Nurmektebinde zaman farklı yaşanır. Nurmektebinde aslında bizim için çok kıymetli olan ama bizim bir türlü kıymetini anlayamadığımız zaman kavramının değerini anlayacak ve zamana değer katacaksınız.Nurmektebinde zamanınız Değerlidir.

25 Kasım 2009 Çarşamba

Bir İkram-ı İlâhî Ve Bir Eser-i İnâyet-i Rabbâniye-Mucizat-ı Ahmediyenin Birinci zeyli

MUCİZAT-I AHMEDİYENİN BİRİNCİ ZEYLİ

On Dokuzuncu Söz, Risalet-i Ahmediye ve zeyl-i Şakk-ı Kamer Mucizesine dair olduğundan; makam münasebetiyle buraya alınmıştır.


-1-

On dört reşahatı tazammum eden On Dördüncü Lem'anın

Birinci Reşhası: Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarrif var. Birisi şu kitâb-ı kâinattır ki, bir nebze, şehâdetini on üç lem'a ile, Arabî Nur Risâlesinden On Üçüncü Dersten işittik; birisi şu kitâb-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmdır; biri de Kur'ân-ı Azîmüşşandır. Şimdi, şu ikinci bürhan-ı nâtıkî olan Hâtemü'l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmı tanımalıyız, dinlemeliyiz.

Evet, o bürhanın şahs-ı mânevîsine bak: Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medîne bir minber; o bürhan-ı bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imâna imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyâya reis, bütün evliyâya seyyid, bütün enbiyâ ve evliyâdan mürekkeb bir halka-i zikrin serzakiri; bütün enbiyâ hayattar kökleri, bütün evliyâ tarâvettar semereleri bir şecere-i nurâniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizâtlarına istinad eden bütün enbiyâ ve kerâmetlerine itimad eden bütün evliyâ tasdik edip imza ediyorlar.

Zîrâ, o -2- der, dâvâ eder. Bütün sağ ve sol, yani mâzi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nurânî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ ile mânen -3- derler.

Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesabsız imzalarla teyid edilen bir müddeâya parmak karıştırsın.




1- Rahman ve Rahim Olan Allah'ın adıyla.

2- Allah'tan başka hiç bir ilah yoktur. (Muhammed Sûresi: 19.)

3- Doğru söyledin ve hakkı ifade ettin.



İkinci Reşha: O nurânî bürhan-ı tevhid, nasıl ki iki cenâhın icmâ ve tevâtürüyle teyid ediliyor; öyle de, Tevrat ve İncil gibi kütüb-ü semâviyenin Haşiye yüzler işârâtı ve irhâsâtın binler rumuzâtı ve hâtiflerin meşhur beşârâtı ve kâhinlerin mütevâtir şehâdâtı ve Şakk-ı Kamer gibi binler mu'cizâtının delâlâtı ve Şeriatın hakkâniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri gibi, zâtında gayet kemâldeki ahlâk-ı hamîdesi ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secâyâ-i gâliyesi ve kemâl-i emniyeti ve kuvvet-i imânını ve gayet itminânını ve nihayet vüsûkunu gösteren fevkalâde takvâsı, fevkalâde ubûdiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metâneti; dâvâsında nihayet derecede sâdık olduğunu güneş gibi âşikâre gösteriyor.

Üçüncü Reşha: Eğer istersen gel, Asr-ı Saadete, Cezîretü'l-Araba gideriz. Hayalen olsun onu vazife başında görüp ziyâret ederiz. İşte bak:

Hüsn-ü sîret ve cemâl-i sûret ile mümtaz bir zâtı görüyoruz ki, elinde mu'ciznümâ bir kitap, lisânında hakâikâşinâ bir hitâb, bütün benîâdem'e, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudâta karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor. Sırr-ı hilkat-i âlem olan muammâ-i acîbânesini hall ve şerh edip ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlâkını feth ve keşfederek, bütün mevcudâttan sorulan, bütün ukûlü hayret içinde meşgul eden üç müşkül ve müthiş suâl-i azîm olan "Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?" suâllerine muknî, makbul cevap verir.

Dördüncü Reşha: Bak, öyle bir ziyâ-i hakikat neşreder ki, eğer onun o nurânî daire-i hakikat-i irşâdından hariç bir sûrette kâinata baksan, elbette kâinatın şeklini bir mâtemhâne-i umumi hükmünde ve mevcudâtı birbirine ecnebî, belki düşman ve câmidâtı dehşetli cenazeler ve bütün zevi'l-hayatı zevâl ve firâkın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün.

Şimdi bak, onun neşrettiği nur ile, mâtemhâne-i umumi, şevk u cezbe içinde bir zikirhâneye inkılâb etti. O ecnebî, düşman mevcudât, birer dost ve kardeş şekline girdi. O câmidât-ı meyyite-i sâmite, birer mûnis memur, birer musahhar hizmetkâr vaziyetini aldı. Ve o ağlayıcı ve şekvâ edici, kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zâkir veya vazife paydosundan şâkir sûretine girdi.

Beşinci Reşha: Hem o nur ile; kâinattaki harekât, tenevvüât, tebeddülât, tegayyürât, mânâsızlıktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp, birer mektubât-ı Rabbâniye, birer sahife-i âyât-ı tekviniye, birer merâyâ-i esmâ-i İlâhiye ve âlem dahi birer kitâb-ı hikmet-i Samedâniye mertebesine çıktılar.

Hem, insanı bütün hayvanâtın mâdununa düşüren hadsiz zaaf ve aczi, fakr ve ihtiyacâtı ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vâsıta-i nakl-i hüzün ve elem ve gam olan aklı o nur ile nurlandığı vakit, insan bütün hayvanât, bütün mahlûkat üstüne çıkar. O nurlanmış acz, fakr, akılla niyaz ile nâzenin bir sultan ve fîzâr ile nazdar bir halîfe-i zemin olur. Demek, o nur olmazsa, kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi hiçe iner. Evet, elbette böyle bedî bir kâinatta, böyle bir zât lâzımdır; yoksa, kâinat ve eflâk olmamalıdır.




Haşiye: Hüseyin-i Cisri Risale-i Hamidiye'sinde, yüz on dört işaratı o kitaplardan çıkarmıştır. Tahriften sonra bu kadar bulunsa, elbette daha evvel çok tasrihat varmış






Altıncı Reşha: İşte o zât, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihâyenin kâşifi ve ilâncısı ve saltanat-ı Rubûbiyetin mehâsininin dellâlı, seyircisi ve künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşâfı, göstericisi olduğundan, böyle baksan, yani ubûdiyeti cihetiyle, onu bir misâl-i muhabbet, bir timsâl-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nurânî bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin; şöyle baksan, yani risâleti cihetiyle, bir bürhan-ı Hak, bir sirâc-ı hakikat, bir şems-i hidâyet, bir vesîle-i saadet görürsün.

İşte, bak: Nasıl berk-i hâtif gibi, onun nuru şarktan garbı tuttu. Ve nısf-ı arz ve hums-u beşer onun hediye-i hidâyetini kabul edip hırz-ı cân etti. Bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki, böyle bir zâtın bütün dâvâlarının esası olan -1- 'ı, bütün merâtibiyle beraber kabul etmesin?

Yedinci Reşha: İşte, bak: Şu cezîre-i vâsiada vahşî ve âdetlerine mutaassıb ve inadcı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def'aten kal' ve ref' ederek bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak, değil zâhirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri feth ve teshîr ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbî-i nüfûs, sultan-ı ervâh oldu.

Sekizinci Reşha: Bilirsin ki sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak dâimî kaldırabilir. Halbuki, bak, bu zât büyük ve çok âdetleri, hem inadcı, mutaassıb büyük kavimlerden zâhirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref' edip, yerlerine öyle secâyâ-i âliyeyi ki, dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak-vaz' ve tespit eyliyor. Bunun gibi daha pek hârika icraatı yapıyor.

İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere Cezîretü'l-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar. O zâtın, o zamana nispeten bir senede yaptığının yüzden birisini, acaba yapabilirler mi?

Dokuzuncu Reşha: Hem, bilirsin, küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir cemaatte, küçük bir meselede, münâzaralı bir dâvâda hicabsız, pervâsız, küçük fakat hacâletâver bir yalanı, düşmanları yanında, hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telâş göstermeden söyleyemez.

Şimdi bak bu zâta: Şek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedar; pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir cemaatte, pek büyük husûmet karşısında, pek büyük meselelerde, pek büyük dâvâda, pek büyük bir serbestiyetle, bilâpervâ, bilâtereddüt, bilâhicab, telâşsız, samimi bir safvetle, büyük bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokunduracak şedid, ulvî bir sûrette söylediği sözlerinde hiç hilâf bulunabilir mi? Hiç hile karışması mümkün müdür? Kellâ! -2-

Evet, hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz. Hak olan mesleği hileden müstağnîdir; hakikatbînin gözüne hayalin ne haddi var ki hakikat görünsün, aldatsın.




1- Allah'tan başka hiç bir ilah yoktur. (Muhammed Sûresi: 19.)

2- O Ancak kendisine vahyolunanı söyler. (Necm Sûresi: 4)





Onuncu Reşha: İşte bak: Ne kadar merakâver, ne kadar câzibedar, ne kadar lüzumlu, ne kadar dehşetli hakâikı gösterir ve mesâili ispat eder. Bilirsin ki, en ziyâde insanı tahrik eden meraktır. Hattâ, eğer sana denilse, "Yarı ömrünü, yarı malını versen, Kamerden ve Müşteriden biri gelir, Kamerde ve Müşteride ne var, ne yok, ahvâlini sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbâlini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek"; merakın varsa, vereceksin.

Halbuki, şu zât öyle bir Sultanın ahbârını söylüyor ki, memleketinde Kamer, bir sinek gibi, bir pervâne etrafında döner. O Arz olan o pervâne ise, bir lâmba etrafında pervâz eder; ve o güneş olan lâmba ise, o Sultanın binler menzillerinden bir misafirhânesinde binler misbahlar içinde bir lâmbasıdır.

Hem öyle acâib bir âlemden hakiki olarak bahsediyor ve öyle bir inkılâbdan haber veriyor ki, binler küre-i arz bomba olsa, patlasalar, o kadar acîb olmaz. Bak, onun lisânında



gibi sûreleri işit.


