">Hiç mümkün müdür ki, kitap derecesine gelen bütün mevcudattaki san'ata ve hitap makamına gelen insandaki o sıbgaya Vâhid-i Ehadden başkası karışabilsin? Hâşâ! </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşinci Fıkra:</span> <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b551.gif" /> ibaresidir. </p><p id="c_paragraf">Meâli şudur ki: Kudret-i İlâhiye, âlem-i ekberde haşmet-i rububiyetini gösteriyor. Rahmet-i Rabbâniye ise, âlem-i asgar olan insanda nimetleri tanzim ediyor. Yani, Sâniin kudreti, kibriya ve celâl noktasında, kâinatı öyle muhteşem bir saray şeklinde icad ediyor ki, güneşi büyük bir elektrik lâmbası, kameri kandil, ve yıldızları mumlar meyveleriyle yaldızlar, elektrikler. Ve zemin yüzünü bir sofra, bir tarla, bir bahçe, bir hâliçe; ve dağları birer mahzen, birer direk, birer kale, ve hâkezâ, bütün eşyayı büyük bir mikyasta o büyük sarayın levazımatı şekline getirerek şâşaalı bir surette haşmet-i rububiyetini gösterdiği gibi; cemal noktasında, rahmeti dahi, en küçük zîhayata kadar her zîruha envâ-ı nimetini verir, onunla tanzim eder, baştan aşağıya kadar nimetlerle süsleyip lütuf ve keremle tezyin eder ve o haşmet-i celâliyeye karşı cemâl-i rahmetini o küçücük lisanlarla, o büyük lisana karşı çıkarır. Yani, güneş ve Arş gibi büyük cirmler haşmet lisanıyla "Yâ Celîl, yâ Kebîr, yâ Azîm" dedikleri vakit, sinek ve semek gibi o küçücük zîhayatlar dahi rahmet lisanıyla "Yâ Cemîl, yâ Rahîm, yâ Kerîm" diyerek, o musika-i kübrâya lâtif nağamatlarını katıyorlar, tatlılaştırıyorlar. Hiç mümkün müdür ki, o Celîl-i Zülcemalden ve o Cemîl-i Zülcelâlden başka birşey, kendi başıyla şu âlem-i ekber ve asgara icad cihetinde müdahâle edebilsin? Hâşâ!<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Altıncı Fıkra:</span> <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b552.gif" /> ibaresidir. </p><p id="c_paragraf">Meâli şudur ki: Yani, kâinatın heyet-i mecmuasında tezahür eden haşmet-i rububiyet, vahdâniyet-i İlâhiyeyi ispat edip gösterdiği gibi, zîhayatların cüz'iyatlarına mukannen erzaklarını veren nimet-i Rabbâniye dahi ehadiyet-i İlâhiyeyi ispat edip gösterir. Vâhidiyet ise, bütün o mevcudat Birinindir ve Birine bakar ve Birinin icadıdır demektir. Ehadiyet ise, herbir şeyde, Hâlık-ı Külli Şeyin ekser esmâsı tecellî ediyor demektir. Meselâ, güneşin ziyası bütün zeminin yüzün ihata ettiği haysiyetiyle, vâhidiyet misalini gösterir. Ve herbir şeffaf cüzde ve su katrelerinde, güneşin ziyası ve harareti ve ziyasındaki yedi rengi ve bir nevi gölgesi bulunması, ehadiyet misalini gösterir. Ve herbir şeyde, hususan zîhayatta ve bilhassa herbir insanda, o Sâniin ekser esmâsı onda tecellî ettiği cihetle, ehadiyeti gösterir. </p><p id="c_paragraf">İşte, şu fıkra işaret eder ki, kâinatta tasarruf eden haşmet-i rububiyet, o koca güneşi şu zemin yüzündeki zîhayatlara bir hizmetkâr, bir lâmba, bir ocak; ve koca küre-i zemini onlara bir beşik, bir menzil, bir ticaretgâh; ve ateşi, her yerde hazır bir aşçı ve dost; ve bulutu süzgeç ve murdia; ve dağları mahzen ve ambar; ve havayı, zîhayata enfas ve nüfusa yelpaze; ve suyu, yeniden hayata girenlere süt emziren dâye ve hayvânâta âb-ı hayat veren bir şerbetçi hükmüne getiren rububiyet-i İlâhiye, gayet vâzıh bir surette vahdâniyet-i İlâhiyeyi gösterir. Evet, Hâlık-ı Vâhidden başka kim güneşi arzlılara musahhar bir hizmetkâr eder? Ve o Vâhid-i Ehadden başka kim havayı elinde tutar, pek çok vazifelerle tavzif edip rû-yi zeminde çevik çalak bir hizmetkâr eder? Ve o Vâhid-i Ehadden başka kimin haddine düşmüştür ki, ateşi aşçı yapsın ve kibrit başı kadar bir zerrecik ateşe binler batman eşyayı yuttursun? Ve hâkezâ, herbir şey, herbir unsur, herbir ecrâm-ı ulviye, o haşmet-i rububiyet noktasında Vâhid-i Zülcelâli gösterir. </p><p id="c_paragraf">İşte, celâl ve haşmet noktasında vâhidiyet göründüğü gibi, cemal ve rahmet noktasında dahi, nimet ve ihsan, ehadiyet-i İlâhiyeyi ilân eder. Çünkü, zîhayatta ve bilhassa insanda, o derece san'at-ı câmia içinde, hadsiz envâ-ı nimeti anlayacak, kabul edecek, isteyecek cihazat ve âletler vardır ki, bütün kâinatta tecelli eden bütün esmâsının cilvesine mazhardır. Âdetâ bir nokta-i mihrakiye hükmünde, bütün Esmâ-i Hüsnâyı birden mâhiyetinin aynasıyla gösterir ve onunla ehadiyet-i İlâhiyeyi ilân eder. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Yedinci Fıkra:</span> </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b553.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Meâli şudur ki: Sâni-i Zülcelâl, âlem-i ekberin heyet-i mecmuasında bir sikke-i kübrâsı olduğu gibi, bütün eczasında ve envâında dahi birer sikke-i vahdet koymuştur. Âlem-i asgar olan insanın cisminde ve yüzünde birer hâtem-i vahdâniyet bastığı gibi, herbir âzâsında dahi birer mühr-ü vahdeti vardır. Evet, o Kadîr-i Zülcelâl herşeyde, külliyatta ve cüz'iyatta, yıldızlarda ve zerrelerde birer sikke-i vahdet koymuştur ki, Ona şehadet eder; ve birer mühr-ü vahdâniyet basmıştır ki, Ona delâlet eder. Şu hakikat-i uzmâ, Yirmi İkinci Sözde ve Otuz İkinci Sözde ve Otuz Üçüncü Mektubun otuz üç adet penceresinde gayet parlak ve kati bir surette izah ve ispat edildiğinden, onlara havale edip sözü keser, burada hâtime veririz.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Beşinci Kelime</span></p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b554.gif" />Yani, bütün mevcudatta sebeb-i medih ve senâ olan kemâlât Onundur. Öyleyse, hamd dahi Ona aittir. Ezelden ebede kadar her kimden her kime karşı gelen ve gelecek medh ü senâ Ona aittir. Çünkü sebeb-i medih olan nimet ve ihsan ve kemal ve cemal ve medar-ı hamd olan herşey Onundur, Ona aittir. Evet, âyât-ı Kur'âniyenin işârâtıyla, bütün mevcudattan daimî bir surette dergâh-ı İlâhiyeye giden bir ubudiyettir, bir tesbihtir, bir secdedir, bir duadır ve bir hamd ü senâdır ki, daimî o dergâha gidiyor. </p><p id="c_paragraf">Şu hakikat-i tevhidi ispat eden bir bürhan-ı âzama şöyle işaret ederiz ki: </p><p id="c_paragraf">Şu kâinata baktığımız vakit, bağistan şeklinde, sakfı ulvî yıldızlarla yaldızlanmış, zemini ziynetli mevcudatla şenlenmiş surette görünüyor. İşte şu bağistandaki muntazam nuranî ecrâm-ı ulviye ve hikmetli ve ziynetli mevcudat-ı süfliye, umumen herbiri, lisan-ı mahsusuyla derler ki: "Biz bir Kadîr-i Zülcelâlin mu'cizât-ı kudretiyiz; bir Hâlık-ı Hakîm ve bir Sâni-i Kadîrin vahdetine şehadet ederiz." </p><p id="c_paragraf">Ve şu bağistan-ı âlem içindeki küre-i arza bakıyoruz. Görüyoruz ki, bir bahçe şeklinde, rengârenk, yüz binler süslü, çiçekli nebâtat taifeleri onda serilmiş ve çeşit çeşit yüz binler envâ-ı hayvânat onda serpilmiştir. </p><p id="c_paragraf">İşte, şu zemin bahçesinde bütün o süslü nebâtat ve ziynetli hayvânat, muntazam suretleriyle ve mevzun şekilleriyle ilân ediyorlar ki, "Biz birtek Sâni-i Hakîmin san'atından birer mucizesi, birer harikasıyız ve vahdâniyetin birer dellâlı, birer şahidiyiz." </p><p id="c_paragraf">Hem o bahçedeki ağaçların başlarına bakar, görürüz ki: Gayet derecede alîmâne, hakîmâne, kerîmâne, lâtifâne, cemîlâne yapılmış muhtelif suretlerde meyveleri, çiçekleri görüyoruz. İşte şunlar, bil'umum bir lisan ile ilân ederler ki, "Biz bir <b id="eh">Rahmân-ı Zülcemâl</b>in ve bir Rahîm-i Zülkemâlin muciznümâ hediyeleriyiz, hayretnümâ ihsanlarıyız." </p><p id="c_paragraf">İşte, bağıstan-ı kâinattaki ecram ve mevcudat ve küre-i arz bahçesindeki nebâtat ve hayvânat ve eşcar ve nebâtâtın başlarındaki ezhar ve semerat, nihayet derecede yüksek bir sadâ ile şehadet eder, ilân eder, derler ki: </p><p id="c_paragraf">Bizim Hâlıkımız ve Musavvirimiz ve bizi hediye veren Kadîr-i Zülcemâl, Hakîm-i Bîmisal, Kerîm-i Pürneval herşeye kadirdir. Hiçbir şey Ona ağır gelmez. Hiçbir şey daire-i kudretinden hariç olamaz. Kudretine nispeten, zerreler, yıldızlar birdir. Küllî, cüz'î kadar kolaydır. Cüz, küll kadar kıymetlidir. En büyük, en küçük kadar kudretine nispeten rahattır. Küçük, büyük kadar san'atlıdır; belki, san'atça, küçük büyükten daha büyüktür. Bütün mazideki acaib-i kudreti olan vukuat şehadet eder ki, o <b id="eh">Kadîr-i Mutlak</b>, bütün istikbaldeki acaib-i imkânâta muktedirdir. Dünü getiren yarını getirdiği gibi, maziyi icad eden o Zât-ı Kadîr, istikbali dahi icad eder. Dünyayı yapan o Sâni-i Hakîm, âhireti de yapar. Evet, Mâbud-u Bilhak yalnız o Kadîr-i Zülcelâl olduğu gibi, Mahmud-u bi'l-Itlak yine yalnız Odur. İbadet Ona mahsus olduğu gibi, hamd ü senâ dahi Ona hastır.<br /></p><p id="c_paragraf">Hiç mümkün müdür ki, semâvat ve arzı hâlk eden bir Sâni-i Hakîm, semâvat ve arzın en mühim neticesi ve kâinatın en mükemmel meyvesi olan insanları başıboş bıraksın, esbab ve tesadüfe havale etsin, hikmet-i bâhiresini abesiyete kalb etsin? Hâşâ! </p><p id="c_paragraf">Hiç mümkün müdür ki, hakîm, alîm bir zat, bir ağacı gayet ehemmiyetle tedbir ve tasvir edip ve gayet derecede hikmetle idare ve terbiye ettiği hâlde, o ağacın gayesi, faydası olan meyvelerine bakmayıp ehemmiyet vermesin; hırsız ellere, boş yerlere dağılsın, zayi olsun? Elbette bakmamak, ehemmiyet vermemek olamaz. Ağaca ehemmiyet vermek, meyveleri içindir. İşte, şu kâinatın zîşuuru ve en mükemmel meyvesi ve neticesi ve gayesi, insandır. Şu kâinatın Sâni-i Hakîmi, mümkün müdür ki, şu zîşuur meyvelerin meyveleri olan hamd ve ibadeti, şükür ve muhabbeti başkalara verip hikmet-i bâhiresini hiçe indirsin, veyahut kudret-i mutlakasını acze kalb ettirsin, veyahut ilm-i muhitini cehle çevirsin? Yüz bin defa hâşâ! </p><p id="c_paragraf">Hiç mümkün müdür ki, şu kâinat sarayının binasındaki makasıd-ı Rabbâniyenin medarı olan zîşuur ve zîşuurun serfirâzı olan nev-i insanın mazhar olduğu nimetlere mukabil izhar ettikleri şükür ve ibadeti, o saray-ı kâinatın Sâniinden başkasına gitsin? Ve o Sâni-i Zülcelâl, o gayetü'l gaye olan şükür ve ibadeti, başkalara gitmesine müsaade etsin? </p><p id="c_paragraf">Hem hiç mümkün müdür ki, hadsiz envâ-ı nimetiyle kendini zîşuurlara sevdirsin; ve hadsiz mu'cizât-ı san'atıyla kendini onlara tanıttırsın; sonra onların şükür ve ibadetlerini, hamd ve muhabbetlerini, marifet ve minnettarlıklarını esbaba ve tabiata terk edip ehemmiyet vermesin, hikmet-i mutlakasını inkâr ettirsin, saltanat-ı rububiyetini hiçe indirsin? Yüz bin defa hâşâ ve kellâ! </p><p id="c_paragraf">Hiç mümkün müdür ki, bir baharı hâlk edemeyen ve bütün meyveleri icad edemeyen ve yeryüzünde sikkeleri bir olan bütün elmaları inşa edemeyen, onların bir misal-i musaggarı olan bir elmayı hâlk edip ve o elmayı nimet olarak birisine yedirsin, şükrünü kazansın, Mahmud-u bi'l-Itlaka hamd noktasında iştirak etsin? Hâşâ! Çünkü, bir elmayı hâlk eden kim ise, bütün dünyaya gelen elmaları icad eden yine O olabilir. Çünkü sikke birdir. Hem elmaları icad eden kim ise, bütün dünyada medar-ı rızık olan hububat ve semerâtı hâlk eden yine Odur. Demek, en küçük cüz'î bir zîhayata en cüz'î bir nimeti veren, doğrudan doğruya kâinatın Hâlıkıdır ve Rezzâk-ı Zülcelâldir. Öyleyse, şükür ve hamd, doğrudan doğruya Ona aittir. Öyleyse, hakikat-i kâinat, daima hak lisanıyla der: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b555.gif" /> -1-</center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Her kimden gelirse gelsin, ezelden ebede bütün hamdler Ona mahsustur.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Altıncı Kelime </span></p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b556.gif" /> Yani, hayat veren yalnız Odur. Öyleyse, herşeyin Hâlıkı dahi yalnız Odur. Çünkü, kâinatın ruhu, nuru, mayası, esası, neticesi, hülâsası hayattır. Hayatı veren kim ise, bütün kâinatın Hâlıkı da Odur. Hayatı veren elbette Odur, Hayy u Kayyumdur. </p><p id="c_paragraf">İşte, şu mertebe-i tevhidin bürhan-ı âzamına şöyle işaret ederiz ki: </p><p id="c_paragraf">Başka bir Sözde izah ve ispat edildiği gibi, zemin yüzünün sahrâsında çadırları kurulmuş gayet muhteşem zîhayatlar ordusunu görüyoruz. Evet, Hayy u Kayyûmun hadsiz ordularından, her bahar mevsiminde yeni silâh altına alınmış, gaibden gelen taze bir ordu meydana çıkmış görüyoruz. Şu orduya bakıyoruz ki: Nebâtat taifelerinden iki yüz binden ziyade ve hayvânat milletlerinden yine yüz binden fazla çeşit çeşit, muhtelif kavimler görüyoruz. Herbir milletin, herbir taifenin elbisesi ayrı, erzakı ayrı, talimatı ayrı, terhisatı ayrı, silâhları ayrı, müddet-i askeriyeleri ayrı olduğu hâlde, bir Kumandan-ı Âzam, hadsiz kudret ve hikmetiyle ve nihayetsiz ilim ve iradesiyle, bitmez rahmetiyle, tükenmez hazinesiyle, hiçbirini unutmayarak, şaşırmayarak, karıştırmayarak, geciktirmeyerek, ayrı ayrı bütün o üç yüz binden ziyade milletleri ve taifeleri kemâl-i intizamla, tamam-ı mizanla, vakti vaktine, ayrı ayrı erzaklarını, ayrı ayrı elbiselerini, ayrı ayrı silâhlarını vererek, ayrı ayrı talimat yaptırarak, ayrı ayrı terhisat ettiğini, gözü bulunan, bilmüşahede görür ve kalbi bulunan, biaynilyakîn tasdik eder. </p><p id="c_paragraf">İşte, hiç mümkün müdür ki, şu ihyâ ve idareye ve şu terbiye ve iaşeye, o orduyu bütün şuûnâtıyla ihata eden bir ilm-i muhitin ve o orduyu bütün levazımatıyla idare eden bir kudret-i mutlakanın sahibinden başkası karışabilsin, müdahâle edebilsin, onda hissesi olsun? Yüz binler defa hâşâ! </p><p id="c_paragraf">Malûmdur ki, bir taburda on millet bulunsa, ayrı ayrı teçhiz etmesi on tabur kadar güç olduğundan, âciz insanlar, ister istemez bir tarzda teçhize mecbur olmuşlar. Halbuki Hayy u Kayyum, şu muhteşem ordusu içinde, üç yüz binden ziyade milletlere ayrı ayrı teçhizat-ı hayatiyeyi veriyor. Hem külfetsiz, müşkülâtsız, kolay bir tarzda, hafif bir şekilde, gayet hakîmâne ve intizamperverâne veriyor. Ve koca orduya, birtek lisanla</p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b557.gif" /> -1- </center><br /><p>dedirtip, kâinat mescidinde o cemaat-i uzmâya </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b558.gif" /> -2- </center><br /><p>okutturuyor. </p><br /><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Hayatı veren ancak odur. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "Allah Teâlâ ki, Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. O Hayy ve Kayyûmdur. Onu ne uyuklama ve ne de uyku tutmaz, gafletin hiçbir çeşidi hiçbir zaman Ona ârız olamaz. Göklerde ne var, yerde ne varsa Onundur. Onun katında, Onun izni olmaksızın kim şefaat edebilir? O bütün mahlûkatının geçmiş ve gelecekteki bütün hâllerini bilir. Onun mahlûkatı ise, Onun dilediğinden başka, İlâhî ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar. Onun hâkimiyet ve saltanatı gökleri ve yeri kuşatmıştır. Gökleri ve yeri tasarrufu altında tutmak Onun kudretine ağır gelmez. Herşeyden yüce ve herşeyden büyük olan da ancak Odur." (Bakara Sûresi: 2:255.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Yedinci Kelime</span></p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b559.gif" /> Yani, mevti veren Odur. Yani, hayatı veren O olduğu gibi, hayatı alan, mevti veren dahi yine Odur. </p><p id="c_paragraf">Evet, mevt yalnız tahrip ve sönmek değildir ki esbaba verilsin, tabiata havale edilsin. Belki, nasıl bir tohum zâhiren ölüp çürüyor; fakat bâtınen bir sümbülün hayatına ve yoğurmasına, yani cüz'î tohumluk hayatından, küllî sümbül hayatına geçiyor. Öyle de, mevt dahi zâhiren bir inhilâl ve bir intifâ göründüğü hâlde, hakikatte, insan için hayat-ı bâkiyeye ünvan ve mukaddime ve mebde oluyor. Öyleyse, hayatı veren ve idare eden <b id="eh">Kadîr-i Mutlak</b>, yine elbette mevti O icad eder. </p><p id="c_paragraf">Şu kelimedeki mertebe-i uzmâ-yı tevhidin bir bürhan-ı âzamına şöyle işaret ederiz ki: </p><p id="c_paragraf">Otuz Üçüncü Mektubun Yirmi Dördüncü Penceresinde beyan edildiği gibi, şu mevcudat, irade-i İlâhiye ile seyyâledir. Şu kâinat, emr-i Rabbânî ile seyyaredir. Şu mahlûkat, izn-i İlâhî ile, zaman nehrinde mütemadiyen akıyor, âlem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i şehadette vücud-u zâhirî giydiriliyor, sonra âlem-i gayba muntazaman yağıyor, iniyor. Ve emr-i Rabbânî ile, mütemadiyen istikbalden gelip hâle uğrayarak teneffüs eder, maziye dökülür. </p><p id="c_paragraf">İşte şu mahlûkatın şu seyelânı, gayet hakîmâne, rahmet ve ihsan dairesinde; ve şu seyeranı, gayet alîmâne, hikmet ve intizam dairesinde; ve şu cereyanı, gayet rahîmâne, şefkat ve mizan dairesinde, baştan aşağıya kadar hikmetlerle, maslahatlarla, neticelerle ve gayelerle yapılıyor. Demek, bir Kadîr-i Zülcelâl, bir Hakîm-i Zülkemal, mütemadiyen tavaif-i mevcudatı ve her taife içindeki cüz'iyatı ve o taifelerden teşekkül eden âlemleri, kudretiyle hayat verip tavzif eder, sonra hikmetiyle terhis edip mevte mazhar eder, âlem-i gayba gönderir, daire-i kudretten, daire-i ilme çevirir. </p><p id="c_paragraf">İşte, hiç mümkün müdür ki, şu kâinatı heyet-i mecmuasıyla çevirmeye muktedir olmayan ve bütün zamanlara hükmü geçmeyen ve âlemleri hayata, mevte bir fert gibi mazhar etmeye kudreti yetmeyen ve baharları, bir çiçek gibi hayat verip, yeryüzüne takıp, sonra mevtle ondan koparıp alamayan bir zat, mevt ve imâteye sahip çıkabilsin? Evet, en cüz'î bir zîhayatın mevti dahi, hayatı gibi, bütün hakaik-i hayat ve envâ-ı mevt elinde bulunan bir <b id="eh">Zât-ı Zülcelâl</b>in kanunuyla, izniyle, emriyle, kuvvetiyle, ilmiyle olmak zarurîdir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Sekizinci Kelime </span></p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b560.gif" /> Yani, hayatı daimîdir, ezelî ve ebedîdir. Mevt ve fenâ, adem ve zeval Ona ârız olamaz. Çünkü hayat, Ona zâtîdir. Zâtî olan, zâil olamaz. Evet, ezelî olan, elbette ebedîdir. Kadîm olan, elbette bâkidir. Vâcibü'l-Vücud olan, elbette sermedîdir. </p><p id="c_paragraf">Evet, bir hayat ki, bütün vücut, bütün envârıyla onun gölgesidir; nasıl adem ona ârız olabilir? </p><p id="c_paragraf">Evet, bir hayat ki, vâcib bir vücut onun lâzımı ve ünvanıdır; elbette adem ve fenâ hiçbir cihetle ona ârız olamaz.<br /></p><p id="c_paragraf">Evet, bir hayat ki, bütün hayatlar mütemadiyen onun cilvesiyle zuhura gelir ve bütün hakaik-i sabite-i kâinat ona istinad eder, onunla kaimdir. Elbette, hiçbir cihetle fenâ ve zeval ona ârız olamaz. </p><p id="c_paragraf">Evet, bir hayat ki, onun bir lem'a-i cilvesi, mâruz-u fenâ ve zeval olan eşya-yı kesireye bir vahdet verip bekaya mazhar eder ve dağılmaktan kurtarır ve vücudunu muhafaza eder ve bir nevi bekaya mazhar eder. Yani, hayat, kesrete bir vahdet verir, ibka eder; hayat gitse dağılır, fenâya gider. Elbette, öyle hadsiz lemeât-ı hayatiye bir cilvesi olan hayat-ı vâcibeye, zeval ve fenâ yanaşamaz. Şu hakikate şahid-i kati, şu kâinatın zeval ve fenâsıdır. Yani, mevcudat, vücutlarıyla, hayatlarıyla nasıl ki o Hayy-ı Lâyemûtun hayatına ve o hayatın vücub-u vücuduna delâlet ve şehadet ederler. <sup id="c_supa">Haşiye</sup> </p><p id="c_paragraf">Öyle de, mevtleriyle, zevalleriyle o hayatın bekasına, sermediyetine delâlet eder ve şehadet ederler. Çünkü, mevcudat zevâle gittikten sonra, arkalarında yine kendileri gibi hayata mazhar olup yerlerine geldiklerinden, gösteriyor ki, daimî bir zîhayat var ki, mütemadiyen cilve-i hayatı tazelendiriyor. Nasıl ki, güneşe karşı cereyan eden bir nehrin yüzünde kabarcıklar parlar, gider. Gelenler aynı parlamayı gösterip, taife taife arkasında parlayıp, sönüp gider. Bu sönmek, parlamak vaziyetiyle, yüksek, daimî bir güneşin devamına delâlet ederler. Öyle de, şu mevcudat-ı seyyaredeki hayat ve mevtin değişmeleri ve münavebeleri, bir Hayy-ı Bâkînin beka ve devamına şehadet ederler. </p><p id="c_paragraf">Evet, şu mevcudat, aynalardır. Fakat zulmet nura ayna olduğu gibi, hem karanlık ne derece şiddetliyse o derece nurun parlamasını gösterdiği gibi, çok cihetlerle zıddiyet noktasında aynadarlık ederler. Meselâ, nasıl ki mevcudat acziyle kudret-i Sânie aynadarlık eder, fakrıyla gınâsına aynadar olur. Öyle de, fenâsıyla bekasına aynadarlık eder. </p><p id="c_paragraf">Evet, zeminin yüzü ve yüzündeki eşcârın kıştaki vaziyet-i fakirâneleri ve baharda şâşaa-pâş olan servet ve gınâları, gayet kati bir surette, bir <b id="eh">Kadîr-i Mutlak</b>ve Ganiyy-i ale'l-Itlakın kudret ve rahmetine aynadarlık eder. Evet, bütün mevcudat, güya lisan-ı hâl ile, Veyse'l-Karanî gibi şöyle münâcât eder, derler ki: </p><p id="c_paragraf">Yâ İlâhenâ! Rabbimiz Sensin. Çünkü biz abdiz. Nefsimizin terbiyesinden âciziz. Demek bizi terbiye eden Sensin. </p><p id="c_paragraf">Hem Sensin Hâlık. Çünkü biz mahlûkuz, yapılıyoruz. </p><p id="c_paragraf">Hem Rezzak Sensin. Çünkü biz rızka muhtacız; elimiz yetişmiyor. Demek bizi yapan ve rızkımızı veren Sensin. </p><p id="c_paragraf">Hem Sensin Mâlik. Çünkü biz memlûküz. Bizden başkası bizde tasarruf ediyor. Demek Mâlikimiz Sensin. </p><p id="c_paragraf">Hem Sen Azizsin, izzet ve azamet sahibisin. Biz zilletimize bakıyoruz; üstümüzde bir izzet cilveleri var. Demek Senin izzetinin aynasıyız. </p><p id="c_paragraf">Hem Sensin Ganiyy-i Mutlak. Çünkü biz fakiriz; fakrımızın eline yetişmediği bir gınâ veriliyor. Demek Ganî Sensin, veren Sensin. </p><p id="c_paragraf">Hem Sen Hayy-ı Bâkîsin. Çünkü biz ölüyoruz; ölmemizde ve dirilmemizde bir daimî hayat verici cilvesini görüyoruz. </p><p id="c_paragraf">Hem Sen Bâkîsin. Çünkü biz, fenâ ve zevâlimizde, Senin devam ve bekanı görüyoruz. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- HAŞİYE --><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin"><span style="FONT-WEIGHT: bold; COLOR: rgb(255,0,0)">Haşiye</span>:</span> Hazret-i İbrahim Aleyhisselâmın Nemrud'a karşı imâte ve ihyâda güneşin tulû ve gurubuna intikali, cüz'î imâte ve ihyâdan küllî imâte ve ihyâya intikaldir ve bir terakkidir; o delilin en parlak ve en geniş dairesini göstermektedir. Yoksa, bir kısım ehl-i tefsirin dedikleri gibi hafî delili bırakıp zâhir delile çıkmak değildir.<br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem cevap veren, atiyye veren Sensin. Çünkü biz, umum mevcudat, kalî ve hâlî dillerimizle daimî bağırıp istiyoruz, niyaz edip yalvarıyoruz. Arzularımız yerine geliyor, maksudlarımız veriliyor. Demek bize cevap veren Sensin. </p><p id="c_paragraf">Ve hâkezâ, bütün mevcudatın, küllî ve cüz'î herbirisi birer Veyse'l-Karanî gibi, bir münâcât-ı mâneviye suretinde bir aynadarlıkları var. Acz ve fakr ve kusurlarıyla kudret ve kemâl-i İlâhîyi ilân ediyorlar. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Dokuzuncu Kelime </span></p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b561.gif" /> Yani, bütün hayrat Onun elinde, bütün hasenat Onun defterinde, bütün ihsanat Onun hazinesindedir. Öyleyse, hayır isteyen Ondan istemeli, iyilik arzu eden Ona yalvarmalı. </p><p id="c_paragraf">Şu kelimenin hakikatini kati bir surette göstermek için, ilm-i İlâhînin hadsiz delillerinden bir geniş delilin emârelerine ve lem'alarına şöyle işaret eder ve deriz ki: </p><p id="c_paragraf">Şu kâinatta görünen ef'âl ile tasarruf edip icad eden Sâniin, bir muhit ilmi var. Ve o ilim, Onun zâtının hassa-i lâzime-i zaruriyesidir; infikâki muhâldir. Nasıl ki güneşin zâtı bulunup ziyası bulunmamak kabil değil; öyle de, binler derece ondan ziyade kabil değildir ki, şu muntazam mevcudatı icad eden Zâtın ilmi, ondan infikâk etsin. </p><p id="c_paragraf">Şu ilm-i muhit, o Zâta lâzım olduğu gibi, taallûk cihetiyle herşeye dahi lâzımdır. Yani, hiçbir şey Ondan gizlenmesi kabil değildir. Perdesiz, güneşe karşı zemin yüzündeki eşya, güneşi görmemesi kabil olmadığı gibi, o Alîm-i Zülcelâlin nur-u ilmine karşı eşyanın gizlenmesi, bin derece daha gayr-ı kabildir, muhâldir. Çünkü huzur var. Yani, herşey daire-i nazarındadır ve mukabildir ve daire-i şuhudundadır ve herşeye nüfuzu var. Şu câmid güneş, şu âciz insan, şu şuursuz röntgen şuaı gibi zînurlar, hâdis, nâkıs ve ârızî oldukları hâlde, onların nurları, mukabilindeki herşeyi görüp nüfuz ederlerse, elbette vâcib ve muhit ve zâtî olan nur-u ilm-i ezelîden hiçbir şey gizlenemez ve haricinde kalamaz. Şu hakikate işaret eden, kâinatın had ve hesaba gelmez alâmetleri, âyetleri vardır. Ezcümle: </p><p id="c_paragraf">Bütün mevcudatta görünen bütün hikmetler, o ilme işaret eder. Çünkü, hikmetle iş görmek, ilimle olur. Hem bütün inâyetler, tezyinatlar, o ilme işaret eder. İnâyetkârâne, lütufkârâne iş gören, elbette bilir ve bilerek yapar. </p><p id="c_paragraf">Hem herbiri birer mizan içindeki bütün intizamlı mevcudat ve herbiri birer intizam içindeki bütün mizanlı ve ölçülü hey'ât, yine o ilm-i muhite işaret eder. Çünkü, hikmetle iş görmek, ilimle olur. </p><p id="c_paragraf">Hem bütün inâyetler, tezyinatlar o ilme işaret eder. Ölçü ile, tartı ile san'atkârâne yapan, elbette kuvvetli bir ilme istinaden yapar. </p><p id="c_paragraf">Hem bütün mevcudatta görünen muntazam miktarlar, hikmet ve maslahata göre biçilmiş şekiller, bir kazânın düsturuyla ve kaderin pergeliyle tanzim edilmiş gibi meyvedar vaziyetler ve heyetler, bir ilm-i muhiti gösteriyor. </p><p id="c_paragraf">Evet, eşyaya ayrı ayrı muntazam suretler vermek, herşeyin mesâlih-i hayatiyesine ve vücuduna lâyık mahsus bir şekil vermek, bir ilm-i muhitle olur, başka surette olamaz.<br /></p><p id="c_paragraf">Hem bütün zîhayata, herbirisine lâyık bir tarzda, münasip vakitte, ummadığı yerde rızıklarını vermek, bir ilm-i muhitle olur. Çünkü rızkı gönderen, rızka muhtaç olanları bilecek, tanıyacak, vaktini bilecek, ihtiyacını idrak edecek; sonra rızkını lâyık bir tarzda verebilir. </p><p id="c_paragraf">Hem umum zîhayatın, ipham ünvanı altında bir kanun-u taayyüne bağlı olan ecelleri, ölümleri bir ilm-i muhiti gösteriyor. Çünkü her taifenin, gerçi fertlerin zâhiren muayyen bir vakt-i eceli görünmüyor, fakat o taifenin iki had ortasında mahdut bir zamanda ecelleri muayyendir. O ecel hengâmında, o şeyin arkasında vazifesini idame edecek olan neticesinin, meyvesinin, çekirdeğinin muhafazası ve bir taze hayata inkılâp ettirmesi, yine o ilm-i muhiti gösteriyor. </p><p id="c_paragraf">Hem bütün mevcudata şamil, herbir mevcuda lâyık bir surette rahmetin taltifâtı, bir rahmet-i vâsia içinde bir ilm-i muhiti gösteriyor. Çünkü, meselâ, zîhayatın etfallerini sütle iaşe eden ve zeminin suya muhtaç nebâtâtına yağmurla yardım eden, elbette etfâli tanır, ihtiyaçlarını bilir ve o nebâtâtı görür ve yağmurun onlara lüzumunu derk eder; sonra gönderir. Ve hâkezâ, bütün hikmetli, inâyetli rahmetinin hadsiz cilveleri, bir ilm-i muhiti gösteriyor. </p><p id="c_paragraf">Hem bütün eşyanın san'atındaki ihtimâmat ve san'atkârâne tasvirat ve mâhirâne tezyinat, bir ilm-i muhiti gösteriyor. Çünkü, binler vaziyet-i muhtemele içinde, muntazam ve müzeyyen, san'atlı ve hikmetli bir vaziyeti intihap etmek, derin bir ilimle olur. Bütün eşyadaki şu tarz-ı intihabat, bir ilm-i muhiti gösteriyor. </p><p id="c_paragraf">Hem icad ve ibdâ-ı eşyada kemâl-i suhulet, bir ilm-i ekmele delâlet eder. Çünkü bir işte kolaylık ve bir vaziyette suhulet, derece-i ilim ve maharetle mütenasiptir. Ne kadar ziyade bilse, o derece kolay yapar. </p><p id="c_paragraf">İşte şu sırra binaen, herbiri birer mucize-i san'at olan mevcudata bakıyoruz ki, hayretnümâ bir derecede suhuletle, kolaylıkla, külfetsiz, dağdağasız, kısa bir zamanda, fakat muciznümâ bir surette icad edilir. Demek hadsiz bir ilim vardır ki, hadsiz suhuletle yapılır. Ve hâkezâ, mezkûr emâreler gibi binler alâmet-i sadıka var ki, şu kâinatta tasarruf eden Zâtın muhit bir ilmi vardır. Ve herşeyi bütün şuûnâtıyla bilir, sonra yapar. </p><p id="c_paragraf">Madem şu Kâinat Sahibinin böyle bir ilmi vardır. Elbette insanları ve insanların amellerini görür ve insanlar neye lâyık ve müstehak olduklarını bilir; hikmet ve rahmetinin muktezasına göre onlarla muamele eder ve edecek. Ey insan! Aklını başına al, dikkat et: Nasıl bir Zât seni bilir ve bakar, bil ve ayıl! </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Eğer denilse:</span> "Yalnız ilim kâfi değildir; irade dahi lâzımdır. İrade olmazsa ilim kâfi gelmez." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Bütün mevcudat nasıl ki bir ilm-i muhite delâlet ve şehadet eder. Öyle de, o ilm-i muhit sahibinin irade-i külliyesine dahi delâlet eder. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">Herbir şeye, hususan herbir zîhayata, pek çok müşevveş ihtimâlât içinde, muayyen bir ihtimalle ve pek çok akîm yollar içinde, neticeli bir yolla ve pek çok imkânât içinde mütereddit iken gayet muntazam bir teşahhus verilmesi, hadsiz cihetlerle bir irade-i külliyeyi gösteriyor. Çünkü, herşeyin vücudunu ihata eden hadsiz imkânat ve ihtimâlât içinde ve semeresiz, akîm yollarda ve karışık ve yeknesak, sel gibi mizansız akan câmid unsurlardan, gayet hassas bir ölçüyle, nazik bir tartıyla ve gayet ince bir intizamla, nazenin bir nizamla verilen mevzun şekil ve muntazam teşahhus, bizzarure ve bilbedâhe, belki bilmüşahede, bir irade-i külliyenin eseri olduğunu gösterir.<br /></p><p id="c_paragraf">Çünkü, hadsiz vaziyetler içinde bir vaziyeti intihap etmek, bir tahsis, bir tercih, bir kast ve bir irade ile olur. Ve amd ve arzu ile tahsis edilir. Elbette tahsis, bir muhassısı iktiza eder. Tercih, bir müreccihi ister. Muhassıs ve müreccih ise iradedir. Meselâ, insan gibi yüzler muhtelif cihazat ve âlâtın makinesi hükmünde olan bir vücudun, bir katre sudan; ve yüzer muhtelif âzâsı bulunan bir kuşun, basit bir yumurtadan; ve yüzer muhtelif kısımlara ayrılan bir ağacın, basit bir çekirdekten icadları, kudret ve ilme şehadet ettikleri gibi, gayet kati ve zarurî bir tarzda, onların Sâniinde bir irade-i külliyeye delâlet ederler ki, o irade ile, o şeyin herşeyini tahsis eder. Ve o irade ile, her cüz'üne, her uzvuna, her kısmına ayrı, has bir şekil verir, bir vaziyet giydirir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elhasıl:</span> Nasıl ki eşyada, meselâ hayvânattaki ehemmiyetli âzânın, esasat ve netâiç itibarıyla birbirlerine benzeyişleri ve tevafukları ve birtek sikke-i vahdet izhar etmeleri, nasıl kati olarak delâlet ediyor ki, umum hayvânâtın Sânii birdir, Vâhiddir, Ehaddir. Öyle de, o hayvânâtın ayrı ayrı teşahhusları ve simalarındaki başka başka hikmetli taayyün ve temeyyüzleri delâlet eder ki, onların Sâni-i Vâhidi, Fâil-i Muhtardır ve iradelidir; istediğini yapar, istemediğini yapmaz, kast ve irade ile işler. </p><p id="c_paragraf">Madem ilm-i İlâhîye ve irade-i Rabbâniyeye mevcudat adedince, belki mevcudatın şuûnâtı adedince delâlet ve şehadet vardır. Elbette, bir kısım filozofların irade-i İlâhiyeyi nefiy ve bir kısım ehl-i bid'atın kaderi inkâr ve bir kısım ehl-i dalâletin, cüz'iyâta adem-i ıttılaını iddia etmeleri ve tabiiyyunun bir kısım mevcudatı tabiat ve esbaba isnad etmeleri, mevcudat adedince muzaaf bir yalancılıktır ve mevcudatın şuûnâtı adedince muzaaf bir dalâlet divaneliğidir. Çünkü hadsiz şehadet-i sadıkayı tekzip eden, hadsiz bir yalancılık işlemiş olur. </p><p id="c_paragraf">İşte, meşiet-i İlâhiye ile vücuda gelen işlerde, "inşaallah, inşaallah" yerinde, bilerek "tabiî, tabiî" demek ne kadar hata ve muhâlif-i hakikat olduğunu kıyas et. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Onuncu Kelime </span></p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b562.gif" /> Yani, hiçbir şey Ona ağır gelemez. Daire-i imkânda ne kadar eşya var; o eşyaya gayet kolay vücut giydirebilir. Ve o derece ona kolay ve rahattır ki, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b563.gif" /> sırrıyla, güya yalnız emreder, yapılır.<br /></p><p id="c_paragraf">Nasıl ki gayet mahir bir san'atkâr, ziyade kolay bir tarzda, elini işe dokundurur dokundurmaz, makine gibi işler. Ve o sürat ve mahareti ifade için denilir ki, "O iş ve san'at ona o kadar musahhardır ki, güya emriyle, dokunmasıyla işler oluyor, san'atlar vücuda geliyor." Öyle de, Kadîr-i Zülcelâlin kudretine karşı, eşyanın nihayet derecede musahhariyet ve itaatine ve o kudretin nihayet derecede külfetsiz ve suhuletle iş gördüğüne işareten </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b564.gif" /> -1-</center><br /><p>ferman eder. </p><br /><p id="c_paragraf">Şu hakikat-i uzmânın hadsiz esrarından beş sırrını, beş nüktede beyan edeceğiz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Kudret-i İlâhiyeye nispeten en büyük şey, en küçük şey kadar kolaydır. Bir nevin umum efradıyla icadı, bir fert kadar külfetsiz ve rahattır. Cenneti hâlk etmek, bir bahar kadar kolaydır. Bir baharı icad etmek, bir çiçek kadar rahattır. </p><p id="c_paragraf">Şu sırrı izah ve ispat eden, haşre dair Onuncu Sözün âhirinde, hem melâike ve beka-i ruh ve haşre dair Yirmi Dokuzuncu Sözde haşir meselesinde, İkinci Esasın beyanında zikredilen nuraniyet sırrı, şeffâfiyet sırrı, mukabele sırrı, muvazene sırrı, intizam sırrı, itaat sırrı, tecerrüd sırrı, altı temsille ispat edilerek gösterilmiştir ki, kudret-i İlâhiyeye nispeten yıldızlar, zerreler gibi kolaydır; hadsiz efrad, bir fert kadar külfetsiz ve rahatça icad edilir. Madem o iki Sözde bu altı sır ispat edilmiş; onlara havale ederek burada kısa keseriz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Kudret-i İlâhiyeye nispeten herşey müsavi olduğuna delil-i kâtı' ve bürhan-ı sâtı' şudur ki: </p><p id="c_paragraf">Hayvânat ve nebâtâtın icadında, gözümüzle görüyoruz, hadsiz bir sehâvet ve kesret içinde, nihayet derecede bir itkan, bir hüsn-ü san'at bulunuyor. Hem nihayet derecede karışıklık ve ihtilât içinde, nihayet derecede bir imtiyaz ve tefrik görünüyor. Hem nihayet derecede mebzuliyet ve vüs'at içinde, nihayet derecede san'atça kıymettarlık ve hilkatçe güzellik bulunuyor. Hem nihayet derecede san'atkârâne bir surette, çok cihazata ve çok zamana muhtaç olmakla beraber, gayet derecede suhuletle ve süratle icad ediliyor. Âdetâ birden ve hiçten, o mu'cizât-ı san'at vücuda geliyor. </p><p id="c_paragraf">İşte, bilmüşahede, her mevsimde rû-yi zeminde gördüğümüz bu faaliyet-i kudret, Katiyen delâlet eder ki, şu ef'âlin membaı olan kudrete nispeten, en büyük şey en küçük şey kadar kolaydır. Ve hadsiz efradın icadı ve idareleri, bir fert kadar rahatça icad ve idare edilir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncüsü:</span> Şu kâinatta, şu görünen tasarrufat ve ef'âl ile hükmeden Sâni-i Kadîrin kudretine nispeten, en büyük küll, en küçük cüz kadar kolay gelir. Efradca kesretli bir küllînin icadı, birtek cüz'înin icadı kadar suhuletlidir. Ve en âdi bir cüz'îde, en yüksek bir kıymet-i san'at gösterilebilir. </p><p id="c_paragraf">Şu hakikatin sırr-ı hikmeti üç menbadan çıkar: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Evvelâ:</span> İmdada-ı vâhidiyetten. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Saniyen:</span> Yüsrü-ü vahdetten. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Salisen:</span> Tecellî-i ehadiyetten. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci memba olan imdad-ı vâhidiyet:</span> Yani, herşey ve bütün eşya, birtek zâtın mülkü olsa, o vakit, vâhidiyet cihetiyle herbir şeyin arkasında bütün eşyanın kuvvetini tahşid edebilir. Ve bütün eşya, birtek şey gibi kolayca idare edilir. Şu sırrı şöyle bir temsille fehme takrib için deriz: </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "bir şeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece 'Ol' demektir; o da oluverir." Yâsin Sûresi: 36:82.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Meselâ, nasıl ki bir memleketin tek bir padişahı bulunsa, o padişah o vahdet-i saltanat kanunu cihetiyle, herbir neferin arkasında bir ordu kuvvet-i mâneviyesini tahşid edebilir; ve edebildiği için, o tek nefer, bir şahı esir edebilir ve şahın fevkinde, padişahı namına hükmedebilir. Hem o padişah, vâhidiyet-i saltanat sırrıyla bir neferi ve bir memuru istihdam ve idare ettiği gibi, bütün orduyu ve bütün memurlarını idare edebilir. Güya vâhidiyet-i saltanat sırrıyla, herkesi, herşeyi, bir ferdin imdadına gönderebilir. Ve herbir ferdi, bütün efrad kadar bir kuvvete istinad edebilir, yani ondan medet alabilir. Eğer o vâhidiyet-i saltanat ipi çözülse ve başıbozukluğa dönse, o vakit herbir nefer, hadsiz bir kuvveti birden kaybedip, yüksek bir makam-ı nüfuzdan sukut eder, âdi bir adam makamına gelir. Ve onların idare ve istihdamları, efrad adedince müşkülât peydâ eder. </p><p id="c_paragraf">Aynen öyle de, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b438.gif" /> -1- , şu kâinatın Sânii, Vâhid olduğundan, herbir şeye karşı, bütün eşyaya müteveccih olan esmâyı tahşid eder. Ve nihayetsiz bir san'atla, kıymettar bir surette icad eder. Lüzum olsa, bütün eşya ile birtek şeye bakar, baktırır, medet verir ve kuvvetli yapar. Ve bütün eşyayı dahi, o vâhidiyet sırrıyla, birtek şey gibi icad eder, tasarruf eder, idare eder. </p><p id="c_paragraf">İşte, şu imdad-ı vâhidiyet sırrıyladır ki, şu kâinatta, nihayet derecede mebzuliyet ve ucuzluk içinde, nihayet derecede san'atça ve kıymetçe yüksek ve âli bir keyfiyet görünüyor. </p><p id="c_paragraf">İkinci memba olan yüsr-ü vahdet: Yani, birlik usulüyle, bir merkezde, bir elden, bir kanunla olan işler, gayet derecede kolaylık veriyor. Müteaddit merkezlere, müteaddit kanuna, müteaddit ellere dağılsa, müşkülât peydâ eder. </p><p id="c_paragraf">Meselâ, nasıl ki bir ordunun bütün neferatının bir merkezden, bir kanunla, bir kumandan-ı âzam emriyle esasat-ı teçhiziyeleri yapılsa, birtek nefer kadar kolay olur. Eğer ayrı ayrı fabrikalarda, ayrı ayrı merkezlerde teçhizatları yapılsa, bir ordunun teçhizine lâzım olan bütün askerî fabrikalar, birtek neferin teçhizatı için lâzım gelir. Demek, eğer vahdete istinad edilse, bir ordu, bir nefer kadar kolay olur. Eğer vahdet olmazsa, bir nefer, bir ordu kadar, teçhizin esasatı cihetinde müşkülât peydâ eder. </p><p id="c_paragraf">Hem bir ağacın meyvelerine, vahdet noktasında bir merkeze, bir kanuna, bir köke istinaden madde-i hayatiye verilse, binler meyveler, tek bir meyve gibi kolay olur. Eğer herbir meyve ayrı ayrı merkeze raptedilse ve ayrı ayrı mevadd-ı hayatiyeleri gönderilse, herbir meyve bütün ağaç kadar müşkülât peydâ eder. Çünkü, bütün ağaca lâzım olan mevadd-ı hayatiye, herbir meyve için dahi lâzımdır. İşte, şu iki temsil gibi, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b438.gif" /> -1- , şu kâinatın Sânii, Vâhid-i Ehad olduğu için, vahdetle iş görür. Ve vahdetle iş gördüğü için, bütün eşya birtek şey kadar kolay olur. Hem birtek şeyi, san'atça bütün eşya kadar kıymetli yapabilir. Ve hadsiz efradı, gayet kıymettar bir surette icad ederek, şu görünen hadsiz mebzuliyet ve nihayetsiz ucuzluk lisanıyla, cûd-u mutlakını gösterir ve hadsiz sehâvetini ve nihayetsiz hâllâkıyetini izhar eder. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf"><span style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- En yüce sıfatlar Allah'ındır. (Nahl suresi. 60.) </span><br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü memba olan tecellî-i ehadiyet:</span> Yani, Sâni-i Zülcelâl, cisim ve cismanî olmadığı için, zaman ve mekân Onu kayıt altına alamaz. Ve kevn ve mekân, Onun şuhuduna ve huzuruna müdahâle edemez. Ve vesâit ve ecram, Onun fiiline perde çekemez. Teveccühünde tecezzî ve inkısam olmaz. Birşey bir şeye mâni olmaz. Hadsiz ef'âli, bir fiil gibi yapar. Onun içindir ki, bir çekirdekte koca bir ağacı mânen derc ettiği gibi, bir âlemi birtek fertte derc edebilir. Bütün âlem, birtek fert gibi dest-i kudretinde çevrilir. Şu sırrı başka Sözlerde izah ettiğimiz gibi, deriz ki: </p><p id="c_paragraf">Nasıl ki nuraniyet itibarıyla bir derece kayıtsız olan güneşin timsali herbir cilâlı, parlak şeyde temessül eder. Binlerle, milyonlarla aynalar nuruna mukabil gelse, birtek ayna gibi, inkısam etmeden, bizzat herbirinde cilve-i misaliyesi bulunur. Eğer aynanın istidadı olsa, güneş, azametiyle onda âsârını gösterebilir. Birşey bir şeye mâni olamaz. Binler, bir gibi ve binler yere bir yer gibi kolay girer. Herbir yer, binler yer kadar o güneşin cilvesine mazhar olur. </p><p id="c_paragraf">İşte, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b438.gif" /> , şu kâinat Sâni-i Zülcelâlinin, nur olan bütün sıfâtıyla ve nuranî olan bütün esmâsıyla, teveccüh-ü ehadiyet sırrıyla öyle bir tecellîsi var ki, hiçbir yerde olmadığı hâlde, her yerde hazır ve nazırdır. Teveccühünde inkısam olmaz. Aynı anda, her yerde, külfetsiz, müzahamesiz, her işi yapar. </p><p id="c_paragraf">İşte, şu imdad-ı vâhidiyet ve yüsr-ü vahdet ve tecellî-i ehadiyet sırrıyladır ki, bütün mevcudat birtek Sânie verildiği vakit, o bütün mevcudat birtek mevcut gibi kolay ve suhuletli olur. Ve herbir mevcut, hüsn-ü san'atça, bütün mevcudat kadar kıymetli olabilir. Nasıl ki mevcudatın hadsiz mebzuliyet içinde, herbir fertte hadsiz dekaik-i san'atın bulunması bu hakikati gösteriyor. Eğer o mevcudat doğrudan doğruya birtek Sânie verilmezse, o zaman herbir mevcut bütün mevcudat kadar müşkülâtlı olur ve bütün mevcudat birtek mevcut kıymetine sukut eder, iner. Şu hâlde ya hiçbir şey vücuda gelmeyecek veya gelse de kıymetsiz, hiçe inecektir. </p><p id="c_paragraf">İşte şu sırdandır ki, ehl-i felsefenin en ziyade ileri gidenleri olan sofestâîler, tarik-i haktan yüzlerini çevirdiklerinden, küfür ve dalâlet tarikine bakmışlar; görmüşler ki, şirk yolu, tarik-i haktan ve tevhid yolundan yüz bin defa daha müşkülâtlıdır, nihayet derecede gayr-ı makuldür. Onun için, bilmecburiye, herşeyin vücudunu inkâr ederek akıldan istifa etmişler. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncüsü:</span> Şu kâinatta, şu görünen ef'âl ile tasarruf eden Zât-ı Kadîrin kudretine nispeten Cennetin icadı bir bahar kadar kolay ve bir baharın icadı bir çiçek kadar kolaydır. Ve bir çiçeğin mehâsin-i san'atı ve letâif-i hilkati, bir bahar kadar letâfetli ve kıymetli olabilir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Şu hakikatin sırrı üç şeydir: </span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Sânideki vücub ile tecerrüd. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Mahiyetinin mübayenetiyle adem-i takayyüd. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncüsü:</span> Adem-i tahayyüz ile adem-i tecezzîdir.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci sır:</span> Vücub ve tecerrüdün hadsiz kolaylığa ve nihayetsiz suhulete sebebiyet vermeleri, gayet derin bir sırdır. Onu bir temsil ile fehme takrib edeceğiz. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">Vücut mertebeleri muhteliftir. Ve vücut âlemleri ayrı ayrıdır. Ayrı ayrı oldukları için, vücutta rüsuhu bulunan bir tabaka-i vücudun bir zerresi, o tabakadan daha hafif bir tabaka-i vücudun bir dağı kadardır ve o dağı istiab eder. Meselâ, âlem-i şehadetten olan kafadaki hardal kadar kuvve-i hafıza, âlem-i mânâdan bir kütüphane kadar vücudu içine alır. Ve âlem-i haricîden olan tırnak kadar bir âyine-i vücudun âlem-i misal tabakasından koca bir şehri içine alır. Ve o âlem-i haricîden olan o ayna ve o hafızanın şuurları ve kuvve-i icadiyeleri olsaydı, bir zerrecik vücud-u haricîleri kuvvetiyle, o vücud-u mânevîde ve misalîde hadsiz tasarrufat ve tahavvülât yapabilirlerdi. Demek, vücut rüsuh peydâ ettikçe, kuvvet ziyadeleşir; az bir şey, çok hükmüne geçer. Hususan vücut rüsuh-u tam kazandıktan sonra, maddeden mücerred ise, kayıt altına girmezse, o vakit cüz'î bir cilvesi, sair hafif tabakat-ı vücudun çok âlemlerini çevirebilir. </p><p id="c_paragraf">İşte, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b438.gif" /> -1- , şu kâinatın Sâni-i Zülcelâli, Vâcibü'l-Vücuddur. Yani, Onun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümtenidir, zevâli muhâldir ve tabakat-ı vücudun en râsihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sair tabakat-ı vücut, Onun vücuduna nispeten gayet zayıf bir gölge hükmündedir. Ve o derece Vücud-u Vâcib, râsih ve hakikatli; ve vücud-u mümkünat o derece hafif ve zayıftır ki, Muhyiddin-i Arabî gibi çok ehl-i tahkik, sair tabakat-ı vücudu evham ve hayal derecesine indirmişler, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b569.gif" /> -2-<br />demişler. Yani, "Vâcibü'l-Vücuda nispeten başka şeylere vücut denilmemeli; onlar vücut ünvanına lâyık değillerdir" diye hükmetmişler. </p><p id="c_paragraf">İşte, Vâcibü'l-Vücudun hem vâcib, hem zâtî olan kudretine karşı, mevcudatın hem hâdis, hem ârızî vücutları ve mümkünâtın hem kararsız, hem kuvvetsiz sübutları, elbette nihayet derecede kolay ve hafif gelir. Bütün ruhları haşr-i âzamda ihyâ edip muhakeme etmek, bir baharda, belki bir bahçede, belki bir ağaçta haşir ve neşrettiği yaprak ve çiçek ve meyveler kadar kolaydır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci sır:</span> Mübayenet-i mahiyet ve adem-i takayyüdün kolaylığa sebebiyeti ise şudur ki: </p><p id="c_paragraf">Sâni-i Kâinat, elbette kâinat cinsinden değildir. Mahiyeti, hiçbir mahiyete benzemez. Öyleyse, kâinat dairesindeki mânialar, kayıtlar Onun önüne geçemez, Onun icraatını takyid edemez. Bütün kâinatı birden tasarruf edip çevirebilir. Eğer kâinat yüzündeki görünen tasarrufat ve ef'âl kâinata havale edilse, o kadar müşkülât ve karışıklığa sebebiyet verir ki, hiçbir intizam kalmadığı gibi, hiçbir şey dahi vücutta kalmaz, belki vücuda gelemez. Meselâ, nasıl ki kemerli kubbelerdeki ustalık san'atı o kubbedeki taşlara havale edilse ve bir taburun zabite ait idaresi neferâta bırakılsa, ya hiç vücuda gelmez, veyahut çok müşkülât ve karışıklık içinde, intizamsız bir vaziyet alacak. Halbuki, o kubbelerdeki taşlara vaziyet vermek için, taş nevinden olmayan bir ustaya verilse ve taburdaki neferâtın idaresi, mertebe itibarıyla zabitlik mahiyetini haiz olan bir zabite havale edilse, hem san'at kolay olur, hem tedbir ve idare suhuletli olur. Çünkü taşlar ve neferler birbirine mâni olurlar; usta ve zabit ise, mânisiz, her noktaya bakar, idare eder. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- En yüce sıfatlar Allah'ındır. (Nahl suresi. 60.) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Ondan başka hiçbir varlık yoktur.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">İşte, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b438.gif" /> , Vâcibü'l-Vücudun mahiyet-i kudsiyesi, mahiyet-i mümkünat cinsinden değildir. Belki bütün hakaik-i kâinat, o mahiyetin Esmâ-i Hüsnâsından olan Hak isminin şualarıdır. Madem mahiyet-i mukaddesesi hem Vâcibü'l-Vücuddur, hem maddeden mücerreddir, hem bütün mâhiyâta muhâliftir; misli, misali, mesîli yoktur. Elbette o <b id="eh">Zât-ı Zülcelâl</b>in o kudret-i ezeliyesine nispeten bütün kâinatın idaresi ve terbiyesi, bir bahar, belki bir ağaç kadar kolaydır. Haşr-i âzam ve dâr-ı âhiret, Cennet ve Cehennemin icadı, bir güz mevsiminde ölmüş ağaçların yeniden bir baharda ihyâları kadar kolaydır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü sır:</span> Adem-i tahayyüz ve adem-i tecezzînin nihayet derecede olan kolaylığa sebebiyet vermelerinin sırrı ise şudur ki: </p><p id="c_paragraf">Madem Sâni-i Kadîr mekândan münezzehtir; elbette kudretiyle her mekânda hazır sayılır. Ve madem tecezzî ve inkısam yoktur; elbette herşeye karşı bütün esmâsıyla müteveccih olabilir. Ve madem her yerde hazır ve herşeye müteveccih olur; öyleyse mevcudat ve vesâit ve ecram Onun ef'âline mümânaat etmez, ta'vik etmez; belki hiç lüzum yok. Faraza lüzum olsa, elektriğin telleri gibi ve ağacın dalları gibi ve insanın damarları gibi, eşya, vesile-i teshilât ve vasıta-i vusul-ü hayat ve sebeb-i sürat-i ef'âl hükmüne geçer. Ta'vik, takyid, men ve müdahâle şöyle dursun, belki teshil ve tesri' ve îsâle vesile hükmüne geçer. Demek, Kadîr-i Zülcelâlin tasarrufât-ı kudretine, herşey itaat ve inkıyad cihetinde-ihtiyaç yok; eğer ihtiyaç olsa-kolaylığa vesile olur. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elhasıl:</span> Sâni-i Kadîr, külfetsiz, muâlecesiz, süratle, suhuletle, herşeyi, o şeye lâyık bir surette hâlk eder. Külliyâtı, cüz'iyat kadar kolay icad eder. Cüz'iyâtı, külliyat kadar san'atlı hâlk eder. </p><p id="c_paragraf">Evet, külliyâtı ve semâvâtı ve arzı hâlk eden kim ise, semâvat ve arzda olan cüz'iyâtı ve efrad-ı zîhayatiyeyi hâlk eden elbette yine Odur ve Ondan başka olamaz. Çünkü o küçük cüz'iyat, o külliyâtın meyveleri, çekirdekleri, misal-i musaggarlarıdır. </p><p id="c_paragraf">Hem o cüz'iyâtı icad eden kim ise, cüz'iyâtı ihata eden unsurları ve semâvat ve arzı dahi O hâlk etmiştir. Çünkü, görüyoruz ki, cüz'iyat, külliyâta nispeten birer çekirdek, birer küçük nüsha hükmündedir. Öyleyse, o cüz'îleri hâlk eden Zâtın elinde, anâsır-ı külliye ve semâvat ve arz bulunmalıdır. Tâ ki, hikmetinin düsturlarıyla ve ilminin mizanlarıyla o küllî ve muhit mevcudatın hülâsalarını, mânâlarını, numunelerini, o küçücük misal-i musaggarlar hükmünde olan cüz'iyatta derc edebilsin. Evet, acaib-i san'at ve garaib-i hilkat noktasında cüz'iyat külliyattan geri değil; çiçekler yıldızlardan aşağı değil; çekirdekler ağaçların mâdûnunda değil; belki çekirdekteki nakş-ı kader olan mânevî ağaç, bağdaki nesc-i kudret olan mücessem ağaçtan daha aciptir. Ve hilkat-i insaniye, hilkat-i âlemden daha aciptir. Nasıl ki bir cevher-i ferd üstünde, esir zerrâtıyla bir Kur'ân-ı hikmet yazılsa, semâvat yüzündeki yıldızlarla yazılan bir kur'ân-ı azametten kıymetçe daha ehemmiyetli olabilir. Öyle de, çok küçük cüz'iyatlar var, mu'cizât-ı san'atça külliyattan üstündür.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşincisi:</span> Sabık beyanatımızda, icad-ı mahlûkatta görünen hadsiz kolaylık, gayet derecede çabukluk, nihayetsiz sürat-i ef'âl, nihayetsiz suhuletle icad-ı eşyanın sırlarını, hikmetlerini bir derece gösterdik. İşte şu nihayetsiz sürat ve hadsiz suhuletle vücud-u eşya, ehl-i hidayete şöyle kati bir kanaat verir ki: </p><p id="c_paragraf">Mahlûkatı icad eden Zâtın kudretine nispeten Cennetler, baharlar kadar; baharlar, bahçeler kadar; bahçeler, çiçekler kadar kolay gelir; </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b571.gif" /> -1-</center><br /><p>sırrıyla, nev-i beşerin haşir ve neşri, birtek nefsin imâte ve ihyâsı gibi suhuletlidir; </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b572.gif" /> -2- </center><br /><p>tasrihiyle, bütün insanları haşirde ihyâ etmek, istirahat için dağılan bir orduyu, bir boru sesiyle toplamak kadar kolaydır. </p><br /><p id="c_paragraf">İşte şu hadsiz sürat ve nihayetsiz suhulet, bilbedâhe, kudret-i Sâniin kemâline ve herşey Ona nispeten kolay olduğuna delil-i kati ve bürhan-ı yakînî olduğu hâlde, ehl-i dalâletin nazarında Sâniin kudretiyle eşyanın teşkili ve icadı-ki vücub derecesinde suhuletlidir-bin derece muhâl olan kendi kendine teşekkül ile iltibasa sebep olmuştur. Yine bazı âdi şeylerin vücuda gelmelerini çok kolay gördükleri için, onların teşkilini, "teşekkül" tevehhüm ediyorlar. Yani, "icad edilmiyorlar, belki kendi kendine vücut buluyorlar." İşte, gel, ahmaklığın nihayetsiz derecâtına bak ki, nihayetsiz bir kudretin delilini, onun ademine delil yapar, nihayetsiz muhâlât kapısını açar. Çünkü o hâlde, Sâni-i Âleme lâzım olan nihayetsiz kudret ve muhit ilim gibi evsâf-ı kemal, her mahlûkun her zerresine verilmek lâzım gelir, tâ kendi kendine teşekkül edebilsin. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">On Birinci Kelime</span></p><br /><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b573.gif" /> Yani, dâr-ı fâniden dâr-ı bâkiye dönülecek ve Kadîm-i Bâkînin makarr-ı saltanat-ı ebediyesine gidilecek ve kesret-i esbabdan Vâhid-i Zülcelâlin daire-i kudretine gidilecek, dünyadan âhirete geçilecek. Merciiniz Onun dergâhıdır, melceiniz Onun rahmetidir. Ve hâkezâ... </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir." (Lokman Sûresi: 31:28.) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "Tek bir sesledir ki, hepsi birden toplanıp huzurumuza getirilirler." (Yâsin Sûresi: 36:53.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Şu kelimenin bunlar gibi ifade ettiği pek çok hakikatler var. Şu hakikatlerin içinde, saadet-i ebediye ile Cennete döneceğinizi ifade eden hakikat ise, Onuncu Sözün on iki bürhan-ı katî-yi yakîniyle ve Yirmi Dokuzuncu Sözün pek çok delâil-i katıayı tazammun eden altı esasıyla o derece kati ispat edilmiştir ki, başka beyana hâcet bırakmıyor. Gurub eden güneşin ertesi sabah yeniden tulû edeceği katiyetinde o iki Söz ispat etmişler ki, şu dünyanın mânevî güneşi olan hayat dahi, harab-ı dünya ile gurubundan sonra, haşrin sabahında bâki bir surette tulû edecektir. Ve cin ve insin bir kısmı saadet-i ebediyeye ve bir kısmı da şekavet-i ebediyeye mazhar olacaktır. </p><p id="c_paragraf">Madem Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözler bu hakikati kemâliyle ispat etmişler. Sözü onlara havale edip, yalnız deriz ki: </p><p id="c_paragraf">Sabık beyanatta kati ispat edildiği üzere, nihayetsiz bir ilm-i muhit ve hadsiz bir irade-i külliye ve nihayetsiz bir kudret-i mutlaka sahibi olan şu kâinatın Sâni-i Hakîmi ve şu insanların Hâlık-ı Rahîmi, bütün semâvî kitapları ve fermanlarıyla Cenneti ve saadet-i ebediyeyi nev-i beşerin ehl-i imanına vaad etmiştir. Madem vaad etmiştir, elbette yapacaktır. Çünkü vaadinde hulf etmek Ona muhâldir. Çünkü vaadini ifa etmemek, gayet çirkin bir noksandır. Kâmil-i Mutlak, noksandan münezzeh ve mukaddestir. Vaad ettiğini yapmamak, ya cehlinden veya aczinden yapamaz. Halbuki, o <b id="eh">Kadîr-i Mutlak</b>ve Alîm-i Külli Şey hakkında cehil ve acz muhâl olduğundan, hulf-ü vaad dahi muhâldir. </p><p id="c_paragraf">Hem başta Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm olarak bütün enbiya ve evliya ve asfiya ve ehl-i iman, mütemâdiyen o Rahîm-i Kerîmden, vaad ettiği saadet-i ebediyeyi rica edip yalvarıyorlar ve niyaz edip istiyorlar. </p><p id="c_paragraf">Hem bütün Esmâ-i Hüsnâ ile beraber istiyorlar. Çünkü, başta şefkati ve rahmeti, adaleti ve hikmeti ve Rahmân ve Rahîm, Âdil ve Hakîm isimleri ve rububiyeti ve saltanatı ve Rab ve Allah isimleri gibi ekser Esmâ-i Hüsnâyı, daire-i âhireti ve saadet-i ebediyeyi iktiza ve istilzam ederler ve tahakkukuna şehadet ve delâlet ediyorlar. Belki, Onuncu Sözde ispat edildiği gibi, bütün mevcudat bütün hakaikiyle dâr-ı âhirete işaret ediyorlar. </p><p id="c_paragraf">Hem, fermân-ı âzam olan Kur'ân-ı Hakîm, binler âyât ve beyyinâtıyla ve berâhin-i sadıka-i katiyesiyle o hakikati gösteriyor ve talim ediyor. Ve nev-i beşerin mâbihi'l-iftiharı olan Habib-i Ekrem, binler mu'cizât-ı bâhireye istinad ederek, bütün hayatında, bütün kuvvetiyle o hakikati ders vermiş, ispat etmiş, ilân etmiş, görmüş ve göstermiş. </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b574.gif" /></center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Allahım! Ona, âline ve ashabına, Cennetteki ehl-i Cennetin nefesleri sayısınca salât ve selâm et ve bereket ihsan et. Bizi, bu kitabın naşirini, arkadaşlarını, sahibi olan Said'i, anne ve babalarımızı, erkek ve kız kardeşlerimizi, onun sancağı altında saidler olarak haşret; bizi onun şefaatiyle rızıklandır; bizi, onun âl ve ashabıyla beraber, rahmetinle Cennete koy, ey Erhamürrâhimîn. Âmin, âmin.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b913.gif" /> -1- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b925.gif" /> -2- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b926.gif" /> -3- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b927.gif" /> -4- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b457.gif" /> -5- </center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Ey Rabbimiz, unutur veya hataya düşer de bir kusur işlersek bizi onunla hesaba çekme." (Bakara Sûresi: 2:286. )</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalblerimizi sapıklığa meylettirme. Yüce katından bize bir rahmet bağışla. Muhakkak ki veren Sensin, dua edip istediklerimizi bize bağışlayan Sensin." (Âl-i İmrân Sû-resi, 3:8. )</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- "Ey Rabbim, gönlüme genişlik ver. İşimi kolaylaştır. Dilimdeki tutukluğu çöz-tâ ki sözümü iyice anlasınlar." (Tâhâ Sûresi: 20:25-28.) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">4- "Dualarımızı kabul et, ey Rabbimiz. Herşeyi hakkıyla işiten de, herşeyi hakkıyla bilen de ancak Sensin." (Bakara Sûresi: 2:127.) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">"Tevbemizi kabul et. Muhakkak ki tevbeleri çok ka-bul eden ve rahmeti herşeyi kuşatan ancak Sensin." (Bakara Sûresi: 2:128.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">5- "Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Sensin." (Bakara Sûresi: 2:32.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="FONT-WEIGHT: bold; COLOR: rgb(255,0,0)"><span style="font-size:180%;"><br /></span></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi" style="font-size:180%;">Yirminci Mektubun Onuncu Kelimesine Zeyl </span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b635.gif" /> -1- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b524.gif" /> -2- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b424.gif" /> -3- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b577.gif" /> -4- </center><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sual:</span> Sen çok yerlerde demişsin ki: "Vahdette nihayet derecede kolaylık var; kesrette ve şirkte nihayet müşkülât oluyor. Vahdette vücub derecesinde bir suhulet var; şirkte imtinâ derecesinde bir suubet var" diyorsun. Halbuki, gösterdiğin müşkülât ve muhâlât, vahdet tarafında da cereyan eder. Meselâ, diyorsun: "Eğer zerreler memur olmazlarsa, herbir zerrede, ya bir ilm-i muhit veya bir kudret-i mutlaka veya hadsiz mânevî makineler, matbaalar bulunmak lâzım gelir. Bu ise yüz derece muhâldir." Halbuki, o zerreler memur-u İlâhî de olsalar, yine öyle bir mazhariyet lâzım gelir-tâ hadsiz muntazam vazifelerini yapabilsinler. Bunun hâllini isterim. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Çok Sözlerde izah ve ispat etmişiz ki, bütün mevcudat birtek Sânie verilse, birtek mevcut gibi kolay ve suhuletli olur. Eğer müteaddit esbaba ve tabiata isnad edilse, birtek sinek semâvat kadar, bir çiçek bir bahar kadar, bir meyve bir bahçe kadar müşkülâtlı ve suubetli olur. Madem şu mesele başka Sözlerde izah ve ispat edilmiş; onlara havale edip, şurada yalnız üç işaretle o hakikate karşı nefsin itmi'nânını temin edecek üç temsil beyan edeceğiz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci Temsil:</span> Meselâ şeffaf, parlak bir zerrecik, bizzat kendi başıyla bir kibrit başı kadar bir nur içinde yerleşmez ve ona masdar olamaz. Kendi cirmi kadar ve mahiyeti miktarınca, bil'asâle, cüz'î, zerre gibi bir nuru olabilir. Fakat o zerrecik, güneşe intisap edip, ona karşı gözünü açıp baksa, o vakit o koca güneşi ziyasıyla, elvân-ı seb'asıyla, hararetiyle, hattâ mesafesiyle içine alabilir ve bir nevi tecellî-i âzamına mazhar olur. Demek, o zerre kendi kendine kalsa, bir zerre kadar ancak iş görebilir. Eğer güneşe memur ve mensup ve mir'at sayılsa, güneş gibi, güneşin icraatındaki bir kısım cüz'î numunelerini gösterebilir. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Onun adıyla. O her kusurdan münezzehtir. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">4- "Haberiniz olsun ki, kalbler ancak Allah'ın zikriyle huzura kavuşur." (Ra'd Sûresi: 13:28.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">"Birçok geçimsiz kimsenin ortaklığı altındaki bir köleyi, Allah misal olarak verdi." (Zümer Sûresi: 39:29. )</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">İşte, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b438.gif" /> -1- , herbir mevcut, hattâ herbir zerre, eğer kesrete ve şirke ve esbaba ve tabiata ve kendi kendine isnad edilse, o vakit herbir zerre, herbir mevcut, ya bir ilm-i muhit ve kudret-i mutlaka sahibi olmalı; veyahut hadsiz mânevî makine ve matbaalar içinde teşekkül etmeli-tâ ona tevdi edilen acip vazifeleri yapabilsin. Eğer o zerreler Vâhid-i Ehade isnad edilse, o vakit herbir masnu, herbir zerre Ona mensup olur, Onun memuru hükmüne geçer. Şu intisabı, onu tecellîye mazhar eder. Bu mazhariyet ve intisapla, nihayetsiz bir ilim ve kudrete istinad eder. Hâlıkının kuvvetiyle, milyonlar defa kuvvet-i zâtîsinden fazla işleri, vazifeleri, o intisap ve istinad sırrıyla yapar. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Temsil:</span> Meselâ iki kardeş var. Birisi cesur, kendine güvenir; diğeri hamiyetli, milliyetperverdir. </p><p id="c_paragraf">Bir muharebe zamanında, kendine güvenen adam devlete intisap etmez, kendi başıyla iş görmek ister. Kendi kuvvetinin membalarını belinde taşımaya mecbur olur. Teçhizatını, cephanelerini kendi kuvvetine göre çekmeye muztardır. O şahsî ve küçük kuvvet miktarınca, düşman ordusunun bir onbaşısıyla ancak mücadele eder; fazla birşey elinden gelmez. </p><p id="c_paragraf">Öteki kardeş kendine güvenmiyor ve kendisini âciz, kuvvetsiz biliyor; padişaha intisap etti, askere kaydedildi. O intisapla, koca bir ordu, ona nokta-i istinad oldu. Ve o istinadla, arkasında, padişahın himmetiyle bir ordunun mânevî kuvveti tahşid edilebilir bir kuvve-i mâneviye ile harbe atıldı. Tâ düşmanın mağlûp ordusu içindeki şahın büyük bir müşirine rast geldi. Kendi padişahı namına, "Seni esir ediyorum, gel" der, esir eder, getirir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Şu hâlin sırrı ve hikmeti şudur ki: </span></p><p id="c_paragraf">Evvelki başıbozuk, kendi memba-ı kuvvetini ve teçhizatını kendisi taşımaya mecbur olduğu için, gayet cüz'î iş görebilirdi. Şu memur ise, kendi kuvvetinin membaını taşımaya mecbur değil; belki onu ordu ve padişah taşıyor. Mevcut telgraf ve telefon teline makinesini küçük bir telle raptetmek gibi, şu adam bu intisapla kendini o hadsiz kuvvete rapteder. </p><p id="c_paragraf">İşte, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b438.gif" /> -1-, eğer her mahlûk, her zerre doğrudan doğruya Vâhid-i Ehade isnad edilse ve onlar ona intisap etseler, o vakit o intisap kuvvetiyle ve Seyyidinin havliyle, emriyle, karınca Firavunun sarayını başına yıkar, başaşağı atar; sinek Nemrud'u gebertip Cehenneme atar; bir mikrop, en cebbar bir zalimi kabre sokar; buğday tanesi kadar çam çekirdeği, bir dağ gibi bir çam ağacının tezgâhı ve makinesi hükmüne geçer; havanın zerresi, bütün çiçeklerin, meyvelerin ayrı ayrı işlerinde, teşekkülâtlarında muntazaman, güzelce çalışabilir. Bütün bu kolaylık, bilbedâhe, memuriyet ve intisaptan ileri geliyor. Eğer iş başıbozukluğa dönse, esbaba ve kesrete ve kendi kendilerine bırakılıp şirk yolunda gidilse, o vakit herşey cirmi kadar ve şuuru miktarınca iş görebilir. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- En yüce sıfatlar Allah'ındır. (Nahl Sûresi: 60.)<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Temsil:</span> Meselâ iki arkadaş var; hiç görmedikleri bir memleketin ahvâline dair istatistikli bir nevi coğrafya yazmak istiyorlar. </p><p id="c_paragraf">Birisi, o memleketin padişahına intisap edip, telgraf ve telefon dairesine girer. On paralık bir telle kendi telefon makinesini devletin teline rapteder. Her yerle görüşür, muhabere eder, malûmat alır. Gayet muntazam ve mükemmel coğrafya istatistiğine ait san'atkârâne bir eser yapar. </p><p id="c_paragraf">Öteki arkadaş ise, ya elli sene mütemadiyen gezecek ve müşkülâtla her yeri görüp her hadiseyi işitecek; veyahut milyonlarla lirayı sarf edip, devletin tel ve telefon temdidatı kadar ve padişah gibi telgraf sahibi olacak. Tâ, evvelki arkadaşı gibi o mükemmel eseri yapsın. Öyle de, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b438.gif" /> -1-, eğer hadsiz eşya ve mahlûkat Vâhid-i Ehade verilse, o vakit o irtibatla herşey birer mazhar olur. O Şems-i Ezelînin tecellîsine mazhariyetle, kavânin-i hikmetine ve desâtir-i ilmiyesine ve nevâmis-i kudretine irtibat peydâ eder. O vakit, havl ve kuvvet-i İlâhiye ile herşeyi görür bir gözü ve her yere bakar bir yüzü ve her işe geçer bir sözü hükmünde bir cilve-i Rabbâniyeye mazhar olur. Eğer o intisap kesilse, o şey, bütün eşyadan dahi inkıta eder, cirmi kadar bir küçüklüğe sığışır. O hâlde bir ulûhiyet-i mutlaka sahibi olmalı ki, evvelki vaziyette gördüğü işleri görebilsin. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elhasıl:</span> Vahdet ve İmân yolunda, vücub derecesinde bir suhulet ve kolaylık var. Şirk ve esbabda, imtinâ derecesinde müşkülât ve suubet var. Çünkü bir vâhid, külfetsiz olarak, kesîr eşyaya bir vaziyet verir ve bir neticeyi istihsal eder. Eğer o vaziyeti almayı ve o neticeyi istihsal etmeyi, o eşya-yı kesîreye havale edilse, o vakit pek çok külfetle ve pek çok hareketlerle ancak o vaziyet alınır ve o netice istihsal edilir. </p><p id="c_paragraf">Meselâ, Üçüncü Mektupta denildiği gibi, semâvat meydanında, şems ve kamer kumandası altında yıldızlar ordusunu harekete getirmekle, her gece ve her sene, şâşaalı, tesbihkârâne bir seyeran ve cereyan vermek demek olan cazibedar, sevimli vaziyet-i semâviye ve mevsimlerin değişmesi gibi büyük maslahatların vücut bulması demek olan o ulvî, hikmetli netice-i arziye, eğer vahdete verilse, o Sultan-ı Ezel, kolayca, küre-i arz gibi bir neferi o vaziyet ve o netice için ecrâm-ı ulviyeye kumandan tayin eder. O vakit, arz, emir aldıktan sonra, memuriyet neşesinden, Mevlevî gibi zikir ve semâa kalkar, az bir masrafla o güzel vaziyet hâsıl olur, o mühim netice vücut bulur. Eğer arza "Sen dur, karışma" denilse ve o netice ve o vaziyetin istihsali de semâvâta havale edilse ve vahdetten kesrete ve şirke gidilse, her gün ve her sene, binler derece küre-i arzdan büyük olan milyonlar adedince yıldızlar hareket etmek, milyarlar sene mesafeyi yirmi dört saatte ve bir senede kestirmek lâzımdır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Netice-i meram:</span> Kur'ân ve ehl-i iman, hadsiz masnuatı bir Sâni-i Vâhide verir, doğrudan doğruya her işi Ona isnad eder, vücub derecesinde suhuletli bir yolda gider, sevk eder. Ve ehl-i şirk ve tuğyan, bir masnu-u vâhidi hadsiz esbaba isnad ederek, imtinâ derecesinde suubetli bir yolda gider. Şu hâlde, Kur'ân yolunda bütün masnuat ile, dalâlet yolunda bir masnu-u vâhid beraberdirler. Hattâ, belki bütün eşyanın vâhidden suduru, bir vâhidin hadsiz eşyadan sudurundan çok derece eshel ve kolaydır. Nasıl ki bir zabit, bin neferin tedbirini bir nefer gibi kolay yapar. Ve bir neferin tedbiri bin zabite havale edilse, bin nefer kadar müşkülâtlı olur, keşmekeşe sebebiyet verir. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- En yüce sıfatlar Allah'ındır. (Nahl Sûresi: 60.)<br /></p><p id="c_paragraf">İşte şu hakikati, şu âyet-i azîme, ehl-i şirkin başına vuruyor, dağıtıyor: </p><br /><center><div id="c_Border"><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b581.gif" /> -1- </center></div><br /><div id="c_Border"><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b457.gif" /> -2- </center></div><br /><div id="c_Border"><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b583.gif" /><br />-3- </center></div></center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Birçok geçimsiz kimsenin ortaklığı altındaki bir köle ile, tek bir efendiye bağlı olan bir köleyi Allah misal olarak verdi. Bu ikisinin durumu bir olur mu? Hamd Allah'a mahsustur; lâkin onların çoğu bunu bilmez." (Zümer Sûresi: 39:29.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Sensin." (Bakara Sûresi: 2:32.)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- Allahım! Efendimiz Muhammed'e ve bütün âl ve ashabına, kâinatın zerrâtı adedince salât ve selâm et. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Ey Ehad ve Vâhid ve Samed olan, </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Ey Ondan başka hiçbir ilâh bulunmayan, </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Ey bir olan ve hiçbir şeriki bulunmayan, </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Ey bütün mülk Onun olan ve bütün hamd ona mahsus olan, </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Ey hayatı veren ve ölümü veren, </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Ey bütün hayır elinde bulunan, </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Ey herşeye hakkıyla kadir olan, </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Ey bütün mahlûkatın dönüşü Ona olan Allahım! </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Bu kelimelerin hakkı için, bu risalenin naşirini, arkadaşlarını ve sahibi Said'i kâmil muvahhidlerden ve muhakkik sıddıklardan ve müttakî mü'minlerden eyle. Âmin. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Allahım! Ehadiyetinin sırrı hürmetine, bu kitabın naşirini tevhidin esrarına bir naşir, kalbini imanın envârına mazhar eyle ve lisanını Kur'ân'ın hakaikiyle intak et. Âmin, âmin, âmin.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p>İbrahimhttp://www.blogger.com/profile/14965094735125295317noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-431105105679572355.post-10264462117539047852008-09-03T12:08:00.000-07:002009-11-25T13:08:12.251-08:00ON DOKUZUNCU MEKTUP-10.İŞARET<center><span id="c_RisaleAdi">ON DOKUZUNCU MEKTUP</span></center><br /><p id="c_paragraf">Bu risale, üç yüzden fazla mu'cizâtı beyan eder. Risalet-i Ahmediyenin (a.s.m.) mucizesini beyan ettiği gibi, kendisi de o mucizenin bir kerametidir. Üç dört nev ile harika olmuştur: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Nakil ve rivayet olmakla beraber, yüz sayfadan fazla olduğu halde, kitaplara müracaat edilmeden, ezber olarak, dağ, bağ köşelerinde, üç dört gün zarfında, her günde iki üç saat çalışmak şartıyla, mecmuu on iki saatte telif edilmesi, harika bir vakıadır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Bu risale, uzunluğuyla beraber, ne yazması usanç verir ve ne de okuması halâvetini kaybeder. Tembel ehl-i kalemi öyle bir şevk ve gayrete getirdi ki, bu sıkıntılı ve usançlı bir zamanda, bu civarda, bir sene zarfında yetmiş adede yakın nüshalar yazıldığı, o mucize-i risaletin bir kerameti olduğunu, muttali olanlara kanaat verdi. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncüsü:</span> Acemî ve tevafuktan haberi yok ve bize de daha tevafuk tezahür etmeden evvel onun ve başka sekiz müstensihin birbirini görmeden yazdıkları nüshalarda, lâfz-ı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kelimesi, bütün risalede ve lâfz-ı Kur'ân beşinci parçasında öyle bir tarzda tevafuk etmeleri göründü ki, zerre miktar insafı olan, tesadüfe vermez. Kim görmüşse kati hükmediyor ki, bu bir sırr-ı gaybîdir, mucize-i Ahmediyenin (a.s.m.) bir kerametidir. </p><p id="c_paragraf">Şu risalenin başındaki esaslar çok mühimdirler. Hem şu risaledeki ehâdis, hemen umumen eimme-i hadisçe makbul ve sahih olmakla beraber, en kati hâdisât-ı risaleti beyan ediyorlar. O risalenin mezâyâsını söylemek lâzım gelse, o risale kadar bir eser yazmak lâzım geldiğinden, müştak olanları, onu bir kere okumasına havale ediyoruz. </p><p id="c_sagayasla" align="justify"><span id="c_c_kalin">Said Nursî </span></p><br /><center><span id="c_RisaleAdi">İHTAR </span></center><br /><p id="c_paragraf">Şu risalede çok ehâdis-i şerife nakletmişim. Yanımda kütüb-ü hadisiye bulunmuyor. Yazdığım hadislerin lâfzında yanlışım varsa, ya tashih edilsin, veyahut "hadis-i bilmânâdır" denilsin. Çünkü, kavl-i râcih odur ki, "Nakl-i hadis-i bilmânâ caizdir." Yani, hadisin yalnız mânâsını alıp, lâfzını kendi zikreder. Madem öyledir; lâfzında yanlışım varsa, hadis-i bilmânâ nazarıyla bakılsın.<br /></p><center><span id="c_RisaleAdi">MU'CİZAT-I AHMEDİYE (a.s.m.) </span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b635.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b524.gif" /> -1- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b424.gif" /></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b255.gif" />-2- </center><br /><p>ilâ âhir. </p><br /><p id="c_paragraf">Risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) dair On Dokuzuncu Sözle Otuz Birinci Söz, nübüvvet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) delâil-i katiye ile ispat ettiklerinden, ispat cihetini onlara havale edip, yalnız onlara bir tetimme olarak, On Dokuz Nükteli İşaretler ile, o büyük hakikatin bazı lem'alarını göstereceğiz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Birinci Nükteli İşaret</span></p><p id="c_paragraf">Şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve her şeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve her şeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faydaları irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak; elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. </p><p id="c_paragraf">Madem zîfikirle konuşacak; elbette zîşuurun içinde en cemiyetli ve şuuru küllî olan insan neviyle konuşacaktır. </p><p id="c_paragraf">Madem insan neviyle konuşacak; elbette insanlar içinde kabil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet">1- Onun adıyla. O her kusurdan münezzehtir. Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin.<br />2- Bütün dinlere üstün kılmak üzere Resulünü hidayet ve hak din ile gönderen Odur. Buna şahit olarak Allah yeter. Muhammed Allah'ın Resulüdür. (Fetih Sûresi: 48:28-29.)</p><p id="c_paragraf">Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev-i beşere muktedâ olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidatta ve en âli ahlâkta ve nev-i beşerin humsu ona iktidâ etmiş ve nısf-ı arz onun hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üç yüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip ona dua-yı rahmet ve saadet edip ona medih ve muhabbet etmiş olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş; ve resul yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">İkinci Nükteli İşaret </span></p><p id="c_paragraf">Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm iddia-yı nübüvvet etmiş, Kur'ân-ı Azîmüşşan gibi bir ferman-ı göstermiş ve ehl-i tahkikin yanında bine kadar mu'cizât-ı bâhireyi göstermiştir. O mu'cizât, heyet-i mecmuasıyla, dâvâ-yı nübüvvetin vukuu kadar vücutları katidir. Kur'ân-ı Hakîmin çok yerlerinde en muannid kâfirlerden naklettiği sihir isnad etmeleri gösteriyor ki, o muannid kâfirler dahi mu'cizâtın vücutlarını ve vukularını inkâr edemiyorlar. Yalnız, kendilerini aldatmak veya etbâlarını kandırmak için (hâşâ) sihir demişler. </p><p>Evet, mu'cizât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) yüz tevatür kuvvetinde bir katiyeti vardır. Mucize ise, Hâlık-ı Kâinat tarafından, onun dâvâsına bir tasdiktir, "Sadakte" -1- hükmüne geçer. Nasıl ki, sen bir padişahın meclisinde ve daire-i nazarında desen ki, "Padişah beni filân işe memur etmiş." Senden o dâvâya bir delil istenilse, padişah "Evet" dese, nasıl seni tasdik eder. Öyle de, âdetini ve vaziyetini senin iltimasınla değiştirirse, "Evet" sözünden daha kati, daha sağlam, senin dâvânı tasdik eder. </p><br /><p id="c_paragraf">Öyle de, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dâvâ etmiş ki: </p><p id="c_paragraf">"Ben, şu kâinat Hâlıkının mebusuyum. Delilim de şudur ki: Müstemir âdetini, benim dua ve iltimasımla değiştirecek. İşte, parmaklarıma bakınız, beş musluklu bir çeşme gibi akıttırıyor. Kamere bakınız, bir parmağımın işaretiyle iki parça ediyor. Şu ağaca bakınız, beni tasdik için yanıma geliyor, şehadet ediyor. Şu bir parça taama bakınız, iki üç adama ancak kâfi geldiği halde, işte, iki yüz, üç yüz adamı tok ediyor." </p><p id="c_paragraf">Ve hâkezâ, yüzer mu'cizâtı böyle göstermiştir. </p><p id="c_paragraf">Şimdi, şu zâtın delâil-i sıdkı ve berâhin-i nübüvveti, yalnız mu'cizâtına münhasır değildir. Belki, ehl-i dikkat için, hemen umum harekâtı ve ef'âli, ahval ve akvâli, ahlâk ve etvârı, sîret ve sureti, sıdkını ve ciddiyetini ispat eder. Hattâ, meşhur ulema-i Benî İsrailiyeden Abdullah ibni Selâm gibi pek çok zatlar, yalnız o Zât-ı Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın simasını görmekle, "Şu simada yalan yok; şu yüzde hile olamaz" -2- diyerek imana gelmişler. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet">1- Doğru Söyledin<br />2- Suyuti, El-Hasais1:1473; Kadı İyaz, eş-Şifa, 1:207; Mişkatü'-Mesabih, Hadis no:5870.</p><p id="c_paragraf">Çendan muhakkıkîn-i ulema, delâil-i nübüvveti ve mu'cizâtı bin kadar demişler; fakat binler, belki yüz binler delâil-i nübüvvet vardır. Ve yüz binler yolla yüz binler muhtelif fikirli adamlar, o zâtın nübüvvetini tasdik etmişler. Yalnız Kur'ân-ı Hakîmde kırk vech-i i'câzdan başka, nübüvvet-i Ahmediyenin (a.s.m.) bin bürhanını gösteriyor. </p><p id="c_paragraf">Hem madem nev-i beşerde nübüvvet vardır. Ve yüz binler zat, nübüvvet dâvâ edip mucize gösterenler gelip geçmişler. Elbette, umumun fevkinde bir katiyetle, nübüvvet-i Ahmediye (a.s.m.) sabittir. Çünkü, İsâ Aleyhisselâm ve Mûsâ Aleyhisselâm gibi umum resullere nebî dedirten ve risaletlerine medar olan delâil ve evsaf ve vaziyetler ve ümmetlerine karşı muameleler, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmda daha ekmel, daha câmi bir surette mevcuttur. </p><p id="c_paragraf">Madem hükm-ü nübüvvetin illeti ve sebebi, zât-ı Ahmedîde (a.s.m.) daha mükemmel mevcuttur. Elbette, hükm-ü nübüvvet, umum enbiyadan daha vâzıh bir katiyetle ona sabittir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Üçüncü Nükteli İşaret </span></p><p id="c_paragraf">Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mu'cizâtı çok mütenevvidir. Risaleti umumî olduğu için, hemen ekser envâ-ı kâinattan birer mucizeye mazhardır. Güya, nasıl ki bir padişah-ı zîşânın bir yaver-i ekremi, mütenevvi hediyelerle muhtelif akvâmın mecmaı olan bir şehre geldiği vakit, her taife onun istikbaline bir mümessil gönderir, kendi taifesi lisanıyla ona hoşâmedî eder, onu alkışlar. Öyle de, <b id="eh">Sultân-ı Ezel ve Ebed</b>in en büyük yaveri olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, âleme teşrif edip ve küre-i arzın ahalisi olan nev-i beşere mebus olarak geldiği ve umum kâinatın Hâlıkı tarafından umum kâinatın hakaikine karşı alâkadar olan envâr-ı hakikat ve hedâyâ-yı mâneviyeyi getirdiği zaman, taştan, sudan, ağaçtan, hayvandan, insandan tut, tâ aydan, güneşten yıldızlara kadar her taife kendi lisan-ı mahsusuyla ve ellerinde birer mucizesini taşımasıyla, onun nübüvvetini alkışlamış ve hoşâmedî demiş. </p><p id="c_paragraf">Şimdi, o mu'cizâtın umumunu bahsetmek için ciltlerle yazı yazmak lâzım gelir. Muhakkikîn-i asfiya, delâil-i nübüvvetin tafsilâtına dair çok ciltler yazmışlar. Biz, yalnız icmâlî işaretler nevinden, o mu'cizâtın kati ve mânevî mütevatir olan küllî envâına işaret ederiz. </p><p id="c_paragraf">İşte, nübüvvet-i Ahmediyenin (a.s.m.) delâili, evvelâ iki kısımdır: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birisi</span>, "irhasat" denilen, nübüvvetten evvel ve velâdeti vaktinde zuhur eden harikulâde hallerdir.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci kısım</span>, sair delâil-i nübüvvettir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci kısım da iki kısımdır:</span> Biri, ondan sonra, fakat nübüvvetini tasdiken zuhura gelen harikalardır. İkincisi, Asr-ı Saadetinde mazhar olduğu harikalardır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Şu ikinci kısım dahi iki kısımdır:</span> Biri, zâtında, sîretinde, suretinde, ahlâkında, kemâlinde zâhir olan delâil-i nübüvvettir. İkincisi, âfâkî, haricî şeylerde mazhar olduğu mu'cizâttır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Şu ikinci kısım dahi iki kısımdır: </span>Biri mânevî ve Kur'ânîdir. Diğeri maddî ve ekvânîdir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Şu ikinci kısım dahi iki kısımdır: </span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Biri:</span> Dâvâ-yı nübüvvet vaktinde, ehl-i küfrün inadını kırmak veyahut ehl-i imanın kuvvet-i imanını ziyadeleştirmek için zuhura gelen harikulâde mu'cizâttır. Şakk-ı kamer ve parmağından suyun akması ve az taamla çokları doyurması ve hayvan ve ağaç ve taşın konuşması gibi yirmi nevi ve herbir nevi mânevî tevatür derecesinde ve herbir nevin de çok mükerrer efradı vardır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci kısım,</span> istikbalde ihbar ettiği hadiselerdir ki, Cenâb-ı Hakkın talimiyle o da haber vermiş, haber verdiği gibi doğru çıkmıştır. </p><p id="c_paragraf">İşte, biz de şu âhir ki kısımdan başlayıp icmâlî bir fihriste göstereceğiz. <sup id="c_supa">Haşiye</sup> </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Dördüncü Nükteli İşaret </span></p><p id="c_paragraf">Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın, Allâmü'l-Guyûbun talimiyle haber verdiği umur-u gaybiye, had ve hesaba gelmez. İ'câz-ı Kur'ân'a dair olan Yirmi Beşinci Sözde envâına işaret ve bir derece izah ve ispat ettiğimizden, geçmiş zamana dair ve enbiya-yı sabıkaya dair ve hakaik-i İlâhiyeye ve hakaik-i kevniyeye ve hakaik-i uhreviyeye dair ihbârât-ı gaybiyelerini Yirmi Beşinci Söze havale edip, şimdilik bahsetmeyeceğiz. Yalnız, kendinden sonra Sahabe ve Âl-i Beytin başına gelen ve ümmetin ileride mazhar olacağı hâdisâta dair pek çok ihbârât-ı sadıka-i gaybiyesi kısmından, cüz'î birkaç misaline işaret edeceğiz. Ve şu hakikat tamamıyla anlaşılmak için, Altı Esas, mukaddime olarak beyan edeceğiz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci Esas:</span> Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın, çendan her hali ve her tavrı, sıdkına ve nübüvvetine şahit olabilir. Fakat her hali, her tavrı harikulâde olmak lâzım değildir. Çünkü, Cenâb-ı Hak onu beşer suretinde göndermiş, tâ insanın ahvâl-i içtimaiyelerinde ve dünyevî, uhrevî saadetlerini kazandıracak a'mâl ve harekâtlarında rehber olsun ve imam olsun ve herbiri birer mu'cizât-ı kudret-i İlâhiye olan âdiyat içindeki harikulâde olan san'at-ı Rabbâniyeyi ve tasarruf-u kudret-i İlâhiyeyi göstersin. Eğer ef'âlinde beşeriyetten çıkıp harikulâde olsaydı, bizzat imam olamazdı; ef'âliyle, ahvâliyle, etvârıyla ders veremezdi. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- Haşiye --><p id="c_hasiye"><span style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_c_kalin">Haşiye:</span> Maatteessüf niyet ettiğim gibi yazamadım. İhtiyarsız olarak nasıl kalbe geldi, öyle yazıldı. Şu taksi-mattaki tertibi tamamıyla müraat edemedim.<br /></p><p id="c_hasiye"><br /></p><p id="c_paragraf">Fakat, yalnız nübüvvetini muannidlere karşı ispat etmek için harikulâde işlere mazhar olur ve indelhâce, ara sıra mu'cizâtı gösterirdi. Fakat, sırr-ı teklif olan imtihan ve tecrübe muktezasıyla, elbette bedâhet derecesinde ve ister istemez tasdike mecbur kalacak derecede mucize olmazdı. Çünkü, sırr-ı imtihan ve hikmet-i teklif iktiza eder ki, akla kapı açılsın ve aklın ihtiyarı elinden alınmasın. Eğer gayet bedihî bir surette olsa, o vakit aklın ihtiyarı kalmaz, Ebu Cehil de Ebu Bekir gibi tasdik eder, imtihan ve teklifin faydası kalmaz, kömürle elmas bir seviyede kalırdı. </p><p id="c_paragraf">Câ-yı hayrettir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın, mübalâğasız binler vecihte binler çeşit insan, herbiri birtek mucizesiyle veya bir delil-i nübüvvetle veya bir kelâmıyla veya yüzünü görmesiyle, ve hâkezâ, birer alâmetiyle İmân getirdikleri halde, bütün bu binler ayrı ayrı insanları ve müdakkik ve mütefekkirleri imana getiren bütün o binler delâil-i nübüvveti, nakl-i sahihle ve âsâr-ı katiye ile şimdiki bedbaht bir kısım insanlara kâfi gelmiyor gibi, dalâlete sapıyorlar. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Esas:</span> Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hem beşerdir, beşeriyet itibarıyla beşer gibi muamele eder; hem resuldür, risalet itibarıyla Cenâb-ı Hakkın tercümanıdır, elçisidir. Risaleti, vahye istinad eder. Vahiy iki kısımdır: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Biri</span> vahy-i sarihîdir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur: Kur'ân ve bazı ehâdis-i kudsiye gibi. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci kısım</span>, vahy-i zımnîdir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasvirâtı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma aittir. O vahiyden gelen mücmel hadiseyi tafsil ve tasvirde, zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, bazen yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder, veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilât ve tasvirâtı ya vazife-i risalet noktasında ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder, veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder. </p><p id="c_paragraf">İşte, her hadiste, bütün tafsilâtına vahy-i mahz noktasıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelâtında, risaletin ulvî âsârı aranılmaz. Madem bazı hadiseler mücmel olarak, mutlak bir surette ona vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihâta ve müşkülâta bazen tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir lâzım geliyor. Çünkü, bazı hakikatler var ki, temsille fehme takrib edilir. Nasıl ki, bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: "Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp şimdi Cehennemin dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür." Bir saat sonra cevap geldi ki, "Yetmiş yaşına giren meşhur bir münafık ölüp Cehenneme gitti." -1- Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmın beliğ bir temsille beyan ettiği hadisenin tevilini gösterdi. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Esas:</span> Naklolunan haberler, eğer tevatür suretinde olsa, katidir.</p><p id="c_paragraf">Tevatür iki kısımdır: <sup id="c_supa">Haşiye</sup> Biri sarih tevatür, biri mânevî tevatürdür. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet">1- Müslim, Cennet: 31; Müsned, 3:341, 346. </p><!-- AYET --><br /><br /><hr id="c_cizgi"><!-- Haşiye --><p id="c_hasiye"><span style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_c_kalin">Haşiye:</span> Şu risalede tevatür lâfzı, Türkçe "şayia" mânâsındaki tevatür değil, belki yakîni ifade eden, yalan ihtimali olmayan kuvvetli ihbardır.<br /></p><p id="c_hasiye"><br /></p><p id="c_paragraf">Mânevî tevatür de iki kısımdır. Biri sükûtîdir. Yani, sükût ile kabul gösterilmiş. Meselâ, bir cemaat içinde bir adam, o cemaatin nazarı altında bir hadiseyi haber verse, cemaat onu tekzip etmezse, sükûtla mukabele etse, kabul etmiş gibi olur. Hususan, haber verdiği hadisede cemaat onunla alâkadar olsa, hem tenkide müheyyâ ve hatayı kabul etmez ve yalanı çok çirkin görür bir cemaat olsa, elbette onun sükûtu o hadisenin vukuuna kuvvetli delâlet eder. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci kısım tevatür-ü mânevî şudur ki:</span> Bir hadisenin vukuuna, meselâ "Bir kıyye taam, iki yüz adamı tok etmiş" denilse, fakat onu haber verenler ayrı ayrı surette haber veriyor. Biri bir çeşit, biri başka bir surette, diğeri başka bir şekilde beyan eder. Fakat umumen, aynı hadisenin vukuuna müttefiktirler. İşte, mutlak hadisenin vukuu, mütevatir-i bilmânâdır, katidir. İhtilâf-ı suret ise zarar vermez. </p><p id="c_paragraf">Hem bazen olur ki, haber-i vahid, bazı şerâit dahilinde tevatür gibi katiyeti ifade eder. Hem bazen olur ki, haber-i vahid, haricî emarelerle katiyeti ifade eder. </p><p id="c_paragraf">İşte, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan bize naklolunan mu'cizâtı ve delâil-i nübüvveti, kısm-ı âzamı tevatürledir: ya sarihî, ya mânevî, ya sükûtî. Ve bir kısmı, çendan haber-i vahidledir. Fakat öyle şerâit dahilinde, nakkad-ı muhaddisîn nazarında kabule şayan olduktan sonra, tevatür gibi katiyeti ifade etmek lâzım gelir. Evet, muhaddisînin muhakkikîninden "el-hâfız" tabir ettikleri zatlar, lâakal yüz bin hadisi hıfzına almış binler muhakkik muhaddisler, hem elli sene sabah namazını işâ abdestiyle kılan müttakî muhaddisler ve başta Buharî ve Müslim olarak Kütüb-ü Sitte-i Hadisiye sahipleri olan ilm-i hadis dâhileri, allâmeleri tashih ve kabul ettikleri haber-i vahid, tevatür katiyetinden geri kalmaz. </p><p id="c_paragraf">Evet, fenn-i hadisin muhakkikleri, nakkadları o derece hadisle hususiyet peydâ etmişler ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tarz-ı ifadesine ve üslûb-u âlisine ve suret-i ifadesine ünsiyet edip meleke kesb etmişler ki, yüz hadis içinde bir mevzuu görse, "Mevzudur" der. "Bu hadis olmaz ve Peygamberin sözü değildir" der, reddeder. Sarraf gibi, hadisin cevherini tanır, başka sözü ona iltibas edemez. Yalnız, İbn-i Cevzî gibi bazı muhakkikler, tenkitte ifrat edip, bazı ehâdis-i sahihaya da mevzu demişler. Fakat her mevzu şeyin mânâsı yanlıştır demek değildir; belki "Bu söz hadis değildir" demektir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sual:</span> Ananeli senedin faydası nedir ki, lüzumsuz yerde, malûm bir vakıada, "an filân, an filân" derler? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Faydaları çoktur. Ezcümle, bir faydası şudur ki: Anane ile gösteriliyor ki, ananede dahil olan mevsuk ve hüccetli ve sadık ehl-i hadisin bir nevi icmâını irae eder ve o senette dahil olan ehl-i tahkikin bir nevi ittifakını gösterir. Güya o senette, o ananede dahil olan herbir imam, herbir allâme, o hadisin hükmünü imza ediyor, sıhhatine dair mührünü basıyor. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sual:</span> Neden hâdisât-ı i'câziye, sair zarurî ahkâm-ı şer'iye gibi tevatür suretinde, pek çok tariklerle, çok ehemmiyetli nakledilmemiş? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Çünkü ekser ahkâm-ı şer'iyeye, ekser nas, ekser evkatta muhtaçtır. Farz-ı ayn gibi, o ahkâmın her şahsa alâkası var. Amma mu'cizât ise, herkesin herbir mucizeye ihtiyacı yok. Eğer ihtiyaç olsa da, bir defa işitmek kâfi gelir. Âdetâ farz-ı kifaye gibi, bir kısım insanlar onları bilse yeter.<br /></p><p id="c_paragraf">İşte bunun içindir ki, bazı olur, bir mucizenin vücudu ve tahakkuku, bir hükmün vücudundan on derece daha kati olduğu halde, onun râvisi bir iki olur, hükmün râvisi on yirmi olur. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü Esas:</span> Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın istikbalden haber verdiği bazı hadiseler, cüz'î birer hadise değil, belki tekerrür eden birer hadise-i külliyeyi, cüz'î bir surette haber verir. Halbuki o hadisenin müteaddit vecihleri var. Her defa bir veçhini beyan eder. Sonra râvi-i hadis o vecihleri birleştirir. Hilâf-ı vaki gibi görünür. </p><p id="c_paragraf">Meselâ, Hazret-i Mehdîye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilât ve tasvirat başka başkadır. Halbuki, Yirmi Dördüncü Sözün bir dalında ispat edildiği gibi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahye istinaden, herbir asırda kuvve-i mâneviye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem dehşetli hadiselerde ye'se düşmemek için, hem âlem-i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i imanı mânevî raptetmek için Mehdîyi haber vermiş. Âhirzamanda gelen Mehdî gibi herbir asır, Âl-i Beytten bir nevi mehdî, belki mehdîler bulmuş. Hattâ, Âl-i Beytten mâdud olan Abbasiye hulefasından, Büyük Mehdînin çok evsâfına câmi bir mehdî bulmuş. İşte, büyük Mehdîden evvel gelen emsalleri, numuneleri olan hulefa-i mehdiyyîn ve aktâb-ı mehdiyyîn evsafları, asıl Mehdînin evsâfına karışmış ve ondan rivayetler ihtilâfa düşmüş. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşinci Esas:</span> Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, "La Yaglemul Gaybe İllalah" * sırrınca, kendi kendine gaybı bilmezdi. Belki Cenâb-ı Hak ona bildirirdi, o da bildirirdi. Cenâb-ı Hak hem Hakîmdir, hem Rahîmdir. Hikmet ve rahmeti ise, umur-u gaybiyeden çoğunun setrini iktiza ediyor, müphem kalmasını istiyor. Çünkü şu dünyada insanın hoşuna gitmeyen şeyler daha çoktur; vukuundan evvel onları bilmek elîmdir. İşte bu sır içindir ki, ölüm ve ecel müphem bırakılmış ve insanın başına gelecek musibetler dahi perde-i gaybda kalmış. </p><p id="c_paragraf">İşte, hikmet-i Rabbâniye ve rahmet-i İlâhiye böyle iktiza ettiği için, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ümmetine karşı ziyade hassas merhametini ziyade rencide etmemek ve âl ve ashabına karşı şedit şefkatini fazla incitmemek için, vefat-ı Nebevîden sonra âl ve ashabının ve ümmetinin başlarına gelen müthiş hâdisâtı umumiyetle ve tafsilâtıyla göstermemek, <sup id="c_supa">Haşiye</sup> mukteza-yı hikmet ve rahmettir. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet">* Gaybı Allah'tan başka kimse bilemez. </p><!-- AYET --><br /><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet"><span style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_c_kalin">Haşiye:</span> Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâma, Aişe-i Sıddıkaya karşı ziyade muhabbet ve şefkatini rencide etmemek için, vak'a-i Cemel hadisesinde o bulunacağı kati gösterilmediğine delil ise, ezvâc-ı tâhirâta ferman etmiş ki: "Keşke bilseydim, hanginiz o vak'ada bulunacak." Fakat sonra, hafif bir surette bildirilmiş ki, Hazret-i Ali'ye (r.a.) ferman etmiş: Seninle Aişe beyninde bir hadise olsa... <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b257.gif" /> ["Ona şefkatle muamele et ve onu selâmetle yerine gö-tür." Müsned, 6:393; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 6:410; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 7:234.]<br /></p><p id="c_ayet"><br /></p><p id="c_ayet"><br /></p><p id="c_paragraf">Fakat yine bazı hikmetler için, mühim hâdisâtı-fakat dehşetli bir surette değil-ona talim etmiş, o da ihbar etmiş.</p><p id="c_paragraf">Hem güzel hadiseleri kısmen mücmel, kısmen tafsille bildirmiş, o da haber vermiş. Onun haberlerini de, en yüksek bir derece-i takvâda ve adlde ve sıdkta çalışan ve <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b259.gif" /> -1- hadisindeki tehditten şiddetle korkan ve <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b260.gif" /> -2- âyetindeki şiddetli tehditten şiddetle kaçan muhaddisîn-i kâmilîn, bize sahih bir surette o haberleri nakletmişler.</p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Altıncı Esas:</span> Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ahval ve evsâfı, siyer ve tarih suretiyle beyan edilmiş. Fakat o evsaf ve ahvâl-i galibi, beşeriyetine bakar. Halbuki, o zât-ı mübarekin şahs-ı mânevîsi ve mahiyet-i kudsiyesi o derece yüksek ve nuranîdir ki, siyer ve tarihte beyan olunan evsaf, o bâlâ kamete uygun gelmiyor, o yüksek kıymete muvafık düşmüyor. Çünkü, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl2/b625.gif" /> -3- sırrınca, hergün, hattâ şimdi de bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azîm ibadet sahife-i kemâlâtına ilâve oluyor. Nihayetsiz rahmet-i İlâhiyeye, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir istidatla mazhar olduğu gibi, hergün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor.</p><p id="c_paragraf">Ve şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı Kâinatın tercümanı ve sevgilisi olan o zât-ı mübarekin tamam-ı mahiyeti ve hakikat-i kemâlâtı, siyer ve tarihe geçen beşerî ahval ve etvâra sığışmaz. Meselâ, Hazret-i Cebrâil ve Mikâil iki muhafız yaver hükmünde gazve-i Bedir'de yanında bulunan bir zât-ı mübarek, çarşı içinde bedevî bir Arapla at mübayaasında münazaa etmek, birtek şahit olan Huzeyme'yi şahit göstermekle -4- görünen etvârı içinde sığışmaz.</p><p id="c_paragraf">İşte, yanlış gitmemek için, her vakit mahiyet-i beşeriyeti itibarıyla işitilen evsâf-ı âliye içinde başını kaldırıp hakikî mahiyetine ve mertebe-i risalette durmuş nuranî şahsiyet-i mâneviyesine bakmak lâzımdır. Yoksa, ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer. Şu sırrı izah için şu temsili dinle:</p><p id="c_paragraf">Meselâ bir hurma çekirdeği var. O hurma çekirdeği toprak altına konup açılarak koca meyvedar bir ağaç oldu. Hem gittikçe tevessü eder, büyür.</p><p id="c_paragraf">Veya tavus kuşunun bir yumurtası vardı. O yumurtaya hararet verildi, bir tavus civcivi çıktı. Sonra, tam mükemmel, her tarafı kudretten yazılı ve yaldızlı bir tavus kuşu oldu. Hem gittikçe daha büyür ve güzelleşir.</p><p id="c_paragraf">Şimdi, o çekirdek ve o yumurtaya ait sıfatlar, haller var. İçinde incecik maddeler var. Hem ondan hasıl olan ağaç ve kuşun da, o çekirdek ve yumurtanın âdi, küçük keyfiyet ve vaziyetlerine nispeten büyük ve âli sıfatları ve keyfiyetleri var.</p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet">1- Kim bile bile benim söylemediğim birşeyi söylemişim gibi uydursa, cehennemdeki yerine hazırlansın. (Buhari, 1:38; Müslim, 1:10; En-Nazmü'-Mütenasir: Fil'l-Hadisil-Mütevatir, S. 20-24)<br />2- Allah adına yalan söyleyen kimseden daha zalim kim vardır? (Zümer Sûresi: 39:32.)<br />3- Bir işe sebep olan onu işleyen gibidir.<br />4- Ebû davud, Hadis no: 3607; Mecmaü'z-zevaid, 9:320; Müstedrekü'l-Hakim, 2:17</p><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet"><br /></p><p id="c_paragraf">Şimdi, o çekirdek ve o yumurtanın evsâfını ağaç ve kuşun evsâfıyla raptedip bahsetmekte lâzım gelir ki, her vakit akl-ı beşer başını çekirdekten ağaca kaldırıp baksın ve yumurtadan kuşa gözünü tevcih edip dikkat etsin-tâ işittiği evsâfı onun aklı kabul edebilsin. Yoksa, "Bir dirhem çekirdekten bin batman hurma aldım" ve "Şu yumurta, cevv-i âsumanda kuşların sultanıdır" dese, tekzip ve inkâra sapacak. </p><p id="c_paragraf">İşte, bunun gibi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın beşeriyeti, o çekirdeğe, o yumurtaya benzer. Ve vazife-i risaletle parlayan mahiyeti ise, şecere-i tûbâ gibi ve Cennetin tayr-ı hümayunu gibidir. Hem daima tekemmüldedir. Onun için, çarşı içinde bir bedevî ile nizâ eden o zâtı düşündüğü vakit, Refref'e binip, Cebrâil'i arkada bırakıp, Kab-ı Kavseyne koşup giden zât-ı nuranîsine hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmâresi inanmayacak. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Beşinci Nükteli İşaret </span></p><p id="c_paragraf">Umur-u gaybiyeye dair hadislerin birkaç misalini zikrederiz. </p><p id="c_paragraf">* Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nakl-i sahihle ve mütevatir bir derecede bize vasıl olmuş ki, minber üstünde, cemaat-i Sahabe içinde ferman etmiş ki: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b262.gif" /> -1- </center><br /><p id="c_paragraf">İşte, kırk sene sonra İslâmın en büyük iki ordusu karşı karşıya geldiği vakit, Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh, Hazret-i Muaviye (r.a.) ile musalâha edip, cedd-i emcedinin mucize-i gaybiyesini tasdik etmiştir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">* İkincisi:</span> Nakl-i sahihle, Hazret-i Ali'ye (r.a.) demiş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b263.gif" /> -2- </center><br /><p id="c_paragraf">Hem vak'a-i Cemel, hem vak'a-i Sıffin, hem vak'a-i Havâriç hadiselerini haber vermiş. </p><p id="c_paragraf">Hem Hazret-i Ali (r.a.) Hazret-i Zübeyir ile seviştiği bir zaman dedi: "Bu sana karşı muharebe edecek. Fakat haksızdır." -3- </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet">1- Şu benim oğlum Hasan, seyyiddir. Allah onun vasıtasıyla Müslümanların iki büyük ordusunu barıştıracaktır. (Buharî, Fiten: 20; Sulh: 9; Fedâilu Ashâbi'n-Nebî: 22; Menâkıb: 25; Dârîmî, Sünnet: 12; Tirmizî, Menâkıb: 25; Nesâî, Cum'a: 27; Müsned, 5:38, 44, 49, 51. )<br />2- Sen, biatını bozan, hak ve adaletten sapan ve dinden çıkan kimselerle savaşacaksın. (el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:139, 140; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 7:138; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 6:414. )<br />3- İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 6:213; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:366, 367; Ali el-Kari, Şerhü'ş-Şifâ, 1:686, 687.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem ezvâc-ı tâhirâtına demiş: "İçinizden birisi, mühim bir fitnenin başına geçecek ve etrafında çoklar katledilecek." -1-, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b264.gif" /> -2- </p><p id="c_paragraf">İşte şu sahih, kati hadisler, otuz sene sonra Hazret-i Ali'nin Hazret-i Aişe ve Zübeyir ve Talha'ya karşı vak'a-i Cemel'de; ve Muaviye'ye karşı Sıffin'de; ve Havârice karşı Harûra'da ve Nehruvan'da muharebesi, o ihbar-ı gaybiyenin bir tasdik-i fiilîsidir. </p><p id="c_paragraf">Hem Hazret-i Ali'ye, "senin sakalını senin başının kanıyla ıslattıracak bir adamı" -3- ihbar etmiş. Hazret-i Ali o adamı tanırmış; o da Abdurrahman ibni Mülcemü'l-Hâricîdir. </p><p id="c_paragraf">Hem Hâricîlerin içinde "Züssedye" denilen bir adamı, garip bir nişanla alâmet olarak haber vermiştir ki, Havâriçlerin maktulleri içinde o adam bulunmuş, Hazret-i Ali onu hakkaniyetine hüccet göstermiş, hem mucize-i Nebeviyeyi ilân etmiş. -4- </p><p id="c_paragraf">Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ümmü Seleme'nin, daha diğerlerin rivayet-i sahihiyle haber vermiş ki, "Hazret-i Hüseyin, Taff, yani Kerbelâ'da katledilecektir." -5- Elli sene sonra, aynı vak'a-i ciğersûz vukua gelip o ihbar-ı gaybîyi tasdik etmiş. </p><p id="c_paragraf">Hem mükerreren ihbar etmiş ki: "Benim Âl-i Beytim, benden sonra <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b265.gif" /> yani "katle ve belâya ve nefye maruz kalacaklar." -6- Ve bir derece izah etmiş, aynen öyle çıkmıştır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Şu makamda bir mühim sual vardır ki, denilir ki:</span> "Hazret-i Ali, o derece hilâfete liyakati olduğu ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma karabeti ve harikulâde cesaret ve ilmiyle beraber, neden hilâfette tekaddüm ettirilmedi? Ve neden onun hilâfeti zamanında İslâm çok keşmekeşe mazhar oldu?" </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Âl-i Beytten bir kutb-u âzam demiş ki: "Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ali'nin (r.a.) hilâfetini arzu etmiş. Fakat gaipten ona bildirilmiş ki, murad-ı İlâhî başkadır. O da arzusunu bırakıp murad-ı İlâhîye tâbi olmuş." -7- Murad-ı İlâhînin hikmetlerinden birisi şu olmak gerektir ki: </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- el-Askalânî, Fethü'l-Bârî, 13:45. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- "Sana Hav'eb köpekleri havlayacak." Müsned, 6:52, 97; İbni Hibban, Sahih, 8:258, no: 6697; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:120. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:113; Müsned, 1:102, 103, 148, 156. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Buharî, Menâkıb: 25; Edeb: 95; İstitâbe: 7; Müslim, Zekât: 148, 156, 157; Ebû Dâvud, Sünnet: 28; Müsned, 3:56, 65. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">5- el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 9:188;Müsned, 6:294. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">6- İbni Mâce, Fiten: 34. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">7- Ramuzu'l-ehadis, s. 293.</p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Vefat-ı Nebevîden sonra, en ziyade ittifak ve ittihada gelmeye muhtaç olan Sahabeler, eğer Hazret-i Ali başa geçseydi, Hazret-i Ali'nin hilâfeti zamanında zuhura gelen hâdisâtın şehadetiyle ve Hazret-i Ali'nin mümâşatsız, pervâsız, zâhidâne, kahramanâne, müstağniyâne tavrı ve şöhretgir-i âlem şecaati itibarıyla, çok zatlarda ve kabilelerde rekabet damarını harekete getirip tefrikaya sebep olmak kaviyen muhtemeldi. </p><p id="c_paragraf">Hem Hazret-i Ali'nin hilâfetinin teahhur etmesinin bir sırrı da şudur ki: Gayet muhtelif akvâmın birbirine karışmasıyla, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın haber verdiği gibi sonra inkişaf eden yetmiş üç fırka -1- efkârının esaslarını taşıyan o akvam içinde, fitne-engiz hâdisâtın zuhuru zamanında, Hazret-i Ali gibi harikulâde bir cesaret ve feraset sahibi, Hâşimî ve Âl-i Beyt gibi kuvvetli, hürmetli bir kuvvet lâzımdı ki dayanabilsin. Evet, dayandı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın haber verdiği gibi, "Ben Kur'ân'ın tenzili için harb ettim. Sen de tevili için harb edeceksin." -2- </p><p id="c_paragraf">Hem eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki, karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyti gördükleri için, onlara karşı muvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez, Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvipleriyle, etbâları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur'âniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beytin gayet kuvvetli velâyet ve diyanet ve kemâlâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak muhtemeldi. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Eğer denilse:</span> "Neden hilâfet-i İslâmiye Âl-i Beyt-i Nebevîde takarrur etmedi? Halbuki en ziyade lâyık ve müstehak onlardı." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise, hakaik-i İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur'âniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilâfet ve saltanata geçen, ya nebî gibi mâsum olmalı, veyahut Hulefâ-i Râşidîn ve Ömer ibni Abdülâziz-i Emevî ve Mehdî-i Abbâsî gibi harikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki, aldanmasın. Halbuki, Mısır'da Âl-i Beyt namına teşekkül eden devlet-i Fâtımiye hilâfeti ve Afrika'da Muvahhidîn hükûmeti ve İran'da Safevîler devleti gösteriyor ki, saltanat-ı dünyeviye Âl-i Beyte yaramaz; vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti onlara unutturur. Halbuki, saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur'ân'a hizmet etmişler. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İşte, bak:</span> Hazret-i Hasan'ın neslinden gelen aktablar, hususan Aktâb-ı Erbaa ve bilhassa Gavs-ı Âzam olan Şeyh Abdülkadir-i Geylânî ve Hazret-i Hüseyin'in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelâbidin ve Cafer-i Sadık ki, herbiri birer mânevî mehdî hükmüne geçmiş, mânevî zulmü ve zulümatı dağıtıp envâr-ı Kur'âniyeyi ve hakaik-i imaniyeyi neşretmişler, cedd-i emcedlerinin birer vârisi olduklarını göstermişler. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet">1- Fiten:17; Sünen:1.<br />2- el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 6:244; Müsned, 3:31, 33, 82; İbni Hibban, Sahih, 9:46, no. 6898.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Eğer denilse:</span> "Mübarek İslâmiyet ve nuranî Asr-ı Saadetin başına gelen o dehşetli, kanlı fitnenin hikmeti ve veçh-i rahmeti nedir? Çünkü onlar kahra lâyık değildiler." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Nasıl ki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebâtâtın, tohumların, ağaçların istidatlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar, fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de, Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı. "İslâmiyet tehlikededir, yangın var!" diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Herbiri, kendi istidadına göre, câmia-i İslâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemâl-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadislerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı hakaik-ı îmâniyenin muhafazasına, bir kısmı Kur'ân'ın muhafazasına çalıştı, ve hâkezâ, herbir taife bir hizmete girdi. Vezâif-i İslâmiyette hummâlı bir surette sa'y ettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyetin aktârına, o fırtına ile tohumlar atıldı, yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat, maatteessüf, o güller ve gülistan içinde, ehl-i bid'a fırkalarının dikenleri dahi çıktı. </p><p id="c_paragraf">Güya dest-i kudret, celâlle o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anilmerkeziyye ile, pek çok münevver müçtehidleri ve nuranî muhaddisleri, kudsî hafızları, asfiyaları, aktabları âlem-i İslâmın aktârına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar ehl-i İslâmı heyecana getirip, Kur'ân'ın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı. Şimdi sadede geliyoruz. </p><p id="c_paragraf">Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın umur-u gaybiyeden haber verdiği gibi doğru vukua gelen işler binlerdir, pek çoktur. Biz yalnız cüz'î birkaç misaline işaret edeceğiz. </p><p id="c_paragraf">İşte, başta Buharî ve Müslim, sıhhatle meşhur Kütüb-ü Sitte-i Hadisiye sahipleri, beyan edeceğimiz haberlerin çoğunda müttefik ve o haberlerin çoğu mânen mütevatir ve bir kısmı dahi, ehl-i tahkik onların sıhhatine ittifak etmesiyle, mütevatir gibi kati denilebilir. </p><p id="c_paragraf">İşte, nakl-i sahih-i kati ile, Ashabına haber vermiş ki: "Siz umum düşmanlarınıza galebe edeceksiniz. Hem feth-i Mekke, hem feth-i Hayber, hem feth-i Şam, hem feth-i Irak, hem feth-i İran, hem feth-i Beytü'l-Makdise muvaffak olacaksınız. Hem o zamanın en büyük devletleri olan İran ve Rum padişahlarının hazinelerini beyninizde taksim edeceksiniz." -1- Haber vermiş. Hem "Tahminim böyle" veya "Zannederim" dememiş. Belki, görür gibi kati ihbar etmiş, haber verdiği gibi çıkmış. Halbuki haber verdiği vakit, hicrete mecbur olmuş, Sahabeleri az, Medine etrafı ve bütün dünya düşmandı. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet">1- Bir kaç değişik hadisten alınmış haberlerdir. Bazıları: Buharî, Cihad:157, Menâkıb:25, İman: 3; Müslim, Fiten: 75, 76; Tirmizî, Fiten: 41.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih-i kati ile, çok defa ferman etmiş: </p><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b266.jpg" /> -1-</center><br /><p>deyip, "Ebu Bekir ve Ömer kendinden sonraya kalacaklar, hem halife olacaklar, hem mükemmel bir surette ve rıza-i İlâhî ve marzî-i Nebevî dairesinde hareket edecekler. Hem Ebu Bekir az kalacak, Ömer çok kalacak ve pek çok fütuhat yapacak." <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b423.gif" /></p><br /><p id="c_paragraf">Hem ferman etmiş ki:</p><br /><center> <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b267.gif" /> -2- </center><br /><p>deyip, "Şarktan garba kadar benim ümmetimin eline geçecektir. Hiçbir ümmet o kadar mülk zaptetmemiş." Haber verdiği gibi çıkmış. </p><br /><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih-i kati ile, gazâ-i Bedir'den evvel ferman etmiş:</p><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b268.gif" /> -3-<br /><p>deyip, müşrik-i Kureyş'in reislerinin herbiri nerede katledileceğini göstermiş ve demiş: "Ben kendi elimle Übeyy ibni Halef'i öldüreceğim." Haber verdiği gibi çıkmış. </p><br /><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih-i kati ile, bir ay uzak mesafede, Şam etrafında, Mûte nam mevkideki gazve-i meşhurede muharebe eden Sahabelerini görür gibi ferman etmiş: </p><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b269.gif" /> -4-<br /><p>deyip, birer birer hâdisâtı Ashabına haber vermiş. İki üç hafta sonra Ya'le ibni Münebbih meydan-ı harpten geldi; daha söylemeden Muhbir-i Sadık (a.s.m.) harbin tafsilâtını beyan etti. Ya'le kasem etti: "Dediğin gibi, aynen öyle oldu."</p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet"> Tirmizî, 3662; Müsned, 3:75, Fevaid, 2:498.<br />1- Benden sonra Ebû Bekir ve Ömer'in yolu üzere gidin. (Tirmizî, Menâkıb: 16, 37; İbni Mâce, Mukaddime: 11; Müsned, 5:382, 385, 399, 402. )<br />2- Müslim, Fiten: 19, 20; Ebû Dâvud, Fiten: 1; Tirmizî, Fiten: 14; İbni Mâce, Fiten: 9; Müsned, 4:123, 278, 284.<br />3- Hadis-i bilmânâdır. Meâli: 'Burası Ebû Cehil'in katledileceği yer, burası Utbe'nin katledileceği yer, burası Ümeyye'nin katledileceği yer ve burası da falan ve falanın katledileceği yerlerdir.' (Müslim, Cihad: 83, Cennet: 76; Ebû Dâvud, Cihad: 115; Nesâi, Cenâiz: 117; Müsned, 1:26, 3:219, 258.)<br />4- Sancağı Zeyd aldı ve vuruldu. Sonra Câfer aldı, o da vuruldu. Sonra İbni Revâha aldı, o da vuruldu.. Ve sonra onu, Allah'ın kılıçlarından bir kılıç eline aldı... (Buharî, Mağâzî: 44; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:298. )</p><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih-i kati ile, ferman etmiş:</p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b270.gif" /> -1- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b271.gif" /> -2- </center><br /><p>deyip, Hazret-i Hasan'ın altı ay hilâfetiyle, Ciharyâr-ı Güzînin (Hulefâ-i Râşidînin) zaman-ı hilâfetlerini ve onlardan sonra saltanat şekline girmesini, sonra o saltanattan ceberut ve fesad-ı ümmet olacağını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış. </p><br /><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih-i kati ile, ferman etmiş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b272.gif" /> -3- </center><br /><p>deyip, Hazret-i Osman halife olacağını ve hal'i istenileceğini ve mazlum olarak, Kur'ân okurken katledileceğini haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış. </p><br /><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih-i kati ile, hacamat edip, mübarek kanını Abdullah ibni Zübeyr teberrüken şerbet gibi içtiği zaman ferman etmiş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b273.gif" /> -4- </center><br /><p>deyip, harika bir şecaatle ümmetin başına geçeceğini ve müthiş hücumlara maruz kalacaklarını ve insanlar onun yüzünden dehşetli hadiselere giriftar olacaklarını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış. Abdullah ibni Zübeyr, Emevîler zamanında, hilâfeti Mekke'de ilân ederek kahramanâne çok müsademe etmiş. Nihayet Haccac-ı Zalim büyük bir orduyla üzerine hücum ederek, şiddetli müsademeden sonra o kahraman-ı âlişan şehid edilmiş. </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet">1- "Hilâfet benden sonra otuz sene sürecek, ondan sonra da saltanat şeklini alacaktır." Müsned, 5:220, 221.<br />2- "Bu iş nübüvvet ve rahmetle başladı, sonra rahmet ve hilâfet halini alacak, sonra saltanat şekline girecek, sonra da ceberût ve fesâd-ı ümmet meydan alacak." Kadî İyâz, eş-Şifâ, 1:340; Müsned, 4:273.<br />3- "Osman Mushaf okurken şehid edilecek." el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:103. "Muhakkak ki Cenab-ı Hak Osman'a halife gömleğini giydirecektir; fakat onlar bu gömleği çıkartmak isteyecekler." Bkz. el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:100.<br />4- "Senin yüzünden insanların, insanlar yüzünden de senin vay haline!" el-Askalânî, el-Metâlibü'l-Âliye, 4:21; el-Heysemî, Mecma'u'z-Zevâid, 2708; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:554.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih-i kati ile, Emeviye devletinin zuhurunu ve onların padişahlarının çoğu zalim olacağını ve içlerinde Yezid ve Velid bulunacağını ve Hazret-i Muaviye ümmetin başına geçeceğini, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b274.gif" /> -1- fermanıyla rıfk ve adaleti tavsiye etmiş. Ve Emeviyeden sonra </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b275.gif" /> -2- </center><br /><p>deyip, devlet-i Abbasiyenin zuhurunu ve uzun müddet devam edeceğini haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış. </p><br /><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih-i kati ile, ferman etmiş: </p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b276.gif" /> -3- deyip, Cengiz ve Hülâgû'nun dehşetli fitnelerini ve Arap devlet-i Abbasiyesini mahvedeceklerini haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış. </p><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih-i kati ile, Sa'd ibni Ebî Vakkas gayet ağır hasta iken ona ferman etmiş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b277.gif" /> -4- </center><br /><p>deyip, ileride büyük bir kumandan olacağını, çok fütuhat yapacağını, çok milletler ve kavimler ondan menfaat görüp, yani İslâm olup ve çoklar zarar görecek, yani devletleri onun eliyle harap olacağını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış. Hazret-i Sa'd ordu-yu İslâm başına geçti, devlet-i İraniyeyi zir ü zeber etti, çok kavimlerin daire-i İslâma ve hidayete girmelerine sebep oldu. </p><br /><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih-i kati ile, imana gelen Habeş Meliki olan Necâşî hicretin yedinci senesinde vefat ettiği gün Ashabına haber vermiş, hattâ cenaze namazını kılmış. <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b423.gif" /> Bir hafta sonra cevap geldi ki, aynı günde vefat etmiş. </p><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih-i kati ile, Ciharyâr-ı Güzîn ile beraber Uhud veya Hira Dağının başında iken dağ titredi, zelzelelendi. Dağa ferman etti ki: </p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b278.gif" /> -5- deyip, Hazret-i Ömer ve Osman ve Ali'nin şehid olacaklarını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet">1- "Başa geçtiğin zaman affedici ol ve âdil davran." el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 5:186; İbni Hacer, el-Metâlibü'l-Â'liye (tahkik: Abdurrahman el-A'zamî), no. 4085.<br />2- "Abbas'ın oğlu siyah bayraklarla zuhur eder ve uzun müddet saltanat sürerler." Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:338; Müsned, 3:216-218; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:326.<br />3- "Yaklaşmakta olan bir şerden vay Arapların haline!" Buharî, Fiten: 4, 28; Müslim, Fiten: 1; Ebû Dâvud, Fiten: 1; Tirmizî, Fiten: 23; İbni Mâce, Fiten: 9; Müsned, 2:390, 39; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1:108, 4:439, 483.<br />4- "Ola ki sen daha çok yaşayasın; tâ ki, bir kısım milletler senden faydalanır, bir kısmı da zarar görürler..." Buharî, Cenâiz: 36, Menâkıbü'l-Ensâr: 49, Ferâiz: 6; el-Hafâci, Şerhu'ş-Şifâ, 3:209; A'liyyü'l-Karî, Şerhu'ş-Şifâ, 1:699; Ebû Naîm, Hilyetü'l-Evliyâ, 1:94.<br />5- "Sâkin ol! Zira senin üstünde bir peygamber, bir sıddık ve iki de şehid vardır." Buharî, Fedâilü's-Sahâbe: 5, 7; Ebû Dâvud, Sünnet, 8; Tirmizî, Menâkıb: 17, 18; Müsned, 3:112, 5:331; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:450, 451.<br />Buharî, Cenâiz: 57, Menâkıbü'l-Ensâr: 38; Müslim, Ferâiz: 14; Ebû Dâvud, Cihad: 133; Büyû': 9; Tirmizî, Cenâiz: 69; Nesâî, Cenâiz: 66, 67; İbni Mâce, Sadakat: 9, 13.</p><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet"><br /></p><p id="c_paragraf">Şimdi, ey bedbaht, kalbsiz, biçare adam! "Muhammed-i Arabî akıllı bir adamdı" diye o şems-i hakikate karşı gözünü yuman biçare insan! On beş envâ-ı külliye-i mu'cizâtından birtek nevi olan umur-u gaybiyeden, on beş ve belki yüz kısmından bir kısmını işittin. Mânevî tevatür derecesinde kati bir kısmını duydun. Şu ihbar-ı gayb kısmının yüzden birisini akıl gözüyle gören bir zâta "dâhi-i âzam" denilir ki, ferasetiyle istikbali keşfediyor. Binaenaleyh, senin gibi haydi dehâ desek, yüz dâhi-i âzam derecesinde bir dehâ-yı kudsiyeyi taşıyan bir adam yanlış görür mü? Yanlış haber vermeye tenezzül eder mi? Böyle yüz derece bir dehâ-yı âzam sahibinin saadet-i dâreyne dair sözlerini dinlememek, elbette yüz derece divaneliğin alâmetidir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Altıncı Nükteli İşaret </span></p><p id="c_paragraf">Nakl-i sahih-i kati ile, Hazret-i Fatıma'ya (r.a.) ferman etmiş ki: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b279.gif" />-1- </center><br /><p>deyip, "Âl-i Beytimden, herkesten evvel vefat edip bana iltihak edeceksin" diye söylemiş. Altı ay sonra, haber verdiği gibi aynen zuhur etmiş. </p><br /><p id="c_paragraf">Hem Ebû Zer'e ferman etmiş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b280.gif" /> -2- </center><br /><p>deyip, Medine'den nefyedilip, yalnız hayat geçirip, yalnız bir sahrâda vefat edeceğini haber vermiş. Yirmi sene sonra, haber verdiği gibi çıkmış. </p><br /><p id="c_paragraf">Hem Enes ibni Mâlik'in halası olan Ümmü Haram'ın hanesinde uykudan kalkmış, tebessüm edip ferman etmiş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b281.gif" /> -3- </center><br /><p id="c_paragraf">Ümm-ü Haram niyaz etmiş: </p><p id="c_paragraf">"Dua ediniz, ben de onlarla beraber olayım." Ferman etmiş: "Beraber olacaksın." Kırk sene sonra, zevci olan Ubâde ibni Sâmit refakatiyle Kıbrıs'ın fethine gitmiş; Kıbrıs'ta vefat edip, mezarı ziyaretgâh olmuş. Haber verdiği gibi aynen zuhur etmiş. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet">1- Buharî, Menâkıb: 25, Müslim, Fedâilü's-Sahâbe: 101; İbni Mâce, Cenâiz: 64; Müsned, 6:240, 282, 283; Kadî İyâz, eş-Şifâ, 1:340.<br />2- "Buradan çıkarılacak, tek başına yaşayacak ve tek başına öleceksin." el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:345; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:343; Aliyyü'l-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:700; el-Askalânî, el-Metâlibü'l-Â'liye, 4:116, no. 4109; İbni Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 5:8-9; el-Askalânî, el-İsabe: 4:64.<br />3- "Rüyâmda ümmetimin gazilerini gördüm. Tahtlarına oturmuş padişahlar gibi denizde savaşarak yollarına devam ediyorlardı." Buharî, Ta'bîr: 12; Cihad: 3, 8, 63, 75; İsti'zân, 41; Müslim, İmâret: 160, 161; Ebû Dâvud, Cihad: 9; Tirmizî, Fedâilü'l-Cihad: 15; Nesâî, Cihad: 40; İbni Mâce, Cihad: 10; Dârîmî, Cihad: 28; Muvatta', Cihad: 39; Müsned, 3:240, 264 ...; el-Elbânî, Sahîhu'l-Câmiü's-Sağîr, 6:24, no: 6620; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:556.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih-i kati ile, ferman etmiş ki:</p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b282.gif" /> -1- </center><br /><p>Yani, "Sakif kabilesinden biri dâvâ-yı nübüvvet edecek ve biri hunhar zalim zuhur edecek" deyip, nübüvvet dâvâ eden meşhur Muhtar'ı ve yüz bin adam öldüren Haccac-ı Zalimi haber vermiş. </p><br /><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih-i kati ile, </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b283.gif" /> -2- </center><br /><p>deyip, İstanbul'un İslâm eliyle fetholacağını ve Hazret-i Sultan Mehmed Fatih'in yüksek bir mertebe sahibi olduğunu haber vermiş. Haber verdiği gibi zuhur etmiş.</p><br /><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih-i kati ile, ferman etmiş ki: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b284.gif" /> -3- </center><br /><p>deyip, başta Ebu Hanife olarak, İran'ın emsalsiz bir surette yetiştirdiği ulema ve evliyaya işaret ediyor, haber veriyor.</p><br /><p id="c_paragraf">Hem ferman etmiş ki: </p><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b285.gif" /> -4- </center><br /><p>deyip, İmam-ı Şâfiî'ye işaret edip haber veriyor. </p><br /><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih-i kati ile, ferman etmiş ki: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b286.gif" /> -5- </center><br /><center>deyip, ümmeti yetmiş üç fırkaya inkısam edeceğini ve içinde fırka-i nâciye-i kâmile, Ehl-i Sünnet ve Cemaat olduğunu haber veriyor. </center><br /><p id="c_paragraf">Hem ferman etmiş ki: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b287.gif" /> -6- </center><br /><p>deyip, çok şubelere inkısam eden ve kaderi inkâr eden Kaderiye taifesini haber vermiş. Hem çok şubelere inkısam eden Râfızîleri haber vermiş. </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p style="font-weight: bold; color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet">1- Müslim, Fedâilü's-Sahâbe: 229, Tirmizî, Fiten: 44, Menâkıb: 73; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:450, 4:254.<br />2- "İstanbul fethedilecektir. Onu fethedecek olan kumandan ne güzel kumandan ve onun ordusu ne güzel ordudur." el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:422; Buharî, Târihü's-Sağîr, no. 139; Müsned, 4:335; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 6:218.<br />3- "Eğer din, Ülker Takımyıldızında bile olsaydı, Fars'tan bazı kimseler ona ulaşıp alabileceklerdi." Buharî, Tefsir: 62; Tirmizî, 47. sûrenin tefsiri: 3.<br />4- "Kureyş'in âlimi yeryüzünün tabakalarını ilimle dolduracaktır." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 2:53, 54.<br />5- "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. İçlerinden birisi fırka-i nâciyedir. 'Onlar kimdir?' dediler. Buyurdu ki: Bana ve Ashabıma tâbi olanlardır." Ebû Dâvud, Sünnet: 1; İbni Mâce, Fiten: 17; Tirmizî, Îmân: 18; Müsned, 2:232, 3:120, 148; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1: 679.<br />6- "Kaderiye fırkası, bu ümmetin mecûsîleridir." 4:150; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1:85; Ebû Dâvud, Sünnet: 5; Süyûti, el-Fethu'l-Kebîr, 3:23; Müsned, 2:86, 125, 5:406.<br /></p><p style="font-weight: bold; color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet"><br /></p><p style="font-weight: bold; color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet"><br /></p><p style="font-weight: bold; color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet"><br /></p><p style="font-weight: bold; color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet"><br /></p><p style="font-weight: bold; color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih-i kati ile, İmam-ı Ali'ye (r.a.) demiş: "Sende, Hazret-i İsâ (a.s.) gibi, iki kısım insan helâkete gider: Birisi ifrat-ı muhabbet, diğeri ifrat-ı adâvetle. Hazret-i İsâ'ya, Nasrânî, muhabbetinden, hadd-i meşrudan tecavüzle (hâşâ) 'ibnullah' dediler. Yahudi, adâvetinden çok tecavüz ettiler, nübüvvetini ve kemâlini inkâr ettiler. Senin hakkında da, bir kısım, hadd-i meşrudan tecavüz edecek, muhabbetinden helâkete gidecektir." <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b288.gif" /> -1- demiş. "Bir kısmı, senin adâvetinden çok ileri gidecekler. Onlar da Havâriçtir ve Emevîlerin müfrit bir kısım taraftarlarıdır ki, onlara 'Nâsibe' denilir." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Eğer denilse:</span> "Âl-i Beyte muhabbeti Kur'ân emrediyor. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm çok teşvik etmiş. O muhabbet, Şîalar için belki bir özür teşkil eder. Çünkü, ehl-i muhabbet bir derece ehl-i sekirdir. Niçin Şîalar, hususan Râfızîler o muhabbetten istifade etmiyorlar, belki işaret-i Nebeviye ile o fart-ı muhabbete mahkûmdurlar?" </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Muhabbet iki kısımdır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Biri:</span> Mânâ-yı harfiyle, yani Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hesabına, Cenâb-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyti sevmektir. Şu muhabbet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın muhabbetini ziyadeleştirir, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adâvetini iktiza etmez. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Mânâ-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı düşünmeden, Hazret-i Ali'nin kahramanlıklarını ve kemâlini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah'ı bilmese de, Peygamberi tanımasa da, yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın muhabbetine ve Cenâb-ı Hakkın muhabbetine sebebiyet vermez. Hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adâvetini iktiza eder. </p><p id="c_paragraf">İşte, işaret-i Nebeviye ile, Hazret-i Ali hakkında ziyade muhabbetlerinden, Hazret-i Ebu Bekri's-Sıddık ile Hazret-i Ömer'den teberri ettiklerinden, hasârete düşmüşler. Ve o menfi muhabbet, sebeb-i hasârettir. </p><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih-i kati ile, ferman etmiş ki: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b289.gif" /> -2- </center><br /><p>deyip, "Ne vakit size Fars ve Rum kızları hizmet etti; o vakit belânız, fitneniz içinize girecek, harbiniz dahilî olacak, şerirleriniz başa geçip hayırlılar ve iyilerinize musallat olacaklar" haber vermiş. Otuz sene sonra haber verdiği gibi çıkmış. </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet">1- Onların bir lâkabı vardır ki, onlara Rafizî denir. (Müsned, 1:103.)<br />2- Tirmizî (tahkik: Ahmed Şâkir), no. 2262; el-Elbânî, Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha, 954; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 10:232, 237.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih-i kati ile, ferman etmiş ki: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b290.gif" /> -1- </center><br /><p>deyip, "Hayber Kalesinin fethi Ali'nin eliyle olacak." Me'mulün pek fevkinde, ikinci gün bir mucize-i Nebeviye olarak, Hayber Kalesinin kapısını Hazret-i Ali çekip kalkan gibi istimal ederek fethe muvaffak olduktan sonra kapıyı yere atmış. Sekiz kuvvetli adam o kapıyı yerden kaldıramamış. Bir rivayette, kırk adam kaldıramamış. </p><br /><p id="c_paragraf">Hem ferman etmiş ki: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b291.gif" /> -2- </center><br /><p>diye, Sıffin'de Hazret-i Ali ile Muaviye'nin harbini haber vermiş. </p><br /><p id="c_paragraf">Hem ferman etmiş ki: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b292.gif" /> -3- </center><br /><p>diye, "Bâği bir taife Ammâr'ı katledecek." Sonra, Sıffin harbinde katledildi. Hazret-i Ali, onu Muaviye'nin taraftarları bâği olduklarına hüccet gösterdi. Fakat Muaviye tevil etti. Amr ibnü'l-Âs dedi ki: "Bâği yalnız onun katilleridir; umumumuz değiliz." </p><br /><p id="c_paragraf">Hem ferman etmiş ki: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b293.gif" /> -4- </center><br /><p id="c_paragraf">diye, "Hazret-i Ömer sağ kaldıkça içinizde fitneler zuhur etmez." Haber vermiş; öyle de olmuş. </p><p id="c_paragraf">Hem Süheyl ibni Amr daha imana gelmeden esir olmuş. Hazret-i Ömer Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma demiş ki: "İzin ver, ben bunun dişlerini çekeceğim. Çünkü o fesahatiyle küffâr-ı Kureyş'i harbimize teşvik ediyordu." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş ki: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b294.gif" /> -5- </center><br /><p>diye, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın vefatı hengâmında olan dehşet-engiz ve sabır-sûz hadisede, Hazret-i Ebu Bekri's-Sıddık nasıl ki Medine-i Münevverede kemâl-i metanetle herkese teselli verip mühim bir hutbe ile Sahabeleri teskin etmiş; aynen onun gibi, şu Süheyl, o hengâmda, Mekke-i Mükerremede, aynı Ebu Bekri's-Sıddık gibi Sahabeye teskin ve teselli verip, malûm fesahatiyle Ebu Bekri's-Sıddık'ın aynı hutbesinin meâlinde bir nutuk söylemiş. Hattâ iki hutbenin kelimeleri birbirine benzer. </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet">1- Buharî, Cihad: 102,143, el-Mağâzî: 38; Müslim, Fedâilü's-Sahâbe: 34, 35; Müsned, 2:484, 5:333; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 4:205.<br />2- "Müslümanlardan aynı dâvâya sahip iki büyük topluluk birbiriyle savaşmadıkça kıyamet kopmaz." Müslim, Fiten: 4; İbni Hibban, Sahih, 8:259; Ali el-Karî, Şerhu'ş-Şifâ, 1:704; el-Elbânî, Sahihü'l-Câmî, 6:174, no. 7294.<br />3- Buharî, Salât, 63; Müslim, Fiten: 70, 72, 73; Tirmizî, Menâkıb: 34; Müsned, 2:161, 164, 206, 3:5, 22, 28, 91, 4:197, 199, 5:215, 306, 307, 6:289, 300, 311, 315; Kettânî, Nazmü'l-Mütenâsir, 126; İbni Hibban, Sahih, 8:260; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:155, 3:191, 397; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:339; es-Sâ'âtî, el-Fethü'r-Rabbânî, 23:142.<br />4- Buharî, Mevâkît, 4; Menâkıb: 25, Fiten: 22; Müslim, Îmân: 231, Fiten: 27; İbni Mâce, Fiten: 9; Müsned, 5:401, 405.<br />5- "Yâ Ömer! Gün gelir, bu adam seni sevindirecek bir duruma gelir." Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:704; el-Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:218; el-Askalânî, el-İsâbe, 2:93-94; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:282.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0); font-weight: bold;" id="c_ayet"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem Sürâka'ya ferman etmiş ki: </p><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b295.gif" /> -1- </center><br /><p>diye, "Kisrânın iki bileziğini giyeceksin." Hazret-i Ömer zamanında Kisrâ mahvedildi; ziynetleri ve şahane bilezikleri geldi, Hazret-i Ömer Sürâka'ya giydirdi. Dedi: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b296.gif" /> -2- </center><br /><p>ihbar-ı Nebevîyi tasdik ettirdi. </p><br /><p id="c_paragraf">Hem ferman etmiş ki: </p><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b297.gif" /> -3- </center><br /><p>diye, "Kisrâ-yı Fars gittikten sonra daha kisrâ çıkmayacak." Haber vermiş; hem öyle olmuş. </p><br /><p id="c_paragraf">Hem Kisrâ elçisine demiş: "Şimdi Kisrânın oğlu Şirviye Perviz, Kisrâyı öldürdü." 1 <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b423.gif" /> O elçi tahkik etmiş; aynı vakitte öyle olmuş. O da İslâm olmuş. Bazı ehâdiste o elçinin adı Firuz'dur. </p><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih-i kati ile, Hâtıb ibni Ebî Beltea'nın, gizli Kureyş'e gönderdiği mektubu haber vermiş. Hazret-i Ali ile Mikdad'ı göndermiş, "Filân mevkide bir şahısta şöyle bir mektup var; alınız, getiriniz." Gittiler, aynı yerden aynı mektubu getirdiler. Hâtıb'ı celb etti. "Neden yaptın?" demiş; o da özür beyan etmiş, özrünü kabul etmiş. 2 <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b423.gif" /></p><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih-i kati ile, Utbe ibni Ebî Leheb hakkında ferman etmiş ki: <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b298.gif" /> -4- diye, Utbe'nin âkıbet-i feciasını haber vermiş. Sonra Yemen tarafına giderken bir arslan gelip onu yemiş, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın hem bedduasını, hem haberini tasdik etmiş. </p><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih ile, feth-i Mekke vaktinde, Hazret-i Bilâl-i Habeşî Kâbe damına çıkıp ezan okumuş. Rüesa-yı Kureyş'ten Ebu Süfyan, Attab ibni Esid ve Hâris ibni Hişam oturup konuştular. </p><p id="c_paragraf">Attab dedi: "Pederim Esid bahtiyardı ki bugünü görmedi." </p><p id="c_paragraf">Hâris dedi ki: "Muhammed bu siyah kargadan başka adam bulmadı mı ki müezzin yapsın?" Hazret-i Bilâl-i Habeşîyi tezyif etti. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet">1- Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:703, el-Askalânî, el-İsâbe, no. 3115.<br />2- "Bu iki bileziği Kisrâ'dan alıp Sürâka'ya giydiren Allah'a hamd olsun." Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:703, el-Askalânî, el-İsâbe, no. 3115; Kâd-ı Iyâz, eş-Şifâ, 1:344.<br />3- Buharî, İmân: 31; Müslim, Fiten: 76; Tirmizî, Fiten: 41; Müsned, 2:233, 240, 5:92, 99; Kâd-ı Iyâz, eş-Şifâ, 1: 337; el-Mubârekforî, Tuhfetü'l-Ahvezî, 6:462, 663.<br />4- "Allah'ın bir iti onu yiyecek." el-Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:139; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:664<br />1 Kadî Iyâz, eş-Şifâ, 1:343; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3: 211; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:700; el-Elbânî, Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha, 1427.<br />2 Buharî, Cihad: 141, Tefsir: 60:1, Meğâzî: 46; Müslim, Fedâilü's-Sahâbe: 161; Ebû Dâvud, Cihad: 98; Tirmizî, 60:1; Müsned, 1:79; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:301; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:342.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet"><br /></p><p id="c_paragraf">Ebu Süfyan dedi: "Ben korkarım, birşey demeyeceğim. Kimse olmasa da, şu Batha'nın taşları ona haber verecek, o bilecek." Hakikaten, bir parça sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onlara rast geldi, harfiyen konuştuklarını söyledi. O vakit Attab ile Hâris şehadet getirdiler, Müslüman oldular.1 <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b423.gif" /></p><p id="c_paragraf">İşte, ey biçare mülhid! Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı tanımayan kalbsiz adam! Bak, Kureyş'in iki muannid büyükleri, birtek ihbar-ı gaybî ile imana geldiler. Ne kadar kalbin bozulmuş ki, mânevî tevatürle, bu ihbar-ı gaybî gibi binler mu'cizâtı işitiyorsun, yine kanaat-i tammen gelmiyor. Her ne ise, sadede dönüyoruz. </p><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih ile, gazve-i Bedir'de, Hazret-i Abbas Sahabelerin eline esir düştüğü vakitte, fidye-i necat istenilmiş. O da demiş: "Param yok." Hazret-i Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş ki: </p><p id="c_paragraf">"Zevcen Ümmü Fadl yanında bu kadar parayı filân yere bırakmışsın." Hazret-i Abbas tasdik edip, "İkimizden başka kimsenin bilmediği bir sır idi." O vakit kemâl-i imanı kazanıp İslâm olmuş. 2 <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b423.gif" /></p><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih-i kati ile, muzır bir sâhir olan Lebid-i Yahudi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı rencide etmek için acip ve müessir bir sihir yapmış. Bir tarağa saçları sarmış, üstünde sihir yapmış, bir kuyuya atmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ali'ye ve Sahabelere ferman etmiş: "Gidiniz, filân kuyuda bu çeşit sihir âletlerini bulup getiriniz." Gitmişler, aynen öyle bulup getirmişler. Herbir ipi açıldıkça, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dahi rahatsızlığından hiffet buluyordu.3 <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b423.gif" /></p><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih ile, Ebu Hüreyre ve Huzeyfe gibi mühim zatlar bulunduğu bir heyette Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş ki:</p><br /><center> <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b299.gif" /> * </center><br /><p>diye, birinin irtidadıyla müthiş âkıbetini haber vermiş. Ebu Hüreyre dedi: "O heyetten, ben bir adamla ikimiz kaldık. Ben korktum. Sonra öteki adam Yemâme Harbinde Müseylime tarafında bulunup mürted olarak katledildi." İhbar-ı Nebevînin hakikati çıktı. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet">1- el-Hafâci, Şerhu'ş-Şifâ, 3:219, 220; el-Askâlânî, el-Metâlibü'l-Âliye, no. 4366; İbnü'l-Kayyım, Zâdü'l-Meâd, (tahkik: el-Arnavud), 3:409-410; İbni Hişâm, Sîretü'n-Nebî, 2:413.<br />2- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:343, Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:699; Hafâci, Şerhu'ş-Şifâ, 3:206, 207; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 6:85.<br />3- Buharî, Tıb: 47, 49, 50; Edeb: 56; Daavât: 57; Bedü'l-Halk: 11; Müslim, Selâm: 43; İbni Mâce, Tıb: 45; Müsned, 6:57, 63, 96; Ali el-Kari, Şerü'ş-Şifâ, 1:706; Tebrîzî, Mişkâtü'l-Mesâbîh, (tahkik: el-Elbânî), 3:174, no. 5893.<br />* "Birinizin dişi, Cehennemde Uhud Dağından daha büyük olacaktır." Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 4:342, el-Hafâci, Şerhu'ş-Şifâ, 3:203; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 8:289-290, 8:290; Tebrîzî, Mişkâtü'l-Mesâbîh, 3:103.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih ile, Umeyr ve Safvan Müslüman olmadan evvel, mühim bir mala mukabil, Peygamberin (a.s.m.) katline karar verip, Umeyr ise Peygamberin (a.s.m.) katlini niyet ederek Medine'ye gelmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Umeyr'i gördü, yanına çağırdı. dedi: "Safvan ile maceranız budur." elini Umeyr'in göğsüne koydu; Umeyr "Evet" dedi, Müslüman oldu. 1 </p><p id="c_paragraf">Daha bunlar gibi pek çok sahih ihbârât-ı gaybiye vuku bulmuş. Meşhur kütüb-ü sitte-i sahiha-i hadisiyede zikredilmiştir ve senetleriyle beyan edilmiştir. Bu risalede beyan edilen vakıatın ekseri, tevatür-ü mânevî hükmünde katidir, yakinîdirler. Başta Buharî ve Müslim-ki, Kur'ân'dan sonra en sahih kitap olduklarını ehl-i tahkik kabul etmiş-ve sair Sahih-i Tirmizî, Neseî ve Ebu Davud ve Müstedrekü'-Hâkim ve Müsned-i Ahmed ibni Hanbel ve Delâil-i Beyhakî gibi kitaplarda ananesiyle beyan edilmiştir. </p><p id="c_paragraf">Şimdi, ey mülhid-i bîhuş! "Muhammed-i Arabî (a.s.m.) akıllı bir adamdı" deyip geçme. Çünkü şu umur-u gaybiyeye dair ihbârât-ı sadıka-i Ahmediye (a.s.m.) iki şıktan hâli değil: Ya diyeceksin ki, o zât-ı kudsîde öyle keskin bir nazar ve geniş bir dehâ var ki, mâzi ve müstakbeli ve umum dünyayı görür, bilir ve etraf-ı âlemi ve şark ve garbı temâşâ eder bir gözü ve geçmiş ve gelecek bütün zamanları keşfeder bir dehâsı vardır. Bu hal ise beşerde olamaz; eğer olsa, Hâlık-ı âlem tarafından verilmiş bir harika, bir mevhibe olur. Bu ise, tek başıyla bir mucize-i âzamdır. Veyahut inanacaksın ki, o zât-ı mübarek, öyle bir Zâtın memuru ve şakirdidir ki, herşey Onun nazarında ve tasarrufundadır. Ve bütün envâ-ı kâinat ve bütün zamanlar Onun taht-ı emrindedir. Defter-i kebirinde herşey yazılıdır; istediği zaman talebesine bildirir ve gösterir. Demek, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, Üstad-ı Ezelîsinden ders alır, öyle ders verir. </p><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih ile, Hazret-i Hâlid'i, harp için Düvmetü'l-Cendel reisi olan Ükeydir'e gönderdiği vakit ferman etmiş ki: <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b300.gif" /> * diye, bakar-ı vahşî avında bulacağını, kavgasız esir edileceğini ihbar etmiş. Hazret-i Hâlid gitmiş, aynen öyle bulmuş, esir etmiş, getirmiş. </p><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih ile, Kureyş, Benî Hâşimî aleyhinde yazdıkları ve Kâbenin sakfına astıkları sayfa hakkında ferman etmiş ki: "Kurtlar yazılarınızı yemiş; yalnız sayfadaki esmâ-i İlâhiyeye ilişmemişler." Haber vermiş. Sonra sayfaya bakmışlar; aynen öyle olmuş. 2 </p><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih ile, "Beytü'l-Makdisin fethinde büyük bir tâun çıkacak" ferman etmişti. Hazret-i Ömer zamanında Beytü'l-Makdis fetholundu. Ve öyle bir tâun çıktı ki, üç günde yetmiş bir vefiyat oldu.3 </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet">* "Onu yabânî öküz avlarken bulacaksın." Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:344; Hafâci, Şerhu'ş-Şifâ, 3:218; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:704; İbnü'l-Kayyım, Zâdü'l-Meâd, 5:538-539; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:519; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 4:30.<br />1- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:342, 343; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 8:286-287, 8:284-286; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 3:313.<br />2- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:345; Hafâci, Şerhu'ş-Şifâ, 3: 720; Aliyyü'l-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:706; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 3:96-97; İbni Hişâm, Sîretü'n-Nebî, 1:371.<br />3- Buharî, Tıb: 30, Hıyel: 13; Müslim, Selâm: 98, 100; Muvatta', Medine: 22, 24; Müsned, 4:195-196; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 6:383; Süyûtî, el-Hasâisü'l-Kübrâ, 2:477-478.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet"><br /></p><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih ile, o zamanda vücudu olmayan Basra ve Bağdad'ın vücuda geleceklerini ve Bağdad'a dünya hazinelerinin gireceğini 1 <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b423.gif" /> ve Türkler ve Bahr-i Hazar etrafındaki milletlerle Araplar muharebe edeceklerini ve sonra onlar çoklukla İslâmiyete girecek, Araplara Araplar içinde hâkim olacaklarını haber vermiş. Demiş ki: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b301.gif" /> -2- </center><br /><p id="c_paragraf">Hem ferman etmiş ki: </p><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b302.gif" /> -3- </center><br /><p>diye, Emeviyenin Yezid ve Velid gibi şerir reislerinin fesadını haber vermiş. </p><br /><p id="c_paragraf">Hem Yemâme gibi bir kısım yerlerde irtidat vuku bulacağını haber vermiş.4 <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b423.gif" /></p><p id="c_paragraf">Hem gazve-i meşhure-i Hendek'te ferman etmiş ki: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b303.gif" /> -5- </center><br /><p>diye, "Bundan sonra onlar bana değil, belki ben onlara hücum edeceğim." Haber vermiş, haber verdiği gibi çıkmış. </p><br /><p id="c_paragraf">Hem, nakl-i sahih ile, vefatından bir iki ay evvel ferman etmiş ki: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b304.gif" /> -6- </center><br /><p>diye vefatını haber vermiş. </p><br /><p id="c_paragraf">Hem Zeyd ibni Sûvahan hakkında ferman etmiş ki: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b305.gif" /> -7- </center><br /><p>Zeyd'den evvel bir uzvu şehid edileceğini haber vermiş. Bir zaman sonra, Nihavend harbinde bir eli kesilmiş. Demek, en evvel o el şehid olup mânen Cennete gitmiş. </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet">1- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:344; Aliyyü'l-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:703; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 10:102; Tebrizî, Mişkâtü'l-Mesâbîh, no. 5433.<br />2- "İçinizde Arap olmayan milletlerin çoğalacağı günler yakındır. Onlar sizin malınızı ve herşeyinizi gözünüz önünde yiyecekler ve ensenize tokat indirecekler." Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:341; Hafâci, Şerhu'ş-Şifâ, 3:194; Aliyyü'l-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:692; el-Heysemî, Mecme'u'z-Zevâid, 7:310; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:519; Müsned, 2:288, 296, 304, 324, 377, 520, 4:66, 5:38.<br />3- "Ümmetimin helâki, Kureyş'in sefihlerinin elleriyle olacak." Buharî, Menâkıb: 25; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:479, 527, 572; Müsned, 2:288, 296, 301, 304, 324, 377, 520, 536, 4:66, 5:38; İbni Hibban, Sahih, 8:215, 252.<br />4- Buharî, Menâkıb: 25, Meğâzi: 70, Ta'bîr: 40; Müslim, Rüyâ: 21, 22; Tirmizî, Rüyâ: 10; Müsned, 2:319; Beyhâkî, Delâliü'n-Nübüvve: 5:334-3366:358, 360, 524.<br />5- Buharî, Meğâzî: 29; Müsned, 4:262, 6:394; İbni Hibban, Sahih, 6:272.<br />6- "Allah bir kulunu serbest bıraktı. O da, Allah katındakini seçti." Buharî, Menâkıbu'l-Ensâr: 45; Salât: 80, Fedâilü's-Sahâbe: 3; Müslim, Fedâilü's-Sahâbe: 2; Tirmizî, Menâkıb: 15; Ebû Dâvud, Mukaddime: 14; Müsned, 3:18, 478, 4:211, 5:139; İbni Hibban, Sahih, 8:200, 9:58.<br />7- "Onun bir uzvu kendisinden önce Cennete gider." Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:343; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:702; Hafâci, Şerhu'ş-Şifâ, 3:214; el-Heysemî, Mecme'u'z-Zevâid, 9:398; Askâlânî, el-Metâlibü'l-Âliye, 4:91, no. 4047.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet"><br /></p><p id="c_paragraf">İşte, bütün bahsettiğimiz umur-u gaybiye, on kısım envâ-ı mu'cizâtından birtek nevidir. O nevin on kısmından bir kısmını söylemedik. Şimdi, bu kısımla beraber, i'câz-ı Kur'ân'a dair Yirmi Beşinci Sözde, gayet geniş ihbar-ı gayb nevinin, dört nevini icmâlen beyan etmişiz. İşte buradaki nevi ile beraber, Kur'ân'ın lisanıyla gaybdan haber verilen o dört büyük nevi beraber düşün. Gör ki, ne kadar kati, şüphesiz, parlak, kuvvetli, kavî bir bürhan-ı risalettir ki, bütün bütün kalbi, aklı bozulmayan, elbette İmân edecek ki, zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, Hâlık-ı Külli Şey ve Allâmü'l-Guyûb olan bir <b id="eh">Zât-ı Zülcelâl</b>in resulüdür ve Ondan haber alıyor. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Yedinci Nükteli İşaret </span></p><p id="c_paragraf">Mu'cizât-ı Nebeviyenin bereket-i taam hususunda olan kısmından birkaç kati ve mânen mütevatir misaline işaret edeceğiz. Bahisten evvel bir mukaddime zikri münasiptir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Mukaddime:</span></p><p id="c_paragraf">Şu gelecek bereketli mu'cizât misalleri, herbiri müteaddit tarikle, hattâ bazıları on altı tarikle sahih bir surette nakledilmiş. Ekserisi bir cemaat-i kesire huzurunda vuku bulmuş; o cemaat içinde muteber ve sadık insanlar onlardan bahsedip nakletmişler. Meselâ, "Sâ' denilen dört avuç taamdan yetmiş adam yemişler, tok olmuşlar" naklediyor. O yetmiş adam onun sözünü işitiyor, tekzip etmiyor. Demek sükûtla tasdik ediyorlar. Halbuki, o asr-ı sıdk ve hakikatte ve o hakperest ve ciddî ve doğru adam olan Sahabeler, zerre miktar yalanı görse, red ve tekzip ederler. Halbuki, bahsedeceğimiz vakıaları çoklar rivayet etmiş ve ötekiler de sükûtla tasdik etmişler. Demek, herbir hadise mânen mütevatir gibi katidir. </p><p id="c_paragraf">Hem Sahabeler, Kur'ân'ın ve âyetlerin hıfzından sonra, en ziyade Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ef'al ve akvâlinin muhafazasına, bahusus ahkâma ve mu'cizâta dair ahvâline bütün kuvvetleriyle çalıştıklarını ve sıhhatlerine pek çok dikkat ettiklerini, tarih ve siyer şehadet ediyor. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma ait en küçük bir hareketi, bir sîreti, bir hali ihmal etmemişler. Ve etmediklerini ve kaydettiklerini, kütüb-ü ehâdisiye şehadet ediyor. </p><p id="c_paragraf">Hem Asr-ı Saadette, mu'cizâtı ve medar-ı ahkâm ehâdisi, kitabetle çoklar kaydedip yazdılar. Hususan Abâdile-i Seb'a kitabetle kaydettiler. Hususan, Tercümanü'l-Kur'ân olan Abdullah ibni Abbas ve Abdullah ibni Amr ibni'l-Âs, bahusus otuz kırk sene sonra Tâbiînin binler muhakkikleri, ehâdisi ve mu'cizâtı yazıyla kaydettiler. </p><p id="c_paragraf">Daha ondan sonra, başta dört imam-ı müçtehid ve binler muhakkik muhaddisler naklettiler, yazıyla muhafaza ettiler. </p><p id="c_paragraf">Daha Hicretten iki yüz sene sonra, başta Buharî, Müslim, Kütüb-ü Sitte-i makbule vazife-i hıfzı omuzlarına aldılar. İbni Cevzî gibi şiddetli binler münekkitler çıkıp, bazı mülhidlerin veya fikirsiz veya hıfzsız veya nâdanların karıştırdıkları mevzu ehâdisi tefrik ettiler, gösterdiler.<br /></p><p id="c_paragraf">Sonra, ehl-i keşfin tasdikiyle, yetmiş defa Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm temessül edip yakaza halinde onun sohbetiyle müşerref olan Celâleddin Süyutî gibi allâmeler ve muhakkikler, ehâdis-i sahihanın elmaslarını, sair sözlerden ve mevzuattan tefrik ettiler. İşte, bahsedeceğimiz hadiseler, mucizeler, böyle elden ele-kuvvetli, emin, müteaddit ve çok, belki hadsiz ellerden-sağlam olarak bize gelmiş. "<span id="c_c_kalin">Elhamdü lillâhi hâzâ min fadli Rabbî</span>". 1 </p><p id="c_paragraf">İşte buna binaen, "Bu zamana kadar uzun mesafeden gelen, şu zamandan tâ o zamana kadar bu hadiseleri, nasıl bileceğiz ki karışmamış ve sâfidir?" hatıra gelmemelidir. </p><p id="c_paragraf">Berekete Dair Mu'cizât-ı Katiyenin Birinci Misali: Başta Buharî ve Müslim, Kütüb-ü Sitte-i sahiha müttefikan haber veriyorlar ki: </p><p id="c_paragraf">Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Hazret-i Zeynep ile tezevvücü velîmesinde, Hazret-i Enes'in validesi Ümmü Süleym, bir iki avuç hurmayı yağla kavurarak bir kaba koyup Hazret-i Enes'le Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâma gönderdi. Enes'e ferman etti ki: "Filân, filânı çağır. Hem, kime tesadüf etsen davet et." Enes de kime rast geldiyse çağırdı. Üç yüz kadar Sahabe gelip suffe ve hücre-i saadeti doldurdular. </p><p id="c_paragraf">Ferman etti: <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b306.gif" /> Yani, "Onar onar halka olunuz." Sonra, mübarek elini o az taam üzerine koydu, dua etti, "Buyurun" dedi. Bütün o üç yüz adam yediler, tok olup kalktılar. Enes'e ferman etmiş: "Kaldır." Enes demiş ki: "Bilmedim, taam kabını koyduğum vakit mi taam çoktu, yoksa kaldırdığım vakit mi çoktu, fark edemedim." 2 </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Misal:</span> Mihmandâr-ı Nebevî Ebu Eyyubi'l-Ensârî hanesine teşrif-i Nebevî hengâmında Ebu Eyyüb der ki: </p><p id="c_paragraf">Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve Ebu Bekr-i Sıddık'a kâfi gelecek iki kişilik yemek yaptım. Ona ferman etti: <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b307.gif" /> -3- Otuz adam geldiler, yediler. Sonra ferman etti: <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b308.gif" /> -4- Altmış daha davet ettim. Geldiler, yediler. Sonra ferman etti: <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b309.gif" /> -5- Yetmiş daha davet ettim. Geldiler, yediler. Kaplarda yemek daha kaldı. Bütün gelenler o mucize karşısında İslâmiyete girip biat ettiler. O iki kişilik taamdan yüz seksen adam yediler. 6 </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet">1- Allah'a hamd olsun. Bu Rabbimin ihsanıdır. (Dua)<br />2- Buharî, Nikâh: 64; Müslim, Nikâh: 94, 95; Tirmizî, 33:21; Nesâî, Nikâh: 84; Ebû Dâvud, Edeb: 95; Müsned, 3:29, 5:462; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:294.<br />3- "Ensar'dan otuz kişi çağır."<br />4- "Altmış kişi çağır."<br />5- "Yetmiş kişi çağır."<br />6- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:292; el-Heysemî, el-Mecmeu'z-Zevâid, 8:303; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:33; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:604.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_ayet"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Misal:</span> Hazret-i Ömer ibnü'l-Hattab ve Ebu Hüreyre ve Selemetübnü'l-Ekvâ ve Ebu Amratü'l-Ensarî gibi, müteaddit tariklerle diyorlar ki: </p><p id="c_paragraf">Bir gazvede ordu aç kaldı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma müracaat ettiler. Ferman etti ki: "Heybelerinizde kalan bakıye-i erzakı toplayınız." Herkes azar birer parça hurma getirdi. En çok getiren, dört avuç getirebildi. Bir kilime koydular. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Seleme der ki:</span> "Mecmuunu ben tahmin ettim, oturmuş bir keçi kadar ancak vardı." Sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bereketle dua edip ferman etti: "Herkes kabını getirsin." Koşuştular, geldiler. O ordu içinde hiçbir kap kalmadı, hepsini doldurdular. Hem fazla kaldı. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sahabeden bir râvi demiş:</span> "O bereketin gidişatından anladım: Eğer ehl-i arz gelseydi, onlara dahi kâfi gelecekti." -1- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü Misal:</span> Başta Buharî ve Müslim, kütüb-ü sahiha beyan ediyorlar ki: </p><p id="c_paragraf">Abdurrahman ibn-i Ebî Bekr-i Sıddık der: Biz yüz otuz Sahabe, bir seferde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraberdik. Dört avuç miktarı olan bir sâ' ekmek için hamur yapıldı. Bir keçi dahi kesildi, pişirildi; yalnız ciğer ve böbrekleri kebap yapıldı. Kasem ederim, o kebaptan, yüz otuz Sahabeden herbirisine bir parça kesti, verdi. Sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm pişmiş eti iki kâseye koydu. Biz umumumuz tok oluncaya kadar yedik; fazla kaldı. Ben fazlasını deveye yükledim. -2- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşinci Misal:</span> Kütüb-ü sahiha katiyetle beyan ediyorlar ki: </p><p id="c_paragraf">Gazve-i Garra-i Ahzabda, meşhur Yevmü'l-Hendek'te, Hazret-i Câbiru'l-Ensârî kasemle ilân ediyor: O günde, dört avuç olan bir sâ' arpa ekmeğinden, bir senelik bir keçi oğlağından bin adam yediler ve öylece kaldı. </p><p id="c_paragraf">Hazret-i Câbir der ki: O gün yemek, hanemde pişirildi. Bütün bin adam o sâ'dan, o oğlaktan yediler, gittiler. Daha tenceremiz dolu kaynıyor, daha hamurumuz ekmek yapılıyor. O hamura, o tencereye mübarek ağzının suyunu koyup bereketle dua etmişti. -3- </p><p id="c_paragraf">İşte, şu mucize-i bereketi, bin zâtın huzurunda, onları ona alâkadar göstererek Hazret-i Câbir kasemle ilân ediyor. Demek şu hadise, bin adam rivayet etmiş gibi kati denilebilir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Altıncı Misal:</span> Nakl-i sahih-i kati ile, hâdim-i Nebevî Hazret-i Enes'in amcası meşhur Ebu Talha der ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, yetmiş seksen adamı, Enes'in koltuğu altında getirdiği az arpa ekmeğinden tok oluncaya kadar yedirdi. "O az ekmekleri parça parça ediniz" emretti ve bereketle dua etti. Menzil dar olduğundan, onar onar gelip yediler, tok olarak gittiler. -4- </p><br /><hr style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_cizgi"><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Buharî, Şerike: 1; Cihad: 123; Müslim, İman: 44, 45; Müsned, 3:11, 418. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Buharî, Hibe: 28, Et'ıme: 6; Müslim, Eşribe: 175; Müsned: 1:197, 198; es-Sâ'âtî, el-Fethü'r-Rabbânî: 22:55. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Buharî, Mağâzî: 29; Müslim, Eşribe: 141; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:31; Ali el-Kari, eş-Şifâ, 1:290; Kenzü'l-Ummal, 12:409, 424. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Buharî, Et'ıme: 6, 48; Müslim, Eşribe: 142, 143; Müsned, 3:218; Ali el-Kari, eş-Şifâ, 1:291, 297; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:31.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Yedinci Misal:</span> Nakl-i sahih-i kati ile, Şifâ-i Şerif ve Müslim gibi kütüb-ü sahiha beyan ederler ki: </p><p id="c_paragraf">Hazret-i Câbiru'l-Ensârî diyor: Bir zat, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan iyâli için taam istedi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yarım yük arpa verdi. Çok zaman o adam iyâliyle ve misafirleriyle o arpadan yediler. Bakıyorlar, bitmiyor. Noksaniyetini anlamak için ölçtüler. Sonra bereket dahi kalktı; noksan olmaya başladı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma geldi, vak'ayı beyan etti. Ona cevaben ferman etti: <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b310.gif" /> Yani, "Eğer kile ile tecrübe etmeseydiniz, hayatınızca size yeterdi." -1-</p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sekizinci Misal:</span> Tirmizî ve Neseî ve Beyhakî ve Şifâ-i Şerif gibi kütüb-ü sahiha beyan ediyorlar ki: </p><p id="c_paragraf">Hazret-i Semeretübnü Cündüb der: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma bir kâse et geldi. Sabahtan akşama kadar fevc fevc adamlar geldiler, yediler. -2- </p><p id="c_paragraf">İşte, mukaddimede beyan ettiğimiz sırra binaen, şu vakıa-i bereket yalnız Semure'nin rivayeti değil; belki Semure, o yemeği yiyen cemaatlerin mümessili gibi, onların namına ve tasdiklerine binaen ilân ediyor. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dokuzuncu Misal:</span> Şifâ-i Şerif sahibi ve meşhur İbni Ebî Şeybe ve Taberânî gibi mevsuk ve sahih muhakkikler rivayetiyle, Hazret-i Ebu Hüreyre der: </p><p id="c_paragraf">Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bana emretti: "Mescid-i şerifin suffesini mesken ittihaz eden yüzden ziyade fukara-yı muhacirîni davet et." Ben dahi onları aradım, topladım. Umumumuza bir tabla taam konuldu. Biz istediğimiz kadar yedik, kalktık. O kâse konulduğu vakit nasıl idi; yine öyle dolu kaldı. Yalnız parmakların izi taamda görünüyordu. -3- </p><p id="c_paragraf">İşte, Hazret-i Ebu Hüreyre, umum kâmilîn-i ehl-i suffe tasdikine istinaden, onlar namına haber verir. Demek, mânen umum ehl-i suffe rivayet etmiş gibi katidir. Hem hiç mümkün müdür ki, o haber hak ve doğru olmasa, o sadık ve kâmil zatlar sükût edip tekzip etmesinler? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Onuncu Misal:</span> Nakl-i sahih-i kati ile, Hazret-i İmam-ı Ali der: </p><p id="c_paragraf">Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Benî Abdülmuttalib'i cem etti. Onlar kırk adam idiler. Onlardan bazıları bir deve yavrusunu yerdi ve dört kıyye süt içerdi. Halbuki, umum onlara bir avuç kadar bir yemek yaptı; umum yiyip tok oldular, yemek eskisi gibi kaldı. Sonra, üç dört adama ancak kâfi gelir ağaçtan bir kap içinde süt getirdi. Umumen içtiler, doydular; içilmemiş gibi bâki kaldı. -4- İşte, Hazret-i Ali'nin şecaati ve sadakati katiyetinde bir mucize-i bereket! </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Müslim, Fedâil: 3, no. 2281; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 6:114. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Tirmizî (tahkik Ahmed Şâkir), no. 2629; Ebû Dâvud, Mukaddime: 9; Müsned, 5:12, 18; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:618. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:293; Ali el-Kari, eş-Şifâ, 1:606; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 8:308; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 6:101. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:293; Ali el-Kari, eş-Şifâ, 1:607; el-Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:36; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 8:302-303; Ahmed ibni Hanbel, Fedâilü's-Sahâbe (tahkik: Vasiyyüllah), 1220; Müsned, 1:159.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">On Birinci Misal:</span> Nakl-i sahih ile, Hazret-i Ali ve Fatımatü'z-Zehrâ velîmesinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Bilâl-ı Habeşîye emretti: "Dört beş avuç un, ekmek yapılsın ve bir deve yavrusu kesilsin." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Hazret-i Bilâl der:</span> Ben taamı getirdim. Mübarek elini üstüne vurdu. Sonra taife taife Sahabeler geldiler, yediler, gittiler. O yemekten bâki kalan miktara yine bereketle dua etti. Bütün ezvâc-ı tâhirâta, herbirine birer kâse gönderildi. Emretti ki: "Hem yesinler, hem yanlarına gelenlere yedirsinler." -1-</p><p id="c_paragraf">Evet, böyle mübarek bir izdivaçta, elbette böyle bir bereket lâzımdır ve vukuu katidir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">On İkinci Misal:</span> Hazret-i İmam-ı Cafer-i Sadık, pederleri İmam-ı Muhammedü'l-Bâkır'dan, o da pederi İmam-ı Zeynelâbidîn'den, o dahi İmam-ı Ali'den nakleder ki: </p><p id="c_paragraf">Fatımatü'z-Zehrâ, yalnız ikisine kâfi gelecek bir yemek pişirdi. Sonra Ali'yi gönderdi, tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gelsin, beraber yesinler. Teşrif etti ve emretti ki, o yemekten herbir ezvâcına birer kâse gönderildi. Sonra kendine, hem Ali'ye, hem Fatıma ve evlâtlarına birer kâse ayrıldıktan sonra, Hazret-i Fatıma der: "Tenceremizi kaldırdık; daha dolu olup taşıyordu. Meşiet-i İlâhiye ile, hayli zaman o yemekten yedik." -2-</p><p id="c_paragraf">Acaba niçin bu nuranî, yüksek silsile-i rivayetten gelen şu mucize-i berekete, gözünle görmüş gibi inanmıyorsun? Evet, buna karşı şeytan dahi bahane bulamaz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">On Üçüncü Misal:</span> Ebu Davud ve Ahmed ibni Hanbel ve İmam-ı Beyhakî gibi sadûk imamlar, Dükeynü'l-Ahmes ibni Saidi'l-Müzeyn'den, hem altı kardeşle beraber sohbete müşerref ve Sahabelerden olan Numan ibni Mukarrini'l-Ahmesiyyi'l-Müzeyn'den, hem Cerir'den naklederek, müteaddit tariklerle Hazreti Ömer ibnü'l-Hattab'dan naklediyorlar ki: </p><p id="c_paragraf">Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Hazret-i Ömer'e emretti: "Ahmesî kabilesinden gelen dört yüz atlıya yolculuk için zâd ü zahîre ver." Hazret-i Ömer dedi: "Ya Resulallah, mevcut zahîre birkaç sâ'dır. Kümesi, oturmuş bir deve yavrusu kadardır." Ferman etti: "Git, ver." O da gitti, yarım yük hurmadan, dört yüz süvariye kifayet derecesinde zâd ü zahîre verdi. Ve dedi: Hiç noksan olmamış gibi eski halinde kaldı. -3-</p><p id="c_paragraf">İşte şu mucize-i bereket, dört yüz adamla ve bahusus Hazret-i Ömer ile münasebettar bir surette vukua gelmiştir. Rivayetlerin arkasında bunlar var. Bunların sükûtu, tasdiktir; iki üç haber-i vahid deyip geçme. Böyle hadiseler haber-i vahid dahi olsa, tevatür-ü mânevî hükmünde kanaat verir. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:297; Ali el-Kari, eş-Şifâ, 1:613; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 3:160. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:294; Ali el-Kari, eş-Şifâ, 1:608; İbni Hacer, el-Metâlibü'l-Âliye, 4:73, no. 4001. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Es-Sâ'âtî, el-Fethü'r-Rabbânî, 22:85; Müsned, 5:445; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:294; Ali el-Kari, eş-Şifâ, 1:609; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 5:365.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">On Dördüncü Misal:</span> Başta Buharî ve Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki: </p><p id="c_paragraf">Hazret-i Câbir'in pederi vefat eder. Borcu çok, ziyade medyun; borç sahipleri de Yahudiler. Câbir, pederinin asıl malını guremâya verdi, kabul etmediler. Halbuki, bağındaki meyveleri, kaç senede deynine kâfi gelmeyecek. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: "Bağın meyvelerini koparınız, harman ediniz." Öyle yaptılar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm harman içinde gezdi, dua etti. Sonra Câbir, harmandan pederinin bütün guremâsının borçlarını verdikten sonra, yine, bir senede bağdan gelen mahsulât kadar harmanda kaldı. Bir rivayette, bütün guremâya verdiği kadar kaldı. O hadiseden, borç sahipleri olan Yahudiler çok taaccüp edip hayrette kaldılar. -1- </p><p id="c_paragraf">İşte şu mucize-i bâhire-i bereket, yalnız Hazret-i Câbir gibi birkaç râvilerin haberi değil. Belki mânevî tevatür hükmünde, o hadise ile münasebettar, hadd-i tevatür derecesinde çok adamları temsil ederek rivayet etmişler. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">On Beşinci Misal:</span> Başta Tirmizî ve İmam-ı Beyhakî gibi muhakkikler, Hazret-i Ebu Hüreyre'den nakl-i sahihle beraber haber veriyorlar ki: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Ebu Hüreyre demiş ki:</span> Bir gazvede (başka bir rivayette, gazve-i Tebük'te), ordu aç kaldı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b311.gif" /> "Birşey var mı?" diye emretti. Ben dedim: "Heybede bir parça hurma var." (Bir rivayette, on beş tane imiş.) Dedi: "Getir." Getirdim. Mübarek elini soktu, bir kabza çıkardı, bir kaba bıraktı, bereketle dua buyurdular. Sonra onar onar askeri çağırdı, umumen yediler. Sonra ferman etti: <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b312.gif" /> -2- Ben aldım, elimi o heybeye soktum. Evvel getirdiğim kadar elime geçti. Sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hayatında, Ebu Bekir ve Ömer ve Osman hayatında o hurmalardan yedim. (Başka bir tarikte rivayet edilmiş ki: O hurmalardan kaç yük, fî sebilillâh sarf ettim. Sonra Hazret-i Osman'ın katlinde o hurma, kabıyla nehb ve garat edildi, gitti.) -3 -</p><p id="c_paragraf">İşte, hoca-i kâinat olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâmın kudsî medresesi ve tekkesi olan suffenin demirbaş bir mühim talebesi ve müridi ve kuvve-i hafızanın ziyadesi için dua-yı Nebeviyeye mazhar olan Hazret-i Ebu Hüreyre, gazve-i Tebük gibi bir mecma-ı nâsta vukuunu haber verdiği şu mucize-i bereket, mânen bir ordu sözü kadar kati ve kuvvetli olmak gerektir. </p><hr style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_cizgi"><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Buharî, Vesâyâ: 36, Büyû': 51, Sulh: 13, İstikraz: 18; Nesâî, Vesâyâ: 3, 4; Müsned, 3:313, 365, 373, 391, 395, 398; İbni Hibban, Sahih, 8:167; es-Sâ'âtî, el-Fethü'r-Rabbânî, 22:60; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:295. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- "Getirdiğin şeyi al götür. Onu tut muhafaza et ve boşaltma." </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Tirmizî, Menâkıb: 47, no. 3839; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 6:110 (muhtelif tariklerle); Müsned, 2:352; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:295; es-Sâ'âtî, el-Fethü'r-Rabbânî, 22:56; Tebrîzî, Mişkâtü'l-Mesâbîh, 3:191 no. 5933.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">On Altıncı Misal:</span> Başta Buharî, kütüb-ü sahiha nakl-ı kati ile beyan ediyorlar ki: </p><p id="c_paragraf">Hazret-i Ebu Hüreyre aç olmuş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın arkasından gidip menzil-i saadete gitmişler. Bakarlar ki, bir kadeh süt oraya hediye getirilmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm emretti ki: </p><p id="c_paragraf">"Ehl-i Suffeyi çağır." Ben kalbimden dedim ki: "Bu sütün bütününü ben içebilirim; ben daha ziyade muhtacım." Fakat emr-i Nebevî için onları topladım, getirdim. Yüzü mütecaviz idiler. Ferman etti: "Onlara içir." Ben de o kadehteki sütü birer birer verdim. Herbirisi doyuncaya kadar içer, diğerine veririm. Böyle birer birer içirerek bütün Ehl-i Suffe o sâfi sütten içtiler. Sonra ferman etti ki: </p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b313.gif" /> -1- Ben içtim. İçtikçe, "İç" ferman eder. Tâ, ben dedim: "Seni hak ile irsal eden <b id="eh">Zât-ı Zülcelâl</b>e kasem ederim, yer kalmadı ki içeyim." Sonra kendisi aldı, Bismillâh deyip hamd ederek bakıyesini içti. Yüz bin âfiyet olsun! -2- </p><p id="c_paragraf">İşte şu sâfi, hâlis süt gibi lâtîf, şüphesiz mucize-i bâhire-i bereket, beş yüz bin hadisi hıfzına alan Hazret-i Buharî başta olarak, Kütüb-ü Sitte-i sahiha ile nakilleri, gözle görmek kadar kati olmakla beraber, medrese-i kudsiye-i Ahmediye (a.s.m.) olan suffenin namdar, sadık, hafız bir şakirdi olan Ebu Hüreyre'nin, umum Ehl-i Suffeyi mânen işhad ederek, âdetâ umumunu temsil edip şu ihbarı tevatür derecesinde kati telâkki etmeyenin, ya kalbi bozuk veya aklı yok. Acaba, Hazret-i Ebu Hüreyre gibi sadık ve bütün hayatını hadise ve dine vakfeden, </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b314.gif" /> -3- </center><br /><p>hadisini işiten ve nakleden, hiç mümkün müdür ki, hıfzındaki ehâdis-i Nebeviyenin kıymetini ve sıhhatini şüpheye düşürüp Ehl-i Suffenin tekzibine hedef edecek muhalif bir söz ve asılsız bir vak'a söylesin? Hâşâ! </p><br /><p id="c_paragraf">Yâ Rab! Şu Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bereketi hürmetine, bize ihsan ettiğin maddî ve mânevî rızkımıza bereket ihsan et! </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Bir Nükte-i Mühimme:</span> Malûmdur ki, zayıf şeyler içtimâ ettikçe kuvvetleşir. İncecik ipler topak yapılsa, kuvvetli halat olur. Kuvvetli halatlar topak yapılsa, kimse koparamaz. İşte, on beş envâ-ı mu'cizâttan yalnız bereket kısmındaki mu'cizâtı ve o kısmın on beş kısmından ancak bir kısmını, on beş misalle gösterdik. Herbir misal, tek başıyla nübüvveti ispat eder bir derecede kuvvetliydi. Farz-ı muhal olarak, bunların bir kısmını kuvvetsiz saysak da yine kuvvetsiz diyemeyiz. Çünkü, kavî ile ittifak eden kavîleşir. </p><p id="c_paragraf">Hem şu on beş misalin içtimaı, kati, şüphesiz bir tevatür-ü mânevî ile, kuvvetli bir mucize-i kübrâyı gösterir. Şimdi, şu mecmudaki mucize-i kübrâ, bereket mucizelerinden zikredilmemiş olan on dört kısm-ı âhare mezc edilse, kuvvetli halatları topak yapmak gibi, koparılması mümkün olmayan bir mucize-i ekber, içinde görünür. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- "Geriye seninle ben kaldık, iç." </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Buharî, Rikâk: 17; Tirmizî, Sıfatü'l-Kıyâme: 36, no. 2477; Müsned, 2:515; Tirmizî (tahkik: Ahmed Şâkir), no. 2479; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:15; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:296. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- "Benden bilerek yalan birşey haber veren, Cehennemdeki yerini hazırlasın." Buharî, İlim: 39; Cenâiz: 33; Enbiyâ: 50; Edeb: 109; Müslim, Zühd: 72; Ebû Dâvud, İlim: 4; Tirmizî, Fiten: 70, İlim: 8, 13; Tefsir: 1; Menâkıb: 19; İbni Mâce, Mukaddime: 4; Dârîmî, Mukaddime: 25, 46; Müsned, 1:70, 78.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Sonra, şu mucize-i ekberi, sair on dört nevi mu'cizâtın mecmuuna ilâve et, gör ki, ne derece kuvvetli, sarsılmaz, kati bir bürhan-ı nübüvvet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) gösterir. İşte, nübüvvet-i Ahmediyenin (a.s.m.) direği, şu mecmudan teşekkül eden dağ gibi kuvvetli bir direktir. Şimdi, cüz'iyatta ve misallerde, sû-i fehimden gelen şüphelerle, o metin sakf-ı muallâyı sebatsız ve kabil-i sukut görmek ne derece akılsızlık olduğunu anladın. </p><p id="c_paragraf">Evet, berekete dair o mucizeler gösteriyorlar ki, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, umuma rızık veren ve rızıkları halk eden bir Zât-ı Rahîm ve Kerîmin sevgili memurudur, pek hürmetli bir abdidir ki, rızkın envâında, hilâf-ı âdet olarak, ona hiçten ve sırf gaybdan ziyafetler gönderiyor. </p><p id="c_paragraf">Malûmdur ki, Ceziretü'l-Arab, suyu ve ziraati az bir yerdir. Onun için, ahalisi, hususan bidayet-i İslâmdaki Sahabeler, dıyk-ı maişete maruzdular. Hem susuzluğa çok defa giriftar oluyorlardı. İşte, bu hikmete binaen, mu'cizât-ı bâhire-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmın mühimleri, taam ve su hususunda tezahür etmiş. Bu harikalar, dâvâ-yı nübüvvete delil ve mucize olmaktan ziyade, ihtiyaca binaen, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma bir ikram-ı İlâhî, bir ihsan-ı Rabbânî, bir ziyafet-i Rahmâniye hükmündedir. Çünkü, o mu'cizâtı görenler, nübüvveti tasdik etmişler. Fakat mucize zuhur ettikçe İmân ziyadeleşir, nurun alâ nur olur. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Sekizinci İşaret</span></p><p id="c_paragraf">Su hususunda tezahür eden bir kısım mu'cizâtı beyan eder. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Mukaddime:</span></p><p id="c_paragraf">Malûmdur ki, cemaatler içinde vuku bulan hadiseler, âhâdî bir surette nakledilse, tekzip edilmediği vakit, doğruluğunu gösterir. Çünkü, insanın fıtratında, yalana yalandır demeye cibillî bir meyil vardır. Hususan, her kavimden ziyade yalana karşı sükût etmez Sahabeler olsa; hususan hadiseler Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma taallûk etse; ve bilhassa, nakleden, meşâhir-i Sahabeden olsa, elbette o haber-i vahid sahibi, o hadiseyi gören cemaati temsil eder hükmünde rivayet eder. </p><p id="c_paragraf">Halbuki, şimdi bahsedeceğimiz mu'cizât-ı mâiyeyi, herbir misali çok tariklerle, çok Sahabelerin ellerinden, binler Tâbiînin muhakkikleri el atıp almışlar, sağlam olarak ikinci asır müçtehidlerinin ellerine vermişler. Onlar da, kemâl-i ciddiyetle ve hürmetle el atıp, kabul edip, arkalarındaki asrın muhakkiklerinin ellerine vermişler. Her tabaka, binler kuvvetli ellerden geçip, gele gele tâ asrımıza gelmiş. Hem Asr-ı Saadette yazılan kütüb-ü ehâdisiye sağlam olarak devredilip, tâ Buharî ve Müslim gibi ilm-i hadisin dâhi imamlarının ellerine geçmiş. Onlar da, kemâl-i tahkikle merâtibini tefrik ederek, sıhhati şüphesiz olanları cem ederek bir ders vermişler, takdim etmişler. <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b315.gif" /> -1- </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Allah onları bol hayırlarla mükafatlandırsın.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">İşte, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mübarek parmaklarından suyun akması ve pek çok adama içirmesi mütevatirdir. Öyle bir cemaat nakletmiş ki, yalana ittifakları muhaldir. Şu mucize gayet katidir. Hem üç defa, üç mecma-ı azîmde tekerrür etmiş. Başta Buharî, Müslim, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Şuayb, İmam-ı Katâde gibi pek çok ehl-i sahih bir cemaat, Sahabelerden, başta hâdim-i Nebevî Hazret-i Enes, Hazret-i Câbir, Hazret-i İbni Mes'ud gibi meşâhir-i Sahabenin bir cemaatinden, parmaklarından suyun kesretle akması ve orduya içirmesi, nakl-i sahih-i kati ile beyan edilmiştir. Bu nevi mucize-i mâiyeden, pek çok misallerinden dokuz misali beyan edeceğiz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci Misal:</span> Başta Buharî, Müslim, kütüb-ü sahiha, Hazret-i Enes'ten nakl-i sahihle haber veriyorlar ki: </p><p id="c_paragraf">Hazret-i Enes diyor: Zevra nâm-mahalde, üç yüz kişi kadar, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraberdik. İkindi namazı için abdest almayı emretti. Su bulunmadı. Yalnız bir parça su emretti; getirdik. Mübarek ellerini içine batırdı. Gördüm ki, parmaklarından çeşme gibi su akıyor. Sonra, bütün maiyetindeki üç yüz adam geldiler, umumu abdest alıp içtiler. -1- </p><p id="c_paragraf">İşte, şu misali, Hazret-i Enes, üç yüz kişiyi temsil ederek haber veriyor. Mümkün müdür ki, o üç yüz kişi, şu habere mânen iştirak etmesinler; hem iştirak etmedikleri halde tekzip etmesinler? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Misal:</span> Başta Buharî, Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki: </p><p id="c_paragraf">Hazret-i Câbir ibni Abdullahi'l-Ensârî beyan ediyor: Biz, bin beş yüz kişi, gazve-i Hudeybiye'de susadık. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, kırba denilen deriden bir kap sudan abdest aldı, sonra elini içine soktu. Gördüm ki, parmaklarından çeşme gibi su akıyor. Bin beş yüz kişi içip, kaplarını o kırbadan doldurdular. </p><p id="c_paragraf">Sâlim ibni Ebi'l-Ca'd, Câbir'den sormuş: "Kaç kişiydiniz?" Câbir demiş ki: "Yüz bin kişi de olsaydı, yine kâfi gelirdi. Fakat biz, on beş yüz (yani bin beş yüz) idik." -2- </p><p id="c_paragraf">İşte, şu mucize-i bâhirenin râvileri, mânen bin beş yüz kadardırlar. Çünkü, fıtrat-ı beşeriyede, yalana yalan demek bir meyl-i arzusu vardır. Sahabeler ise, sıdk ve doğruluk için, can ve mal ve peder ve validelerini ve kavim ve kabilelerini feda edip, sıdk ve hak için fedai oldukları halde, hem "Benden bilerek yalan birşey haber veren, Cehennem ateşinden yerini hazırlasın" -3- meâlindeki hadis-i şerifin tehdidine karşı, yalana mukabil sükût etmeleri mümkün değildir. Madem sükût ettiler; o haberi kabul ettiler, mânen iştirak edip tasdik ediyorlar demektir. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Buhârî, Vudû': 32, 46, Menâkıb: 25; Müslim, Fedâil: 45, 6; Nesâî, Tahâret: 60; Ebû Dâvud, Mukaddime: 5; Tirmizî, Menâkıb: 6; Muvatta, Tahâret: 32; Müsned, 3:132, 147, 170, 215, 289; İbni Hibban, Sahih, 8:171; Tirmizî (Ahmed Şâkir), no. 3635. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Buhârî, Menâkıb: 25; Mağâzî: 35; Tefsir: Fetih Sûresi: 5; Eşribe: 31; Müslim, İmâra: 72, 73; Müsned, 3:329; İbni Hibban, Sahih, 8:110. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Buhârî, 1:38; Müslim, 1:10; en-Nazmü'l Mütenasir: Fi'l hadisi'l-mütevatir, s. 20-24.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Misal:</span> Gazve-i Buvat'ta, yine Buharî, Müslim başta, kütüb-ü sahiha beyan ediyorlar ki: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Hazret-i Câbir dedi ki:</span> Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b316.gif" /> "Abdest almak için nida et" dediler. "Su yok" denildi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dedi: "Bir parça su bulunuz." Gayet az su getirdik. Sonra, o az su üstüne elini kapadı, birşeyler okudu, bilmedim ne idi. Sonra ferman etti: <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b317.gif" /> Yani, "Kafilenin büyük teştini (tekne) getir." Bana getirildi; ben de Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın önüne koydum. O da elini içine koydu, parmaklarını açtı. Ben de o az suyu, mübarek eli üzerine döküyordum. Gördüm ki, mübarek parmaklarından kesretle su aktı, sonra teşt doldu. Suya muhtaç olanları çağırdım. Bütün geldiler, o sudan abdest alıp içtiler. Ben dedim: "Daha kimse kalmadı." Elini kaldırdı; o cefne (yani tekne) lebâleb dolu kaldı. -1-</p><p id="c_paragraf">İşte, şu mucize-i bâhire-i Ahmediye (a.s.m.) mânen mütevatirdir. Çünkü, Hazret-i Câbir o işte başta olduğu için, birinci söz onun hakkıdır; o, umumun namına ilân ediyor. Çünkü o vakit hizmet eden o zat idi; ilân, başta onun hakkıdır. İbni Mes'ud da aynen rivayetinde diyor ki: "Ben gördüm ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın parmaklarından çeşme gibi su akıyor." Acaba, meşâhir-i sıddıkîn-i Sahabeden olan Enes, Câbir, İbni Mes'ud gibi bir cemaat dese, "Ben gördüm"; görmemesi mümkün müdür? </p><p id="c_paragraf">Şimdi şu üç misali birleştir, ne kadar kuvvetli bir mucize-i bâhire olduğunu gör. Ve üç tarik birleşse, hakikî tevatür hükmünde parmaklarından su akmasını kati ispat eder. Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın taştan on iki yerde çeşme gibi su akıtması, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın on parmağından on musluk suyun akmasının derecesine çıkamaz. Çünkü, taştan su akması mümkündür; âdiyat içinde nazîri bulunur. Fakat et ve kemikten âb-ı kevser gibi suyun kesretle akmasının nazîri, âdiyat içinde yoktur. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü Misal:</span> Başta İmam-ı Mâlik, Muvatta' kitab-ı muteberinde, Muâz ibni Cebel gibi meşâhir-i Sahabeden haber veriyor ki: </p><p id="c_paragraf">Hazret-i Muâz ibni Cebel dedi ki: Gazve-i Tebük'te bir çeşmeye rast geldik; sicim kalınlığında, güçle akıyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm emretti ki: "Bir parça o suyu toplayınız." Avuçlarında bir parça topladılar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, onunla elini yüzünü yıkadı. Suyu çeşmeye koyduk. Birden çeşmenin menfezi açılıp kesretle aktı, bütün orduya kâfi geldi. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Müslim, Zühd, 74, no. 3013; İbni Hibban, Sahih, 8:159.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Hattâ bir râvi olan İmam İbni İshak der ki: Gök gürültüsü gibi, toprak altında o çeşmenin suyu gürültü yaparak öyle aktı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Hazret-i Muâz'a ferman etti ki: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b318.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "Bu eser-i mucize olan mübarek su devam edip buraları bağa çevirecek; ömrün varsa göreceksin." -1- Ve öyle olmuştur. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşinci Misal:</span> Başta Buharî, Hazret-i Berâ'dan ve Müslim, Hazret-i Selemet ibni Ekvâ'dan ve sair kütüb-ü sahiha başka râvilerden müttefikan haber veriyorlar ki: </p><p id="c_paragraf">Gazve-i Hudeybiye'de bir kuyuya rast geldik. Bin dört yüz kişiydik. O kuyunun suyu elli kişiyi ancak idare ederdi. Biz suyu çektik, içinde birşey bırakmadık. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm geldi, kuyunun başına oturdu. Bir kova su istedi; getirdik. Kovanın içine mübarek ağzının suyunu bıraktı ve dua etti, sonra o kovayı kuyuya döktü. Birden kuyu coştu ve kaynadı, ağzına kadar doldu. Bütün ordu, kendileri ve hayvânâtı doyuncaya kadar içtiler, kaplarını da doldurdular. -2- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Altıncı Misal:</span> Yine Müslim ve İbni Cerîr-i Taberî gibi, hadisin dâhi imamları başta olarak, kütüb-ü sahiha, nakl-i sahihle, meşhur Ebu Katâde'den haber veriyorlar ki: </p><p id="c_paragraf">Ebu Katâde diyor: Mûte gazve-i meşhuresinde, reislerin şehadeti üzerine, imdada gidiyorduk. Bende bir kırba vardı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bana ferman etti: </p><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b319.gif" /></center><br /><p>Yani, "Kırbanı sakla; onun büyük işi var." Sonra susuzluk başladı. Yetmiş iki kişi idik. (Taberî'nin nakline göre, üç yüz idik.) Susuz kaldık. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dedi: "Kırbanı getir." Ben getirdim. O da aldı, ağzını ağzına getirdi. İçine nefes etti, etmedi, bilmem. Sonra yetmiş iki kişi geldiler, içtiler, kaplarını doldurdular. Sonra ben aldım; verdiğim gibi kalmıştı. -3- </p><br /><p id="c_paragraf">İşte, şu mucize-i bâhire-i Ahmediyeyi (a.s.m.) gör, </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b320.gif" /> -4- </center><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Yedinci Misal:</span> Başta Buharî ve Müslim olarak, kütüb-ü sahiha, Hazret-i İmran ibni Husayn'dan haber veriyorlar ki: </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Muvattâ, Sefer, 2; Müsned, 2: 308, 323, 5:228, 237; İbni Hibban, Sahih, 8:167; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 2:64, 5:236. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Buharî, Menâkıb: 25, Mağâzî: 35; Müsned, 4:290, 301; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 4:110. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Müslim, Mesâcid, 311. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Allahım, suyun damlaları adedince ona ve âline salât ve selâm et.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">İmran der: Bir seferde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraber susuz kaldık. Bana ve Ali'ye ferman etti ki: "Filân mevkide bir kadın, iki kırba suyu hayvana yükletmiş, gidiyor. Alıp buraya getiriniz." Ben ve Ali beraber gittik; aynı yerde kadını su yüküyle bulduk, getirdik. Sonra emretti: "Bir kaba, bir parça su boşaltınız." Boşalttık. Bereketle dua etti. Sonra, yine suyu o hayvandaki kırbaya koyduk. Ferman etti ki: "Herkes gelsin, kabını doldursun." Bütün kafile geldi, kaplarını doldurdular, içtiler. Sonra ferman etti: "Kadına birşeyler toplayınız." Kadının eteğini doldurdular. </p><p id="c_paragraf">İmran diyor ki: Ben tahayyül ediyordum ki, gittikçe iki kırba doluyor, daha ziyadeleşiyor. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o kadına ferman etti ki: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b321.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf"> Yani, "Senin suyundan almadık. Belki Cenâb-ı Hak bize hazinesinden su içirdi." -1-</p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sekizinci Misal:</span> Başta meşhur İbni Huzeyme, Sahih'inde, râviler Hazret-i Ömer'den naklediyorlar ki: </p><p id="c_paragraf">Gazve-i Tebük'te susuz kaldık. Hattâ bazılar devesini keser, susuzluktan içini sıkar, içerdi. Ebu Bekri's-Sıddık, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma dua etmek için rica etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm elini kaldırdı; daha elini indirmeden bulut toplandı, yağmur öyle geldi ki, kaplarımızı doldurduk. Sonra su çekildi. Ordumuza mahsus olarak, hududumuzu tecavüz etmedi. -2-</p><br /><p id="c_paragraf">Demek, tesadüf içine karışmamış, sırf bir mucize-i Ahmediyedir (a.s.m.). </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dokuzuncu Misal:</span> Meşhur Abdullah ibni Amr ibni'l-Âs'ın hafidi ve dört imamın ona itimad edip ve ondan tahric-i hadis ettikleri Amr ibni Şuayb'dan, nakl-i sahihle haber veriyorlar ki: </p><p id="c_paragraf">Demiş: Nübüvvetten evvel, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, amcası Ebu Talip ile deveye binip, Arafe civarında Zilhicaz nam-mevkie geldikleri vakit, Ebu Talip demiş: "Ben susadım." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm inmiş, yere ayağını vurmuş, su çıkmış, Ebu Talip içmiştir. -3-</p><p id="c_paragraf">Muhakkikînden birisi demiş ki: Şu hadise nübüvvetten evvel olduğundan, irhasat kabilinden olmakla beraber, bin sene sonra aynı yerde Arafat çeşmesi çıkması, o hadiseye binaen bir keramet-i Ahmediye (a.s.m.) sayılabilir. </p><p id="c_paragraf">İşte, şu dokuz misaller gibi, doksan misal olmasa da, belki doksan surette rivayetler, mu'cizât-ı mâiyeyi haber vermişler. Baştaki yedi misal, mânevî tevatür gibi kati ve kuvvetlidirler. Âhirdeki iki misal, çendan o derece tarikleri kuvvetli ve müteaddit değil, râvileri çok değiller. Fakat sekizinci misalde Hazret-i Ömer'den rivayet olunan mucize-i sahâbiyeyi teyid ve takviye eden ikinci bir mucize-i sahâbiye, başta İmam-ı Beyhakî ve Hâkim olarak, kütüb-ü sahiha, Hazret-i Ömer'den haber veriyorlar ki: </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Buharî, Teyemmüm: 6, Menâkıb: 25; Müslim, Mesâcid: 312; Müsned, 4:434-435; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 4:216, 6:130. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- el-Heysemî, el-Mecmeu'z-Zevâid, 6:194; el-Hindî, Kenzü'l-Ummâl, 12:353; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:190; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:600; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 2:63; Süyûtî, el-Hasâisü'l-Kübrâ, 2:105. </p><p id="c_paragraf"><span style="color: rgb(255, 0, 0);">3- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:290; el-Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:29; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 2:15-20.</span></p><p id="c_paragraf"><br /><span style="color: rgb(255, 0, 0);"></span></p><p id="c_paragraf"><br /><span style="color: rgb(255, 0, 0);"></span></p><p id="c_paragraf"><br /><span style="color: rgb(255, 0, 0);"></span></p><p id="c_paragraf"><br /><span style="color: rgb(255, 0, 0);"></span></p><p id="c_paragraf">Hazret-i Ömer, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan yağmur duasını niyaz etti. Çünkü ordu suya muhtaçtı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm elini kaldırdı. Birden bulut toplandı, yağmur geldi, ordunun ihtiyacı kadar su verdi, gitti. Âdetâ, yalnız orduya su vermek için memurdu; geldi, ihtiyaca göre verdi, gitti. </p><p id="c_paragraf">Şu hadise, nasıl ki sekizinci misali teyid ve kati ispat eder. Öyle de, şu hadisede, meşhur allâmelerden ve tashihte çok müşkülpesent, hattâ çok sahihlere mevzu deyip kabul etmeyen İbni Cevzî gibi bir muhakkik der ki: "Şu hadise gazve-i meşhure-i Bedir'de vuku bulmuş. </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b322.gif" /> -1- </center><br /><br /><p>âyet-i kerimesi o hadiseyi beyan edip ifade eder." </p><br /><p id="c_paragraf">Madem âyet o hadiseyi gösterir; katiyetinde şüphe kalmaz. Hem dua-i Nebevî ile, birden ve süratle, daha elini indirmeden yağmurun gelmesi, çok tekerrür etmiş, tek başıyla bir mucize-i mütevatiredir. Bazı defa camide, minber üstünde elini kaldırmış, daha indirmeden yağmış; tevatürle nakledilmiş. -2-</p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Dokuzuncu İşaret </span></p><p id="c_paragraf">Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın envâ-ı mu'cizâtından birisi de, ağaçların insanlar gibi emrini dinlemeleri ve yerinden kalkıp yanına geldikleridir ki, şu mucize-i şeceriye, mübarek parmaklarından suyun akması gibi, mânen mütevatirdir. Müteaddit suretleri var ve çok tariklerle gelmiştir. </p><p id="c_paragraf">Evet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın emri için, ağaç, yerinden çıkıp yanına gelmesi, sarihan mütevatir denilebilir. Çünkü, meşâhir-i sıddıkîn-i Sahabeden Hazret-i Ali, Hazret-i İbni Abbas, Hazret-i İbni Mes'ud, Hazret-i İbni Ömer, Hazret-i Ya'le ibni Murre, Hazret-i Câbir, Hazret-i Enes ibni Mâlik, Hazret-i Büreyde, Hazret-i Üsâme bin Zeyd ve Hazret-i Gaylan ibni Seleme gibi Sahabeler, herbiri katiyetle, aynı mucize-i şeceriyeyi haber vermiş. Tâbiînin yüzer imamları, mezkûr Sahabelerden herbir Sahabeden, ayrı bir tarikle o mucize-i şeceriyeyi nakletmişler, âdetâ muzaaf tevatür suretinde bize nakletmişler. İşte şu mucize-i şeceriye, hiçbir şüphe kabul etmez bir tevatür-ü mânevî-i kati hükmündedir. </p><p id="c_paragraf">Şimdi, o mucize-i kübrânın, tekerrür ettiği halde, birkaç sahih suretlerini birkaç misalle beyan edeceğiz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci Misal:</span> Başta İmam-ı İbn-i Mâce ve Dârimî ve İmam-ı Beyhakî, nakl-i sahihle, Hazret-i Enes ibni Mâlik'ten ve Hazret-i Ali'den ve Bezzaz ve İmam-ı Beyhakî, Hazret-i Ömer'den haber veriyorlar ki: Üç Sahabe demişler: </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- "Sizi temizlemek için üzerinize gökten yağmur indirmişti." (Enfal Sûresi: 8:11.) </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Buhari, 2:15, 34, 36, 37, 38, 4:236; Beyhaki, Delailü'n Nübüvve, 6:139.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm küffârın tekzibinden müteessir olarak mahzun idi. Dedi: </p><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b323.gif" /> -1-<br /><p id="c_paragraf">Enes'in rivayetinde, Hazret-i Cebrâil hazırdı. Vadi kenarında bir ağaç vardı. Hazret-i Cebrâil'in ilâmıyla, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o ağacı çağırdı, tâ yanına geldi. Sonra "Git" dedi. Tekrar gitti, yerine yerleşti. -2- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Misal:</span> Allâme-i Mağrib Kadı İyaz, Şifâ-i Şerifte, ulvî bir senetle, doğru ve sağlam bir Anane ile, Hazret-i Abdullah ibni Ömer'den haber veriyor ki: </p><p id="c_paragraf">Bir seferde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına bir bedevî geldi. Ferman etti: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b324.gif" /></center><br /><p>"Nereye gidiyorsun?" Bedevî dedi: "Ehlime." Ferman etti: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b325.gif" /></center><br /><p>"Ondan daha iyi bir hayır istemiyor musun?" Bedevî dedi: "Nedir?" Ferman etti: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b326.gif" /> -3- </center><br /><p>Bedevî dedi: "Bu şehadete şahit nedir?" Ferman etti: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b327.gif" /> -4- </center><br /><p>"Vadi kenarındaki ağaç şahit olacak." </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İbni Ömer der ki:</span> O ağaç yerinden sallanarak çıktı, yeri şak etti, geldi, tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına. Üç defa Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o ağacı istişhad etti, ağaç da sıdkına şehadet etti. Emretti, yine yerine gidip yerleşti. -5-</p><p id="c_paragraf">Hazret-i Büreyde, İbni Sahibi'l-Eslemî tarikinde, nakl-i sahihle, Büreyde dedi ki: Biz Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanında iken, bir seferde bir a'râbî geldi. Bir âyet, yani bir mucize istedi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b328.gif" /> -6- </center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- "Ey Rabbim, bana öyle bir âyet göster ki, bundan böyle beni yalanlayanlara aldırmayayım." </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- İbni Mâce, Fiten: 23, no. 4028; Dârîmî, Mukaddime: 3; Müsned, 1:223, 3:113, 4:177; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:302; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:620; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 9:10; el-Hindî, Kenzü'l-Ummâl, 2:354. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- "Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına, Onun bir olduğuna, hiçbir şeriki bulunmadığına ve Muhammed'in, Onun kulu ve resulü olduğuna şehadet etmendir." </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Şu semüre ağacıdır. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">5- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:298; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:615; Beyhâkî, Delâilü'n-Nübüvve: 6:14; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 8:292; İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 6:125; el-Askalânî, el-Metâlibü'l-Âliye, 4:16, no. 3836; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:620; İbni Hibban, Sahih, 8:150. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">6- "Şu ağaca, 'Resulullah seni çağırıyor' de."<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Bir ağaca işaret etti. Ağaç, sağa ve sola meylederek köklerini yerden çıkarıp huzur-u Nebevîye geldi, </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b329.gif" /> -1- </center><br /><p>dedi. Sonra a'râbî dedi: "Yine yerine gitsin." Emretti, yerine gitti. A'râbî dedi: "İzin ver, sana secde edeyim." Dedi: "İzin yok kimseye." Dedi: "Öyleyse senin elini, ayağını öpeceğim." İzin verdi. -2-</p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Misal:</span> Başta Sahih-i Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Câbir diyor:</span> Biz bir seferde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraberdik. Kaza-yı hacet için bir yer aradı. Settareli bir yer yoktu. Sonra gitti iki ağaç yanına, bir ağacın dalını tuttu, çekti. Ağaç itaat ederek beraber gitti; öteki ağacın yanına getirdi. Mutî devenin yularını tutup çekildikte geldiği gibi, o iki ağacı o suretle yan yana getirdi. Sonra dedi: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b330.gif" /> -3- </center><br /><p>Yani, "Üstüme birleşiniz" dedi. İkisi birleşerek settare oldular. Arkalarında kaza-yı hacet ettikten sonra onlara emretti, yerlerine gittiler. -4 </p><br /><p id="c_paragraf">İkinci bir rivayette, yine Hazret-i Câbir der ki: Bana emretti ki: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b331.gif" /> -5- </center><br /><p>Yani, "O ağaçlara de: Resulullahın haceti için birleşiniz." Ben öyle dedim, onlar da birleştiler. Sonra ben beklerken, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm çıkageldi. Başıyla sağa sola işaret etti; o iki ağaç yerlerine gittiler. -6- </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü Misal:</span> Nakl-i sahihle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın cesur kumandanlarından ve hizmetkârlarından olan Üsâme bin Zeyd der ki: </p><p id="c_paragraf">Bir seferde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraberdik. Kaza-yı hacet için, hâli, settareli bir yer bulunmuyordu. Ferman etti ki: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b332.gif" /> -7- </center><br /><p>Dedim: "Evet, var." Emretti ve dedi: </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Selam sana ey Allah'ın Resulü. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:299; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:49. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Allah'ın izni ile üstümde birleşiniz. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Müslim, Zühd: 74, no. 3012. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">5- Ey Cabir! Şu ağaca söyleki: "Resulullah arkanızda def-i hacet yapmak için, arkadaşınla bir araya gelmeni istiyor." </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">6- Dârîmî, Mukaddime: 4; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:299; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:616; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:51. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">7- "Ağaç veya taş gibi bir şeyler görüyor musun?"<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b333.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Yani, "Ağaçlara de ki: 'Resulullahın haceti için birleşiniz.' Ve taşlara da de: 'Duvar gibi toplanınız.'" Ben gittim, söyledim. Kasem ediyorum ki, ağaçlar birleştiler ve taşlar duvar oldular. Resul-i Ekrem </p><p id="c_paragraf">Aleyhissalâtü Vesselâm, hacetinden sonra yine emretti: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b334.gif" /> -1- </center><br /><p id="c_paragraf">Benim nefsim kabza-i kudretinde olan <b id="eh">Zât-ı Zülcelâl</b>e kasem ederim, ağaçlar ve taşlar ayrılıp yerlerine gittiler. -2- </p><p id="c_paragraf">Şu, Hazret-i Câbir ve Üsâme'nin beyan ettiği iki hadiseyi, aynen Ya'le ibni Murre ve Gaylan ibni Selemeti's-Sakafî ve Hazret-i İbni Mes'ud, gazve-i Huneyn'de aynen haber veriyorlar. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşinci Misal:</span> İmam-ı İbni Fevrek ki, kemâl-i içtihad ve fazlından kinaye olarak "Şâfiî-yi Sânî" ünvanını alan allâme-i asır, kati haber veriyor ki: </p><p id="c_paragraf">Gazve-i Taif'te, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gece at üstünde giderken uykusu geliyordu. O halde iken bir sidre ağacına rast geldi. Ağaç ona yol verip atını incitmemek için iki şak oldu; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hayvan ile içinden geçti. Tâ zamanımıza kadar o ağaç iki ayak üstünde, muhterem bir vaziyette kaldı. -3- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Altıncı Misal:</span> Hazret-i Ya'le, tarikinde nakl-i sahihle haber veriyor ki: </p><p id="c_paragraf">Bir seferde, "talha" veya "semure" denilen bir ağaç geldi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın etrafında tavaf eder gibi döndü, sonra yine yerine gitti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti ki: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b335.gif" /></center><br /><p>Yani, "O ağaç Cenâb-ı Haktan istedi ki, bana selâm etsin." -4-</p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Yedinci Misal:</span> Muhaddisler, nakl-i sahihle İbni Mesud'dan beyan ediyorlar ki: </p><p id="c_paragraf">İbni Mes'ud dedi: Batn-ı Nahl denilen nam mevkide, Nusaybin ecinnîleri ihtidâ için Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma geldikleri vakit, bir ağaç o ecinnîlerin geldiklerini haber verdi. </p><p id="c_paragraf">Hem İmam-ı Mücahid, o hadiste İbni Mes'ud'dan nakleder ki: O cinnîler bir delil istediler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir ağaca emretti; yerinden çıkıp geldi, sonra yine yerine gitti. -5- </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- "Onlara söyle, ayrılsınlar." </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:300; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:617-619; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:51; el-Askalânî, el-Metâlibü'l-Âliye, 4:8-10, no. 3830. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:301; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:620; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:57. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:301; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:619; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:53; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 9:6-7; Müsned, 4:170, 172; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:617. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">5- Buharî, Menâkıbu'l-Ensâr: 32 (Bâb: Zikru'l-Cin); Müslim, Salât: 150; Ali el-Karî, Şerhu'ş-Şifâ, 1:619.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">İşte, cin taifesine birtek mucize kâfi geldi. Acaba bu mucize gibi bin mu'cizât işiten bir insan imana gelmezse, cinnîlerin </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b336.gif" /> -1- </center><br /><p>tabir ettikleri şeytanlardan daha şeytan olmaz mı? </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sekizinci Misal:</span> Sahih-i Tirmizî, nakl-i sahihle Hazret-i İbni Abbas'tan haber veriyorlar ki: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İbni Abbas dedi ki:</span> Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir a'râbîye ferman etti: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b337.gif" /></center><br /><p>"Ben bu ağacın şu dalını çağırsam, yanıma gelse, İmân edecek misin?" "Evet" dedi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm çağırdı. O urcun, ağacının başından kopup, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına atladı, geldi. Sonra emretti, yine yerine gitti. -2- </p><br /><p id="c_paragraf">İşte, bu sekiz misal gibi çok misaller var; çok tariklerle nakledilmişler. Malûmdur ki, yedi sekiz urgan toplansa, kuvvetli bir halat olur. Binaenaleyh, şu en meşhur sıddıkîn-i Sahabeden böyle müteaddit tariklerle ihbar edilen şu mucize-i şeceriye, elbette tevatür-ü mânevî kuvvetindedir, belki tevatür-ü hakikîdir. Zaten Sahabeden sonra Tâbiînin eline geçtiği vakit, tevatür suretini alır. Hususan Buharî, Müslim, İbni Hibban, Tirmizî gibi kütüb-ü sahiha, tâ zaman-ı Sahabeye kadar, o yolu o kadar sağlam yapmışlar ve tutmuşlar ki, meselâ Buharî'de görmek, aynı Sahabeden işitmek gibidir. Acaba, o Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma ağaçlar, misallerde göründüğü gibi, onu tanıyıp, risaletini tasdik edip, ona selâm ederek ziyaret edip emirlerini dinleyerek itaat ettiği halde, kendilerine insan diyen bir kısım câmid, akılsız mahlûklar onu tanımazsa, İmân etmezse, kuru ağaçtan çok ednâ, odun parçası gibi ehemmiyetsiz, kıymetsiz olarak ateşe lâyık olmaz mı? </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Onuncu İşaret </span></p><p id="c_paragraf">Şu mucize-i şeceriyeyi daha ziyade takviye eden, mütevatir bir surette nakledilen <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b338.gif" /> -3- mucizesidir. Evet, Mescid-i Şerif-i Nebevîde, kuru direğin büyük bir cemaat içinde, muvakkaten firak-ı Ahmedîden (a.s.m.) ağlaması, beyan ettiğimiz mucize-i şeceriyenin misallerini hem teyid eder, hem kuvvet verir. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- "Bizim akılsızlarımız ise Allah hakkında yalan yanlış şeyler söylüyorlar." (Cin Sûresi: 72:4.)</p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Tirmizî, Menâkıb: 6; el-Mubârekforî, Tuhfetü'l-Ahvezî, no. 3707; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 9:10. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Kuru hurma dalının inlemesi.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Çünkü o da ağaçtır, cinsi birdir. Fakat şunun şahsı mütevatirdir. Öteki kısımlar, herbirinin nevi mütevatirdir; cüz'iyatları, misalleri, çoğu sarih tevatür derecesine çıkmıyor. </p><p id="c_paragraf">Evet, Mescid-i Şerifte, hurma ağacından olan kuru direk, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hutbe okurken ona dayanıyordu. Sonra minber-i şerif yapıldığı vakit, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm minbere çıkıp hutbeye başladı. Okurken, direk deve gibi enin edip ağladı; bütün cemaat işitti. Tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yanına geldi, elini üstüne koydu, onunla konuştu, teselli verdi, sonra durdu.-1-<br />Şu mucize-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, pek çok tariklerle, tevatür derecesinde nakledilmiştir. </p><p id="c_paragraf">Evet, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b338.gif" /> mucizesi çok münteşir ve meşhur ve hakikî mütevatirdir. Sahabelerin bir cemaat-i âlisinden on beş tarikle gelip, Tâbiînin yüzer imamları o mucizeyi, o tariklerle, arkadaki asırlara haber vermişler. Sahabenin o cemaatinden ulema-i Sahabe namdarları ve rivayet-i hadisin reislerinden Hazret-i Enes ibni Mâlik (hâdim-i Nebevî), Hazret-i Câbir bin Abdullahi'l-Ensârî (hâdim-i Nebevî), Hazret-i Abdullah ibni Ömer, Hazret-i Abdullah bin Abbas, Hazret-i Sehl bin Sa'd, Hazret-i Ebu Saidi'l-Hudrî, Hazret-i Übey ibni'l-Kâ'b, Hazret-i Büreyde, Hazret-i Ümmü'l-mü'minîn Ümmü Seleme gibi meşâhir-i ulema-i Sahabe ve rivayet-i hadisin rüesaları gibi, herbiri bir tarikin başında, aynı mucizeyi ümmete haber vermişler. Başta Buharî, Müslim, kütüb-ü sahiha, arkalarındaki asırlara o mütevatir mucize-i kübrâyı tarikleriyle haber vermişler. </p><p id="c_paragraf">İşte, Hazret-i Câbir tarikinde der ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hutbe okurken, Mescid-i Şerifte <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b340.gif" /> -2- denilen kuru direğe dayanıp okurdu. Minber-i şerif yapıldıktan sonra, minbere geçtiği vakit, direk tahammül edemeyerek, hamile deve gibi ses verip inleyerek ağladı. Hazret-i Enes, tarikinde der ki: Camus gibi ağladı, mescidi lerzeye getirdi. Sehl ibni Sa'd, tarikinde der: Hem onun ağlaması üzerine, halklarda ağlamak çoğaldı. Hazret-i Übeyy ibni'l-Kâ'b, tarikinde diyor: Hem öyle ağladı ki, inşikak etti. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Buhari, 2:11; 3:80; Müslim, 2374; Şifa; 1:303, 305; Nesei, 3:102; Beyhaki, 6:66, Kenzü'l ummal, 12:411. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Kuru hurma direği.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Diğer bir tarikte, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b341.gif" /></center><br /><p>Yani, "Onun mevkiinde okunan zikir ve hutbedeki zikr-i İlâhînin iftirakındandır ağlaması." </p><br /><p id="c_paragraf">Diğer bir tarikte, ferman etmiş: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b342.gif" /></center><br /><p>Yani, "Ben onu kucaklayıp teselli vermeseydim, Resulullahın iftirakından kıyamete kadar böyle ağlaması devam edecekti." </p><br /><p id="c_paragraf">Hazret-i Büreyde, tarikinde der ki: Ciz' ağladıktan sonra, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm elini üstüne koyup ferman etti: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b343.gif" /> -1- </center><br /><p>Sonra o ciz'i dinledi, ne söylüyor. Ciz' söyledi; arkadaki adamlar da işitti: </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b344.gif" /></center><br /><p>Yani, "Cennette beni dik ki, benim meyvelerimden, Cenâb-ı Hakkın sevgili kulları yesin. Hem bir mekân ki, orada beka bulup, çürümek yoktur." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti:</p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b345.gif" /> -2- </center><br /><p id="c_paragraf">Sonra ferman etti: </p><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b346.gif" /> -3- </center><br /><p id="c_paragraf">İlm-i kelâmın büyük imamlarından meşhur Ebu İshak-ı İsferânî naklediyor ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm direğin yanına gitmedi. Belki direk onun emriyle onun yanına geldi. Sonra emretti, yerine döndü. </p><p id="c_paragraf">Hazret-i Übey ibni Kâ'b der ki: Şu hadise-i harikadan sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm emretti ki, "Direk minberin altına konulsun." Minberin altına konuldu-tâ Mescid-i Şerifin tamiri için hedmedilinceye kadar. O vakit Hazret-i Übeyy ibni Kâ'b yanına aldı; çürüyünceye kadar muhafaza edildi. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- "İstersen seni eski yerine nakledeyim. Orada kök salar, büyüyüp gelişirsin, yaprakların tazelenir ve defalarca meyve verirsin. Eğer Cenneti istersen seni Cennette dikeyim; orada meyvelerinden Allah'ın sevgili kulları yer." </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- "Öyle yaptım." </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Baki yurdu fani dünyaya tercih etti.<br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Meşhur Hasan-ı Basrî, şu hadise-i mucizeyi şakirtlerine ders verdiği vakit ağlardı ve derdi ki: "Ağaç, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma meyil ve iştiyak gösteriyor. Sizler daha ziyade iştiyaka, meyle müstehaksınız." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Biz de deriz ki:</span> Evet, hem ona iştiyak ve meyil ve muhabbet, onun sünnet-i seniyyesine ve şeriat-ı garrâsına ittibâ iledir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">Bir Nükte-İ Mühimme: </span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Eğer denilse:</span> "Neden gazve-i Hendek'te dört avuç taamla bin adamı doyurmak olan mucize-i taamiye; ve mübarek parmaklarından akan su ile, bin kişiye suyu doyuruncaya kadar içiren mucize-i mâiye, neden şu hanîn-i ciz' mucizesi gibi şâşaa ile, çok kesretli tariklerle nakledilmemiş? Halbuki o ikisi, bundan daha ziyade bir cemaatte vuku bulmuş." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Zuhur eden mucizeler iki kısımdır. Bir kısmı, nübüvveti tasdik ettirmek için, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm elinde izhar ediliyor. Hanîn-i ciz' şu nevidendir ki, sırf nübüvvetin tasdiki için bir hüccet olarak zuhura gelmiş ki, mü'minlerin imanını ziyadeleştirmek ve münafıkları ihlâsa ve imana sevk etmek ve küffârı imana getirmek için zâhir olmuş. Onun için, avam ve havas, herkes onu gördü; onun neşrine fazla ihtimam edildi. </p><p id="c_paragraf">Fakat şu mucize-i taamiye ve mucize-i mâiye ise, mucizeden ziyade bir keramettir; belki kerametten ziyade bir ikramdır; belki ikramdan ziyade, ihtiyaca binaen bir ziyafet-i Rahmâniyedir. Onun için, çendan dâvâ-yı nübüvvete delildir ve mucizedir; fakat asıl maksat, ordu aç kalmış, bir çekirdekten bin batman hurmayı halk ettiği gibi, Cenâb-ı Hak, hazine-i gaybdan bir sâ' taamdan bin adama ziyafet veriyor. Hem susuz kalmış mücahid bir orduya, kumandan-ı âzamın parmaklarından âb-ı kevser gibi su akıttırıp içiriyor. </p><p id="c_paragraf">İşte şu sır içindir ki, mucize-i taamiye ve mucize-i mâiyenin herbir misali, hanîn-i ciz' derecesine çıkmıyor. Fakat o iki mucizenin cinsleri ve nevileri, külliyet itibarıyla, hanîn-i ciz' gibi mütevatir ve kesretlidir. Hem taamın bereketini ve parmaklarından suyun akmasını herkes göremiyor, yalnız eserlerini görüyor. Direğin ağlamasını ise herkes işitiyor. Onun için fazla intişar etti. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Eğer denilse:</span> "Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın her hal ve hareketini kemâl-i ihtimamla Sahabeler muhafaza ederek nakletmişler. Böyle mu'cizât-ı azîme, neden on, yirmi tarikle geliyor? Yüz tarikle gelmeliydi. Hem neden Hazret-i Enes, Câbir, Ebu Hüreyre'den çok geliyor; Hazret-i Ebu Bekir ve Ömer az rivayet ediyor?" </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Birinci şıkkın cevabı, Dördüncü İşaretin Üçüncü Esasında geçmiş. İkinci şıkkın cevabı ise:Nasıl ki insan bir ilâca muhtaç olsa, bir tabibe gider; hendese için mühendise gider, mühendisten nakleder; mesele-i şer'iye müftüden haber alınır, ve hâkezâ... Öyle de, Sahabe içinde, ehâdis-i Nebeviyeyi gelecek asırlara ders vermek için, ulema-i Sahabeden bir kısım, ona mânen muvazzaf idiler, bütün kuvvetleriyle ona çalışıyorlardı. Evet, Hazret-i Ebu Hüreyre bütün hayatını hadisin hıfzına vermiş. Hazret-i Ömer siyaset âlemiyle ve hilâfet-i kübrâ ile meşgulmüş. Onun için, ehâdisi ümmete ders vermek için, Ebu Hüreyre ve Enes ve Câbir gibi zatlara itimad edip, ondan, rivayeti az ederdi. Hem madem sıddık, sadûk, sadık ve musaddak bir Sahabenin meşhur bir namdarı, bir tarikle bir hadiseyi haber verse, yeter denilir, başkasının nakline ihtiyaç da kalmaz. Onun için bazı mühim hadiseler iki üç tarikle geliyor.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">On Birinci İşaret </span></p><p id="c_paragraf">Onuncu İşaret, nasıl ki şecer taifesindeki mucize-i Nebeviyeyi gösterdi. On Birinci İşaret dahi, cemâdatta taş ve dağ taifesinin mucize-i Nebeviyeyi gösterdiklerine işaret edecek. İşte, biz de, o çok kesretli misallerinden yedi sekiz misali zikredeceğiz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci Misal:</span> Allâme-i Mağrib Hazret-i Kadı İyaz, Şifâ-i Şerif'inde ulvî bir senetle ve Buharî sahibi gibi mühim imamlardan nakl-i sahihle haber veriyorlar ki: </p><p id="c_paragraf">Hâdim-i Nebevî Hazret-i İbni Mes'ud der ki: Biz Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanında taam yerken, taamın tesbihlerini işitiyorduk. -1- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Misal:</span> Nakl-i sahihle, Enes ve Ebu Zer'den kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki: </p><p id="c_paragraf">Hazret-i Enes (hâdim-i Nebevî) demiş ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanında idik. Avucuna küçük taşları aldı; mübarek elinde tesbih etmeye başladılar. Sonra Ebu Bekri's-Sıddık'ın eline koydu; yine tesbih ettiler. </p><p id="c_paragraf">Ebu Zerr-i Gıfârî, tarikinde der ki: Sonra Hazret-i Ömer'in eline koydu; yine tesbih ettiler. Sonra aldı, yere koydu, sustular. Sonra yine aldı, Hazret-i Osman'ın eline koydu; yine tesbihe başladılar. Sonra, Hazret-i Enes ve Ebu Zer diyorlar ki: "Ellerimize koydu, sustular." -2- </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Misal:</span> Hazret-i Ali ve Hazret-i Câbir ve Hazret-i Aişe-i Sıddıkadan nakl-i sahihle sabittir ki: </p><p id="c_paragraf">Dağ, taş, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b329.gif" /> -3- </center><br /><p>diyorlardı. </p><br /><p id="c_paragraf">Hazret-i Ali'nin tarikinde diyor ki: Bidâyet-i nübüvvette, nevâhî-i Mekke'de Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraber gezdiğimizde, ağaç ve taşa rast geldiğimiz vakit </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b329.gif" /> -3- </center><br /><p>diyorlardı. -4- </p><br /><p id="c_paragraf">Hazret-i Câbir, tarikinde der ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, taş ve ağaca rast geldiği vakit, ona secde ediyordular. Yani, inkıyad edip </p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b329.gif" /> -3- </center><br /><p>diyordular. </p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">1- Buharî, Menâkıb: 25; Tirmizî, Menâkıb: 6 (tahkik: İbrahim A'vad) no. 3633; Müsned, 1:460; Kadı İyâz, eş-Şifâ, 1:306; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:627; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 6:97-98, 133. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">2- Kadı İyâz, eş-Şifâ, 1:306; el-Heysemî, Mecme'u'z-Zevâid, 5:179, 8:298-299; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 6:132-133. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">3- Selam sana ey Allah'ın Resulü. </p><p style="color: rgb(255, 0, 0);" id="c_paragraf">4- Ali (r.a.)'dan: Tirmizî, Menâkıb: 6; Dârîmî, Mukaddime: 4; el-Heysemî, Mecme'u'z-Zevâid, 8:260; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:607; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:628. </p><p id="c_paragraf"> </p>İbrahimhttp://www.blogger.com/profile/14965094735125295317noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-431105105679572355.post-53727436217036651622008-09-03T12:01:00.000-07:002008-09-14T23:04:34.403-07:00ON SEKİZİNCİ MEKTUP<center><span id="c_RisaleAdi">ON SEKİZİNCİ MEKTUP</span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b635.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b524.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Bu Mektup, Üç Mesele-i Mühimmedir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">BİRİNCİ MESELE-İ MÜHİMME </span></p><p id="c_paragraf">Fütuhat-ı Mekkiye sahibi Muhyiddin-i Arabî (k.s.) ve İnsan-ı Kâmil denilen meşhur bir kitabın sahibi Seyyid Abdülkerim (k.s.) gibi evliya-yı meşhure, küre-i arzın tabakat-ı seb'asından ve Kaf Dağı arkasındaki arz-ı beyzâdan ve Fütuhat'ta "meşmeşiye" dedikleri acaipten bahsediyorlar, "Gördük" diyorlar. Acaba bunların dedikleri doğru mudur? Doğru ise, halbuki bu yerlerin yerde yerleri yoktur. Hem coğrafya ve fen onların bu dediklerini kabul edemiyor. Eğer doğru olmazsa, bunlar nasıl veli olabilirler? Böyle hilâf-ı vaki ve hilâf-ı hak söyleyen nasıl ehl-i hakikat olabilir? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Onlar ehl-i hak ve hakikattirler, hem ehl-i velâyet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler; fakat ihatasız olan hâlet-i şuhudda ve rüya gibi rüyetlerini tabirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için, kısmen yanlıştır. Rüyadaki adam kendi rüyasını tabir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşif ve şuhud dahi rüyetlerini o halde iken kendileri tabir edemezler. Onları tabir edecek, "asfiya" denilen veraset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, asfiya makamına çıktıkları zaman, kitap ve sünnetin irşadıyla yanlışlarını anlarlar, tashih ederler, hem etmişler. </p><p id="c_paragraf">Şu hakikati izah edecek şu hikâye-i temsiliyeyi dinle. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">Bir zaman ehl-i kalb iki çoban varmış. Kendileri ağaç kâsesine süt sağıp yanlarına bıraktılar. Kaval tabir ettikleri düdüklerini, o süt kâsesi üzerine uzatmışlardı. Birisi "Uykum geldi" deyip yatar. Uykuda bir zaman kalır. Ötekisi yatana dikkat eder. Bakar ki, sinek gibi bir şey, yatanın burnundan çıkıp süt kâsesine bakıyor ve sonra kaval içine girer, öbür ucundan çıkar, gider, bir geven altındaki deliğe girip kaybolur. Bir zaman sonra yine o şey döner, yine kavaldan geçer, yatanın burnuna girer; o da uyanır. Der ki: </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Onun adıyla. O her kusurdan münezzehtir. Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">"Ey arkadaş, acip bir rüya gördüm." </p><p id="c_paragraf">O da der: "Allah hayır etsin, nedir?" </p><p id="c_paragraf">Der ki: "Sütten bir deniz gördüm. Üstünde acip bir köprü uzanmış. O köprünün üstü kapalı, pencereli idi. Ben o köprüden geçtim. Bir meşelik gördüm ki, başları hep sivri. Onun altında bir mağara gördüm, içine girdim, altın dolu bir hazine gördüm. Acaba tabiri nedir?" </p><p id="c_paragraf">Uyanık arkadaşı dedi: "Gördüğün süt denizi, şu ağaç çanaktır. O köprü de şu kavalımızdır. O başı sivri meşelik de şu gevendir. O mağara da şu küçük deliktir. İşte, kazmayı getir, sana hazineyi de göstereceğim." </p><p id="c_paragraf">Kazmayı getirir. O gevenin altını kazdılar, ikisini de dünyada mesut edecek altınları buldular. </p><p id="c_paragraf">İşte, yatan adamın gördüğü doğrudur. Doğru görmüş; fakat rüyada iken ihatasız olduğu için tabirde hakkı olmadığından, âlem-i maddî ile âlem-i mânevîyi birbirinden fark etmediğinden, hükmü kısmen yanlıştır ki, "Ben hakikî, maddî bir deniz gördüm" der. Fakat uyanık adam, âlem-i misal ile âlem-i maddîyi fark ettiği için, tabirde hakkı vardır ki, dedi: "Gördüğün doğrudur, fakat hakikî deniz değil. Belki şu süt kâsemiz senin hayaline deniz gibi olmuş, kaval da köprü gibi olmuş ve hâkezâ..." </p><p id="c_paragraf">Demek oluyor ki, âlem-i maddî ile âlem-i ruhanîyi birbirinden fark etmek lâzım gelir. Birbirine mezc edilse, hükümleri yanlış görünür. Meselâ, senin dar bir odan var. Fakat dört duvarını kapayacak dört büyük ayna konulmuş. Sen içine girdiğin vakit, o dar odayı bir meydan kadar geniş görürsün. Eğer desen, "Odamı geniş bir meydan kadar görüyorum"; doğru dersin. Eğer "Odam bir meydan kadar geniştir" diye hükmetsen, yanlış edersin. Çünkü âlem-i misali âlem-i hakikîye karıştırırsın. </p><p id="c_paragraf">İşte, küre-i arzın tabakat-ı seb'asına dair bazı ehl-i keşfin, Kitap ve Sünnetin mizanıyla tartmadan beyan ettiği tasvirat, yalnız coğrafya nokta-i nazarındaki maddî vaziyetten ibaret değildir. Meselâ, demişler: "Bir tabaka-i arz, cin ve ifritlerindir. Binler sene genişliği var." Halbuki, bir iki senede devredilen küremizde o acip tabakalar yerleşemez. Fakat âlem-i mânâ ve âlem-i misalde ve âlem-i berzah ve ervahta küremizi bir çamın çekirdeği hükmünde farz etsek, ondan temessül ve teşekkül eden misalî şeceresi, o çekirdeğe nisbeten koca bir çam ağacı kadar olduğundan, bir kısım ehl-i şuhud, seyr-i ruhanîlerinde, arzın tabakalarından bazılarını âlem-i misalde pek çok geniş görüyorlar, binler sene bir mesafe tuttuklarını görüyorlar.<br /></p><p id="c_paragraf">Gördükleri doğrudur. Fakat âlem-i misal sureten âlem-i maddîye benzediği için, iki âlemi memzuç görüyorlar, öyle tabir ediyorlar. Âlem-i sahve döndükleri vakit, mizansız olduğu için, meşhudatlarını aynen yazdıklarından, hilâf-ı hakikat telâkki ediliyor. Nasıl küçük bir aynada büyük bir saray ile büyük bir bahçenin vücud-u misaliyeleri onda yerleşir. Öyle de, âlem-i maddînin bir senelik mesafesinde, binler sene vüs'atinde vücud-u misalî ve hakaik-i mâneviye yerleşir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Hâtime:</span> Şu meseleden anlaşılıyor ki, derece-i şuhud, derece-i iman-ı bilgaybdan çok aşağıdır. Yani, yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl-i velâyetin ihatasız keşfiyatı, veraset-i nübüvvet ehli olan asfiya ve muhakkikînin, şuhuda değil, Kur'ân'a ve vahye, gaybî fakat daha sâfi, ihatalı, doğru hakaik-i imaniyelerine dair ahkâmlarına yetişmez. Demek, bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve müşahedatın mizanı, Kitap ve Sünnettir. Ve mihenkleri, Kitap ve Sünnetin desâtir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhakkikînin kavânin-i hadsiyeleridir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">İKİNCİ MESELE-İ MÜHİMME </span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sual:</span> Vahdetü'l-vücud meselesi, çoklar tarafından en yüksek makam telâkki ediliyor. Halbuki, velâyet-i kübrâda bulunan, başta Hulefâ-i Erbaa olmak üzere Sahabeler ve hem başta Hamse-i Âl-i Abâ olarak Eimme-i Ehl-i Beyt ve hem başta Eimme-i Erbaa olarak Müçtehidîn ve Tâbiînden, bu çeşit vahdetü'l-vücud meşrebi sarihan görülmemiş. Acaba onlardan sonra çıkanlar daha ileri mi gitmişler, daha mükemmel bir cadde-i kübrâ mı bulmuşlar? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap: </span>Hâşâ! Şems-i risaletin en yakın yıldızları ve en karib vereseleri bulunan o asfiyadan, hiç kimsenin haddi değil, daha ileri gidebilsin. Belki cadde-i kübrâ onlarındır. </p><p id="c_paragraf">Vahdetü'l-vücud ise, bir meşrep ve bir hal ve bir nâkıs mertebedir. Fakat zevkli, neşeli olduğundan, seyr ü sülûkta o mertebeye girdikleri vakit, çoğu çıkmak istemiyorlar, orada kalıyorlar, en müntehâ mertebe zannediyorlar. </p><p id="c_paragraf">İşte şu meşrep sahibi, eğer maddiyattan ve vesaitten tecerrüd etmiş ve esbab perdesini yırtmış bir ruh ise, istiğrakkârâne bir şuhuda mazhar ise, vahdetü'l-vücuddan değil, belki vahdetü'ş-şuhuddan neş'et eden, ilmî değil, hâlî bir vahdet-i vücud onun için bir kemal, bir makam temin edebilir. Hattâ, Allah hesabına kâinatı inkâr etmek derecesine gidebilir. Yoksa, esbab içinde dalmış ise, maddiyata mütevağğıl ise, vahdetü'l-vücud demesi, kâinat hesabına Allah'ı inkâr etmeye kadar çıkar. </p><p id="c_paragraf">Evet cadde-i kübra, sahabe ve tâbiîn ve asfiyanın caddesidir. <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b240.gif" /> -1- cümlesi, onların kaide-i külliyeleridir. Ve Cenâb-ı Hakk'ın <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b241.gif" /> -2- mazmûnu üzere, hiçbir şey ile müşabeheti yok. Tahayyüz ve tecezziden münezzehtir. Mevcudatla alâkası, hâlıkıyettir. Ehl-i vahdet-ül vücudun dedikleri gibi; mevcudat, evham ve hayalât değil. Görünen eşya dahi, Cenâb-ı Hakk'ın âsârıdır. "Heme Ost" değil, "Heme Ezost"tur. Yani herşey O değil, belki herşey Ondandır. Çünki hâdisat, ayn-ı Kadîm olamaz. Şu mes'eleyi iki temsil ile fehme takrib edeceğiz: </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Varlıkların sabit birer hakikati vardır. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "Onun benzeri hiçbir şey yoktur." Şûrâ Sûresi: 42:11.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Meselâ bir padişah var. O padişahın hâkim-i âdil ismiyle bir adliye dairesi var ki, o ismin cilvesini gösteriyor. Bir ismi de halifedir; bir meşihat ve bir ilmiye dairesi, o ismin mazharıdır. Bir de kumandan-ı âzam ismi var; o isimle devâir-i askeriyede faaliyet gösterir, ordu o ismin mazharıdır. </p><p id="c_paragraf">Şimdi, biri çıksa, dese ki, "O padişah yalnız hâkim-i âdildir; devâir-i adliyeden başka daire yok." O vakit, bilmecburiye, adliye memurları içinde, hakikî değil, itibarî bir surette, meşihat dairesindeki ulemanın evsâfını ve ahvâlini onlara tatbik edip, zıllî ve hayalî bir tarzda, hakiki adliye içinde tebeî ve zıllî bir meşihat dairesi tasavvur edilir. Hem daire-i askeriyeye ait ahval ve muamelâtını, yine farazî bir tarzda, o memurîn-i adliye içinde itibar edip, gayr-ı hakikî bir daire-i askeriye itibar edilir, ve hâkezâ... İşte, şu halde, padişahın hakikî ismi ve hakikî hâkimiyeti, hâkim-i âdil ismidir ve adliyedeki hâkimiyettir. Halife, kumandan-ı âzam, sultan gibi isimleri hakikî değiller, itibarîdirler. Halbuki padişahlık mahiyeti ve saltanat hakikati, bütün isimleri hakikî olarak iktiza eder. Hakikî isimler ise, hakikî daireleri istiyor ve iktiza ediyorlar. </p><p id="c_paragraf">İşte, saltanat-ı ulûhiyet, Rahmân, Rezzâk, Vehhâb, Hallâk, Fa'âl, Kerîm, Rahîm gibi pek çok esmâ-i mukaddeseyi hakikî olarak iktiza ediyor. O hakikî esmâ dahi, hakikî aynaları iktiza ediyorlar. </p><p id="c_paragraf">Şimdi ehl-i vahdet-ül vücud mâdem <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b242.gif" /> -1- der, hakaik-i eşyayı hayal derecesine indirir. Cenâb-ı Hakk'ın Vâcib-ül Vücud ve Mevcud ve Vâhid ve Ehad isimlerinin hakikî cilveleri ve daireleri var. Belki âyineleri, daireleri hakikî olmazsa; hayalî, ademî dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki vücud-u hakikînin âyinesinde vücud rengi olmazsa, daha ziyade safî ve parlak olur. Fakat Rahmân, Rezzâk, Kahhâr, Cebbâr, Hallâk gibi isimleri ise, tecellileri hakikî olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki o esmalar, Mevcud ismi gibi hakikattırlar, gölge olamazlar; aslîdirler, tebeî olamazlar.</p><p id="c_paragraf">İşte Sahabe ve Asfiya-i Müçtehidîn ve Eimme-i Ehl-i Beyt, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b243.gif" /> -2- derler ki, Cenâb-ı Hakk'ın bütün esmasıyla hakikî bir surette tecelliyatı var. Bütün eşyanın, Onun icadıyla bir vücud-u ârızîsi vardır. Ve o vücud çendan Vâcib-ül Vücud'un vücuduna nisbeten gayet zaîf ve kararsız bir zıll, bir gölgedir; fakat hayal değil, vehim değildir. Cenâb-ı Hak, Hallak ismiyle vücud veriyor ve o vücudu idame ediyor.</p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Ondan başka hiçbir mevcut yoktur. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Eşyanın hakikatleri kesin olarak vardır.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci temsil:</span> Meselâ şu menzilin dört duvarında dört tane endam aynası bulunsa, herbir ayna içinde her ne kadar o menzil öteki üç aynayla beraber irtisam ediyor; fakat herbir ayna kendinin heyetine ve rengine göre eşyayı kendi içinde ihtiva eyler, kendine mahsus misalî bir menzil hükmündedir. İşte, şimdi iki adam o menzile girse, birisi birtek aynaya bakar, der ki: "Herşey bunun içindedir." Başka aynaları ve aynaların içlerindeki suretleri işittiği vakit, mesmuâtını o tek aynadaki, iki derece gölge olmuş, hakikati küçülmüş, tagayyür etmiş o aynanın küçük bir köşesinde tatbik eder. Hem der: "Ben öyle görüyorum, öyleyse hakikat böyledir." </p><p id="c_paragraf">Diğer adam ona der ki: "Evet, sen görüyorsun, gördüğün haktır. Fakat vakide ve nefsü'l emirde hakikatin hakikî sureti öyle değil. Senin dikkat ettiğin ayna gibi daha başka aynalar var; gördüğün kadar küçücük, gölgenin gölgesi değiller." </p><p id="c_paragraf">İşte, esmâ-i İlâhiyenin herbiri ayrı ayrı birer ayna ister. Hem meselâ Rahmân, Rezzâk, hakikatli, asıl oldukları için, kendilerine lâyık, rızka ve merhamete muhtaç mevcudatı ister. Rahmân, nasıl hakikî bir dünyada rızka muhtaç hakikatli zîruhları ister; Rahîm de, öyle hakikî bir Cenneti ister. Eğer yalnız Mevcud ve Vâcibü'l-Vücud ve Vâhid-i Ehad isimleri hakikî tutulup öteki isimler onların içine gölge olmak haysiyetiyle alınsa, o esmâya karşı bir haksızlık hükmüne geçer. </p><p id="c_paragraf">İşte şu sırdandır ki, cadde-i kübrâ, elbette velâyet-i kübrâ sahipleri olan Sahabe ve asfiya ve Tâbiîn ve Eimme-i Ehl-i Beyt ve eimme-i müçtehidînin caddesidir ki, doğrudan doğruya Kur'ân'ın birinci tabaka şakirtleridir. </p><center><img style="WIDTH: 321px; HEIGHT: 40px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b457.gif" /> -1-</center><br /><center><img style="WIDTH: 406px; HEIGHT: 43px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b245.gif" /> -2-</center><br /><center><img style="WIDTH: 395px; HEIGHT: 83px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b246.gif" /> -3- </center><br /><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Sensin." (Bakara Sûresi: 2:32.) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalblerimizi sapıklığa meylettirme. Yüce katından bize bir rahmet bağışla. Muhakkak ki veren Sensin, dua edip istediklerimizi bize bağışlayan Sensin." (Âl-i İmrân Sûresi: 3:8. )</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- Allahım! Âlemlere rahmet olarak gönderdiğin Efendimize ve bütün âl ve ashabına salât et.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">ÜÇÜNCÜ MES'ELE:</span> Hikmet ve akıl ile halledilmeyen bir mes'ele-i mühimme. </p><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b247.gif" /> -1- </center><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sual:</span> Kâinattaki mütemadiyen şu hayretengiz faaliyetin sırrı ve hikmeti nedir? Neden şu durmayanlar durmuyor, daima dönüp tazeleniyorlar? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap: </span>Şu hikmetin izahı bin sayfa ister. Öyleyse, izahını bırakıp, gayet muhtasar bir icmâlini iki sayfaya sığıştıracağız. </p><p id="c_paragraf">İşte, nasıl ki bir şahıs, bir vazife-i fıtriyeyi veyahut bir vazife-i içtimaiyeyi yapsa ve o vazife için hararetli bir surette çalışsa, elbette ona dikkat eden anlar ki, o vazifeyi ona gördüren iki şeydir: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birisi:</span> Vazifeye terettüp eden maslahatlar, semereler, faydalardır ki, ona "ille-i gaiye" denilir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Bir muhabbet, bir iştiyak, bir lezzet vardır ki, hararetle o vazifeyi yaptırıyor ki, ona "dâi ve muktazî" tabir edilir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Meselâ</span>, yemek yemek, iştahtan gelen bir lezzet, bir iştiyaktır ki, onu yemeğe sevk eder. Sonra da, yemeğin neticesi, vücudu beslemektir, hayatı idame etmektir. </p><p id="c_paragraf">Öyle de, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b438.gif" /> -2- , şu kâinattaki dehşet-engiz ve hayretnümâ hadsiz faaliyet, iki kısım esmâ-i İlâhiyeye istinad ederek iki hikmet-i vâsia içindir ki, herbir hikmeti de nihayetsizdir: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Cenâb-ı Hakkın Esmâ-i Hüsnâsının had ve hesaba gelmez envâ-ı tecelliyâtı var. Mahlûkatın tenevvüleri, o tecelliyâtın tenevvüünden geliyor. O esmâ ise, daimî bir surette tezahür isterler. Yani nakışlarını göstermek isterler. Yani, nakışlarının aynalarında cilve-i cemallerini görmek ve göstermek isterler. Yani, kâinat kitabını ve mevcudat mektubatını ânen feânen tazelendirmek isterler. Yani, yeniden yeniye mânidar yazmak ve herbir mektubu, Zât-ı Mukaddes ve Müsemmâ-yı Akdes ile beraber bütün zîşuurların nazar-ı mütalâasına göstermek ve okutturmak iktiza ederler. </p><p id="c_paragraf">İkinci sebep ve hikmet: Nasıl ki mahlûkattaki faaliyet bir iştah, bir iştiyak, bir lezzetten geliyor. Ve hattâ herbir faaliyette katiyen lezzet vardır. Belki herbir faaliyet bir nevi lezzettir. </p><p id="c_paragraf">Öyle de, Vâcibü'l-Vücuda lâyık bir tarzda ve istiğnâ-yı zâtîsine ve gınâ-yı mutlakına muvafık bir surette ve kemâl-i mutlakına münasip bir şekilde, hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve hadsiz bir muhabbet-i mukaddese var. </p><p id="c_paragraf">Ve o şefkat-i mukaddese ve o muhabbet-i mukaddeseden gelen hadsiz bir şevk-i mukaddes var. </p><p id="c_paragraf">Ve o şevk-i mukaddesten gelen hadsiz bir sürur-u mukaddes var. </p><p id="c_paragraf">Ve o sürur-u mukaddesten gelen, tabir caizse, hadsiz bir lezzet-i mukaddese var. </p><p id="c_paragraf">Hem o lezzet-i mukaddeseden gelen hadsiz terahhumdan, mahlûkatın, faaliyet-i kudret içinde ve istidatları kuvveden fiile çıkmasından ve tekemmül etmesinden neş'et eden memnuniyetlerinden ve kemallerinden gelen ve Zât-ı Rahmân-ı Rahîme ait, tabir caizse, hadsiz memnuniyet-i mukaddese ve hadsiz iftihar-ı mukaddes vardır ki, hadsiz bir surette hadsiz bir faaliyeti iktiza ediyor. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- O hergün yeni bir iştedir. (Rahman Sûresi: 29) O dilediğini dilediği gibi yapar. (Burûc Sûresi: 85:16.) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- En yüce sıfatlar Allah'ındır. (Nahl Sûresi: 60.)<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">İşte, şu hikmet-i dakikayı felsefe ve fen ve hikmet bilmediği içindir ki, şuursuz tabiatı ve kör tesadüfü ve câmid esbabı, şu gayet derecede alîmâne, hakîmâne, basîrâne faaliyete karıştırmışlar, dalâlet zulümatına düşüp nur-u hakikati bulamamışlar. </p><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b249.gif" /> -1- </center><br /><center><img style="WIDTH: 344px; HEIGHT: 46px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b250.gif" />-2- </center><br /><center><img style="WIDTH: 366px; HEIGHT: 85px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b251.gif" /> -3- </center><br /><p id="c_sagayasla" align="justify"><span id="c_c_kalin"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b126.gif" /><br /><span style="FONT-WEIGHT: bold">Said Nursî </span></span></p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Sen 'Allah' de, sonra da bırak onları, daldıkları batakta oyalana dursunlar." (En'âm Sûresi: 6:91.) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizi sapıklığa meylettirme. Yüce katından bize bir rahmet bağışla. Muhakkak ki veren Sensin, dua edip istediklerimizi bize bağışlayan Sensin." (Âl-i İmrân Sûresi: 3:8. )</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- Allahım! Kâinatın tılsımını bizlere açan Efendimize ve âl ve ashabına, yer ve gökler devam ettikçe, mevcudatın adedince salât ve selâm et. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">4- Baki olan yalnız Allah'tır. </p>İbrahimhttp://www.blogger.com/profile/14965094735125295317noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-431105105679572355.post-80594516829122805642008-09-03T11:59:00.000-07:002008-09-14T23:04:34.404-07:00ON YEDİNCİ MEKTUP<center><span id="c_RisaleAdi">ON YEDİNCİ MEKTUP </span></center><br /><center><span id="c_c_kalin">[Yirmi Beşinci Lem'anın Zeyli] </span></center><br /><center><span id="c_KonuBaslik">Çocuk Taziyenâmesi </span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b635.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b524.gif" /> -1- </center><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Aziz âhiret kardeşim Hafız Halid Efendi, </span></p><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b424.gif" /></center><br /><center><img style="WIDTH: 361px; HEIGHT: 40px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b229.gif" /> -2- </center><br /><p id="c_paragraf">Kardeşim, çocuğun vefatı beni müteessir etti. Fakat, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b230.gif" /> -3- kazaya rıza, kadere teslim İslâmiyetin bir şiârıdır. Cenâb-ı Hak sizlere sabr-ı cemil versin; merhumu da, size zahîre-i âhiret ve şefaatçi yapsın. Size ve sizin gibi müttaki mü'minlere büyük bir müjde ve hakikî bir teselli gösterecek Beş Noktayı beyan ederiz. </p><br /><hr id="c_cizgi"><br /><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Onun adıyla. Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin.<br />2- "Başlarına bir musibet geldiği zaman 'Biz Allah'ın kullarıyız; sonunda yine Ona döneceğiz' diyerek sabredenleri müjdele." Bakara Sûresi: 2:155-156.<br />3- Hüküm Allah'ındır. (Mü'min Sûresi: 12.)</p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">BİRİNCİ NOKTA </span></p><p id="c_paragraf">Kur'ân-ı Hakîmde <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b231.gif" /> sırrı ve meâli şudur ki: </p><p id="c_paragraf">Mü'minlerin kablelbülûğ vefat eden evlâtları, Cennette ebedî, sevimli, Cennete lâyık bir surette, daimî çocuk kalacaklarını; ve Cennete giden peder ve validelerinin kucaklarında ebedî medar-ı sürurları olacaklarını; ve çocuk sevmek ve evlât okşamak gibi en lâtîf bir zevki, ebeveynine temine medar olacaklarını; ve herbir lezzetli şeyin Cennette bulunduğunu; "Cennet tenasül yeri olmadığından, evlât muhabbeti ve okşaması olmadığını" diyenlerin hükümleri hakikat olmadığını; hem dünyada on senelik kısa bir zamanda teellümatla karışık evlât sevmesine ve okşamasına bedel, sâfi, elemsiz, milyonlar sene ebedî evlât sevmesini ve okşamasını kazanmak, ehl-i imanın en büyük bir medar-ı saadeti olduğunu, şu âyet-i kerime, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b231.gif" /> cümlesiyle işaret ediyor ve müjde veriyor. </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">İKİNCİ NOKTA</span></p><br /><p id="c_paragraf">Bir zaman, bir zat, bir zindanda bulunuyor. Sevimli bir çocuğu yanına gönderilmiş. O biçare mahpus, hem kendi elemini çekiyor, hem veledinin istirahatini temin edemediği için, onun zahmetiyle müteellim oluyordu. Sonra, merhametkâr hâkim ona bir adam gönderir, der ki: </p><p id="c_paragraf">"Şu çocuk çendan senin evlâdındır. Fakat benim raiyetim ve milletimdir. Onu ben alacağım, güzel bir sarayda beslettireceğim." </p><p id="c_paragraf">O adam ağlar, sızlar, "Benim medar-ı tesellim olan evlâdımı vermeyeceğim" der. </p><p id="c_paragraf">Ona arkadaşları der ki: "Senin teessürâtın mânâsızdır. Eğer sen çocuğa acıyorsan, çocuk şu mülevves, ufunetli, sıkıntılı zindana bedel, ferahlı, saadetli bir saraya gidecek. Eğer sen nefsin için müteessir oluyorsan, menfaatini arıyorsan; çocuk burada kalsa, muvakkaten şüpheli bir menfaatinle beraber, çocuğun meşakkatlerinden çok sıkıntı ve elem çekmek var. Eğer oraya gitse, sana bin menfaati var. Çünkü padişahın merhametini celbe sebep olur, sana şefaatçi hükmüne geçer. Padişah onu seninle görüştürmek arzu edecek. Elbette görüşmek için onu zindana göndermeyecek, belki seni zindandan çıkarıp o saraya celb edecek, çocukla görüştürecek-şu şartla ki, padişaha emniyetin ve itaatin varsa..." </p><p id="c_paragraf">İşte, şu temsil gibi, aziz kardeşim, senin gibi mü'minlerin evlâdı vefat ettikleri vakit şöyle düşünmeli: </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Ebediyen yaşlanmayacak çocuklar. (Vâkıa Sûresi: 56:17),(İnsan Sûresi: 76:19.)</p><p id="c_paragraf">Şu veled mâsumdur; onun Hâlıkı dahi Rahîm ve Kerîmdir. Benim nâkıs terbiye ve şefkatime bedel, gayet kâmil olan inâyet ve rahmetine aldı. Dünyanın elemli musibetli, meşakkatli zindanından çıkarıp Cennetü'l-Firdevsine gönderdi. O çocuğa ne mutlu! Şu dünyada kalsaydı, kim bilir ne şekle girerdi! Onun için ben ona acımıyorum, bahtiyar biliyorum. Kaldı kendi nefsime ait menfaati için, kendime dahi acımıyorum, elîm müteessir olmuyorum. Çünkü dünyada kalsaydı, on senelik muvakkat elemle karışık bir evlât muhabbeti temin edecekti. Eğer salih olsaydı, dünya işinde muktedir olsaydı, belki bana yardım edecekti. Fakat vefatıyla, ebedî Cennette on milyon sene bana evlât muhabbetine medar ve saadet-i ebediyeye vesile bir şefaatçi hükmüne geçer. Elbette ve elbette, meşkûk, muaccel bir menfaati kaybeden, muhakkak ve müeccel bin menfaati kazanan, elîm teessürat göstermez, meyusâne feryad etmez. </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">ÜÇÜNCÜ NOKTA</span></p><p id="c_paragraf">Vefat eden çocuk, bir Hâlık-ı Rahîmin mahlûku, memlûkü, abdi ve bütün heyetiyle onun masnuu ve ona ait olarak ebeveyninin bir arkadaşı idi ki, muvakkaten ebeveyninin nezaretine verilmiş. Peder ve valideyi ona hizmetkâr etmiş. Ebeveyninin o hizmetlerine mukabil, muaccel bir ücret olarak, lezzetli bir şefkat vermiş. </p><p id="c_paragraf">Şimdi, binden dokuz yüz doksan dokuz hisse sahibi olan o Hâlık-ı Rahîm, mukteza-yı rahmet ve hikmet olarak o çocuğu senin elinden alsa, hizmetine hâtime verse, surî bir hisse ile, hakikî bin hisse sahibine karşı şekvâyı andıracak bir tarzda meyusâne hüzün ve feryad etmek ehl-i imana yakışmaz, belki ehl-i gaflet ve dalâlete yakışıyor. </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">DÖRDÜNCÜ NOKTA</span></p><p id="c_paragraf">Eğer dünya ebedî olsaydı, insan içinde ebedî kalsaydı ve firak ebedî olsaydı, elîmâne teessürat ve meyusâne teellümâtın bir mânâsı olurdu. Fakat madem dünya bir misafirhanedir; vefat eden çocuk nereye gitmişse, siz de, biz de oraya gideceğiz. Ve hem bu vefat ona mahsus değil, umumî bir caddedir. Hem madem mufarakat dahi ebedî değil; ileride hem berzahta, hem Cennette görüşülecektir. <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b230.gif" /> -1- demeli. "O verdi, o aldı. <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b234.gif" /> -2- deyip sabırla şükretmeli. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Hüküm Allah'ındır. (Mü'min Sûresi: 12.)<br />2- Her hal İçin Allah'a hamd olsun. (Feyzü'l Kadir, 1:368, Hadis No: 662.)<br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_KonuBaslik">BEŞİNCİ NOKTA </span></p><p id="c_paragraf">Rahmet-i İlâhiyenin en lâtîf, en güzel, en hoş, en şirin cilvelerinden olan şefkat, bir iksir-i nuranîdir, aşktan çok keskindir. Çabuk Cenâb-ı Hakka vusule vesile olur. Nasıl aşk-ı mecazî ve aşk-ı dünyevî, pek çok müşkülâtla aşk-ı hakikîye inkılâp eder, Cenâb-ı Hakkı bulur. Öyle de, şefkat, fakat müşkülâtsız, daha kısa, daha safî bir tarzda, kalbi Cenâb-ı Hakka rapteder. </p><p id="c_paragraf">Gerek peder ve gerek valide, veledini bütün dünya gibi severler. Veledi elinden alındığı vakit, eğer bahtiyar ise, hakikî ehl-i İmân ise, dünyadan yüzünü çevirir, <b id="eh">Mün'im-i Hakikî</b>yi bulur. Der ki: "Dünya madem fânidir, değmiyor alâka-i kalbe." Veledi nereye gitmişse, oraya karşı bir alâka peydâ eder, büyük mânevî bir hal kazanır. </p><p id="c_paragraf">Ehl-i gaflet ve dalâlet, şu beş hakikatteki saadet ve müjdeden mahrumdurlar. Onların hali ne kadar elîm olduğunu şununla kıyas ediniz ki: Bir ihtiyar hanım gayet sevdiği sevimli birtek çocuğu sekeratta görüp, dünyada tevehhüm-ü ebediyet hükmünce, gaflet veya dalâlet neticesinde, mevti adem ve firak-ı ebedî tasavvur ettiğinden, yumuşak döşeğine bedel kabrin toprağını düşünüp, gaflet veya dalâlet cihetiyle, Erhamürrâhimînin cennet-i rahmetini, firdevs-i nimetini düşünmediğinden, ne kadar meyusâne bir hüzün ve elem çektiğini kıyas edebilirsin. Fakat vesile-i saadet-i dâreyn olan İmân ve İslâmiyet, mü'mine der ki: Şu sekeratta olan çocuğun Hâlık-ı Rahîmi, onu bu pis dünyadan çıkarıp Cennetine götürecek. Hem sana şefaatçi, hem ebedî bir evlât yapacak. Mufarakat muvakkattir, merak etme. <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b235.gif" /> -1- <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b129.gif" /> <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b230.gif" />-2- de, sabret. <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b126.gif" /> -3- </p><br /><p id="c_sagayasla" style="FONT-WEIGHT: bold" align="justify"><span id="c_c_kalin">Said Nursî </span></p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Biz Allah'ın kullarıyız sonunda yine O'na döneceğiz.(Bakara Sûresi: 155,156.)<br />2- Hüküm Allah'ındır. (Mü'min Sûresi: 12.)<br />3- Baki olan yalnız Allah'tır.<br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_ayet" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p>İbrahimhttp://www.blogger.com/profile/14965094735125295317noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-431105105679572355.post-8675947146402162482008-09-03T11:49:00.000-07:002008-09-14T23:04:34.405-07:00ON ALTINCI MEKTUP<center><span id="c_RisaleAdi">ON ALTINCI MEKTUP</span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b424.gif" /></center><br /><center><img style="WIDTH: 384px; HEIGHT: 84px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b212.gif" /> -1- </center><br /><p id="c_paragraf">Şu Mektup <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b213.gif" /> -2- sırrına mazhar olmuş, şiddetli yazılmamış. Çoklar tarafından sarihan ve mânen gelen bir suale cevaptır.</p><p id="c_paragraf">Şu cevabı vermek benim için hoş değil; arzu etmiyorum. Herşeyimi Cenâb-ı Hakkın tevekkülüne bağlamıştım. Fakat ben kendi halimde ve âlemimde rahat bırakılmadığım ve yüzümü dünyaya çevirdikleri için, Yeni Said değil, bilmecburiye Eski Said lisanıyla, şahsım için değil, belki dostlarımı ve Sözlerimi ehl-i dünyanın evham ve eziyetinden kurtarmak için, hakikat-i hali hem dostlarıma, hem ehl-i dünyaya ve ehl-i hükme beyan etmek için, Beş Noktayı beyan ediyorum.</p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">BİRİNCİ NOKTA</span></p><p id="c_paragraf">Denilmiş: "Niçin siyasetten çekildin, hiç yanaşmıyorsun?" </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Dokuz on sene evveldeki Eski Said, bir miktar siyasete girdi. Belki siyaset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu. Ve gördü ki, o yol meşkûk ve müşkülâtlı ve bana nisbeten fuzuliyâne, hem en lüzumlu hizmete mâni ve hatarlı bir yoldur. Çoğu yalancılık; ve bilmeyerek ecnebî parmağına âlet olmak ihtimali var.</p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar onlara 'Düşman size karşı büyük bir kuvvet topladı; onlardan korkun' dedikleri zaman onların imanı ziyadeleşti ve 'Allah bize yeter; O ne güzel vekildir' dediler." (Âl-i İmrân Sûresi: 3:173)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "Ona yumuşak bir dille söz söyleyin." (Tâhâ Sûresi: 20:44)</p><p id="c_paragraf">Hem siyasete giren, ya muvafık olur veya muhalif olur. Eğer muvafık olsa, madem memur ve mebus değilim; o halde siyasetçilik bana fuzulî ve mâlâyâni bir şeydir. Bana ihtiyaç yok ki beyhude karışayım. </p><p id="c_paragraf">Eğer muhalif siyasete girsem, ya fikirle veya kuvvetle karışacağım. Eğer fikirle olsa, bana ihtiyaç yok. Çünkü mesâil tavazzuh etmiş; herkes benim gibi bilir. Beyhude çene çalmak mânâsızdır. Eğer kuvvetle ve hadise çıkarmakla muhalefet etsem, husulü meşkûk bir maksat için binler günaha girmek ihtimali var; birinin yüzünden çoklar belâya düşer. Hem on ihtimalden bir iki ihtimale binaen günahlara girmek, masumları günaha atmak vicdanım kabul etmiyor diye, Eski Said, sigara ile beraber gazeteleri ve siyaseti ve sohbet-i dünyeviye-i siyasiyeyi terk etti. Buna katî şahit, o vakitten beri, sekiz senedir birtek gazete ne okudum ve ne dinledim. Okuduğumu ve dinlediğimi, biri çıksın, söylesin. Halbuki, sekiz sene evvel, günde belki sekiz gazete Eski Said okuyordu. </p><p id="c_paragraf">Hem beş senedir bütün dikkatle benim halime nezaret ediliyor. Siyasetvâri bir tereşşuh gören söylesin. Halbuki, benim gibi asabî ve <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b214.gif" /> düsturuyla, en büyük hileyi hilesizlikte bulan pervâsız, alâkasız bir insanın, değil sekiz sene, sekiz gün bir fikri gizli kalmaz. Siyasete iştahı ve arzusu olsaydı, tetkikata, taharriyâta lüzum bırakmayarak, top güllesi gibi sadâ verecekti. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İKİNCİ NOKTA </span></p><p id="c_paragraf">Yeni Said niçin bu kadar şiddetle siyasetten tecennüb ediyor? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Milyarlar seneden ziyade olan hayat-ı ebediyeye çalışmasını ve kazanmasını, meşkûk bir iki sene hayat-ı dünyeviyeye lüzumsuz, fuzulî bir surette karışmayla feda etmemek için; hem en mühim, en lüzumlu, en saf ve en hakikatli olan hizmet-i İmân ve Kur'ân için şiddetle siyasetten kaçıyor. Çünkü, diyor: </p><p id="c_paragraf">Ben ihtiyar oluyorum; bundan sonra kaç sene yaşayacağımı bilmiyorum. Öyleyse bana en mühim iş, hayat-ı ebediyeye çalışmak lâzım geliyor. Hayat-ı ebediyeyi kazanmakta en birinci vasıta ve saadet-i ebediyenin anahtarı imandır; ona çalışmak lâzım geliyor. </p><p id="c_paragraf">Fakat ilim itibarıyla insanlara dahi bir menfaat dokundurmak için şer'an hizmete mükellef olduğumdan, hizmet etmek isterim. Lâkin o hizmet, ya hayat-ı içtimaiye ve dünyeviyeye ait olacak. O ise elimden gelmez. Hem fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilmez. Onun için, o ciheti bırakıp, en mühim, en lüzumlu, en selâmetli olan, imana hizmet cihetini tercih ettim. Kendi nefsime kazandığım hakaik-i imaniyeyi ve nefsimde tecrübe ettiğim mânevî ilâçları, sair insanların eline geçmek için, o kapıyı açık bırakıyorum. Belki Cenâb-ı Hak bu hizmeti kabul eder ve eski günahıma kefaret yapar. Bu hizmete karşı şeytan-ı racîmden başka hiç kimsenin-mü'min olsun, kâfir olsun, sıddık olsun, zındık olsun-karşı gelmeye hakkı yoktur. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Gerçek hile hilesizliktedir.<br /></p><p id="c_paragraf">Çünkü imansızlık başka şeylere benzemiyor. Zulümde, fıskta, kebâirde birer menhus lezzet-i şeytaniye bulunabilir. Fakat imansızlıkta hiçbir cihet-i lezzet yok. Elem içinde elemdir, zulmet içinde zulmettir, azap içinde azaptır. </p><p id="c_paragraf">İşte, böyle hadsiz bir hayat-ı ebediyeye çalışmayı ve İmân gibi kudsî bir nura hizmeti bırakmak, ihtiyarlık zamanında lüzumsuz, tehlikeli siyaset oyuncaklarına atılmak, benim gibi alâkasız ve yalnız ve eski günahlarına kefaret aramaya mecbur bir adamda ne kadar hilâf-ı akıldır, ne kadar hilâf-ı hikmettir, ne derece bir divaneliktir; divaneler de anlayabilirler. </p><p id="c_paragraf">Amma "Kur'ân ve imanın hizmeti niçin beni men ediyor?" dersen, ben de derim ki: </p><p id="c_paragraf">Hakaik-i imaniye ve Kur'âniye birer elmas hükmünde olduğu halde, siyasetle âlûde olsaydım, elimdeki o elmaslar, iğfal olunabilen avam tarafından, "Acaba taraftar kazanmak için bir propaganda-i siyaset değil mi?" diye düşünürler. O elmaslara âdi şişeler nazarıyla bakabilirler. O halde, ben o siyasete temas etmekle, o elmaslara zulmederim ve kıymetlerini tenzil etmek hükmüne geçer. İşte, ey ehl-i dünya! Neden benimle uğraşıyorsunuz, beni kendi halimde bırakmıyorsunuz? </p><p id="c_paragraf">Eğer derseniz, "Şeyhler Bazen işimize karışıyorlar. Sana da Bazen şeyh derler"; ben de derim: </p><p id="c_paragraf">Hey efendiler, ben şeyh değilim. Ben hocayım. Buna delil: Dört senedir buradayım. Birtek adama tarikat verseydim, şüpheye hakkınız olurdu. Belki yanıma gelen herkese demişim: "İman lâzım, İslâmiyet lâzım. Tarikat zamanı değil." </p><p id="c_paragraf">Eğer derseniz, "Sana Said-i Kürdî derler. Belki sende unsuriyetperverlik fikri var, o işimize gelmiyor"; ben de derim: </p><p id="c_paragraf">Hey efendiler! Eski Said ve Yeni Said'in yazdıkları meydanda. Şahit gösteriyorum ki, ben <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b215.gif" /> ferman-ı katîsiyle, eski zamandan beri menfi milliyet ve unsuriyetperverliğe, Avrupa'nın bir nevi firenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o firenk illetini İslâm içine atmış, tâ tefrika versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O firenk illetine karşı eskiden beri tedaviye çalıştığımı, talebelerim ve bana temas edenler biliyorlar. </p><p id="c_paragraf">Madem böyledir. Hey efendiler, herbir hadiseyi bahane tutup bana sıkıntı vermeye sebep nedir acaba? Şarkta bir nefer hata etse, garpta bir nefere askerlik münasebetiyle zahmet ve ceza vermek; veya İstanbul'da bir esnafın cinayetiyle Bağdat'ta bir dükkâncıyı esnaflık münasebetiyle mahkûm etmek nevinden, her hadise-i dünyeviyede bana sıkıntı vermek hangi usulledir, hangi vicdan hükmeder, hangi maslahat iktiza eder? </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">İslam Cahiliyetten kalma ırkçılığı ve kabileciliği ortadan kaldırmıştır. [Mana itibariyle hadistir. Bu mealde bir çok hadis mevcuttur. Mesela, "İslam dini kendinden önceki batıl davranış ve adetleri kökünden söküp atar." Keşfü'l-Hafa, 1:127.]<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">ÜÇÜNCÜ NOKTA </span></p><p id="c_paragraf">Halimi, istirahatimi düşünen ve her musibete karşı sabırla sükûtumu istiğrap eden dostlarımın şöyle bir sualleri var ki: "Sana gelen zahmetlere, sıkıntılara nasıl tahammül ediyorsun? Halbuki eskiden çok hiddetli ve izzetli idin; ednâ bir tahkire tahammül edemezdin." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> İki küçük hadiseyi ve hikâyeyi dinleyiniz, cevabını alınız. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci hikâye:</span> İki sene evvel benim hakkımda bir müdür sebepsiz, gıyabımda tezyifkârâne, hakaretli sözler söylemişti. Sonra bana söylediler. Bir saat kadar Eski Said damarıyla müteessir oldum. Sonra, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle şöyle bir hakikat kalbe geldi, sıkıntıyı izale edip o adamı da bana helâl ettirdi. O hakikat şudur: </p><p id="c_paragraf">Nefsime demiştim: Eğer onun tahkiri ve beyan ettiği kusurlar şahsıma ve nefsime ait ise, Allah ondan razı olsun ki, benim nefsimin ayıplarını söyler. Eğer doğru söylemişse, beni nefsimin terbiyesine sevk eder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır. Eğer yalan söylemişse, beni riyadan ve riyanın esası olan şöhret-i kâzibeden kurtarmaya yardımdır. Evet, ben nefsimle musalâha etmemişim. Çünkü terbiye etmemişim. Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse, ondan darılmak değil, belki memnun olmak lâzım gelir. </p><p id="c_paragraf">Eğer o adamın tahkiratı, benim imana ve Kur'ân'a hizmetkârlığım sıfatıma ait ise, o bana ait değil. O adamı, beni istihdam eden Sahib-i Kur'ân'a havale ediyorum. O Azîzdir, Hakîmdir. </p><p id="c_paragraf">Eğer sırf beni sövmek, tahkir etmek, çürütmek nevinden ise, o da bana ait değil. Ben menfi ve esir ve garip ve elim bağlı olduğundan, haysiyetimi kendi elimle düzeltmeye çalışmak bana düşmez. Belki misafir olduğum ve bana nezaret eden şu köye, sonra kazaya, sonra vilâyete hükmedenlere aittir. Bir insanın elindeki esirini tahkir etmek, sahibine aittir; o müdafaa eder. </p><p id="c_paragraf">Madem hakikat budur. Kalbim istirahat etti, <img style="WIDTH: 271px; HEIGHT: 38px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b216.gif" /> dedim. O vakıayı olmamış gibi saydım, unuttum. Fakat maatteessüf sonra anlaşıldı ki, Kur'ân onu helâl etmemiş. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci hikâye:</span> Şu senede işittim ki, bir hadise olmuş. O hadisenin vukuundan sonra, yalnız icmâlen vukuunu işittiğim halde, o vakıa ile ciddî alâkadarmışım gibi bir muamele gördüm. Zaten muhabere etmiyordum; etsem de, pek nadir olarak bir mesele-i imaniyeyi bir dostuma yazardım. Hattâ dört senede kardeşime bir tek mektup yazdım. Ve ihtilâttan hem ben kendimi men ediyordum, hem de ehl-i dünya beni men ediyordu. Yalnız bir iki ahbapla haftada bir defa görüşebiliyordum. Köye gelen misafirler ise, ayda bir ikisi, bazı bir iki dakika, bir mesele-i âhirete dair benimle görüşüyordu. Bu gurbet halimde, garip, yalnız, kimsesiz, nafaka için çalışmaya benim gibilere muvafık olmayan bir köyde, herşeyden, herkesten men edildim. Hattâ, dört sene evvel, harap olmuş bir camii tamir ettirdim. Memleketimde imamlık ve vaizlik vesikam elimde olduğundan, o camide dört senedir-Allah kabul etsin-imamlık ettiğim halde, şu mübarek geçen Ramazan'da mescide gidemedim. Bazen yalnız namazımı kıldım, cemaatle kılınan namazın yirmi beş sevabından ve hayrından mahrum kaldım. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">"Ben işimi Allah'a havale ediyorum. Muhakkak ki Allah kullarını hakkıyla görür." (Mü'min Sûresi: 40:44)</p><p id="c_paragraf">İşte, başıma gelen bu iki hadiseye karşı, aynen iki sene evvel o memurun bana karşı muamelesine gösterdiğim sabır ve tahammülü gösterdim. İnşaallah devam da ettireceğim. Şöyle de düşünüyorum ve diyorum ki: </p><p id="c_paragraf">Eğer ehl-i dünya tarafından başıma gelen şu eziyet, şu sıkıntı, şu tazyik, ayıplı ve kusurlu nefsim için ise, helâl ediyorum. Benim nefsim belki bununla ıslah-ı hal eder; hem ona keffâretü'z-zünûb olur. Dünya misafirhanesinin safâsını çok gördüm. Azıcık cefâsını görsem, yine şükrederim. </p><p id="c_paragraf">Eğer imana ve Kur'ân'a hizmetkârlığım cihetiyle ehl-i dünya beni tazyik ediyorsa, onun müdafaası bana ait değil. Onu, Azîz-i Cebbâra havale ediyorum. </p><p id="c_paragraf">Eğer asılsız ve riyaya sebep ve ihlâsı kıracak bir şöhret-i kâzibeyi kırmak için teveccüh-ü âmmeyi hakkımda bozmak murad ise, onlara rahmet! Çünkü teveccüh-ü âmmeye mazhar olmak ve halkların nazarında şöhret kazanmak, benim gibi adamlara zarardır zannederim. Benimle temas edenler beni bilirler ki, şahsıma karşı hürmet istemiyorum, belki nefret ediyorum. Hattâ kıymettar mühim bir dostumu, fazla hürmeti için belki elli defa tekdir etmişim. </p><p id="c_paragraf">Eğer beni çürütmek ve efkâr-ı âmmeden düşürtmek, iskat ettirmekten muradları, tercümanlık ettiğim hakaik-i imaniye ve Kur'âniyeye ait ise, beyhudedir. Zira Kur'ân yıldızlarına perde çekilmez. Gözünü kapayan, yalnız kendi görmez; başkasına gece yapamaz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">DÖRDÜNCÜ NOKTA </span></p><p id="c_paragraf">Evhamlı birkaç sualin cevabıdır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Ehl-i dünya bana der: "Neyle yaşıyorsun? Çalışmadan nasıl geçiniyorsun? Memleketimizde tembelce oturanları ve başkasının sa'yi ile geçinenleri istemiyoruz." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Ben iktisat ve bereketle yaşıyorum. Rezzâkımdan başka kimsenin minnetini almıyorum ve almamaya da karar vermişim. Evet, günde yüz para, belki kırk para ile yaşayan bir adam, başkasının minnetini almaz. </p><p id="c_paragraf">Şu meselenin izahını hiç arzu etmiyordum. Belki bir gururu ve bir enaniyeti ihsas eder fikriyle, beyan etmek bana pek nâhoştur. Fakat, madem ehl-i dünya evhamlı bir surette soruyorlar. Ben de derim ki: </p><p id="c_paragraf">Küçüklüğümden beri halkların malını kabul etmemek (velev zekât dahi olsa), hem maaşı kabul etmemek (yalnız bir iki sene Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiyede dostlarımın icbarıyla kabul etmeye mecbur oldum), o parayı da mânen millete iade ettik. Hem maişet-i dünyeviye için minnet altına girmemek, bütün ömrümde bir düstur-u hayatımdır. Ehl-i memleketim ve başka yerlerde beni tanıyanlar bunu biliyorlar. Bu beş seneki nefyimde, çok dostlar bana hediyelerini kabul ettirmek için çok çalıştılar; kabul etmedim.<br /></p><p id="c_paragraf">"Öyleyse nasıl idare edersin?" denilse, derim: </p><p id="c_paragraf">Bereket ve ikram-ı İlâhî ile yaşıyorum. Nefsim çendan her hakarete, her ihanete müstehak ise de, fakat Kur'ân hizmetinin kerameti olarak, erzak hususunda, ikram-ı İlâhî olan berekete mazhar oluyorum. <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b217.gif" /> -1- sırrıyla, Cenâb-ı Hakkın bana ettiği ihsânâtı yad edip, bir şükr-ü mânevî nev'inde birkaç numunesini söyleyeceğim. Bir şükr-ü mânevî olmakla beraber, korkuyorum ki, bir riya ve gururu ihsas ederek o mübarek bereket kesilsin. Çünkü müftehirâne gizli bereketi izhar etmek, kesilmesine sebep olur. Fakat, ne çare, söylemeye mecbur oldum. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İşte birisi:</span> Şu altı aydır otuz altı ekmekten ibaret bir kile buğday bana kâfi geldi. Daha var, bitmemiş. Ne miktar kifayet <sup id="c_supa">Haşiye</sup> edecek, bilmiyorum. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Şu mübarek Ramazan'da, yalnız iki haneden bana yemek geldi; ikisi de beni hasta etti. Anladım ki, başkasının yemeğini yemekten memnûum. Mütebâkisi, bütün Ramazan'da benim idareme bakan mübarek bir hanenin ve sadık bir arkadaşım olan o hane sahibi Abdullah Çavuş'un ihbarı ve şehadetiyle, üç ekmek, bir kıyye pirinç bana kâfi gelmiştir. Hattâ o pirinç, on beş gün Ramazan'dan sonra bitmiştir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncüsü:</span> Dağda, üç ay, bana ve misafirlerime bir kıyye tereyağı, her gün ekmekle beraber yemek şartıyla, kâfi geldi. Hattâ, Süleyman isminde mübarek bir misafirim vardı. Benim ekmeğim de ve onun ekmeği de bitiyordu. Çarşamba günüydü, dedim ona: "Git, ekmek getir." İki saat, her tarafımızda kimse yok ki oradan ekmek alınsın. "Cuma gecesi senin yanında bu dağda beraber dua etmek arzu ediyorum" dedi. Ben de dedim: <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b218.gif" /> -2- </p><p id="c_paragraf">Sonra, hiç münasebeti olmadığı halde ve bir bahane yokken, ikimiz yürüye yürüye bir dağın tepesine çıktık. İbrikte bir parça su vardı. Bir parça şekerle çayımız vardı. Dedim: </p><p id="c_paragraf">"Kardeşim, bir parça çay yap." </p><p id="c_paragraf">O ona başladı. Ben de derin bir dereye bakar bir katran ağacı altında oturdum. Müteessifâne şöyle düşündüm ki: Küflenmiş bir parça ekmeğimiz var; bu akşam ancak ikimize yeter. İki gün nasıl yapacağız ve bu sâfi-kalb adama ne diyeceğim diye düşünmedeyken, birden bire başım çevrilir gibi başımı çevirdim. Gördüm ki, koca bir ekmek, katran ağacının üstünde, dalları içinde bize bakıyor. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- Haşiye --><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin"><span style="FONT-WEIGHT: bold; COLOR: rgb(255,0,0)">Haşiye</span>:</span> Bir sene devam etti. </p><!-- Haşiye --><br /><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Rabbinin nimetini yâd et." (Duhâ Sûresi: 93:11) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Allah'a tevekkül ettik.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Dedim: "Süleyman, müjde! Cenâb-ı Hak bize rızık verdi." </p><p id="c_paragraf">O ekmeği aldık; bakıyoruz ki, kuşlar ve hayvânât-ı vahşiye, hiçbiri ilişmemiş. Yirmi otuz gündür hiçbir insan o tepeye çıkmamıştı. O ekmek ikimize iki gün kâfi geldi. Biz yerken, bitmek üzereyken, dört sene sadık bir sıddîkım olan müstakim Süleyman, ekmekle aşağıdan çıkageldi. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncüsü:</span> Şu üstümdeki sakoyu, yedi sene evvel eski olarak almıştım. Beş senedir elbise, çamaşır, pabuç, çorap için dört buçuk lira ile idare ettim. Bereket, iktisat ve rahmet-i İlâhiye bana kâfi geldi. </p><p id="c_paragraf">İşte, şu numuneler gibi çok şeyler var ve bereket-i İlâhiyenin çok cihetleri var. Bu köy halkı çoğunu bilirler. Fakat sakın bunları fahr için zikrediyorum zannetmeyiniz. Belki mecbur oldum. Hem benim için iyiliğe bir medar olduğunu düşünmeyiniz. Bu bereketler, ya yanıma gelen hâlis dostlarıma ihsandır; veya hizmet-i Kur'âniyeye bir ikramdır; veya iktisadın bereketli bir menfaatidir; veyahut "Yâ Rahîm, yâ Rahîm" ile zikreden ve yanımda bulunan dört kedinin rızıklarıdır ki, bereket suretinde gelir, ben de ondan istifade ederim. Evet, hazin mırmırlarını dinlesen, "Yâ Rahîm, yâ Rahîm" çektiklerini anlarsın. </p><p id="c_paragraf">Kedi bahsi geldi, tavuğu hatıra getirdi. Bir tavuğum var. Şu kışta yumurta makinesi gibi, pek az fasılayla her gün rahmet hazinesinden bana bir yumurta getiriyordu. Hem birgün iki yumurta getirdi, ben de hayrette kaldım. Dostlarımdan sordum, "Böyle olur mu?" dedim. Dediler: "Belki bir ihsan-ı İlâhîdir." Hem şu tavuğun yazın çıkardığı bir küçük yavrusu vardı. Ramazan-ı Şerifin başında yumurtaya başladı, tâ kırk gün devam etti. Hem küçük, hem kışta, hem Ramazan'da bu mübarek hali bir ikram-ı Rabbânî olduğuna, ne benim ve ne de bana hizmet edenlerin şüphemiz kalmadı. Hem ne vakit annesi kesti, hemen o başladı, beni yumurtasız bırakmadı. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Vehimli Sual:</span> Ehl-i dünya diyorlar ki: "Sana nasıl emniyet edeceğiz ki, sen dünyamıza karışmayacaksın? Seni serbest bıraksak belki dünyamıza karışırsın. Hem nasıl bileceğiz ki, sen kurnazlık yapmıyorsun? Kendini târik-i dünya gösterip, halkın malını zâhiren almaz, gizli alır bir kurnazlık olmadığını nasıl bileceğiz?" </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Yirmi sene evvelki Divan-ı Harb-i Örfîde ve hürriyetten daha evvel zamanda çoklara malûm hal ve vaziyetim ve İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnâmesi namında Divan-ı Harpteki müdafaatım katî gösterir ki, değil kurnazlık, belki ednâ bir hileye tenezzül etmez bir tarzda hayat geçirmişim. Eğer hile olsaydı, bu beş sene zarfında sizlere temellükkârâne bir müracaat edilecekti. Hileli adam kendini sevdirir, kendini çekmez. İğfal ve aldatmaya daima çalışır. Halbuki, bana karşı en mühim hücumlara ve tenkitlere mukabil, tezellüle tenezzül etmedim. <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b218.gif" /> deyip ehl-i dünyaya arkamı çevirdim. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Allah' tevekkül ettim.<br /></p><p id="c_paragraf">Hem de âhireti bilen ve dünyanın hakikatini keşfeden, aklı varsa pişman olmaz, yeniden dünyaya dönüp uğraşmaz. Elli seneden sonra, alâkasız, tek başıyla bir adam, hayat-ı ebediyesine dünyanın bir iki sene gevezeliğine, şarlatanlığına feda etmez. Feda etse kurnazlık olmaz, belki ebleh bir divane olur. Ebleh bir divanenin elinden ne gelir ki onunla uğraşılsın? </p><p id="c_paragraf">Amma zâhiren târik-i dünya, bâtınen tâlib-i dünya şüphesi ise <img style="WIDTH: 332px; HEIGHT: 39px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b220.gif" /> sırrınca, ben nefsimi tebrie etmiyorum. Nefsim her fenalığı ister. Fakat şu fâni dünyada, şu muvakkat misafirhanede, ihtiyarlık zamanında, kısa bir ömürde, az bir lezzet için, ebedî, daimî hayatını ve saadet-i ebediyesini berbat etmek, ehl-i aklın kârı değil. Ehl-i aklın ve zîşuurun kârı olmadığından, nefs-i emmârem ister istemez akla tâbi olmuştur. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Vehimli Sual:</span> Ehli dünya diyorlar ki: "Sen bizi sever misin? Beğeniyor musun? Eğer seversen, neden bize küsüp karışmıyorsun? Eğer beğenmiyorsan bize muarızsın. Biz muarızlarımızı ezeriz." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Ben değil sizi, belki dünyanızı sevseydim, dünyadan çekilmezdim. Ne sizi ve ne de dünyanızı beğenmiyorum. Fakat karışmıyorum. Çünkü ben başka maksattayım; başka noktalar benim kalbimi doldurmuş, başka şeyleri düşünmeye kalbimde yer bırakmamış. Sizin vazifeniz ele bakmaktır, kalbe bakmak değil. Çünkü idarenizi, âsâyişinizi istiyorsunuz. El karışmadığı vakit, ne hakkınız var ki, hiç lâyık olmadığınız halde "Kalb de bizi sevsin" demeye? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Kalbe karışsanız:</span> Evet, ben nasıl bu kış içinde baharı temenni ediyorum ve arzu ediyorum; fakat irade edemiyorum, getirmeye teşebbüs edemiyorum. Öyle de, hal-i âlemin salâhını temenni ediyorum, dua ediyorum ve ehl-i dünyanın ıslahını arzu ediyorum. Fakat irade edemiyorum; çünkü elimden gelmiyor. Bilfiil teşebbüs edemiyorum; çünkü ne vazifemdir, ne de iktidarım var. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü Şüpheli Sual:</span> Ehl-i dünya diyorlar ki: "O kadar belâlar gördük ki, kimseye emniyetimiz kalmadı. Sana nasıl emin olabiliriz ki, fırsat senin eline geçse, arzu ettiğin gibi karışmazsın?" </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Evvelki noktalar size emniyet vermekle beraber, memleketimde, talebe ve akrabam içinde, beni dinleyenlerin ortasında, heyecanlı hadiseler içinde dünyanıza karışmadığım halde, diyar-ı gurbette ve yalnız, tek başıyla, garip, zayıf, âciz, bütün kuvvetiyle âhirete müteveccih, ihtilâttan, muhabereden kesilmiş, İmân ve âhiret münasebetiyle uzaktan uzağa yalnız bazı ehl-i âhireti dost bulan ve başka herkese yabanî ve herkes de ona yabanî nazarıyla bakan bir insan, semeresiz, tehlikeli dünyanıza karışsa, muzaaf bir divane olmak gerektir. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">"Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis daima kötülüğe sevk eder." Yusuf Sûresi: 12:53.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">BEŞİNCİ NOKTA</span></p><p id="c_paragraf">Beş küçük meseleye dairdir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Ehl-i dünya bana diyorlar ki: "Bizim usul-ü medeniyetimizi, tarz-ı hayatımızı ve suret-i telebbüsümüzü niçin sen kendine tatbik etmiyorsun? Demek bize muarızsın."<br />Ben de derim: Hey efendiler! Ne hakla bana usul-ü medeniyetinizi teklif ediyorsunuz? Halbuki siz, beni hukuk-u medeniyetten iskat etmiş gibi, haksız olarak beş sene bir köyde muhabereden ve ihtilâttan memnu bir tarzda ikamet ettirdiniz. Her menfiyi şehirlerde dost ve akrabasıyla beraber bıraktınız ve sonra vesika verdiğiniz halde, sebepsiz beni tecrid edip, bir iki tane müstesna, hiçbir hemşehriyle görüştürmediniz. Demek beni efrad-ı milletten ve raiyetten saymıyorsunuz. Nasıl kanun-u medeniyetinizin bana tatbikini teklif ediyorsunuz? Dünyayı bana zindan ettiniz. Zindanda olan bir adama böyle şeyler teklif edilmez. Siz bana dünya kapısını kapadınız. Ben de âhiret kapısını çaldım; rahmet-i İlâhiye açtı. Âhiret kapısında bulunan bir adama, dünyanın karma karışık usul ve âdâtı ona nasıl teklif edilir? Ne vakit beni serbest bırakıp, memleketime iade edip hukukumu verdiniz; o vakit usulünüzün tatbikini isteyebilirsiniz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Mesele:</span> Ehl-i dünya diyorlar ki: "Bize ahkâm-ı diniyeyi ve hakaik-i İslâmiyeyi talim edecek resmî bir dairemiz var. Sen ne salâhiyetle neşriyat-ı diniye yapıyorsun? Sen madem nefye mahkûmsun; bu işlere karışmaya hakkın yok." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Hak ve hakikat inhisar altına alınmaz. İman ve Kur'ân nasıl inhisar altına alınabilir? Siz dünyanızın usulünü, kanununu inhisar altına alabilirsiniz. Fakat hakaik-i imaniye ve esâsât-ı Kur'âniye, resmî bir şekilde ve ücret mukabilinde, dünya muamelâtı suretine sokulmaz. Belki, bir mevhibe-i İlâhiye olan o esrar, hâlis bir niyetle ve dünyadan ve huzûzât-ı nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir. </p><p id="c_paragraf">Hem de sizin o resmî daireniz dahi, memleketteyken beni vaiz kabul etti, tayin etti. Ben o vaizliği kabul ettim, fakat maaşını terk ettim. Elimde vesikam var. Vaizlik, imamlık vesikasıyla her yerde amel edebilirim. Çünkü benim nefyim haksız olmuştur. Hem menfiler madem iade edildi; eski vesikalarımın hükmü bâkidir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Saniyen:</span> Yazdığım hakaik-i imaniyeyi doğrudan doğruya nefsime hitap etmişim. Herkesi davet etmiyorum. Belki ruhları muhtaç ve kalbleri yaralı olanlar, o edviye-i Kur'âniyeyi arayıp buluyorlar. Yalnız, medar-ı maişetim için, yeni huruf çıkmadan evvel, haşre dair bir risalemi tab ettirdim. Bunu da, bana karşı insafsız eski vali, o risaleyi tetkik edip, tenkit edecek bir cihet bulamadığı için ilişemedi. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Mesele:</span> Benim bazı dostlarım, ehl-i dünya bana şüpheli baktıkları için, ehl-i dünyaya hoş görünmek için benden zâhiren teberri ediyorlar, belki tenkit ediyorlar. Halbuki, kurnaz ehl-i dünya, bunların teberrisini ve bana karşı içtinaplarını, o ehl-i dünyaya sadakate değil, belki bir nevi riyaya, vicdansızlığa hamledip o dostlarıma karşı fena nazarla bakıyorlar.<br /></p><p id="c_paragraf">Ben de derim: Ey âhiret dostlarım! Benim Kur'ân'a hizmetkârlığımdan teberri edip kaçmayınız. Çünkü, inşaallah benden size zarar gelmez. Eğer faraza musibet gelse veya bana zulmedilse, siz benden teberriyle kurtulamazsınız. O hal ile, musibete ve tokada daha ziyade istihkak kesb edersiniz. Hem ne var ki evhama düşüyorsunuz? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü Mesele:</span> Şu nefiy zamanında görüyorum ki, hodfuruş ve siyaset bataklığına düşmüş bazı insanlar, bana tarafgirâne, rakibâne bir nazarla bakıyorlar. Güya ben de onlar gibi dünya cereyanlarıyla alâkadarım! </p><p id="c_paragraf">Hey efendiler! Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok. O adamlardan ücret mukabilinde iş görenler, belki kendilerini bir derece mazur görüyor. Fakat ücretsiz, hamiyet namına bana karşı tarafgirâne, rakibâne vaziyet almak ve ilişmek ve eziyet etmek, gayet fena bir hatadır. Çünkü, sabıkan ispat edildiği gibi, siyaset-i dünya ile hiç alâkadar değilim. Yalnız, bütün vaktimi ve hayatımı hakaik-i imaniye ve Kur'âniyeye hasr ve vakfetmişim. Madem böyledir; bana eziyet verip rakibâne ilişen adam düşünsün ki, o muamelesi zındıka ve imansızlık namına imana ilişmek hükmüne geçer. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşinci Mesele:</span> Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır. Hem madem <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b221.gif" /> * sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır. Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin. <sup id="c_supa">Haşiye</sup></p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- Haşiye --><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin"><span style="FONT-WEIGHT: bold; COLOR: rgb(255,0,0)">Haşiye</span>:</span> Bu madem'ler içindir ki, şahsıma karşı olan zulümlere, sıkıntılara aldırmıyorum ve ehemmiyet vermiyorum. "Meraka değmiyor" diyorum ve dünyaya karışmıyorum. </p><!-- Haşiye --><br /><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">* "Allah kimseye gücünden fazlasını yüklemez." (Bakara Sûresi: 2:286)</p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><center style="FONT-WEIGHT: bold"><span id="c_RisaleAdi" style="font-size:130%;">On Altıncı Mektubun Zeyli</span></center><br /><div style="TEXT-ALIGN: center"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b635.gif" /><br /></div><div style="TEXT-ALIGN: center"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b524.gif" /><br /></div><p id="c_paragraf">Ehl-i dünya, sebepsiz, benim gibi âciz, garip bir adamdan tevehhüm edip, binler adam kuvvetinde tahayyül ederek beni çok kayıtlar altına almışlar. Barla'nın bir mahallesi olan Bedre'de ve Barla'nın bir dağında bir iki gece kalmaklığıma müsaade etmemişler. İşittim ki, diyorlar: "Said elli bin nefer kuvvetindedir; onun için serbest bırakmıyoruz." </p><p id="c_paragraf">Ben de derim ki: Ey bedbaht ehl-i dünya! Bütün kuvvetinizle dünyaya çalıştığınız halde, neden dünyanın işini dahi bilmiyorsunuz, divane gibi hükmediyorsunuz? Eğer korkunuz şahsımdan ise, elli bin nefer değil, belki bir nefer elli defa benden ziyade işler görebilir. Yani, odamın kapısında durup bana "Çıkmayacaksın" diyebilir. </p><p id="c_paragraf">Eğer korkunuz mesleğimden ve Kur'ân'a ait dellâllığımdan ve kuvve-i mâneviye-i imaniyeden ise, elli bin nefer değil, yanlışsınız, meslek itibarıyla elli milyon kuvvetindeyim, haberiniz olsun! Çünkü, Kur'ân-ı Hakîmin kuvvetiyle, sizin dinsizleriniz dahil olduğu halde bütün Avrupa'ya meydan okuyorum. Bütün neşrettiğim envâr-ı imaniye ile, onların fünun-u müsbete ve tabiat dedikleri muhkem kalelerini zir ü zeber etmişim. Onların en büyük dinsiz filozoflarını hayvandan aşağı düşürmüşüm. Dinsizleriniz dahi içinde bulunan bütün Avrupa toplansa, Allah'ın tevfikiyle, beni o mesleğimin bir meselesinden geri çeviremezler, inşaallah mağlûp edemezler. Madem böyledir; ben sizin dünyanıza karışmıyorum, siz de benim âhiretime karışmayınız. Karışsanız da beyhudedir! </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Takdir-i Hüdâ kuvve-i bâzû ile dönmez, </span></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Bir şem'a ki Mevlâ yaka, üflemekle sönmez! </span></p><p id="c_paragraf">Benim hakkımda, müstesna bir surette, pek ziyade ehl-i dünya tevehhüm edip âdetâ korkuyorlar. Bende bulunmayan ve bulunsa dahi siyasî bir kusur teşkil etmeyen ve ittihama medar olmayan şeyhlik, büyüklük, hanedan, aşiret sahibi, nüfuzlu, etbâı çok, hemşehrileriyle görüşmek, dünya ahvâliyle alâkadar olmak, hattâ siyasete girmek, hattâ muhalif olmak gibi, bende bulunmayan emirleri tahayyül ederek evhâma düşmüşler. Hattâ hapiste ve hariçteki, yani kendilerince kabil-i af olmayanların dahi aflarını müzakere ettikleri sırada, beni âdetâ herşeyden men ettiler.</p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Onun adıyla. Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin.<br /></p><p id="c_paragraf">Fena ve fâni bir adamın, güzel ve bâki şöyle bir sözü var: </p><p id="c_paragraf">Zulmün topu var, güllesi var, kal'ası varsa, </p><p id="c_paragraf">Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Ben de derim: </span></p><p id="c_paragraf">Ehl-i dünyanın hükmü var, şevketi var, kuvveti varsa, </p><p id="c_paragraf">Kur'ân'ın feyziyle, hâdiminde de </p><p id="c_paragraf">Şaşırmaz ilmi, susmaz sözü vardır, </p><p id="c_paragraf">Yanılmaz kalbi, sönmez nuru vardır. </p><p id="c_paragraf">Çok dostlarla beraber, bana nezaret eden bir kumandan, mükerreren sual ettiler: "Neden vesika için müracaat etmiyorsun, istida vermiyorsun?" </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Beş altı sebep için müracaat etmiyorum ve edemiyorum: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Ben ehl-i dünyanın dünyasına karışmadım ki, onların mahkûmu olayım, onlara müracaat edeyim. Ben kader-i İlâhînin mahkûmuyum ve ona karşı kusurum var; ona müracaat ediyorum. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Bu dünya çabuk tebeddül eder bir misafirhane olduğunu yakinen İmân edip bildim. Onun için, hakikî vatan değil, her yer birdir. Madem vatanımda bâki kalmayacağım; beyhude ona karşı çabalamak, oraya gitmek bir şeye yaramıyor. Madem her yer misafirhanedir; eğer misafirhane sahibinin rahmeti yar ise, herkes yardır, her yer yarar. Eğer yar değilse, her yer kalbe dardır ve herkes düşmandır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncüsü:</span> Müracaat kanun dairesinde olur. Halbuki bu altı senedir bana karşı muamele keyfî ve fevkalkanundur. Menfiler kanunuyla bana muamele edilmedi. Hukuk-u medeniyetten ve belki hukuk-u dünyeviyeden iskat edilmiş bir tarzda bana baktılar. Bu fevkalkanun muamele edenlere kanun namına müracaat mânâsız olur. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncüsü:</span> Bu sene, buranın müdürü, benim namıma, Barla'nın bir mahallesi hükmünde olan Bedre karyesinde tebdil-i hava için birkaç gün kalmaya dair müracaat etti; müsaade etmediler. Böyle ehemmiyetsiz bir ihtiyacıma cevab-ı red verenlere nasıl müracaat edilir? Müracaat edilse, zillet içinde faydasız bir tezellül olur. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşincisi:</span> Haksızlığı hak iddia edenlere karşı hak dâvâ etmek ve onlara müracaat etmek bir haksızlıktır, hakka karşı bir hürmetsizliktir. Ben bu haksızlığı ve hakka karşı hürmetsizliği irtikâp etmek istemem vesselâm. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Altıncı sebep:</span> Bana karşı ehl-i dünyanın verdiği sıkıntı, siyaset için değil. Çünkü onlar da bilirler ki siyasete karışmıyorum, siyasetten kaçıyorum. Belki, bilerek veya bilmeyerek, zındıka hesabına, benim dine merbutiyetimden beni tâzip ediyorlar. Öyleyse, onlara müracaat etmek, dinden pişmanlık göstermek ve meslek-i zındıkayı okşamak demektir.<br /></p><p id="c_paragraf">Hem ben onlara müracaat ve dehalet ettikçe; âdil olan kader-i İlâhî, beni onların zalim eliyle tâzip edecektir. Çünkü onlar diyanete merbutiyetimden beni sıkıyorlar; kader ise, benim diyanette ve ihlâsta noksaniyetim var, ara sıra ehl-i dünyaya riyakârlıklarımdan için beni sıkıyor. Öyleyse, şimdilik şu sıkıntıdan kurtuluşum yok. Eğer ehl-i dünyaya müracaat etsem, kader der: "Ey riyakâr, bu müracaatın cezasını çek." Eğer müracaat etmezsem, ehl-i dünya der: "Bizi tanımıyorsun, sıkıntıda kal." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Yedinci sebep:</span> Malûmdur ki, bir memurun vazifesi, heyet-i içtimaiyeye muzır eşhâsa meydan vermemek ve nâfilere yardım etmektir. Halbuki, beni nezaret altına alan memur, kabir kapısına gelen, misafir bir ihtiyar adama, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b489.gif" /> -1- 'taki, imanın lâtîf bir zevkini izah ettiğim vakit, bir cürm-ü meşhut halinde beni yakalamak gibi, çok zaman yanıma gelmediği halde, o vakit güya bir kabahat işliyorum gibi yanıma geldi. İhlâsla dinleyen o biçareyi de mahrum bıraktı, beni de hiddete getirdi. Halbuki, burada bazı adamlar vardı; o onlara ehemmiyet vermiyordu. Sonra, edepsizliklerde ve köydeki hayat-ı içtimaiyeye zehir verecek surette bulundukları vakit, onlara iltifat etmeye ve takdir etmeye başladı. </p><p id="c_paragraf">Hem malûmdur ki, zindanda yüz cinayeti bulunan bir adam, nezarete memur zabit olsun, nefer olsun, her zaman onlarla görüşebilir. Halbuki birkaç senedir, hem âmir, hem nezarete memur hükümet-i milliyece iki mühim zat, kaç defa odamın yanından geçtikleri halde, kat'â ve asla ne benimle görüştüler ve ne de halimi sordular. Ben evvel zannettim ki, adâvetlerinden yanaşmıyorlar. Sonra tahakkuk etti ki, evhamlarından, güya ben onları yutacağım gibi kaçıyorlar! İşte şu adamlar gibi eczası ve memurları bulunan bir hükümeti hükümet diyerek merci tanıyıp müracaat etmek kâr-ı akıl değil, beyhude bir zillettir. Eski Said olsaydı, Antere gibi diyecekti: </p><center><img style="WIDTH: 329px; HEIGHT: 37px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b224.gif" /> -2- </center><br /><p id="c_paragraf">Eski Said yok. Yeni Said ise, ehl-i dünya ile konuşmayı mânâsız görüyor. "Dünyaları başlarını yesin! Ne yaparlarsa yapsınlar; mahkeme-i kübrâda onlarla muhakeme olacağız" der, sükût eder. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Adem-i müracaatımın sebeplerinden sekizincisi:</span> "Gayr-ı meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz bir adâvet olduğu" kaidesince, âdil olan kader-i İlâhî, lâyık olmadıkları halde meylettiğim şu ehl-i dünyanın zalim eliyle beni tâzip ediyor. Ben de bu azâba müstehakım deyip sükût ediyordum. Çünkü, Harb-i Umumîde gönüllü alay kumandanı olarak iki sene çalıştım, çarpıştım. Ordu Kumandanı ve Enver Paşa takdiratı altında, kıymettar talebelerimi, dostlarımı feda ettim. Yaralanıp esir düştüm. Esaretten geldikten sonra, Hutuvât-ı Sitte gibi eserlerimle kendimi tehlikeye atıp, İngilizlerin İstanbul'a tasallutu altında, İngilizlerin başlarına vurdum. Şu beni işkenceli ve sebepsiz esaret altına alanlara yardım ettim.<br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Allah'tan başka hiçbir Allah yoktur. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Zilletle ele geçen âb-ı hayat, tıpkı Cehennem gibidir. İzzetle Cehennem ise, medar-ı iftihar bir menzilim olur.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">İşte, onlar da bana o yardım cezasını böyle veriyorlar. Üç sene Rusya'da, esaretimde çektiğim zahmet ve sıkıntıyı, burada bu dostlarım bana üç ayda çektirdiler. Halbuki, Ruslar beni Kürt gönüllü kumandanı suretinde, Kazakları ve esirleri kesen gaddar adam nazarıyla bana baktıkları halde, beni dersten men etmediler. Arkadaşım olan doksan esir zabitlerin kısm-ı ekserisine ders veriyordum. Bir defa Rus kumandanı geldi, dinledi. Türkçe bilmediği için, siyasî ders zannetti, bir defa beni men etti; sonra yine izin verdi. Hem aynı kışlada bir odayı cami yaptık. Ben imamlık yapıyordum. Hiç müdahale etmediler, ihtilâttan men etmediler, beni muhabereden kesmediler. </p><p id="c_paragraf">Halbuki, bu dostlarım, güya vatandaşlarım ve dindaşlarım ve onların menfaat-i imaniyelerine uğraştığım adamlar, hiçbir sebep yokken, siyasetten ve dünyadan alâkamı kestiğimi bilirlerken, üç sene değil, belki beni altı sene sıkıntılı bir esaret altına aldılar, ihtilâttan men ettiler. Vesikam olduğu halde, dersten, hattâ odamda hususî dersimi de men ettiler, muhabereye sed çektiler. Hattâ, vesikam olduğu halde, kendim tamir ettiğim ve dört sene imamlık ettiğim mescidimden beni men ettiler. Şimdi dahi cemaat sevabından beni mahrum etmek için-daimî cemaatim ve âhiret kardeşlerim-mahsus üç adama dahi imamet etmemi kabul etmiyorlar. Hem, istemediğim halde birisi bana iyi dese, bana nezaret eden memur kıskanarak kızıyor, nüfuzunu kırayım diye vicdansızcasına tedbirler yapıyor, âmirlerinden iltifat görmek için beni tâciz ediyor. </p><p id="c_paragraf">İşte, böyle vaziyette bir adam, Cenâb-ı Haktan başka kime müracaat eder? Hâkim, kendi müddei olsa, elbette ona şekvâ edilmez. Gel, sen söyle, bu hale ne diyeceğiz? Sen ne dersen de, ben derim ki: Bu dostlarım içinde çok münafıklar var. Münafık kâfirden eşeddir. Onun için, kâfir Rus'un bana çektirmediğini çektiriyorlar. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Hey bedbahtlar! Ben size ne yaptım ve ne yapıyorum? İmanınızın kurtulmasına ve saadet-i ebediyenize hizmet ediyorum. Demek hizmetim hâlis, lillâh için olmamış ki, aksülâmel oluyor; siz, ona mukabil her fırsatta beni incitiyorsunuz. Elbette mahkeme-i kübrâda sizinle görüşeceğiz. </span></p><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b225.gif" /> -1- derim. </p><p id="c_sagayasla" align="justify"><span id="c_c_kalin"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b126.gif" /></span></p><p id="c_sagayasla" align="justify"><span id="c_c_kalin"><span style="FONT-WEIGHT: bold">Said Nursî </span></span></p><br /><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Allah bize yeter; O ne güzel vekildir." (Âl-i İmrân Sûresi: 3:173.) "O ne güzel dost ve ne güzel yardımcıdır!" (Enfâl Sûresi: 8:40; Hac Sûresi: 22:78.) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Baki olan yalnız Allah'tır. </p>İbrahimhttp://www.blogger.com/profile/14965094735125295317noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-431105105679572355.post-14520140069690775352008-09-03T11:41:00.000-07:002008-09-14T23:04:34.406-07:00ON BEŞİNCİ MEKTUP<center><span id="c_RisaleAdi">ON BEŞİNCİ MEKTUP</span></center><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b635.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b524.gif" /><br /><p id="c_paragraf">Aziz kardeşim,</p><p id="c_solayasla">Senin birinci sualin ki, "Sahabeler nazar-ı velâyetle müfsitleri neden keşfedemediler? Tâ, Hulefâ-yı Râşidînin üçünün şehadetini netice verdi. Halbuki, küçük Sahabelere, büyük velîlerden daha büyük deniliyor." </p><br /><p id="c_solayasla">Elcevap: Bunda iki makam var. </p><br /><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci Makam: </span></p><p id="c_paragraf">Dakik bir sırr-ı velâyetin beyanıyla sual halledilir. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">Sahabelerin velâyeti, velâyet-i kübrâ denilen, veraset-i nübüvvetten gelen, berzah tarikine uğramayarak, doğrudan doğruya zâhirden hakikate geçip akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafına bakan bir velâyettir ki, o velâyet yolu, gayet kısa olduğu halde gayet yüksektir. Harikaları az, fakat meziyâtı çoktur. Keşif ve keramet onda az görünür. </p><p id="c_paragraf">Hem evliyanın kerametleri ise, ekserisi ihtiyarî değil. Ummadığı yerden, ikram-ı İlâhî olarak bir harika ondan zuhur eder. Bu keşif ve kerametlerin ekserisi de, seyr ü sülûk zamanında tarikat berzahından geçtikleri vakit, âdi beşeriyetten bir derece tecerrüd ettiklerinden, hilâf-ı âdet hâlâta mazhar olurlar. </p><p id="c_paragraf">Sahabeler ise, sohbet-i nübüvvetin in'ikâsıyla ve incizâbıyla ve iksiriyle, tarikatteki seyr ü sülûk daire-i azîminin tayyına mecbur değildirler. Bir kademde ve bir sohbette, zâhirden hakikate geçebilirler. Meselâ, nasıl ki dün geceki Leyle-i Kadre ulaşmak için iki yol var: </p><p id="c_paragraf">Biri, bir sene gezip dolaşıp tâ o geceye gelmektir. Bu kurbiyeti kazanmak için bir sene mesafeyi tayyetmek lâzım gelir. Şu ise, ehl-i sülûkün mesleğidir ki, ehl-i tarikatin çoğu bununla gider. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Onun adıyla. O her kusurdan münezzehtir. Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi</span>, zamanla mukayyet olan cism-i maddî gılâfından sıyrılıp tecerrüdle ruhen yükselip, dün geceki Leyle-i Kadri öbür gün leyle-i îd ile beraber, bugünkü gibi hazır görmektir. Çünkü ruh zamanla mukayyet değil. Hissiyat-ı insaniye ruh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman genişlenir; başkalarına nisbeten mazi ve müstakbel olan vakitler, ona nisbeten hazır hükmündedir. </p><p id="c_paragraf">İşte bu temsile göre, dün geceki Leyle-i Kadre geçmek için, mertebe-i ruha çıkıp maziyi hazır derecesinde görmektir. Şu sırr-ı gamızın esası, akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafıdır. Meselâ, güneş bize yakındır; çünkü ziyası, harareti ve misali aynamızda ve elimizdedir. Fakat biz ondan uzağız. Eğer biz nuraniyet noktasında onun akrebiyetini hissetsek, aynamızdaki misalî olan timsaline münasebetimizi anlasak, o vasıtayla onu tanısak; ziyası, harareti, heyeti ne olduğunu bilsek, onun akrebiyeti bize inkişaf eder ve yakınımızda onu tanıyıp münasebettar oluruz. Eğer biz bu'diyetimiz nokta-i nazarından ona yakınlaşmak ve tanımak istesek, pek çok seyr-i fikrîye ve sülûk-u aklîye mecbur oluruz ki, kavânin-i fenniye ile fikren semâvâta çıkıp semâdaki güneşi tasavvur ederek, sonra mahiyetindeki ziya ve harareti ve ziyasındaki elvân-ı seb'ayı uzun uzadıya tetkikat-ı fenniye ile anladıktan sonra, birinci adamın kendi aynasında az bir tefekkürle elde ettiği kurbiyet-i mâneviyeyi ancak elde edebiliriz. </p><p id="c_paragraf">İşte şu temsil gibi, nübüvvet ve veraset-i nübüvvetteki velâyet, sırr-ı akrebiyetin inkişafına bakar. Velâyet-i saire ise, ekseri kurbiyet esası üzerine gider, birçok merâtipte seyr ü sülûke mecbur olur. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Makam:</span></p><p id="c_paragraf">O hâdisâta sebebiyet veren ve fesadı çeviren birkaç Yahudiden ibaret değildir ki, onları keşfetmekle fesadın önü alınsın. Çünkü, pek çok muhtelif milletlerin İslâmiyete girmeleriyle, birbirine zıt ve muhalif çok cereyanlar ve efkâr karıştı. Bahusus, bazıların gurur-u millîleri Hazret-i Ömer'in (r.a.) darbeleriyle dehşetli yaralandığından, seciyeten intikama fırsat beklerlerdi. Çünkü, onların hem eski dini iptal edilmiş, hem medar-ı şerefi olan eski hükümeti ve saltanatı tahrip edilmiş. İntikamını, bilerek veya bilmeyerek hâkimiyet-i İslâmiyeden almaya hissen taraftar bir suret almış. Onun için, Yahudi gibi zeki ve dessas bir kısım münafıklar, o hâlet-i içtimaiyeden istifade ettiler denilmiş. Demek, o hâdisâtın önünü almak, o vakitteki hayat-ı içtimaiyeyi ve muhtelif efkârı ıslahla olurdu. Yoksa, bir iki müfsidin keşfedilmesiyle olmazdı. </p><p id="c_paragraf">Eğer denilse: "Hazret-i Ömer'in (r.a.) minber üstünde, bir aylık mesafede bulunan Sâriye namındaki bir kumandanına, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b192.gif" /> deyip, Sâriye'ye işittirip, sevkülceyş noktasından zaferine sebebiyet veren kerâmetkârâne kumandası ne derece keskin nazarlı olduğunu gösterdiği halde, neden yanındaki katili Firuz'u o keskin nazar-ı velâyetiyle görmedi?" </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Taberî, Tarihü'l-Ümem ve'l-Mülûk, 2:380; Ebû Naîm, ed-Delâil, 3:210,211; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 6:370; Süyûtî, Târihü'l-Hulefâ, s.128; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 7:131; el-Askalânî, el-Isabe, 2:3; İbnü Hacer el-Heysemî, es-Savâiku'l-Muhrika, s. 101; İmam-ı Sahavî, el-Makâsıdu'l-Hasene, s. 474, no: 1331; Süyûti, ed-Dürerü'l-Müntesire, s. 182, no: 462; Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 2:380; el-Elbânî, Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha, no: 1110.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Hazret-i Yâkup Aleyhisselâmın verdiği cevapla cevap veririz. <sup id="c_supa">Haşiye</sup> </p><p id="c_paragraf">Yani, Hazret-i Yâkup'tan sorulmuş ki, "Niçin Mısır'dan gelen gömleğinin kokusunu işittin de, yakınında bulunan Kenan kuyusundaki Yusuf'u görmedin?" Cevaben demiş ki: </p><p id="c_paragraf">"Bizim halimiz şimşekler gibidir; Bazen görünür, Bazen saklanır. Bazı vakit olur ki, en yüksek mevkide oturup her tarafı görüyoruz gibi oluruz. Bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz." </p><p id="c_paragraf">Elhasıl, insan her ne kadar fâil-i muhtar ise de, fakat <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b199.gif" /> -1- sırrınca, meşiet-i İlâhiye asıldır, kader hâkimdir. Meşiet-i İlâhiye, meşiet-i insaniyeyi geri verir, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b200.gif" /> -2- hükmünü icra eder. Kader söylese, iktidar-ı beşer konuşmaz, ihtiyar-ı cüz'î susar. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Suâlinizin meâli:</span> Hazret-i Ali (r.a.) zamanında başlayan muharebelerin mahiyeti nedir? Muhariplere ve o harpte ölen ve öldürenlere ne nam verebiliriz? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Cemel Vak'ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr ve Âişe-i Sıddîka (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) arasında olan muharebe, adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">Hazret-i Ali, adalet-i mahzâyı esas edip Şeyheyn zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muârızları ise, Şeyheyn zamanındaki safvet-i İslâmiye adalet-i mahzâya müsait idi; fakat mürur-u zamanla İslâmiyetleri zayıf muhtelif akvam hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye girdikleri için, adalet-i mahzânın tatbikatı çok müşkül olduğundan, "ehvenüşşerri ihtiyar" denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için muharebeyi intaç etmiştir. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- "Allah dilemedikçe siz hiçbir şeyi isteyemezsiniz." İnsan Sûresi: 76:30. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Kader gelince göz kör olur. </p><!-- AYET --><br /><hr id="c_cizgi"><!-- Haşiye --><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin"><span style="FONT-WEIGHT: bold; COLOR: rgb(255,0,0)">Haşiye</span>:</span></p><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b193.gif" /></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b194.gif" /></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b195.gif" /></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b196.gif" /></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b197.gif" /></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b198.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">(Said-i Şirazinin Gülistan'dan bir şiiri olup, manası haşiyenin bulunduğu paragrafın altındadır.)