Hem öyle bir istikbâlden doğru olarak haber veriyor ki, şu dünyevî istikbâl ona nispeten bir katre serap hükmündedir. Hem, öyle bir saadetten pek ciddi olarak haber veriyor ki, bütün saadet-i dünyeviye, ona nispeten bir berk-i zâilin bir şems-i sermede nispeti gibidir.

On Birinci Reşha: Böyle acîb ve muammââlûd şu kâinatın perde-i zâhiriyesi altında, elbette ve elbette böyle acâib bizi bekliyor. Böyle acâibi haber verecek, böyle hârika ve fevkalâde mu'ciznümâ bir zât lâzımdır.

Hem, bu zâtın gidişatından görünüyor ki, o, görmüş ve görüyor ve gördüğünü söylüyor. Hem, "Bizi nimetleriyle perverde eden şu semâvât ve arzın İlâhı, bizden ne istiyor, marziyâtı nedir?" pek sağlam olarak bize ders veriyor.

Hem bunlar gibi daha pekçok merakâver, lüzumlu hakâikı ders veren bu zâta karşı her şeyi bırakıp ona koşmak, onu dinlemek lâzım gelirken, ekser insanlara ne olmuş ki, sağır olup kör olmuşlar, belki divâne olmuşlar ki bu hakkı görmüyorlar, bu hakikati işitmiyorlar, anlamıyorlar?

On İkinci Reşha: İşte şu zât, şu mevcudât Hâlıkının vahdâniyetinin hakkâniyeti derecesinde hak bir bürhan-ı nâtık, bir delil-i sâdık olduğu gibi, haşrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir bürhan-ı kâtıı, bir delil-i sâtııdır. Belki, nasıl ki o zât, hidâyetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husûlü ve vesîle-i vüsûlüdür. Öyle de; duâsıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesîle-i icadıdır. Haşir meselesinde geçen şu sırrı, makam münâsebetiyle tekrar ederiz.




1- Güneş dürülüp toplandığında.(Tekvir Sûresi: 1) Gök yarıldığı zaman. (İnfitar Sûresi: 1) Çarpacak olan felaket. (Karia Sûresi: 1)






İşte, bak: O zât öyle bir salât-ı kübrâda duâ ediyor ki, güyâ şu cezîre, belki arz, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder. Bak, hem öyle bir cemaat-i uzmâda niyaz ediyor ki, güyâ benîâdem'in zaman-ı Âdem'den asrımıza, Kıyâmete kadar bütün nurânî kâmil insanlar, ona ittibâ ile iktidâ edip duâsına âmin diyorlar.

Hem bak, öyle bir hâcet-i âmme için duâ ediyor ki, değil ehl-i arz, belki ehl-i semâvât, belki bütün mevcudât, niyazına, "Evet, yâ Rabbenâ, ver, biz dahi istiyoruz" deyip iştirak ediyorlar.

Hem öyle fakirâne, öyle hazinâne, öyle mahbubâne, öyle müştâkâne, öyle tazarrûkârâne niyaz ediyor ki, bütün kâinatı ağlattırıyor, duâsına iştirak ettiriyor.

Bak, hem öyle bir maksad, öyle bir gâye için duâ ediyor ki, insanı ve âlemi, belki bütün mahlûkatı esfel-i sâfilînden, sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan âlâ-yı illiyyîne, yani kıymete, bekâya, ulvî vazifeye çıkarıyor.

Bak, hem öyle yüksek bir fîzâr-ı istimdâdkârâne ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâne ile istiyor, yalvarıyor ki, güyâ bütün mevcudâta ve semâvâta ve Arşa işittirip, vecde getirip, duâsına "Âmin, Allahümme âmin" dedirtiyor.

Bak, hem öyle Semî, Kerîm bir Kadîr'den, öyle Basîr, Rahîm bir Alîm'den hâcetini istiyor ki, bilmüşâhede en hafî bir zîhayatın en hafî bir hâcetini, bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Çünkü, istediğini-velev lisân-ı hal ile olsun-verir ve öyle bir sûret-i Hakîmâne, Basîrâne, Rahîmânede verir ki, şüphe bırakmaz, bu terbiye ve tedbîr, öyle bir Semî ve Basîr ve öyle bir Kerîm ve Rahîm'e hastır.

On Üçüncü Reşha: Acaba bütün efâzıl-ı benî Âdem'i arkasına alıp, arz üstünde durup, Arş-ı Âzama müteveccihen el kaldırıp duâ eden şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman ve bihakkın Fahr-i Kâinat ne istiyor?

Bak, dinle; saadet-i ebediye istiyor, bekâ istiyor, likâ istiyor, Cennet istiyor. Hem, merayâ-i mevcudâtta ahkâmını ve cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiye ile beraber istiyor. Hattâ, eğer rahmet, inâyet, hikmet, adâlet gibi, hesabsız o matlûbun esbâb-ı mûcibesi olmasa idi, şu zâtın tek duâsı, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennetin binâsına sebebiyet verecekti.

Evet, nasıl ki onun risâleti şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi; öyle de, onun ubûdiyeti dahi, öteki dârın açılmasına sebeptir. Acaba ehl-i akıl ve tahkike


-1-

dediren şu meşhud intizam-ı fâik, şu rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san'at ve misilsiz cemâl-i Rubûbiyet, hiç böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul eder mi ki, en cüz'î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip ifâ etsin, en ehemmiyetli, en lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ, yüz bin defa hâşâ; böyle bir cemâl, böyle bir çirkinliği kabul etmez, çirkin olmaz.

Yâhu, ey hayalî arkadaşım! Şimdilik kâfidir, geri gitmeliyiz. Yoksa yüz sene şu zamanda, şu cezîrede kalsak, yine o zâtın garâib-i icraatını ve acâib-i vezâifini, yüzden birisine, tamamen ihâta edip, temâşâsında doyamayız. Şimdi, gel, üstünde döneceğimiz her asra birer birer bakacağız. Bak, nasıl her asır, o şems-i hidâyetten aldıkları feyiz ile çiçek açmışlar; Ebû Hanife, Şâfiî, Bâyezid-i Bistâmî, Şâh-ı Geylânî, Şâh-ı Nakşibend, İmâm-ı Gazâlî, İmâm-ı Rabbânî gibi milyonlar münevver meyveler veriyor.




1- İmkân dairesi dahilinde, şu andaki durumdan daha güzel yoktur.





Meşhudâtımızın tafsilâtını başka vakte ta'lik edip, o mu'ciznümâ ve hidâyetedâya bir kısım kati mu'cizâtına işaret eden bir salâvât getirmeliyiz:














Rahmân-ı Rahîm olan Allah'ın, Furkan-ı Hakîmi Arş-ı Azîmden üzerine indirdiği zât olan Efendimiz Muhammed'e (a.s.m.) ümmetinin iyilikleri adedince milyon salât ve milyon selâm olsun.

Risâletini İncil, Tevrat ve Zebûr'un müjdelediği; nübüvvetini doğduğundan hemen önce ve doğumu ânında meydana gelen hârikulâde hallerin, cinnî hâtiflerin, insanlardan evliyâ ve kâhinlerin haber verdiği; işaretiyle ayın ikiye bölündüğü Efendimiz Muhammed'e (a.s.m.) ümmetinin alıp verdiği nefesler sayısınca milyon salât ve milyon selâm olsun.

Çağırmasıyla, ağaçların, yanına geldiği, duâsıyla yağmurun süratle yağdığı, bulutun sıcaktan korumak için başında gölge yaptığı, bir kilelik yiyeceğinden yüzlerce insanın doyduğu, parmakları arasından suyun üç defa Kevser gibi aktığı; Allah'ın kertenkeleyi, ceylanı, kuru hurma direğini, koyun paçasını, deveyi, dağı, taşı ve çakıl taşlarını onun için konuşturduğu; Mi'racın ve, "Göz ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı" (Necm Sûresi: 17.) âyetinin sahibi Efendimiz ve şefaatçimiz Muhammed'e, (a.s.m.) ilk indiği andan itibâren Kıyâmete kadar Kur'ân'ın, her okuyanın okuduğunda hava dalgalarının aynalarında Allah'ın izni ile temessül eden her kelimesindeki her harfi sayısınca salât ve selâm olsun. Bu salâvâtların herbirisi hürmetine bizi bağışla, bize merhamet et, ey İlâhımız! âmin.


[Şuâât-ı Mârifetü'n-Nebî nâmındaki Türkçe bir risâlede ve On Dokuzuncu Mektupta ve şu sözde icmâlen işaret ettiğimiz delâil-i nübüvvet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) beyân etmişim. Hem onda Kur'ân-ı Hakîm'in vücûh-u i'câzı icmâlen zikredilmiş. Yine "Lemeât" nâmında Türkçe bir risâlede ve Yirmi Beşinci Sözde Kur'ân'ın kırk vecihle mu'cize olduğunu icmâlen beyân ve kırk vücûh-u i'câzına işaret etmişim. O kırk vecihde, yalnız nazımda olan belâgatı, İşârâtü'l-İ'câz nâmındaki bir tefsir-i Arabîde kırk sayfa içinde yazmışım. Eğer ihtiyacın varsa, şu üç kitâba mürâcaat edebilirsin.]


On Dördüncü Reşha: Mahzen-i mu'cizât ve mu'cize-i kübrâ olan Kur'ân-ı Hakîm, nübüvvet-i Ahmediye (a.s.m.) ile Vahdâniyet-i İlâhiyeyi, o derece kati ispat ediyor ki, başka bürhana hâcet bırakmıyor. Biz de onun tarifine ve medâr-ı tenkid olmuş bir iki lem'a-i i'câzına işaret ederiz.

İşte, Rabbimizi bize tarif eden Kur'ân-ı Hakîm, şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi, şu sahâif-i arz ve semâda müstetir künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşâfı, şu sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakâikın miftâhı, şu âlem-i şehâdet perdesi arkasındaki âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatât-ı Rahmâniye ve hitâbât-ı Ezeliyenin hazînesi, şu âlem-i mâneviye-i İslâmiyenin güneşi, temeli, hendesesi, âlem-i uhreviyenin haritası, zât ve sıfât ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı nâtıkı, tercümân-ı sâtıı, şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi, hikmet-i hakikisi, mürşid ve hâdîsi; hem bir kitâb-ı hikmet ve şeriat, hem bir kitâb-ı duâ ve ubûdiyet, hem bir kitâb-ı emir ve dâvet, hem bir kitâb-ı zikir ve mârifet gibi, bütün hâcât-ı mâneviyesine karşı birer kitap ve bütün muhtelif ehl-i mesâlik ve meşârib olan evliyâ ve sıddîkînin, asfiyâ ve muhakkikînin her birinin meşreblerine lâyık birer risâle ibrâz eden bir kütüphâne-i mukaddesedir.

Sebeb-i kusur tevehhüm edilen tekrarâtındaki lem'a-i i'câza bak ki; Kur'ân, hem bir kitâb-ı zikir, hem bir kitâb-ı duâ, hem bir kitâb-ı dâvet olduğundan, içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir ve eblağdır, ehl-i kusurun zannı gibi değil. Zîrâ, zikrin şe'ni, tekrar ile tenvirdir; duânın şe'ni, terdad ile takrirdir; emir ve dâvetin şe'ni, tekrar ile te'kiddir.

Hem, herkes her vakit bütün Kur'ân'ı okumaya muktedir olamaz, fakat bir sûreye gâliben muktedir olur. Onun için, en mühim makâsıd-ı Kur'âniye ekser uzun sûrelerde derc edilerek, herbir sûre bir küçük Kur'ân hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için tevhid ve haşir ve kıssa-i Mûsâ gibi bâzı maksadlar tekrar edilmiş.

Hem, cismânî ihtiyaç gibi, mânevî hâcât dahi muhteliftir. Bâzısına insan her nefes muhtaç olur: cisme hava, ruha Hû gibi. Bâzısına her saat: Bismillâh gibi ve hâkezâ. Demek, tekrar-ı âyet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmiş ve o ihtiyaca işaret ederek, uyandırıp teşvik etmek, hem iştiyâkı ve iştihâyı tahrik etmek için tekrar eder.

Hem Kur'ân, müessistir, bir Din-i Mübînin esâsıdır ve şu âlem-i İslâmiyetin temelleridir ve hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeyi değiştirip, muhtelif tabakâta, mükerrer suâllerine cevaptır. Müessise, tespit etmek için tekrar lâzımdır, te'kid için terdad lâzımdır, teyid için takrîr, tahkik, tekrîr lâzımdır.

Hem öyle mesâil-i azîme ve hakâik-ı dakîkadan bahsediyor ki, umumun kalblerinde yerleştirmek için çok defa muhtelif sûretlerde tekrar lâzımdır.

Bununla beraber, sûreten tekrardır, fakat mânen herbir âyetin çok mânâları, çok faydaları, çok vücuh ve tabakâtı vardır. Herbir makamda ayrı bir mânâ ve fayda ve maksadlar için zikrediliyor.

Hem Kur'ân'ın, mesâil-i kevniyenin bâzısında ibhâm ve icmâli ise, irşâdî bir lem'a-i i'câzdır. Ehl-i ilhâdın tevehhüm ettikleri gibi medâr-ı tenkid olamaz ve sebeb-i kusur değildir.

Eğer desen: "Acaba neden Kur'ân-ı Hakîm, felsefenin mevcudâttan bahsettiği gibi etmiyor? Bâzı mesâili mücmel bırakır, bâzısını nazar-ı umumiyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avâmı tâciz edip yormayacak bir sûret-i basitâne-i zâhirânede söylüyor."

Cevaben deriz ki: Felsefe, hakikatin yolunu şaşırmış onun için. Hem, geçmiş derslerden ve sözlerden elbette anlamışsın ki, Kur'ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor; tâ zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani bu kitâb-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudâta kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor. Hem, umuma hitâb ediyor. İlm-i hikmet ise, mevcudâta mevcudât için bakıyor. Hem, hususan ehl-i fenne hitâb ediyor. Öyle ise, mâdem ki Kur'ân-ı Hakîm mevcudâtı delil yapıyor, bürhan yapıyor; delil zâhirî olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir. Hem mâdem ki Kur'ân-ı Mürşid, bütün tabakât-ı beşere hitâb eder; kesretli tabaka ise, tabaka-i avâmdır. Elbette irşâd ister ki, lüzumsuz şeyleri ibhâm ile icmâl etsin ve dakîk şeyleri temsil ile takrîb etsin; ve mugâlâtalara düşürmemek için zâhirî nazarlarında bedihî olan şeyleri, lüzumsuz, belki zararlı bir sûrette tağyir etmemektir.

Meselâ, güneşe der: "Döner bir siracdır, bir lâmbadır." Zîrâ, güneşten güneş için, mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizamın zembereği ve nizâmın merkezi olduğundan; intizam ve nizam ise Sâniin âyine-i mârifeti olduğundan bahsediyor.

Evet, der: "Güneş döner." Bu "döner" tâbiriyle, kış-yaz, gece-gündüzün deverânındaki muntazam tasarrufât-ı kudreti ihtar ile azamet-i Sânii ifham eder. İşte, bu dönmek hakikati ne olursa olsun, maksud olan ve hem mensuc, hem meşhud olan intizama tesir etmez.

Hem, der: -1- Şu "sirac" tâbiriyle âlemi bir kasır sûretinde; içinde olan eşya ise, insana ve zîhayata ihzâr edilmiş müzeyyenât ve mat'umât ve levâzımât olduğunu ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile, rahmet ve ihsan-ı Hâlıkı ifham eder.




1- Güneşi de bir kandil olarak asmıştır. (Nuh Sûresi: 16.)





Şimdi bak; şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak, diyor ki: "Güneş, bir kitle-i azîme-i mâyia-i nâriyedir. Ondan fırlamış olan seyyârâtı, etrafında döndürüp, cesâmeti bu kadar, mahiyeti böyledir, şöyledir." Mûhiş bir dehşetten, müthiş bir hayretten başka ruha bir kemâl-i ilmî vermiyor. Bahs-i Kur'ân gibi etmiyor. Buna kıyasen, bâtınen kof, zâhiren mutantan felsefî meselelerin ne kıymette olduğunu anlarsın. Onun şâşaa-i sûriyesine aldanıp, Kur'ân'ın gayet mu'ciznümâ beyânına karşı hürmetsizlik etme.

İhtar: Arabî Risâle-i Nur'da On Dördüncü Reşhanın Altı Katresi, bâhusus Dördüncü Katrenin Altı Nüktesi, Kur'ân-ı Hâkîmin kırk kadar envâ-ı i'câzından on beşini beyân eder. Ona iktifâen burada ihtisar ettik. İstersen ona mürâcaat et; bir hazîne-i mu'cizât bulursun.



-1-

-2-
Said Nursî





1- Allahım! Kur'ân'ı, bizim için, onu yazan ve benzerleri için, her türlü hastalıktan şifâ, bize ve onlara hem dünyada, hem de âhirette dost, dünyada yoldaş, kabirde arkadaş, Kıyâmette şefaatçi, Sırat üzerinde nur, Cehenneme karşı perde ve örtü, Cennette arkadaş ve bütün hayırlara bizi sevk eden rehber ve önder kıl. Bunu fazlın, cömertliğin, keremin ve rahmetinle yap ey merhametlilerin en merhametlisi ve ey bütün cömertlerden daha cömert olan! Duâmızı kabul buyur.

Allahım! Kendisine hakla bâtılı ayırt eden Kur'ân-ı Hakîmin indiği zâta, onun bütün âl ve Ashâbına salât ve selâm eyle. âmin, âmin.

2- Baki olan yalnız Allah'tır.




Şakk-ı Kamer Mu'cizesine Dâirdir


-1-

Kamer gibi parlak bir mu'cize-i Ahmediye (a.s.m.) olan inşikâk-ı kameri, evhâm-ı fâside ile inhisâfa uğratmak isteyen feylesoflar ve onların muhakemesiz mukallitleri diyorlar ki, "Eğer inşikâk-ı kamer vukû bulsa idi, umum âleme mâlûm olurdu. Bütün tarih-i beşerin nakletmesi lâzım gelirdi."

Elcevap: İnşikâk-ı kamer, dâvâ-i nübüvvete delil olmak için, o dâvâyı işiten ve inkâr eden hazır bir cemaate, gecede, vakt-i gaflette, âni olarak gösterildiğinden; hem, ihtilâf-ı metâlî ve sis ve bulut gibi, rü'yete mâni esbâbın vücudu ile beraber, o zamanda medeniyet taammüm etmediğinden ve husûsi kaldığından ve tarassudâtı semâviye pek az olduğundan; bütün etrâf ı âlemde görülmek, umum tarihlere geçmek, elbette lâzım değildir. Şakk-ı kamer yüzünden, bu evham bulutlarını dağıtacak çok noktalardan şimdilik Beş Noktayı dinle.

BİRİNCİ NOKTA:

O zaman, o zemindeki küffârın gâyet şedid derecede inatları tarihen mâlûm ve meşhur olduğu halde; Kur'ân-ı Hakîmin, -2- demesiyle, şu vak'ayı umum âleme ihbar ettiği halde; Kur'ân'ı inkâr eden o küffardan hiçbir kimse, şu âyetin tekzibine, yani ihbar ettiği şu vâkıanın inkârına ağız açmamışlar. Eğer o zamanda o hâdise, o küffarca katî ve vâki bir hâdise olmasa idi, şu sözü serrişte ederek, gâyet dehşetli bir tekzibe ve Peygamberin iptal-i dâvâsına hücum göstereceklerdi. Halbuki, şu vak'aya dâir siyer ve tarih, o vak'a ile münâsebettar küffânn adem-i vukûuna dâir hiçbir şeyini nakletmemişlerdir. Yalnız,"veyekulusihrummüntesir" ayetinin beyan ettiği gibi, tarihçe menkul olan şudur ki:O hâdiseyi gören küffar, "Sihirdir" demişler ve "Bize sihir gösterdi. Eğer sâir taraflardaki kervan ve kâfileler görmüşlerse, hakîkattir; yoksa bize sihir etmiş" demişler. Sonra, sabahleyin Yemen ve başka taraflardan gelen kâfileler ihbar ettiler ki, "Böyle bir hâdiseyi gördük." Sonra küffar, Fahr-i Âlem (a.s.m.) hakkında, hâşâ, "Yetim-i Ebû Tâlib'in sihri semâya da tesir etti" dediler.




1- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla Kıyâmet yaklaştı, ay yarıldı. · Onlar bir mu'cize görseler yüz çevirir ve "Bu kuvvetli bir sihirdir" derler. (Kamer Sûresi: 1.)

2- Ay yarıldı. (Kamer Sûresi: 1.)




İKİNCİ NOKTA:

Sa'd-ı Taftazânî gibi eâzım-ı muhakkikînin ekseri demişler ki, "İnşikâk-ı kamer; parmaklarından su akması, umum bir orduya su içirmesi, câmide hutbe okurken dayandığı kuru direğin müfârakat-ı Ahmediyeden (a.s.m.) ağlaması, umum cemaatin işitmesi gibi mütevâtirdir. Yani, öyle tabakadan tabakaya bir cemaat-i kesîre nakletmiştir ki, kizbe ittifakları muhâldir. Hâle gibi meşhur bir kuyruklu yıldızın bin sene evvel çıkması gibi mütevâtirdir. Görmediğimiz Serendip Adasının vücudu gibi, tevâtürle vücudu katîdir" demişler. İşte böyle gâyet katî ve şuhûdî mesâilde teşkikât-ı vehmiye yapmak, akılsızlıktır. Yalnız muhâl olmamak kâfîdir. Halbuki, şakk-ı kamer, bir volkanla inşikak eden bir dağ gibi mümkündür.

ÜÇÜNCÜ NOKTA:

Mu'cize, dâvâ-i nübüvvetin ispatı için, münkirleri iknâ etmek içindir, icbar için değildir. Öyle ise, dâvâ-i nübüvveti işitenler için, iknâ edecek bir derecede mu'cize göstermek lâzımdır. Sâir taraflara göstermek veyahut icbar derecesinde bir bedâhetle izhar etmek, Hakîm-i Zülcelâlin hikmetine münâfı olduğu gibi, sırr-ı teklife dahi muhâliftir. Çünkü, "Akla kapı açmak, ihtiyarı elinden almamak" sırr-ı teklif iktizâ ediyor. Eğer Fâtır-ı Hakîm, inşikâk-ı kameri, feylesofların hevesâtına göre bütün âleme göstermek için bir iki saat öyle bıraksa idi ve beşerin umum tarihlerine geçse idi, o vakit sâir hâdisât-ı semâviye gibi, ya dâvâ-i nübüvvete delil olmazdı ve risâlet-i Ahmediyeye (a.s.m.) husûsiyeti kalmazdı, veyahut bedâhet derecesinde öyle bir mu'cize olacaktı ki, aklı icbar edecek, aklın ihtiyârını elinden alacak, ister istemez nübüvveti tasdik edecek; Ebû Cehil gibi kömür ruhlu, Ebû Bekir-i Sıddîk gibi elmas ruhlu adamlar bir seviyede kalıp, sırr-ı teklif zâyi olacaktı. İşte bu sır içindir ki, hem âni, hem gece, hem vakt-i gaflet, hem ihtilâf-ı metâli, sis ve bulut gibi sâir mevânü perde ederek, umum âleme gösterilmedi, veyahut tarihlere geçirilmedi.

DÖRDÜNCÜ NOKTA:

Şu hâdise, gece vakti herkes gatlette iken, âni bir sûrette vukû bulduğundan, etrâf-ı âlemde elbette görülmeyecek Bâzı efrâda görünse de, gözüne inanmayacak. İnandırsa da, elbette böyle mühim bir hâdise, haber-i vâhid ile tarihlere bâkî bir sermâye olmayacak.

Bâzı kitaplarda, "Kamer, iki parça olduktan sonra yere inmiş" ilâvesi ise, ehl-i tahkik reddetmişlerdir. "Şu mu'cize-i bâhireyi kıymetten düşürmek niyetiyle, belki bir münâfık ilhak etmiş" demişler.


Hem meselâ, o vakit, cehâlet sisiyle muhât İngiltere, İspanya'da yeni gurûb; Amerika'da gündüz; Çin'de, Japonya'da sabah olduğu gibi, başka yerlerde başka esbâb-ı mâniaya binâen elbette görülmeyecek. Şimdi bu akılsız mûterize bak; diyor ki, "İngiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvâmın tarihleri bundan bahsetmiyor. Öyle ise vukû bulmamış." Bin nefrin onun gibi Avrupa kâselislerin başına!

BEŞİNCİ NOKTA:

İnşikâk-ı kamer kendi kendine, bâzı esbâba binâen vukû bulmuş, tesâdüfî, tabiî bir hâdise değil ki, âdi ve tabiî kânunlarına tatbik edilsin. Belki, şems ve kamerin Hâlık-ı Hakîmi, Resûlünün risâletini tasdik ve dâvâsını tenvir için, hârikulâde olarak o hâdiseyi îkâ etmiştir. Sırr-ı irşad ve sırr-ı teklif ve hikmet-i risâletin iktizâsıyla, hikmet-i Rubûbiyetin istediği insanlara ilzâm-ı hüccet için gösterilmiştir. O sırr-ı hikmetin iktizâ etmedikleri, istemedikleri ve dâvâ-i nübüvveti henüz işitmedikleri aktâr-ı zemindeki insanlara göstermemek için, sis ve bulut ve ihtilâf-ı metâlî haysiyetiyle, bâzı memleketin kameri daha çıkmaması ve bâzılarının güneşleri çıkması ve bir kısmının sabahı olması ve bir kısmının güneşi yeni gurûb etmesi gibi o hâdiseyi görmeye mâni pekçok esbâbâ binâen, gösterilmemiş. Eğer, umum onlara dahi gösterilse idi, o halde ya işaret-i Ahmediyenin (a.s.m.) neticesi ve mu'cize-i nübüvvet olarak gösterilecekti: o vakit, risâleti bedâhet derecesine çıkacaktı, herkes tasdike mecbur olurdu, aklın ihtiyârı kalmazdı; İmân ise, aklın ihtiyâriyledir; sırr-ı teklif zâyi olurdu. Eğer sırf bir hâdise-i semâviye olarak gösterilse idi, risâlet-i Ahmediye (a.s.m.) ile münâsebeti kesilirdi ve onunla husûsiyeti kalmazdı.

Elhâsıl, şakk-ı kamerin imkânında şüphe kalmadı. Katî ispat edildi. Şimdi, vukûuna delâlet eden çok bürhanlarından altısına Haşiye işaret ederiz. Şöyle ki:

Ehl-i adâlet olan Sahâbelerin, vukûuna icmâı ve ehl-i tahkik umum müfessirlerin, tefsirinde, onun vukûuna ittifâkı ve ehl-i rivâyet-i sâdıka bütün muhaddisînin pekçok senetlerle ve muhtelif tarîklerle vukûunu nakletmesi ve ehl-i keşif ve ilhâm bütün evliyâ ve sıddıkînin şehâdeti ve ilm-i kelâmın meslekçe birbirinden çok uzak olan imamların ve mütebahhir ulemânın tasdiki ve nass-ı katî ile dalâlet üzerine icmâları vâki olmayan ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) o vak'ayı telâkkî-i bilkabul etmesi, güneş gibi, inşikâk-ı kameri ispat eder.

Elhâsıl: Buraya kadar tahkik namına ve hasmı ilzam hesâbına idi. Bundan sonraki cümleler, hakikat nâmına ve îman hesabınadır. Evet, tahkik öyle dedi. Hakikat ise diyor ki:




Haşiye: Yani, altı defa icmâ suretinde, vukûuna dâir altı hüccet vardır. Bu makam çok izaha lâyık iken, maattessüf kısa kalmıştır.





Semâ-i risâletin kamer-i münîri olan Hâtem-i Dîvân-ı Nübüvvet, nasıl ki mahbûbiyet derecesine çıkan ubûdiyetindeki velâyetin kerâmet-i uzmâsı ve mu'cize-i kübrâsı olan Mîrac ile, yani bir cism-i arzı semâvâtta gezdirmekle semâvâtın sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüçhâniyeti ve mahbûbiyeti gösterildi ve velâyetini isbat etti; öyle de, arza bağlı, semâya asılı olan kameri bir arzlının işaretiyle iki parça ederek, arzın sekenesine o arzlının risâletine öyle bir mu'cize gösterildi ki, zât-ı Ahmediye (a.s.m.), kamerin açılmış iki nûrânî kanadı gibi, risâlet ve velâyet gibi iki nûrânî kanadıyla, iki ziyâdar cenah ile, evc-i kemâlâta uçmuş, tâ Kâb-ı Kavseyne çıkmış; hem ehl-i semâvât, hem ehl-i arza, medâr-ı fahr olmuştur.


-1-

-2-




1- Ona ve âline yer ve gökler dolusu rahmet ve selâmlar olsun.

2- Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.)




Mucizat-ı Ahmediye (a.s.m) Zeylinin Bir Parçasıdır

Risalet-i Ahmediye (a.s.m) delaili hakkında olup, Mirac Risalesinin Üçüncü esasının nihayetindeki üç mühim müşkülden birinci müşküle ait suale, muhtasar bir fihriste suretinde verilen bir cevaptır.

Sual: Şu Miracı Azim ne için Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselama mahsustur.

Elcevap: Birinci müşkülünüz Otuz adet Sözlerde tafsîlen halledilmiştir. Yalnız, şurada zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) kemâlâtına ve delâil-i nübüvvetine ve o Mi'rac-ı âzama en elyak o olduğuna icmâlî işaretler nevinde bir muhtasar fihriste gösteriyoruz. Şöyle ki:

Evvelâ: Tevrat, İncil, Zebur gibi kütüb-ü mukaddeseden, pekçok tahrifâta mâruz oldukları halde, şu zamanda dahi, Hüseyn-i Cisrî gibi bir muhakkik nübüvvet-i Ahmediyeye (a.s.m.) dâir, yüz on dört işarî beşâretleri çıkarıp, Risâle-i Hamîdiye'de göstermiştir.