<br /></p><p id="c_paragraf"><br /></p><p id="c_paragraf">Madem sırf lillâh için ve İslâmiyetin menâfii için içtihad edilmiş ve içtihaddan muharebe tevellüt etmiş; elbette hem katil, hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettir, ikisi de ehl-i sevaptır diyebiliriz. Her ne kadar Hazret-i Ali'nin içtihadı musîb ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azâba müstehak değiller. Çünkü, içtihad eden, hakkı bulsa iki sevap var; bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihad sevabı olarak bir sevap alır, hatasından mazurdur. Bizde gayet meşhur ve sözü hüccet bir zât-ı muhakkik, Kürtçe demiş ki: </p><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b201.gif" /> -1- </center><br /><p id="c_paragraf">Yani: "Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kal etme. Çünkü hem katil ve hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettirler." </p><p id="c_paragraf">Adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b202.gif" /> -2- ayetin mânâ-ı işarîsiyle, bir mâsumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir. </p><p id="c_paragraf">Adalet-i izafiye ise, küllün selâmeti için cüz'ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahzâ kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez. Gidilse zulümdür. </p><p id="c_paragraf">İşte, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, adalet-i mahzâyı Şeyheyn zamanındaki gibi kabil-i tatbiktir deyip, hilâfet-i İslâmiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Mukabilleri ve muarızları ise, "Kabil-i tatbik değil; çok müşkülâtı var' diye, adalet-i izafiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiği sair esbab ise, hakikî sebep değiller, bahanelerdir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Eğer desen:</span> "Hilâfet-i İslâmiye noktasında İmam-ı Ali'nin fevkalâde iktidarı, harikulâde zekâsı ve yüksek liyakatiyle beraber, seleflerine nisbeten muvaffakiyetsizliği nedendir?" </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> O mübarek zat, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere lâyıktı. Eğer tam muvaffakiyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydı, Şâh-ı Velâyet ünvan-ı mânidârını bihakkın kazanamayacaktı. Halbuki, zâhirî ve siyasî hilâfetin pek çok fevkinde mânevî bir saltanat kazandı ve üstad-ı küll hükmüne geçti, hattâ kıyamete kadar saltanat-ı mânevîsi bâki kaldı. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Nehcü'l-Enam Molla Halil Siirdî, s. 18. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir." (Mâide Sûresi: 5:32.)<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf">Amma Hazret-i İmam-ı Ali'nin Vak'a-i Sıffin'de Hazret-i Muaviye'nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilâfet ve saltanatın muharebesidir. Yani, Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler. </p><p id="c_paragraf">Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in Emevîlere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani, Emevîler, devlet-i İslâmiyeyi Arap milliyeti üzerine istinad ettirip, rabıta-i İslâmiyeti rabıta-i milliyetten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birisi:</span> Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Diğeri:</span> Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden, zulmeder, adalet üzerine gitmez. Çünkü, unsuriyetperver bir hâkim, millettaşını tercih eder, adalet edemez. </p><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b203.gif" /> -1-<br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b204.gif" /> -2- </center><br /><p id="c_paragraf">ferman-ı katîsiyle, rabıta-i diniye yerine rabıta-i milliye ikame edilmez. Edilse adalet edilmez, hakkaniyet gider. </p><p id="c_paragraf">İşte, Hazret-i Hüseyin, rabıta-i diniyeyi esas tutup, muhik olarak onlara karşı mücadele etmiş, tâ makam-ı şehadeti ihraz etmiş. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Eğer denilse:</span> "Bu kadar haklı ve hakikatli olduğu halde neden muvaffak olmadı? Hem neden kader-i İlâhî ve rahmet-i İlâhiye onların feci bir âkıbete uğramasına müsaade etmiş?" </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Hazret-i Hüseyin'in yakın taraftarları değil, fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri cihetiyle, Arap milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması, Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarının sâfi ve parlak mesleklerine halel verip mağlûbiyetlerine sebep olmuş. </p><p id="c_paragraf">Amma kader nokta-i nazarında feci âkıbetin hikmeti ise: </p><p id="c_paragraf">Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın cem'i gayet müşküldür. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi-tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı mâneviyeye tayin edildiler. Âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Müslüman olduktan sonra, Habeşli bir köle ile Kureyşli bir efendi arasında hiç bir fark yoktur. [Mana itibariyle hadistir. Bu mealde bir çok hadis mevcuttur. Mesela, Müsned, 3:338; 4:130, 202; 5:244.] </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- İslam Cahiliyetten kalma ırkçılığı ve kabileciliği ortadan kaldırmıştır. [Mana itibariyle hadistir. Bu mealde bir çok hadis mevcuttur. Mesela, "İslam dini kendinden önceki batıl davranış ve adetleri kökünden söküp atar." Keşfü'l-Hafa, 1:127.]<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Sualiniz:</span> "O mübarek zatların başına gelen o feci, gaddârâne muamelenin hikmeti nedir?" diyorsunuz. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Sabıkan beyan ettiğimiz gibi, Hazret-i Hüseyin'in muarızları olan Emevîler saltanatında, merhametsiz gadre sebebiyet verecek üç esas vardı: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birisi:</span> Merhametsiz siyasetin bir düsturu olan, "Hükûmetin selâmeti ve âsâyişin devamı için eşhas feda edilir." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Onların saltanatı unsuriyet ve milliyete istinad ettiği için, milliyetin gaddârâne bir düsturu olan, "Milletin selâmeti için herşey feda edilir." </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncüsü:</span> Emevîlerin Hâşimîlere karşı ananesindeki rekabet damarı, Yezid gibi bazılarında bulunduğu için, şefkatsiz bir gadre kabiliyet göstermişti. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü bir sebep de</span>, Hazret-i Hüseyin'in taraftarlarında bulunuyordu ki, Emevîlerin, Arap milliyetini esas tutup sair milletlerin efradına "memâlik" tabir ederek köle nazarıyla bakmaları ve gurur-u milliyelerini kırmaları yüzünden, milel-i saire Hazret-i Hüseyin'in cemaatine intikamkârâne ve müşevveş bir niyetle iltihak ettiklerinden, Emevîlerin asabiyet-i milliyelerine fazla dokunmuş, gayet gaddârâne ve merhametsizcesine, meşhur faciaya sebebiyet vermişlerdir. </p><p id="c_paragraf">Mezkûr dört esbab, zâhirîdir. Kader noktasından bakıldığı vakit, Hazret-i Hüseyin ve akrabasına, o facia sebebiyle hasıl olan netâic-i uhreviye ve saltanat-ı ruhaniye ve terakkiyât-ı mâneviye o kadar kıymettardır ki, o facia ile çektikleri zahmet gayet kolay ve ucuz düşer. Nasıl ki bir nefer, bir saat işkence altında şehid edilse, öyle bir mertebeyi bulur ki, on sene başkası çalışsa ancak o mertebeyi bulur. Eğer o nefer şehid olduktan sonra ona sorulabilse, "Az birşeyle pek çok şeyler kazandım" diyecektir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Dördüncü Sualinizin Meâli:</span> Âhirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâm Deccalı öldürdükten sonra, insanlar ekseriyetle din-i hakka girerler. Halbuki, rivayetlerde gelmiştir ki, "Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulundukça kıyamet kopmaz." 1 Böyle umumiyetle imana geldikten sonra nasıl umumiyetle küfre giderler? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Hadis-i sahihte rivayet edilen, "Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın geleceğini ve şeriat-i İslâmiye ile amel edeceğini, Deccalı öldüreceğini" 2 imanı zayıf olanlar istib'ad ediyorlar. Onun hakikati izah edilse, hiç istib'ad yeri kalmaz. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">O hadisin ve Süfyan ve Mehdî hakkındaki hadislerin ifade ettikleri mânâ budur ki: </p><p id="c_paragraf">Âhirzamanda, dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak: </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- Haşiye --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Müslim, 1: 131; 4:2268; Müsned, </p><span style="COLOR: rgb(255,0,0)">3:107, 201, 268; Kenzü'l-ummal,14:227, 228. </span><br /><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Buhari, 4:205; Müslim, 1: 136; Fethü'- Kebir, 2:335.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birisi:</span> Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr edecek, Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı, Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine bağlanan ehl-i velâyet ve ehl-i kemâlin başına geçecek, Âl-i Beytten Muhammed Mehdî isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci cereyan ise:</span> Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüt eden bir cereyan-ı nemrudâne, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir. Nasıl bir padişahı tanımayan ve ordudaki zâbitan ve efrad onun askerleri olduğunu kabul etmeyen vahşî bir adam, herkese, her askere bir nevi padişahlık ve bir gûnâ hâkimiyet verir. Öyle de, Allah'ı inkâr eden o cereyan efradları, birer küçük Nemrud hükmünde nefislerine birer rububiyet verir. Ve onların başına geçen en büyükleri, ispritizma ve manyetizmanın hâdisâtı nevinden müthiş harikalara mazhar olan Deccal ise, daha ileri gidip, cebbârâne surî hükümetini bir nevi rububiyet tasavvur edip ulûhiyetini ilân eder. Bir sineğe mağlûp olan ve bir sineğin kanadını bile icad edemeyen âciz bir insanın ulûhiyet dâvâ etmesi ne derece ahmakçasına bir maskaralık olduğu malûmdur. </p><p id="c_paragraf">İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın şahsiyet-i mâneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlâhiyenin semâsından nüzul edecek, halihazır Hıristiyanlık dini o hakikate karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek, mânen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâp edecektir. Ve Kur'ân'a iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı mânevîsi tâbi ve İslâmiyet metbû makamında kalacak, din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlûp olan İsevîlik ve İslâmiyet, ittihad neticesinde dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken, âlem-i semâvatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsâ Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadîr-i Külli Şeyin vaadine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır. Madem Kadîr-i Külli Şey vaad etmiş, elbette yapacaktır. </p><p id="c_paragraf">Evet, her vakit semâvattan melâikeleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretine vaz' eden (Hazret-i Cibril'in Dıhye suretine girmesi gibi) ve ruhanîleri âlem-i ervahtan gönderip beşer suretine temessül ettiren, hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelâl, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmı, İsâ dinine ait en mühim bir hüsn-ü hâtimesi için, değil semâ-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsâ, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden ceset giydirip dünyaya göndermek, o Hakîmin hikmetinden uzak değil. Belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için vaad etmiş ve vaad ettiği için elbette gönderecek. </p><p id="c_paragraf">Hazret-i İsâ Aleyhisselâm geldiği vakit, herkes onun hakikî İsâ olduğunu bilmek lâzım değildir. Onun mukarreb ve havassı, nur-u imanla onu tanır. Yoksa, bedâhet derecesinde herkes onu tanımayacaktır. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Bu husustaki ilahi vaad Nisa Suresi'nin 156-159. Ayetlerinde ifade buyurulur.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Sual:</span> Rivayetlerde gelmiş ki, "Deccalın bir yalancı cenneti var; kendine tâbi olanları ona atar. Hem yalancı bir cehennemi var; tâbi olmayanları ona atar. Hattâ o kendi merkebinin de bir kulağını cennet gibi, bir kulağını da cehennem gibi yapmış. Azamet-i bedeniyesi bu kadardır, şu kadardır..." diye tarifat var. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Deccalın şahs-ı surîsi insan gibidir. Mağrur, firavunlaşmış, Allah'ı unutmuş olduğundan, surî, cebbârâne olan hâkimiyetine ulûhiyet namını vermiş bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan-ı dessastır. Fakat şahs-ı mânevîsi olan dinsizlik cereyan-ı azîmi pek cesîmdir. Rivayetlerde Deccal'a ait tavsifât-ı müthişe ona işaret eder. Bir vakit Japonya'nın Başkumandanının resmi, bir ayağı Bahr-i Muhitte, diğer ayağı on günlük mesafedeki Port Arthur Kalesinde tasvir edilmiş; o küçük Japon Kumandanının bu surette tasviriyle, ordusunun şahs-ı mânevîsi gösterilmiş. </p><p id="c_paragraf">Amma Deccal'ın yalancı cenneti ise, medeniyetin cazibedar lehviyâtı ve fantaziyeleridir. Merkebi ise, şimendifer gibi bir vasıtadır ki, bir başında ateş ocağı bulunur; kendine tâbi olmayanları Bazen ateşe atar. O merkebin bir kulağı, yani diğer başı cennet gibi tefriş edilmiş; tâbi olanları oraya oturtur. Zaten sefih ve gaddar medeniyetin mühim bir merkebi olan şimendifer, ehl-i sefahet ve dünya için yalancı bir cennet getirir; biçare ehl-i diyanet ve ehl-i İslâm için, medeniyet elinde cehennem zebanîsi gibi tehlike getirir, esaret ve sefalet altına atar. </p><p id="c_paragraf">İşte, İsevîliğin din-i hakikîsi zuhur ile ve İslâmiyete inkılâp etmesiyle, çendan âlemde ekseriyet-i mutlakaya nurunu neşreder. Fakat, yine kıyamet kopmasına yakın, tekrar bir dinsizlik cereyanı baş gösterir, galebe eder ve <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b205.gif" /> * kaidesince, yeryüzünde Allah Allah diyecek kalmayacak; yani, ehemmiyetli bir cemaat küre-i arzda mühim bir mevkie sahip olacak bir surette Allah Allah denilmeyecek demektir. Yoksa, ekalliyette kalan veyahut mağlûp düşen ehl-i hak kıyamete kadar bâki kalacak; yalnız, kıyametin kopacağı ânında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i imanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Beşinci Sualinizin Meâli:</span> Kıyametin hâdisâtından ervâh-ı bâkiye müteessir olacaklar mı? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Derecatlarına göre müteessir olacaklar. Melâikelerin tecelliyât-ı kahriyede kendilerine göre müteessir oldukları gibi müteessir olurlar. Nasıl ki bir insan, sıcak bir yerde iken, hariçte kar ve tipi içinde titreyenleri görse, akıl ve vicdan itibarıyla müteessir olur. Öyle de, zîşuur olan ervâh-ı bâkiye, kâinatla alâkadar oldukları için, kâinatın hâdisât-ı azîmesinden, derecelerine göre müteessir olmalarını; ehl-i azap ise elemkârâne, ehl-i saadet ise hayretkârâne, istiğrabkârâne, belki bir cihette istibşarkârâne teessüratları bulunmasını, işârât-ı Kur'âniye gösteriyor. Zira, Kur'ân-ı Hakîm, her zaman kıyametin acaibini tehdit suretinde zikrediyor, "Göreceksiniz" diyor. Halbuki, cism-i insanî ile onu görenler, kıyamete yetişenlerdir. Demek, kabirde cesetleri çürüyen ervahların da o tehdid-i Kur'âniyeden hisseleri var. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- Haşiye --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Birçok hadisin mealleri sual olarak dercedilmiş. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><span id="c_c_kalin">*</span> Hüküm ekseriyete göre verilir.<br /></p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Altıncı Sualinizin Meâli:</span><br />Bu âyetin âhirete, Cennete, Cehenneme ve ehillerine şümulü var mı, yok mu? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Şu mesele, pek çok ehl-i tahkik ve ehl-i keşif ve ehl-i velâyetin medar-ı bahsi olmuş. Şu meselede söz onlarındır. Hem de şu âyetin çok genişliği ve çok merâtibi var. </p><p id="c_paragraf">Ehl-i tahkikin bir kısm-ı ekseri demişler ki: "Âlem-i bekaya şümulü yok." Diğer kısmı ise: "Âni olarak onlar da az bir zamanda bir nevi helâkete mazhar olurlar. O kadar az bir zamanda oluyor ki, fenâya gidip gelmiş hissetmeyecekler." </p><p id="c_paragraf">Amma, bazı müfrit fikirli ehl-i keşfin hükmettikleri fenâ-yı mutlak ise, hakikat değildir. Çünkü, <b id="eh">Zât-ı Akdes-i İlâhî</b> madem sermedî ve daimîdir; elbette sıfâtı ve esmâsı dahi sermedî ve daimîdirler. Madem sıfâtı ve esmâsı daimî ve sermedîdirler; elbette onların aynaları ve cilveleri ve nakışları ve mazharları olan âlem-i bekadaki bâkiyat ve ehl-i beka, fenâ-yı mutlaka, bizzarure, gidemez. </p><p id="c_paragraf">Kur'ân-ı Hakîmin feyzinden şimdilik iki nokta hatıra gelmiş; icmâlen yazacağız.</p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birincisi:</span> Cenâb-ı Hak öyle bir <b id="eh">Kadîr-i Mutlak</b>tır ki, adem ve vücut, kudretine ve iradesine nisbeten iki menzil gibi, gayet kolay bir surette oraya gönderir ve getirir. İsterse bir günde, isterse bir anda oradan çevirir. </p><p id="c_paragraf">Hem adem-i mutlak zaten yoktur. Çünkü bir ilm-i muhît var. Hem daire-i ilm-i İlâhînin harici yok ki, bir şey ona atılsın. Daire-i ilim içinde bulunan adem ise, adem-i haricîdir ve vücud-u ilmîye perde olmuş bir ünvandır. Hattâ, bu mevcudat-ı ilmiyeye, bazı ehl-i tahkik "a'yân-ı sâbite" tabir etmişler. Öyleyse, fenâya gitmek, muvakkaten haricî libasını çıkarıp, vücud-u mânevîye ve ilmîye girmektir. Yani, hâlik ve fâni olanlar, vücud-u haricîyi bırakıp, mahiyetleri bir vücud-u mânevî giyer, daire-i kudretten çıkıp daire-i ilme girer. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi:</span> Çok Sözlerde izah ettiğimiz gibi, herşey, mânâ-yı ismiyle ve kendine bakan vecihte hiçtir; kendi zâtında müstakil ve bizatihî sabit bir vücudu yok. Ve yalnız kendi başıyla kaim bir hakikati yok. Fakat Cenâb-ı Hakka bakan vecihte ise, yani mânâ-yı harfiyle olsa, hiç değil. Çünkü onda cilvesi görünen esmâ-i bâkiye var. Mâdum değil; çünkü sermedî bir vücudun gölgesini taşıyor. Hakikati vardır, sabittir, hem yüksektir. Çünkü mazhar olduğu bâki bir ismin sabit bir nevi gölgesidir. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">"Herşey helâk olup gidicidir-Ona bakan yüzü müstesnâ." Kasas Sûresi: 28:88.<br /></p><p id="c_paragraf">Hem insanın elini mâsivâdan kesmek için bir kılıçtır ki, o da, Cenâb-ı Hakkın hesabına olmayan fâni dünyada, fâni şeylere karşı alâkalarını kesmek için, hükmü, dünyadaki fâniyâta bakar. Demek, Allah hesabına olsa, mânâ-yı harfiyle olsa, liveçhillâh olsa, mâsivâya girmez ki, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b208.jpg" /><br />kılıcıyla başı kesilsin. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elhasıl:</span> Eğer Allah için olsa, Allah'ı bulsa, gayr kalmaz ki başı kesilsin. Eğer Allah'ı bulmazsa ve hesabıyla bakmazsa, herşey gayrdır.<br />kılıcını istimal etmeli, perdeyi yırtmalı, tâ Onu bulmalı. </p><p id="c_sagayasla" align="justify"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b126.gif" /> * </p><br /><p id="c_sagayasla" style="FONT-WEIGHT: bold" align="justify"><span id="c_c_kalin">Said Nursî </span></p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><span id="c_c_kalin">* Baki olan yalnız Allah'tır. </span></p><!-- AYET --><!-- AYET -->İbrahimhttp://www.blogger.com/profile/14965094735125295317noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-431105105679572355.post-66280497346135249952008-09-03T11:40:00.000-07:002008-09-14T23:04:34.407-07:00ON DÖRDÜNCÜ MEKTUP<p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Te'lif edilmemiştir. </span></p>İbrahimhttp://www.blogger.com/profile/14965094735125295317noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-431105105679572355.post-18148565178918357592008-09-03T11:37:00.000-07:002008-09-14T23:04:34.408-07:00ON ÜÇÜNCÜ MEKTUP<center><span id="c_RisaleAdi">ON ÜÇÜNCÜ MEKTUP</span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b635.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b524.gif" /> -1- </center><br /><center><img style="WIDTH: 362px; HEIGHT: 38px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b185.gif" /> -2- </center><br /><p id="c_paragraf">Aziz kardeşlerim, </p><p id="c_paragraf">Hal ve istirahatimi ve vesika için adem-i müracaatımı ve hal-i âlem siyasetine karşı lâkaytlığımı pek çok soruyorsunuz. Şu sualleriniz çok tekerrür ettiğinden, hem mânen de benden sorulduğundan, şu üç suale Yeni Said değil, belki Eski Said lisanıyla cevap vermeye mecbur oldum. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci Sualiniz:</span> İstirahatin nasıl? Halin nedir? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Cenâb-ı Erhamürrâhimîne yüz bin şükrediyorum ki, ehl-i dünyanın bana ettiği envâ-ı zulmü, envâ-ı rahmete çevirdi. Şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">Siyaseti terk ve dünyadan tecerrüt ederek bir dağın mağarasında âhireti düşünmekte iken, ehl-i dünya zulmen beni oradan çıkarıp nefyettiler. Hâlık-ı Rahîm ve Hakîm, o nefyi bana bir rahmete çevirdi. Emniyetsiz ve ihlâsı bozacak esbaba maruz o dağdaki inzivayı emniyetli, ihlâslı, Barla dağlarındaki halvete çevirdi. Rusya'da esarette iken niyet ettim ve niyaz ettim ki, âhir ömrümde bir mağaraya çekileyim. Erhamürrâhimîn, bana Barla'yı o mağara yaptı, mağara faydasını verdi. Fakat sıkıntılı mağara zahmetini zayıf vücuduma yüklemedi. </p><p id="c_paragraf">Yalnız, Barla'da, iki üç adamda bir vehhamlık vardı. O vehhamlık sebebiyle bana eziyet verildi. Hattâ o dostlarım, güya istirahatimi düşünüyorlar. Halbuki, o vehhamlık sebebiyle, hem kalbime, hem Kur'ân'ın hizmetine zarar verdiler. Hem ehl-i dünya bütün menfilere vesika verdiği ve cânileri hapisten çıkarıp affettikleri halde, bana zulüm olarak vermediler. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Onun adıyla. Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Selâm, hüdâya tâbi olanlara; levm ve itâb ise hevâya tâbi olanlara olsun.<br /></p><p id="c_paragraf">Benim Rabb-i Rahîmim, beni Kur'ân'ın hizmetinde ziyade istihdam etmek ve Sözler namıyla envâr-ı Kur'âniyeyi bana fazla yazdırmak için, dağdağasız bir surette beni şu gurbette bırakıp, bir büyük merhamete çevirdi. </p><p id="c_paragraf">Hem ehl-i dünya, dünyalarına karışabilecek bütün nüfuzlu ve kuvvetli rüesaları ve şeyhleri kasabalarda ve şehirlerde bırakıp akrabalarıyla beraber herkesle görüşmeye izin verdikleri halde, beni zulmen tecrit etti, bir köye gönderdi. Hiç akraba ve hemşehrilerimi, bir iki tanesi müstesna olmak üzere, yanıma gelmeye izin vermedi. Benim Hâlık-ı Rahîmim, o tecridi benim hakkımda bir azîm rahmete çevirdi. Zihnimi sâfi bırakıp, gıll ü gıştan âzâde olarak, Kur'ân-ı Hakîmin feyzini, olduğu gibi almaya vesile etti. </p><p id="c_paragraf">Hem ehl-i dünya, bidayette, iki sene zarfında iki âdi mektup yazdığımı çok gördü. Hattâ şimdi bile, on veya yirmi günde veya bir ayda bir iki misafirin sırf âhiret için yanıma gelmesini hoş görmediler, bana zulmettiler. Benim Rabb-i Rahîmim ve Hâlık-ı Hakîmim, o zulmü bana merhamete çevirdi ki, doksan sene mânevî bir ömrü kazandıracak şu şuhûr-uselâsede, beni bir halvet-i mergubeye ve bir uzlet-i makbuleye koymaya çevirdi. <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b186.gif" /> işte hal ve istirahatim böyle... </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Sualiniz:</span> Neden vesika almak için müracaat etmiyorsun? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Şu meselede ben kaderin mahkûmuyum, ehl-i dünyanın mahkûmu değilim. Kadere müracaat ediyorum. Ne vakit izin verirse, rızkımı buradan ne vakit keserse, o vakit giderim. Şu mânânın hakikati şudur ki: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Başa gelen her işte iki sebep var:</span> biri zâhirî, diğeri hakikî. Ehl-i dünya zâhirî bir sebep oldu, beni buraya getirdi. Kader-i İlâhî ise, sebeb-i hakikîdir; beni bu inzivâya mahkûm etti. Sebeb-i zâhîrî zulmetti, sebeb-i hakikî ise adalet etti. Zâhirîsi şöyle düşündü: "Şu adam ziyadesiyle ilme ve dine hizmet eder; belki dünyamıza karışır" ihtimaliyle beni nefyedip üç cihetle katmerli bir zulüm etti. Kader-i İlâhî ise, benim için gördü ki, hakkıyla ve ihlâsla ilme ve dine hizmet edemiyorum; beni bu nefye mahkûm etti. Onların bu katmerli zulmünü muzaaf bir rahmete çevirdi. </p><p id="c_paragraf">Madem ki nefyimde kader hâkimdir ve o kader âdildir; ona müracaat ederim. Zâhîrî sebep ise, zaten bahane nevinden birşeyleri var. Demek onlara müracaat mânâsızdır. Eğer onların elinde bir hak veya kuvvetli bir esbab bulunsaydı, o vakit onlara karşı da müracaat olunurdu. </p><p id="c_paragraf">Başlarını yesin, dünyalarını tamamen bıraktığım ve ayaklarına dolaşsın, siyasetlerini büsbütün terk ettiğim halde, düşündükleri bahaneler, evhamlar elbette asılsız olduğundan, onlara müracaatla o evhamlara bir hakikat vermek istemiyorum. Eğer uçları ecnebî elinde olan dünya siyasetine karışmak için bir iştahım olsaydı, değil sekiz sene, belki sekiz saat kalmayacak, tereşşuh edecekti, kendini gösterecekti. Halbuki sekiz senedir birtek gazete okumak arzum olmadı ve okumadım. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Her hal için Allah'a hamd olsun. (Feyzü'l Kadir, 1:368, Hadis No: 662.)<br /></p><p id="c_paragraf">Dört senedir burada taht-ı nezarette bulunuyorum; hiçbir tereşşuh görülmedi. Demek, Kur'ân-ı Hakîmin hizmetinin bütün siyasetlerin fevkinde bir ulviyeti var ki, çoğu yalancılıktan ibaret olan dünya siyasetine tenezzüle meydan vermiyor. </p><p id="c_paragraf">Adem-i müracaatımın ikinci sebebi şudur ki: Haksızlığı hak zanneden adamlara karşı hak dâvâ etmek, bir nevi haksızlıktır. Bu nevi haksızlığı irtikâp etmek istemem. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Sualiniz:</span> Dünyanın siyasetine karşı niçin bu kadar lâkaytsın? Bu kadar safahât-ı âleme karşı tavrını hiç bozmuyorsun. Bu safahâtı hoş mu görüyorsun? Veyahut korkuyor musun ki sükût ediyorsun? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Kur'ân-ı Hakîmin hizmeti, beni şiddetli bir surette siyaset âleminden men etti. Hattâ düşünmesini de bana unutturdu. Yoksa, bütün sergüzeşt-i hayatım şahittir ki, hak gördüğüm meslekte gitmeye karşı korku elimi tutup men edememiş ve edemiyor. </p><p id="c_paragraf">Hem neden korkum olacak? Dünya ile, ecelimden başka bir alâkam yok. Çoluk çocuğumu düşüneceğim yok. Malımı düşüneceğim yok. Hanedanımın şerefini düşüneceğim yok. Riyâkâr bir şöhret-i kâzibeden ibaret olan şan ve şeref-i dünyeviyenin muhafazasına değil, kırılmasına yardım edene rahmet! Kaldı ecelim. O, <b id="eh">Hâlık-ı Zülcelâl</b>in elindedir. Kimin haddi var ki, vakti gelmeden ona ilişsin? Zaten izzetle mevti, zilletle hayata tercih edenlerdeniz. Eski Said gibi birisi şöyle demiş: </p><br /><center><img style="WIDTH: 356px; HEIGHT: 40px" src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b187.gif" /></center><br /><p id="c_paragraf">Belki hizmet-i Kur'ân, beni hayat-ı içtimaiye-i siyasiye-i beşeriyeyi düşünmekten men ediyor. şöyle ki: </p><p id="c_paragraf">Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. şu zamanda, Kur'ân'ın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi. Mülevves ve ufûnetli bir çamur içinde, kafile-i beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı selâmetli bir yolda gider. Bir kısmı mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ekseri, o ufûnetli, pis, çamurlu bataklık içinde, karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi, sarhoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor; düşerek, kalkarak gider, tâ boğulur. Yüzde sekseni ise, bataklığı anlar, ufûnetli, pis olduğunu hisseder; fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu göremiyorlar. </p><p id="c_paragraf">İşte bunlara karşı iki çare var: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birisi,</span> topuzla o sarhoş yirmisini ayıltmaktır. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkincisi,</span> bir nur göstermekle mütehayyirlere selâmet yolunu irâe etmektir. </p><p id="c_paragraf">Ben bakıyorum ki, yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor. Halbuki, o biçare ve mütehayyir olan seksene karşı hakkıyla nur gösterilmiyor. Gösterilse de, bir elinde hem sopa, hem nur olduğu için, emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam, "Acaba nurla beni celb edip topuzla dövmek mi istiyor?" diye telâş eder. Hem de Bazen arızalarla topuz kırıldığı vakit, nur dahi uçar veya söner. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Biz öyle insanlarız ki, bir orta seviyemiz yoktur. Ya herşeyin üstünde, ya da kabirde oluruz.<br /></p><p id="c_paragraf">İşte, o bataklık ise, gafletkârâne ve dalâlet-pîşe olan sefîhâne hayat-ı içtimaiye-i beşeriyedir. O sarhoşlar, dalâletle telezzüz eden mütemerridlerdir. O mütehayyir olanlar, dalâletten nefret edenlerdir, fakat çıkamıyorlar; kurtulmak istiyorlar, yol bulamıyorlar, mütehayyir insanlardır. O topuzlar ise siyaset cereyanlarıdır. O nurlar ise hakaik-i Kur'âniyedir. Nura karşı kavga edilmez, ona karşı adâvet edilmez. Sırf şeytan-ı racîmden başka ondan nefret eden olmaz. İşte, ben de, nur-u Kur'ân'ı elde tutmak için, <img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/emir/b150.gif" /> -1- deyip, siyaset topuzunu atarak, iki elimle nura sarıldım. Gördüm ki, siyaset cereyanlarında, hem muvafıkta, hem muhalifte o nurların âşıkları var. Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkârâne telâkkiyatlarından müberrâ ve sâfi olan bir makamda verilen ders-i Kur'ân ve gösterilen envâr-ı Kur'âniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve itham etmemek gerektir-meğer dinsizliği ve zındıkayı siyaset zannedip ona tarafgirlik eden insan suretinde şeytanlar ola veya beşer kıyafetinde hayvanlar ola! </p><p id="c_paragraf">Elhamdülillâh, siyasetten tecerrüd sebebiyle, Kur'ân'ın elmas gibi hakikatlerini propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirmedim. Belki, gittikçe o elmaslar kıymetlerini her taifenin nazarında parlak bir tarzda ziyadeleştiriyor. </p><br /><p id="c_paragraf"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b189.gif" /> -2- </p><p id="c_sagayasla" align="justify"><span id="c_c_kalin"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b126.gif" /> -3-<br />Said Nursî </span></p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Şeytandan ve siyasetten Allah'a sığınırım. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- "Dediler: Bizi buna eriştiren Allah'a hamd olsun; yoksa Allah hidayet etmeseydi, biz kendiliğimizden buna erişemezdik. Gerçekten Rabbimizin peygamberleri bize hakkı getirdiler." (A'râf Sûresi: 7:43.) </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">3- Baki olan yalnız Allah'tır. </p>İbrahimhttp://www.blogger.com/profile/14965094735125295317noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-431105105679572355.post-48430527981805315182008-09-03T11:35:00.000-07:002008-09-14T23:04:34.409-07:00ON İKİNCİ MEKTUP<center><span id="c_RisaleAdi">ON İKİNCİ MEKTUP</span></center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b635.gif" /><br /><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/sozl1/b524.gif" /> -1- </center><br /><center><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b182.gif" /> -2- </center><br /><p id="c_paragraf">Aziz kardeşlerim, </p><p id="c_paragraf">O gece benden sual ettiniz; ben cevabını vermedim. Çünkü, <span id="c_c_kalin">mesâil-i imaniyenin münakaşa suretinde bahsi caiz değildir</span>. Siz münakaşa suretinde bahsetmiştiniz. Şimdilik, münakaşanızın esası olan üç sualinize gayet muhtasar bir cevap yazıyorum. Tafsilini, Eczacı Efendinin isimlerini yazmış olduğu Sözlerde bulursunuz. Yalnız, kader ve cüz-ü ihtiyarîye ait Yirmi Altıncı Söz hatırıma gelmemişti, size söylememiştim. Ona da bakınız; fakat gazete gibi okumayınız. </p><p id="c_paragraf">Eczacı Efendinin o Sözleri mütalâa etmesini havale ettiğimin sırrı şudur ki: O çeşit meselelerdeki şüpheler, erkân-ı imaniyenin zaafından ileri geliyor. O Sözler ise, erkân-ı imaniyeyi tamamıyla ispat ederler. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Birinci Sualiniz:</span> Hazret-i Âdem'in (a.s.) Cennetten ihracı ve bir kısım benîâdem'in Cehenneme ithali ne hikmete mebnidir? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Hikmeti, tavziftir. Öyle bir vazife ile memur edilerek gönderilmiştir ki, bütün terakkiyât-ı mâneviye-i beşeriyenin ve bütün istidâdât-ı beşeriyenin inkişaf ve inbisatları ve mahiyet-i insaniyenin bütün esmâ-i İlâhiyeye bir âyine-i câmia olması, o vazifenin netâicindendir. Eğer Hazret-i Âdem Cennette kalsaydı, melek gibi makamı sabit kalırdı; istidâdât-ı beşeriye inkişaf etmezdi. Halbuki, yeknesak makam sahibi olan melâikeler çoktur; o tarz ubudiyet için insana ihtiyaç yok. Belki hikmet-i İlâhiye, nihayetsiz makamâtı kat edecek olan insanın istidadına muvafık bir dâr-ı teklifi iktiza ettiği için, melâikelerin aksine olarak, muktezâ-yı fıtratları olan malûm günahla Cennetten ihraç edildi. </p><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">1- Onun adıyla. O her kusurdan münezzehtir. Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin. </p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">2- Selâm, sizin ve arkadaşlarınızın üzerine olsun.<br /></p><p id="c_paragraf">Demek, Hazret-i Âdem'in Cennetten ihracı ayn-ı hikmet ve mahz-ı rahmet olduğu gibi, küffârın da Cehenneme ithalleri haktır ve adalettir. Onuncu Sözün Üçüncü İşaretinde denildiği gibi, çendan kâfir az bir ömürde bir günah işlemiş; fakat o günah içinde nihayetsiz bir cinayet var. Çünkü, küfür, bütün kâinatı tahkirdir, kıymetlerini tenzil etmektir ve bütün masnuatın vahdaniyete şehadetlerini tekziptir ve mevcudat aynalarında cilveleri görünen esmâ-i İlâhiyeyi tezyiftir. Onun için, mevcudatın hakkını kâfirden almak üzere, mevcudatın Sultanı olan Kahhâr-ı Zülcelâlin, kâfirleri ebedî Cehenneme atması ayn-ı hak ve adalettir. Çünkü nihayetsiz cinayet nihayetsiz azâbı ister. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">İkinci Sualiniz:</span> Şeytanların halkı ve icadı ne içindir? Cenâb-ı Hak şeytanı ve şerleri halk etmiş; hikmeti nedir? Şerrin halkı şerdir, kabîhin halkı kabîhtir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Hâşâ, halk-ı şer şer değil, belki kesb-i şer şerdir. Çünkü, halk ve icad bütün netâice bakar. Kesb, hususî bir mübaşeret olduğu için, hususî netâice bakar. Meselâ, yağmurun gelmesinin binlerle neticeleri var; bütünü de güzeldir. Sû-i ihtiyarıyla bazıları yağmurdan zarar görse, "Yağmurun icadı rahmet değildir" diyemez, "Yağmurun halkı şerdir" diye hükmedemez. Belki sû-i ihtiyarıyla ve kesbiyle onun hakkında şer oldu. Hem ateşin halkında çok faydalar var; bütünü de hayırdır. Fakat bazılar, sû-i kesbiyle, sû-i istimaliyle ateşten zarar görse, "Ateşin halkı şerdir" diyemez. Çünkü, ateş yalnız onu yakmak için yaratılmamış. Belki o, kendi sû-i ihtiyarıyla, yemeğini pişiren ateşe elini soktu ve o hizmetkârını kendine düşman etti. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elhasıl:</span> Hayr-ı kesir için şerr-i kalil kabul edilir. Eğer şerr-i kalil olmamak için, hayr-ı kesiri intaç eden bir şer terk edilse, o vakit şerr-i kesir irtikâp edilmiş olur. Meselâ, cihada asker sevk etmekte, elbette bazı cüz'î ve maddî ve bedenî zarar ve şer olur. Fakat o cihadda hayr-ı kesir var ki, İslâm, küffârın istilâsından kurtulur. Eğer o şerr-i kalil için cihad terk edilse, o vakit hayr-ı kesir gittikten sonra, şerr-i kesir gelir. O ayn-ı zulümdür. Hem meselâ, kangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir. Halbuki zâhiren bir şerdir. Parmak kesilmezse el kesilir, şerr-i kesir olur. </p><p id="c_paragraf">İşte, kâinattaki şerlerin, zararların, beliyyelerin ve şeytanların ve muzırların halk ve icadları şer ve çirkin değildir; çünkü çok netâic-i mühimme için halk olunmuşlardır. Meselâ, melâikelere şeytanlar musallat olmadıkları için, terakkiyatları yoktur; makamları sâbittir, tebeddül etmez. Kezâ, hayvânâtın dahi, şeytanlar musallat olmadıkları için, mertebeleri sabittir, nâkıstır. </p><p id="c_paragraf">âlem-i insaniyette ise, merâtib-i terakkiyat ve tedenniyat, nihayetsizdir; Nemrutlardan, Firavunlardan tut, tâ sıddıkîn-i evliya ve enbiyaya kadar gayet uzun bir mesafe-i terakki var.<br /></p><p id="c_paragraf">İşte, kömür gibi olan ervâh-ı sâfileyi, elmas gibi olan ervâh-ı âliyeden temyiz ve tefrik için, şeytanların hilkatiyle ve sırr-ı teklif ve ba's-ı enbiya ile, bir meydan-ı imtihan ve tecrübe ve cihad ve müsabaka açılmış. Eğer mücahede ve müsabaka olmasaydı, maden-i insaniyetteki elmas ve kömür hükmünde olan istidatlar beraber kalacaktı. âlâ-yı illiyyîndeki Ebu Bekr-i Sıddık'ın ruhu, esfel-i sâfilîndeki Ebu Cehil'in ruhuyla bir seviyede kalacaktı. </p><p id="c_paragraf">Demek, şeyâtin ve şerlerin yaratılması, büyük ve küllî neticeye baktığı için, icadları şer değil, çirkin değil. Belki, sû-i istimâlâttan ve kesb denilen mübaşeret-i hususiyeden gelen şerler, çirkinlikler kesb-i insana aittir; icad-ı İlâhîye ait değildir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Eğer sual etseniz ki:</span> Bi'set-i enbiya ile beraber şeytanların vücudundan ekser insanlar kâfir oluyor, küfre gidiyor, zarar görüyor. "El-hükmü li'l-ekser" kaidesince, ekser ondan şer görse, o vakit halk-ı şer şerdir; hattâ bi'set-i enbiya dahi rahmet değil denilebilir. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Kemiyetin, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti yok. Asıl ekseriyet, keyfiyete bakar. Meselâ, yüz hurma çekirdeği bulunsa, toprak altına konup su verilmezse ve muamele-i kimyeviye görmezse ve bir mücahede-i hayatiyeye mazhar olmazsa, yüz para kıymetinde yüz çekirdek olur. Fakat su verildiği ve mücahede-i hayatiyeye maruz kaldığı vakit, sû-i mizacından sekseni bozulsa, yirmisi meyvedar yirmi hurma ağacı olsa, diyebilir misin ki, "Suyu vermek şer oldu, ekserisini bozdu"? Elbette diyemezsin. Çünkü o yirmi, yirmi bin hükmüne geçti. Sekseni kaybeden, yirmi bini kazanan zarar etmez, şer olmaz. </p><p id="c_paragraf">Hem meselâ, tavus kuşunun yüz yumurtası bulunsa, yumurta itibarıyla beş yüz kuruş eder. Fakat o yüz yumurta üstünde tavus oturtulsa, sekseni bozulsa, yirmisi yirmi tavus kuşu olsa, denilebilir mi ki, "Çok zarar oldu, bu muamele şer oldu, bu kuluçkaya kapanmak çirkin oldu, şer oldu"? Hayır, öyle değil, belki hayırdır. Çünkü o tavus milleti ve o yumurta taifesi, dört yüz kuruş fiyatında bulunan seksen yumurtayı kaybedip, seksen lira kıymetinde yirmi tavus kuşu kazandı. </p><p id="c_paragraf">İşte, nev-i beşer, bi'set-i enbiya ile, sırr-ı teklif ile, mücahede ile, şeytanlarla muharebe ile kazandıkları yüz binlerle enbiya ve milyonlarla evliya ve milyarlarla asfiya gibi âlem-i insaniyetin güneşleri, ayları ve yıldızları mukabilinde, kemiyetçe kesretli, keyfiyetçe ehemmiyetsiz hayvânât-ı muzırra nevinden olan küffârı ve münafıkları kaybetti. </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Üçüncü Sualiniz:</span> Cenâb-ı Hak musibetleri veriyor, belâları musallat ediyor. Hususan masumlara, hattâ hayvanlara bu zulüm değil mi? </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Elcevap:</span> Hâşâ! Mülk Onundur; mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Hem acaba, san'atkâr bir zat, bir ücret mukabilinde seni bir model yapıp, gayet san'atkârâne yaptığı murassâ bir libası sana giydiriyor; hünerini, maharetini göstermek için kısaltıyor, uzaltıyor, biçiyor, kesiyor, seni oturtuyor, kaldırıyor. Sen ona diyebilir misin ki, "Beni güzelleştiren elbiseyi çirkinleştirdin; bana oturtup kaldırmakla zahmet verdin"? Elbette diyemezsin. Dersen divanelik edersin.<br /></p><p id="c_paragraf">Aynen öyle de, Sâni-i Zülcelâl göz, kulak, lisan gibi duygularla murassâ, gayet san'atkârâne bir vücudu sana giydirmiş. Mütenevvi esmâsının nakışlarını göstermek için seni hasta eder, müptelâ eder, aç eder, tok eder, susuz eder, bu gibi ahvalde yuvarlatır. Mahiyet-i hayatiyeyi kuvvetleştirmek ve cilve-i esmâsını göstermek için, seni böyle çok tavırlarda gezdiriyor. Sen eğer desen, "Beni niçin bu mesâibe müptelâ ediyorsun?" Temsilde işaret edildiği gibi, yüz hikmet seni susturacak. </p><p id="c_paragraf">Zaten sükûn ve sükûnet, atâlet, yeknesaklık, tevakkuf, bir nevi ademdir, zarardır. Hareket ve tebeddül vücuttur, hayırdır. Hayat, harekâtla kemâlâtını bulur, beliyyat vasıtasıyla terakki eder. Hayat, cilve-i esmâ ile muhtelif harekâta mazhar olur, tasaffî eder, kuvvet bulur, inkişaf eder, inbisat eder, kendi mukadderâtını yazmasına müteharrik bir kalem olur, vazifesini ifa eder, ücret-i uhreviyeye kesb-i istihkak eder. </p><p id="c_paragraf">İşte, münakaşanızın içindeki üç sualinizin muhtasar cevapları bu kadardır. İzahları otuz üç adet Sözlerdedir. </p><p id="c_paragraf">Aziz kardeşim, </p><p id="c_paragraf">Sen bu mektubu Eczacıya ve münakaşayı işitenlerden münasip gördüklerine oku. Benim tarafımdan da, yeni bir talebem olan Eczacıya selâm et, de ki: </p><p id="c_paragraf"><span id="c_c_kalin">Mezkûr mesâil gibi dakik mesâil-i imaniyeyi, mizansız mücadele suretinde cemaat içinde bahsetmek caiz değildir. Mizansız mücadele olduğundan, tiryak iken zehir olur. Diyenlere, dinleyenlere zarardır. Belki böyle mesâil-i imaniyenin itidal-i demle, insafla, bir müdavele-i efkâr suretinde bahsi caizdir.</span> </p><p id="c_paragraf">Ve de ki: Eğer senin kalbine bu nevi mesâilde şüpheler gelirse ve Sözlerden de cevabını bulmazsan, hususî bana yazarsınız. </p><p id="c_paragraf">Hem Eczacıya de ki: Merhum pederi hakkında gördüğü rüya için hatırıma şöyle bir mânâ geldi ki: Merhum pederi doktor olmak münasebetiyle, çok salih ve mübarek, belki velî insanlara faydası dokunmuş ve ondan memnun olan ve menfaat gören o mübareklerin ervahları, onun vefatı hengâmında kuşlar suretinde, en yakın akrabası olan oğluna görünmüş; onun ruhuna şefaatkârâne bir hoşâmedî nevinden bir istikbal ettikleri hatırıma geldi. O gece burada beraber bulunan bütün dostlara selâm ve dua ederim. </p><p id="c_sagayasla" align="justify"><span id="c_c_kalin"><img src="http://www.risaleinurenstitusu.org/tr/kulliyat/images/books/mekt/b126.gif" /><br /><span style="FONT-WEIGHT: bold">Said Nursî </span></span></p><br /><br /><hr id="c_cizgi"><!-- AYET --><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)">Baki olan yalnız Allah'tır.<br /></p><p id="c_paragraf" style="COLOR: rgb(255,0,0)"><br /></p>İbrahimhttp://www.blogger.com/profile/14965094735125295317noreply@blogger.com0