Sâniyen: Tarihçe sabit, Şık ve Satîh gibi meşhur iki kâhinin, nübüvvet-i Ahmediyeden (a.s.m.) biraz evvel, nübüvvetine ve âhirzaman Peygamberi o olduğuna beyânâtları gibi çok beşâretler, sahih bir sûrette tarihen nakledilmiştir.

Sâlisen: Velâdet-i Ahmediye (a.s.m.) gecesinde Kâbe'deki sanemlerin sukûtuyla, Kisrâ-i Fârisin saray-ı meşhuresi olan Eyvânı inşikak etmesi gibi, irhâsât denilen yüzer hârika, tarihçe meşhurdur.

Râbian: Bir orduya parmağından gelen suyu içirmesi ve câmide bir cemaat-i azîme huzurunda, kuru direğin, minberin naklinden dolayı müfârakat-i Ahmediyeden (a.s.m.) deve gibi enîn ederek ağlaması; nassı ile, şakk-ı kamer gibi, muhakkiklerin tahkikatıyla bine bâliğ mu'cizâtla serfirâz olduğunu tarih ve siyer gösteriyor.




1- Ay yarıldı. (Kamer Sûresi: 1.)





Hâmisen: Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenenin şahsında en yüksek derecede ve bütün muâmelâtının şehâdetiyle secâyâ-i sâmiye, vazifesinde ve tebligâtında en âlî bir derecede ve din-i İslâmdaki mehâsin-i ahlâkın şehâdetiyle şeriatında en âlî hisâl-ı hamîde en mükemmel derecede bulunduğuna ehl-i insaf ve dikkat tereddüt etmez.

Sâdisen: Onuncu Sözün İkinci İşaretinde işaret edildiği gibi; Ulûhiyet, muktezâ-i hikmet olarak tezâhür istemesine mukabil, en âzamî bir derecede zât-ı Ahmediye (a.s.m.), dinindeki âzamî ubûdiyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir.

Hem Hâlık-ı âlemin nihayet kemâldeki cemâlini bir vâsıta ile göstermek muktezâ-i hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil, en güzel bir sûrette gösterici ve tarif edici, bilbedâhe o zâttır.

Hem Sâni-i âlemin nihayet cemâlde olan kemâl-i san'atı üzerine enzâr-ı dikkati celb etmek, teşhir etmek istemesine mukabil, en yüksek bir sadâ ile dellâllık eden, yine bilmüşâhede o zâttır.

Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakâtında Vahdâniyetini ilân etmek istemesine mukabil, tevhidin en âzamî bir derecede, bütün merâtib-i tevhidi ilân eden, yine bizzarure o zâttır.

Hem Sahib-i âlemin nihayet derecede âsârındaki cemâlin işaretiyle, nihayetsiz hüsn-ü zâtîsini ve cemâlinin mehâsinini ve hüsnünün letâifini aynalarda muktezâ-i hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine mukabil, en şâşaalı bir sûrette âyinedarlık eden ve gösteren ve sevip ve başkasına sevdiren, yine bilbedâhe o zâttır.

Hem şu saray-ı âlemin Sânii, gayet hârika mu'cizeleri ile ve gayet kıymettar cevâhirler ile dolu hazîne-i gaybiyelerini izhâr ve teşhir istemesi ve onlarla kemâlâtını tarif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en âzamî bir sûrette teşhir edici ve tavsif edici ve tarif edici, yine bilbedâhe o zâttır.

Hem şu kâinatın Sânii, şu kâinatı enva-ı acâib ve zînetlerle süslendirmek sûretinde yapması ve zîşuur mahlûkatını seyir ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona idhâl etmesi ve muktezâ-i hikmet olarak onlara o âsâr ve sanâyîinin mânâlarını, kıymetlerini ehl-i temâşâ ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil, en âzamî bir sûrette cin ve inse, belki ruhânîlere ve melâikelere de Kur'ân-ı Hakîm vâsıtasıyla rehberlik eden, yine bilbedâhe o zâttır.

Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîmi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksad ve gâyeyi tazammun eden tılsım-ı muğlâkını ve mevcudâtın "Nereden? Nereye? Ve ne oldukları?" olan şu üç suâl-i müşkülün muammâsını bir elçi vâsıtasıyla umum zîşuurlara açtırmak istemesine mukabil, en vâzıh bir sûrette ve en âzamî bir derecede hakâik-ı Kur'âniye vâsıtasıyla o tılsımı açan ve o muammâyı halleden, yine bilbedâhe o zâttır.


Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelâli, bütün güzel masnuâtıyla Kendini zîşuur olanlara tanıttırmak ve kıymetli nimetlerle Kendini onlara sevdirmesi, bizzarûre onun mukabilinde zîşuur olanlara marziyâtı ve arzu-yu İlâhiyelerini bir elçi vâsıtasıyla bildirmesini istemesine mukabil, en âlâ ve ekmel bir sûrette, Kur'ân vâsıtasıyla o marziyât ve arzuları beyân eden ve getiren, yine bilbedâhe o zâttır.

Hem Rabbü'l-âlemîn, meyve-i âlem olan insana âlemi içine alacak bir vüs'at-i istidad verdiğinden ve bir ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ ettiğinden; ve hissiyâtça kesrete ve dünyaya müptela olduğundan, bir rehber vâsıtasıyla yüzlerini kesretten Vahdete, fânîden bâkîye çevirmek istemesine mukabil, en âzamî bir derecede, en eblâğ bir sûrette, Kur'ân vâsıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risâletin vazifesini en ekmel bir tarzda ifâ eden, yine bilbedâhe o zâttır.

İşte, mevcudâtın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eşref olan zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan hakiki insan ve hakiki insan içinde geçmiş vezâifi en âzamî bir derecede, en ekmel bir sûrette ifâ eden zât, elbette o Mi'rac-ı Azîm ile Kâb-ı Kavseyne çıkacak, saadet-i ebediye kapısını çalacak, hazîne-i rahmetini açacak, imânın hakâik-ı gaybiyesini görecek, yine o olacaktır.

Sâbian: Bilmüşâhede şu masnuâtta gayet güzel tahsînât, nihayet derecede süslü tezyinât vardır. Ve bilbedâhe şöyle tahsînât ve tezyinât, onların Sâniinde, gayet şiddetli bir irâde-i tahsin ve kasd-ı tezyin var olduğunu gösterir. Ve irâde-i tahsin ve tezyin ise, bizzarûre o Sâni'de, san'atına karşı kuvvetli bir rağbet ve kudsî bir muhabbet olduğunu gösterir. Ve masnuât içinde en câmi' ve letâif-i san'atı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve başka masnuâttaki güzellikleri deyip istihsan eden, bilbedâhe o san'atperver ve san'atını çok seven Sâniin nazarında en ziyâde mahbub, o olacaktır.

İşte masnuâtı yaldızlayan mezâyâ ve mehâsine ve mevcudâtı ışıklandıran letâif ve kemâlâta karşı, "Sübhanallah, Maşaallah, Allahü Ekber!" diyerek semâvâtı çınlattıran ve Kur'ân'ın nağamâtıyla kâinatı velveleye verdiren, istihsan ve takdir ile, tefekkür ve teşhir ile, zikir ve tevhid ile, berr ve bahri cezbeye getiren, yine bilmüşâhede o zâttır.


İşte böyle bir zât ki, -1- sırrınca, bütün ümmetin işlediği hasenâtın bir misli onun kefe-i mîzanında bulunan ve umum ümmetinin salâvâtı, onun mânevî kemâlâtına imdad veren ve risâletinde gördüğü vezâifin netâicini ve mânevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i İlâhiyenin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir zât, elbette Mi'rac merdiveniyle Cennete, Sidretü'l-Müntehâya, Arş'a ve Kâb-ı Kavseyne kadar gitmek, aynı hak, nefs-i hakikat ve mahz-ı hikmettir. Haşiye


-2-
Said Nursî





1- Bir şeye sebep olan, onu işleyen gibidir. ["Hayrın yolunu gösteren, onu işleyen gibidir" (Feyzü'l-Kadîr, c.3, s. 537, hadîs no: 4250; Keşfü'l-Hafâ, c. 1, s. 399.) hadîsinden alınan bir ölçü.]

2- Baki olan yalnız Allah'tır.




Ayetü'l-Kübra Risalesinin Risalet-i Ahmediyeden Bahseden
On Altıncı Mesele

(Makam Münasebetiyle buraya ilhak edilmiştir.)

Sonra, o dünya seyyahı kendi aklına dedi ki: "Madem bu kainatın mevcudatıyla Malikimi ve Halıkımı arıyorum; elbette herşeyden evvel bu mevcudatın en meşhuru ve adasının tasdikiyle dahi en mükemmeli ve en büyük kumandanı ve en namdar hakimi ve sözce en yükseği ve akılca en parlağı ve on dört asrı fazileti ile ve Kur'ân'ı ile ışıklandıran Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselamı ziyaret etmek ve aradığımı ondan sormak için Asr-ı Saadete beraber gitmeliyiz" diyerek, aklıyla beraber o asra girdi. Gördü ki, o asır, hakikaten o Zat (a.s.m.) ile bir saadet-i beşeriye asrı olmuş. Çünkü, en bedevi, en ümmi bir kavmi getirdiği nur vasıtasıyla kısa bir zamanda dünyaya üstad ve hakim eylemiş.

Hem, kendi aklına dedi: "Biz, en evvel bu fevkalade Zatın (a.s.m.) bir derece kıymetini ve sözlerinin hakkaniyetini ve ihbaratının doğruluğunu bilmeliyiz; sonra Halıkımızı ondan sormalıyız" diyerek taharriye başladı. Bulduğu hadsiz kati delillerden, burada yalnız dokuz külliyetine birer kısa işaret edilecek.

Birincisi: Bu Zatta (a.s.m.), hatta düşmanlarının tasdikiyle dahi, bütün güzel huyların ve hasletlerin bulunması ve


-1-

ayetlerinin sarahatiyle, bir parmağının işaretiyle kamer iki parça olması; ve bir avucu ile adasının ordusuna attığı az bir toprak, umum o ordunun gözlerine girmesiyle kaçmaları; ve susuz kalmış kendi ordusuna, beş parmağından Kevser gibi akan suyu kifayet derecesinde içirmesi gibi, nakl-i kati ile ve bir sırr-ı tevatür ile, yüzer mu'cizâtın onun elinde zahir olmasıdır.





1- Ay yarıldı. (Kamer Sûresi: 1.)

Attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı. (Enfal Sûresi: 17.)




Bu mu'cizâttan üç yüzden ziyade bir kısmı, "On Dokuzuncu Mektup" olan "Mucizat-ı Ahmediye (a.s.m.)" namındaki harika ve kerametli bir risalede kati delilleriyle beraber beyan edildiğinden, onları ona havale ederek dedi ki:

"Bu kadar ahlak-ı hasene ve kemalatla beraber, bu kadar mu'cizât-ı bahiresi bulunan bir Zat (a.s.m.), elbette en doğru sözlüdür. Ahlaksızların işi olan hileye, yalana, yanlışa tenezzül etmesi kabil değil."

İkincisi: Elinde, Bu Kainat Sahibinin bir fermanı bulunduğu ve o fermanı her asırda üç yüz milyondan ziyade insanların kabul ve tasdik ettikleri ve o ferman olan Kur'ân-ı Azimüşşanın yedi vecihle harika olmasıdır. Ve bu Kur'ân'ın kırk vecihle mucize olduğu ve kainat Halıkının sözü bulunduğu, kuvvetli delilleriyle beraber "Yirmi Beşinci Söz" ve "Mucizat-ı, Kur'âniye" namlarındaki Risale-i Nurun bir güneşi olan meşhur bir risalede tafsilen beyan edilmesinden, onu ona havale ederek dedi:

"Böyle ayn-ı hak ve hakikat bir fermanın tercümanı ve tebliğ edicisi bir Zatta (a.s.m.), fermana cinayet ve ferman sahibine hıyanet hükmünde olan yalan olamaz ve bulunamaz."

Üçüncüsü: O Zat (a.s.m.) öyle bir şeriat ve bir İslamiyet ve bir ubudiyet ve bir dua ve bir davet ve bir İmân ile meydana çıkmış ki, onların ne misli var ve ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel, ne bulunmuş ve ne de bulunur. Çünkü, ümmi bir Zatta (a.s.m.) zuhur eden o şeriat, on dört asrı ve nev-i beşerin humsunu adilane ve hakkaniyet üzere ve müdakkikane hadsiz kanunlarıyla idare etmesi emsal kabul etmez.

Hem, ümmi bir Zatın (a.s.m.) ef'al ve akval ve ahvalinden çıkan İslamiyet, her asırda üç yüz milyon insanın rehberi ve mercii; ve akıllarının muallimi ve mürşidi; ve kalblerinin münevviri ve musaffisi; ve nefislerinin mürebbisi ve müzekkisi; ve ruhlarının medar-ı inkişafı ve maden-i terakkiyatı olması cihetiyle, misli olamaz ve olamamış.

Hem, dininde bulunan bütün ibadatın bütün envaında en ileri olması ve herkesten ziyade takvada bulunması ve Allah'tan korkması; ve fevkalade daimi mücahedat ve dağdağalar içinde tam tamına ubudiyetin en ince esrarına kadar müraat etmesi; ve hiç kimseyi taklit etmeyerek ve tam manasıyla ve müptediyane fakat en mükemmel olarak, hem iptida ve intihayı birleştirerek yapması, elbette misli görülmez ve görülmemiş.

Hem, binler dua ve münacatlarından Cevşenü'l-Kebir ile, öyle bir marifet-i Rabbaniye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki, o zamandan beri gelen ehl-i marifet ve ehl-i velayet, telahuk-u efkâr ile beraber, ne o mertebe-i marifete ve · ne de o derece-i tavsife yetişememeleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli yoktur.


Risale-i Münacatın başında, Cevşenü'l-Kebirin doksan dokuz fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir mealinin beyan edildiği yere bakan adam, Cevşen'in dahi misli yoktur diyecek.

Hem, tebliğ-i risalette ve nassı hakka davette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermiş ki, büyük devletler ve büyük dinler, hatta kavim ve kabilesi ve amcası ona şiddetli adavet ettikleri halde, zerre miktar bir eser-i tereddüt, bir telaş, bir korkaklık göstermemesi ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması ve başa da çıkarması ve İslamiyeti dünyanın başına geçirmesi ispat eder ki, tebliğ ve davette dahi misli olmamış ve olamaz.

Hem, imanda öyle fevkalade bir kuvvet ve harika bir yakin ve mucizane bir inkişaf ve cihanı ışıklandıran bir ulvi itikad taşımış ki, o zamanın hükümranı olan bütün efkarı ve akideleri ve hükemanın hikmetleri ve ruhani reislerin ilimleri ona muarız ve muhalif ve münkir oldukları halde, onun ne yakinine, ne itikadına, ne itimadına, ne itminanına hiçbir şüphe, hiçbir tereddüt, hiçbir zaaf, hiçbir vesvese vermemesi ve maneviyatta ve meratib-i imaniyede terakki eden başta Sahabeler ve bütün ehl-i velayet, onun, her vakit mertebe-i imanından feyz almaları ve onu en yüksek derecede bulmaları bilbedahe gösterir ki, imanı dahi emsalsizdir.

İşte, böyle emsalsiz bir şeriat ve misilsiz bir İslamiyet ve harika bir ubudiyet ve fevkalade bir dua ve cihanpesendane bir davet ve mucizane bir İmân sahibinde elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz, diye anladı ve aklı dahi tasdik etti.

Dördüncüsü: Enbiyaların (aleyhimüsselam) icmaı, nasıl ki vücud ve vahdaniyet-i İlahiyeye gayet kuvvetli bir delildir; öyle de, bu Zatın (a.s.m.) doğruluğuna ve risaletine gayet sağlam bir şehadettir. Çünkü, enbiya aleyhimüsselamın doğruluklarına ve peygamber olmalarına medar olan ne kadar kudsi sıfatlar ve mucizeler ve vazifeler varsa, o Zatta (a.s.m.) en ileride olduğu tarihçe musaddaktır. Demek onlar, nasıl ki lisan-ı kal ile Tevrat, İncil, Zebur ve suhuflarında bu Zatın (a.s.m.) geleceğini haber verip insanlara beşaret vermişler ki, kütüb-ü mukaddesenin o beşaretli işaratından yirmiden fazla ve pek zahir bir kısmı "On Dokuzuncu Mektup"ta güzelce beyan ve ispat edilmiş. Öyle de, lisan-ı halleriyle yani nübüvvetleriyle ve mucizeleriyle, kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu Zatı tasdik edip davasını imza ediyorlar. Ve lisan-ı kal ve icma ile vahdaniyete delalet ettikleri gibi, lisan-ı hal ile ve ittifak ile de bu Zatın sadıkıyetine şehadet ediyorlar diye anladı.

Beşincisi: Bu Zatın düsturlarıyla ve terbiyesi ve tebaiyetiyle ve arkasından gitmeleriyle hakka, hakikate, kemalata, keramata, keşfiyata, müşahedata yetişen binlerce evliya, vahdaniyete delalet ettikleri gibi, üstadları olan bu Zatın sadıkıyetine ve risaletine icma ve ittifakla şehadet ediyorlar. Ve alem-i gaybdan verdiği haberlerin bir kısmını nur-u velayetle müşahede etmeleri ve umumunu nur-u İmân ile ya ilmelyakin veya aynelyakin veya hakkalyakin suretinde itikad ve tasdik etmeleri, üstadları olan bu Zatın derece-i hakkaniyet ve sadıkıyetini güneş gibi gösterdiğini gördü.

Altıncısı: Bu Zatın ümmiliğiyle beraber getirdiği hakaik-ı kudsiye ve ihtira ettiği ulum-u aliye ve keşfettiği marifet-i İlahiyenin dersiyle ve talimiyle, mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetişen milyonlar asfiya-i müdakkikin ve sıddikin-i muhakkikin ve dahi hükema-i müminin, bu Zatın üssül-esas davası olan vahdaniyeti kuvvetli bürhanlarıyla bilittifak ispat ve tasdik ettikleri gibi, bu muallim-i ekberin ve bu üstad-ı azamın hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduğuna ittifakla şehadetleri, gündüz gibi bir hüccet-i risaleti ve sadıkıyetidir. Mesela, Risale-i Nur yüz parçası ile bu Zatın sadakatinin birtek bürhanıdır.

Yedincisi: Al ve Ashab namında ve nev-i beşerin enbiyadan sonra feraset ve dirayet ve kemalatla en meşhuru ve en muhterem ve en namdan ve en dindar ve en keskin nazarlı taife-i azimesi, kemal-i merak ile ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle bu Zatın bütün gizli ve aşikar hallerini ve fikirlerini ve vaziyetlerini taharri ve teftiş ve tetkik etmeleri neticesinde, bu Zatın dünyada en sadık ve en yüksek ve en haklı ve hakikatli olduğuna ittifakla, icma ile sarsılmaz tasdikleri ve kuvvetli imanları, güneşin ziyasına delalet eden gündüz gibi bir delildir, diye anladı.

Sekizincisi: Bu kainat, nasıl ki kendini icad ve idare ve tertip eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi, bir kitap gibi, bir sergi gibi, bir temaşagah gibi tasarruf eden saniine ve katibine ve nakkaşına delalet eder; öyle de, kainatın hilkatindeki makasıd-ı İlahiyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülatındaki Rabbani hikmetleri talim edecek ve vazifedarane harekatındaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın kemalatını ilan edecek ve o kitab-ı kebirin manalarını ifade edecek bir yüksek dellal, bir doğru keşşaf, bir muhakkik üstad, bir sadık muallim istediği ve iktiza ettiği ve her halde bulunmasına delalet ettiği cihetiyle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu Zatın hakkaniyetine ve bu kainat Halıkının en yüksek ve sadık bir memuru olduğuna şehadet ettiğini bildi.

Dokuzuncusu: Madem bu sanatlı ve hikmetli masnuatıyla Kendi hünerlerini ve sanatkarlığının kemalatını teşhir etmek; ve şu süslü, zinetli nihayetsiz mahlukatıyla Kendini tanıttırmak ve sevdirmek; ve bu lezzetli ve kıymetli hesapsız nimetleriyle Kendine teşekkür ve hamd ettirmek; ve bu şefkatli ve himayetli umumi terbiye ve iaşe ile, hatta ağızların en ince zevklerini ve iştihaların her nevini tatmin edecek bir surette izhar edilen Rabbani it'amlar ve ziyafetlerle Kendi rububiyetine karşı minnettarane ve müteşekkirane ve perestişkarane ibadet ettirmek; ve mevsimlerin tebdili ve gece gündüzün tahvili ve ihtilafı gibi, azametli ve haşmetli tasaızufat ve icraat ve dehşetli ve hikmetli faaliyet ve hallakıyet ile Kendi uluhiyetini izhar ederek, o uluhiyetine karşı İmân ve teslim ve inkıyad ve itaat ettirmek; ve her vakit iyiliği ve iyileri himaye, fenalığı ve fenaları izale ve semavi tokatlarla zalimleri ve yalancıları imha etmek cihetiyle, hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen perde arkasında birisi var. Elbette ve herhalde o gaybi Zatın yanında en sevgili mahluku ve en doğru abdi ve Onun mezkur maksatlarına tam hizmet ederek, hilkat-i kainatın tılsımını ve muammasını hall ve keşfeden ve daima o Halıkının namına hareket eden ve Ondan istimdat eden ve muvaffakıyet isteyen ve Onun tarafından imdada ve tevfika mazhar olan Muhammed-i Kureyşi (a.s.m.) denilen bu Zat olacak.

Hem, aklına dedi: Madem bu mezkur dokuz hakikatler bu Zatın sıdkına şehadet ederler; elbette bu adem, beniademin medar-ı şerefi ve bu alemin medar-ı iftiharıdır. Ve ona "Fahr-i Alem" ve "Şeref-i Beni Adem" denilmesi pek layıktır. Ve onun elinde bulunan ferman-ı Rahman olan Kur'ân-ı Mucizül-Beyanın haşmet-i saltanat-ı maneviyesinin nısf-ı arzı istilası ve şahsi kemalatı ve yüksek hasletleri gösteriyor ki, bu alemde en mühim zat budur; Halıkımız hakkında en mühim söz onundur.

İşte, gel bak, bu harika Zatın yüzer zahir ve bahir kati mucizelerinin kuvvetine ve dinindeki binler ali ve esaslı hakikatlerine istinaden bütün davalarının esası ve bütün hayatının gayesi, Vacibü'l-Vücudun vücuduna ve vahdetine ve sıfatına ve esmasına delalet ve şehadet ve o Vacibü'l-Vücudu ispat ve ilan ve ilam etmektir. Demek bu kainatın manevi güneşi ve Halıkımızın en parlak bir bürhanı bu "Habibullah" denilen Zattır ki, onun şehadetini teyid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icma var.

· Birincisi: "Eğer perde-i gayb açılsa yakinim ziyadeleşmeyecek" diyen İmam-ı Ali (r.a.) ve yerde iken Arş-ı Azamı ve İsrafilin azamet-i heykelini temaşa eden Gavs-ı Azam (k.s.) gibi keskin nazar ve gaybbin gözleri bulunan binler aktab ve evliya-i azimeyi cami ve Al-i Muhammed (Aleyhissalatü Vesselam) namıyla şöhretşiar-ı alem olan cemaat-i nuraniyenin icma ile tasdikleridir.

· İkincisi: Bedevi bir kavim ve ümmi bir muhitte, hayat-ı içtimaiyeden ve efkar-ı siyasiyeden hali ve kitapsız ve Fetret Asrının karanlıklarında bulunan ve pek az bir zamanda en medeni ve malumatlı ve hayat-ı içtimaiyede ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükümetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hakim-i adil olarak şarktan garba kadar cihanpesendane idare eden ve "Sahabe" namıyla dünyada namdar olan cemaat-i meşhurenin ittifakla can ve mallarını, peder ve aşiretlerini feda ettiren bir kuvvetli imanla tasdikleridir.

· Üçüncüsü: Her asırda binlerle efradı bulunan ve her fende dahiyane ileri giden ve muhtelif mesleklerde çalışan, ümmetinde yetişen hadsiz muhakkik ve mütebahhir ulemasının cemaat-i uzmasının tevafukla ve ilmelyakin derecesinde tasdikleridir.

Demek, bu Zatın vahdaniyete şehadeti şahsi ve cüz'i değil, belki umumi ve külli ve sarsılmaz ve bütün şeytanlar toplansa karşısına hiçbir cihetle çıkamaz bir şehadettir, diye hükmetti.

İşte, Asr-ı Saadette aklıyla beraber seyahat eden dünya misafiri ve hayat yolcusunun o medrese-i nuraniyeden aldığı derse kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Altıncı Mertebesinde böyle,



-1-

denilmiştir.


-2-
Said Nursî





1- Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur. O öyle bir Vacibü'l-Vücud ve Vahidü'l-Ehaddir ki, Onun vücub-u vücuduna ve vahdetine tenezzülat-ı İlahiyeyi, mükaleme-i Sübhaniyeyi, taarrüfat-ı Rabbaniyeyi, kullarının dualarına mukabele-i Rahmaniyeyi ve varlığını mahlukatına hissettirmesini tazammun eden bütün gerçek vahiylerin icmaı, delalet eder. Ve keza teveddüdat-ı İlahiyeyi, mahlukatının dualarına icabat-ı Rahmaniyeyi kullarının istigaselerine olan imdadat-ı Rabbaniyeyi ve masnuatının vücuduna olan ihsanat-ı Sübhaniyeyi tazammun eden ilhamat-ı sadıkanın ittifakı da Onun vücub-u vücuduna ve vahdetine delalet eder.

2- Baki olan yalnız Allah'tır.






17.İŞARET-Bir İkram-ı İlâhî Ve Bir Eser-i İnâyet-i Rabbâniye

Miraç gecesinin sabahında, miracını Kureyş'e haber verdi. Kureyş tekzip etti. Dediler: "Eğer Beytü'l-Makdise gitmişsen, Beytü'l-Makdisin kapılarını ve duvarlarını ve ahvâlini bize tarif et." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman ediyor ki:



Yani, "Onların tekziplerinden ve suallerinden pek çok sıkıldım. Hattâ öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Birden, Cenâb-ı Hak, Beytü'l-Makdisi bana gösterdi. Ben de Beytü'l-Makdise bakıyorum, birer birer her şeyi tarif ediyordum." -1- İşte, o vakit Kureyş baktılar ki, Beytü'l-Makdisten doğru ve tam haber veriyor.

Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Kureyş'e demiş ki: "Yolda giderken sizin bir kafilenizi gördüm. Kafileniz yarın filân vakitte gelecek." Sonra o vakit kafileye muntazır kaldılar. Kafile bir saat taahhur etmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ihbarı doğru çıkmak için, ehl-i tahkikin tasdikiyle, güneş bir saat tevakkuf etmiş. Yani, arz, onun sözünü doğru çıkarmak için, vazifesini, seyahatini bir saat tatil etmiştir ve o tatili güneşin sükûnetiyle göstermiştir.

İşte, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın birtek sözünün tasdiki için, koca arz vazifesini terk eder, koca güneş şahit olur. Böyle bir zâtı tasdik etmeyen ve emrini tutmayanın ne derece bedbaht olduğunu ve onu tasdik edip emrine


-2-

diyenlerin ne kadar bahtiyar olduklarını anla,


-3-

de.





1- Buharî, Menâkıbu'l-Ensâr: 41; Tefsîru Sûre: 17; Müslim, İmân: 276, 278, Tefsîru Sûre: 17; Müsned, 1:309, 3:377; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:191.

2- İşittik ve itaat ettik. (Bakara Sûresi: 285)

3- İman ve islam nimetinden dolayı Allah'a hamd olsun.




On Sekizinci İşaret

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın en büyük ve ebedî ve yüzer delâil-i nübüvveti câmi ve kırk vecihle i'câzı ispat edilmiş bir mucizesi dahi Kur'ân-ı Hakîmdir. İşte şu mucize-i ekberin beyanına dair Yirmi Beşinci Söz, takriben yüz elli sayfada, kırk veçh-i i'câzını icmâlen beyan ve ispat etmiştir. Öyleyse, şu mahzen-i mu'cizât olan mucize-i âzamı o Söze havale ederek, yalnız iki üç nükteyi beyan edeceğiz.

Birinci Nükte: Eğer denilse, "İ'câz-ı Kur'ân belâgattedir. Halbuki umum tabakatın hakları var ki, i'câzında hisseleri bulunsun. Halbuki, belâgattaki i'câz, binde ancak bir muhakkik âlim anlayabilir."

Elcevap: Kur'ân-ı Hakîmin her tabakaya karşı bir nevi i'câzı vardır ve bir tarzda i'câzının vücudunu ihsas eder.

Meselâ, ehl-i belâgat ve fesâhat tabakasına karşı, harikulâde belâgattaki i'câzını gösterir.

Ve ehl-i şiir ve hitabet tabakasına karşı garip, güzel, yüksek üslûb-u bedîin i'câzını gösterir. O üslûp herkesin hoşuna gittiği halde, kimse taklit edemiyor. Mürur-u zaman o üslûbu ihtiyarlatmıyor; daima genç ve tazedir. Öyle muntazam bir nesir ve mensur bir nazımdır ki, hem âli, hem tatlıdır.

Hem kâhinler ve gaibden haber verenler tabakasına karşı, harikulâde ihbârât-ı gaybiyedeki i'câzını gösterir.

Ve ehl-i tarih ve hâdisât-ı âlem uleması tabakasına karşı, Kur'ân'daki ihbârat ve hâdisât-ı ümem-i sâlife ve ahval ve vâkıât-ı istikbaliye ve berzahiye ve uhreviyedeki i'câzını gösterir.

Ve içtimaiyat-ı beşeriye uleması ve ehl-i siyaset tabakasına karşı, Kur'ân'ın desâtir-i kudsiyesindeki i'câzını gösterir. Evet, o Kur'ân'dan çıkan şeriat-i kübrâ, o sırr-ı i'câzı gösterir.

Hem maarif-i İlâhiye ve hakaik-i kevniyede tevaggul eden tabakaya karşı, Kur'ân'daki hakaik-i kudsiye-i İlâhiyedeki i'câzı gösterir veya i'câzın vücudunu ihsas eder.

Ve ehl-i tarikat ve velâyete karşı, Kur'ân bir deniz gibi daima temevvücde olan âyâtının esrarındaki i'câzını gösterir.

Ve hâkezâ, kırk tabakadan her tabakaya karşı bir pencere açar, i'câzını gösterir. Hattâ, yalnız kulağı bulunan ve bir derece mânâ fehmeden avam tabakasına karşı, Kur'ân'ın okunmasıyla, başka kitaplara benzemediğini, kulak sahibi tasdik eder. Ve o âmi der ki: "Ya bu Kur'ân bütün dinlediğimiz kitapların aşağısındadır-bu ise, hiçbir düşman dahi diyemez ve hem yüz derece muhaldir. Öyleyse, bütün işitilen kitapların fevkindedir. Öyleyse mucizedir."

İşte bu kulaklı âminin fehmettiği i'câzı, ona yardım için bir derece izah edeceğiz. Şöyle ki:

Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan meydana çıktığı vakit, bütün âleme meydan okudu ve insanlarda iki şiddetli his uyandırdı:

Birisi: Dostlarında hiss-i taklidî, yani sevgili Kur'ân'ın üslûbuna karşı benzemeklik arzusu ve onun gibi konuşmak hissi.

İkincisi: Düşmanlarda bir hiss-i tenkit ve muaraza, yani Kur'ân üslûbuna mukabele etmekle dâvâ-yı i'câzı kırmak hissi.

İşte bu iki hiss-i şeditle milyonlar Arabî kitaplar yazılmışlar, meydandadır. Şimdi, bütün bu kitapların en beliğleri, en fasihleri Kur'ân'la beraber okunduğu vakit, her kim dinlese, Katiyen diyecek ki, Kur'ân bunların hiçbirisine benzemiyor. Demek Kur'ân, umum bu kitapların derecesinde değildir. Öyleyse, herhalde, ya Kur'ân umumunun altında olacak-o ise, yüz derece muhal olmakla beraber, hiç kimse, hattâ şeytan bile olsa diyemez. Haşiye1

Öyleyse, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, yazılan umum kitapların fevkindedir.

Hattâ, mânâyı da fehmetmeyen cahil âmi tabakaya karşı da, Kur'ân-ı Hakîm, usandırmamak suretiyle i'câzını gösterir. Evet, o âmi, cahil adam der ki: "En güzel, en meşhur bir beyti iki üç defa işitsem, bana usanç veriyor. Şu Kur'ân ise hiç usandırmıyor; gittikçe daha ziyade dinlemesi hoşuma gidiyor. Öyleyse bu insan sözü değildir."

Hem hıfza çalışan çocukların tabakasına karşı dahi, Kur'ân-ı Hakîm, o nazik, zayıf, basit ve bir sayfa kitabı hıfzında tutamayan o çocukların küçük kafalarında, o büyük Kur'ân ve çok yerlerinde iltibas ve müşevveşiyete sebebiyet veren, birbirine benzeyen âyetlerin ve cümlelerin teşabühüyle beraber, kemâl-i suhuletle, kolaylıkla o çocukların hafızalarında yerleşmesi suretinde, i'câzını onlara dahi gösterir.

Hattâ, az sözden ve gürültüden müteessir olan hastalara ve sekeratta olanlara karşı, Kur'ân'ın zemzemesi ve sadâsı, zemzem suyu gibi onlara hoş ve tatlı geldiği cihetle, bir nevi i'câzını onlara da ihsas eder.

Elhasıl: Kırk muhtelif tabakata ve ayrı ayrı insanlara, kırk vecihle Kur'ân-ı Hakîm i'câzını gösterir veya i'câzının vücudunu ihsas eder, kimseyi mahrum bırakmaz. Hattâ, yalnız gözü bulunan, Haşiye2 kulaksız, kalbsiz, ilimsiz tabakasına karşı da, Kur'ân'ın bir nevi alâmet-i i'câzı vardır. Şöyle ki:

Hafız Osman hattıyla ve basmasıyla olan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın yazılan kelimeleri birbirine bakıyor. Meselâ, Sûre-i Kehf'te -1- kelimesi altında yapraklar delinse, Sûre-i Fâtır'daki -2- kelimesi az bir inhirafla görünecek ve o kelbin ismi de anlaşılacak. Ve Sûre-i Yâsin'de iki defa -3- birbiri üstüne; ve's-Sâffât'taki -4- ve hem birbirine, hem onlara bakıyor; biri delinse, ötekiler az bir inhirafla görünecek.




Haşiye 1: Yirmi Altıncı Mektubun ehemmiyetli Birinci Mebhası, şu cümlenin Haşiyesi ve izahıdır.

Haşiye 2: Yalnız gözü bulunan, kulaksız, kalbsiz tabakasına karşı veçh-i i'câzı, burada gayet mücmel ve muhtasar ve nâkıs kalmıştır. Fakat bu veçh-i i'câzı Yirmi Dokuzuncu ve Otuzuncu Mektuplarda* gayet parlak ve nuranî ve zâhir ve bâhir gösterilmiştir; hattâ körler de görebilir. O veçh-i i'câzı gösterecek bir Kur'ân yazdırdık; inşaallah tab edilecek, herkes de o güzel veçhi görecektir.

* Otuzuncu Mektup pek parlak tasavvur ve niyet edilmişti. Fakat yerini başkasına, İşârâtü'l-İ'câz'a verdi, kendisi meydana çıkmadı.





1- Sekizincileri köpekleriydi.

2- Ashab-ı Kehf'in köpeklerinin adı.

3- Hazır kılınanlar. (Yasin Sûresi: 32, 53, 75.)

4- Hazır kılınanlar. (Saffat Suresi)




Meselâ, Sûre-i Sebe'in âhirinde, Sûre-i Fâtır'ın evvelindeki iki -1- birbirine bakar. Bütün Kur'ân'da yalnız üç -1- dan ikisi birbirine bakmaları tesadüfî olamaz.

Ve bunların emsali pek çoktur. Hattâ bir kelime, beş altı yerde yapraklar arkasında az bir inhirafla birbirine bakıyorlar. Ve Kur'ân'ın birbirine bakan iki sayfasında, birbirine bakan cümleleri kırmızı kalemle yazılan bir Kur'ân'ı ben gördüm, "Şu vaziyet dahi bir nevi mucizenin emaresidir" o vakit dedim. Daha sonra baktım ki, Kur'ân'ın, müteaddit yapraklar arkasında birbirine bakar çok cümleleri var ki, mânidar bir surette birbirine bakar.

İşte, tertib-i Kur'ân irşad-ı Nebevî ile, münteşir ve matbu Kur'ân'lar da ilham-ı İlâhî ile olduğundan, Kur'ân-ı Hakîmin nakşında ve o hattında bir nevi alâmet-i i'câz işareti var. Çünkü o vaziyet ne tesadüfün işi ve ne de fikr-i beşerin düşünüşüdür. Fakat bazı inhiraf var ki, o da tab'ın noksanıdır ki, tam muntazam olsaydı, kelimeler tam birbiri üzerine düşecekti.

Hem, Kur'ân'ın Medine'de nâzil olan mutavassıt ve uzun sûrelerinin herbir sayfasında lâfzullah pek bedî bir tarzda tekrar edilmiş. Ağleben ya beş, ya altı, ya yedi, ya sekiz, ya dokuz, ya on bir adet tekrarla beraber, bir yaprağın iki yüzünde ve karşı karşıya gelen sayfada güzel ve mânidar bir münasebet-i adediye gösterir. Haşiye 1,2,3, 4




1- İkişer.




İkinci Nükte: Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın zamanında sihrin revacı olduğundan, mühim mu'cizâtı ona benzer bir tarzda geldiği; ve Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın zamanında ilm-i tıp revaçta olduğundan, mu'cizâtının galibi o cinsten geldiği gibi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın dahi zamanında Ceziretü'l-Arabda en ziyade revaçta dört şey idi:

Birincisi: Belâgat ve fesahat.

İkincisi: Şiir ve hitabet.

Üçüncüsü: Kâhinlik ve gaibden haber vermek.

Dördüncüsü: Hâdisât-ı maziyeyi ve vâkıât-ı kevniyeyi bilmekti.

İşte, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan geldiği zaman, bu dört nevi malûmat sahiplerine karşı meydan okudu.

Başta, ehl-i belâgate birden diz çöktürdü; hayretle Kur'ân'ı dinlediler.

İkincisi, ehl-i şiir ve hitabet, yani muntazam nutuk okuyan ve güzel şiir söyleyenlere karşı öyle bir hayret verdi ki, parmaklarını ısırttı. Altınla yazılan en güzel şiirlerini ve Kâbe duvarlarına medar-ı iftihar için asılan meşhur Muallâkat-ı Seb'alarını indirtti, kıymetten düşürdü.

Hem gaipten haber veren kâhinleri ve sâhirleri susturdu. Onların gaybî haberlerini onlara unutturdu. Cinnîlerini tard ettirdi. Kâhinliğe hâtime çektirdi.

Hem ümem-i sâlifenin vekayiine ve hâdisât-ı âlemin ahvâline vakıf olanları hurafattan ve yalandan kurtarıp, hakikî hâdisât-ı maziyeyi ve nurlu olan vekayi-i âlemi onlara ders verdi.

İşte bu dört tabaka, Kur'ân'a karşı kemâl-i hayret ve hürmetle onun önüne diz çökerek şakirt oldular. Hiçbirisi hiçbir vakit birtek sûreyle muarazaya kalkışamadılar.

Eğer denilse: "Nasıl biliyoruz ki, kimse muaraza edemedi ve muaraza kabil değil?"

Elcevap: Eğer muaraza mümkün olsaydı, herhalde teşebbüs edilecekti. Çünkü muarazaya ihtiyaç şedit idi. Zira dinleri, malları, canları, iyalleri tehlikeye düşüyor; muaraza edilseydi kurtulurlardı. Eğer muaraza mümkün olsaydı, herhalde muaraza edecektiler. Eğer muaraza edilseydi, muaraza taraftarları kâfirler, münafıklar çok, hem pek çok olduğundan, herhalde muarazaya taraftar çıkıp iltizam ederek herkese neşredeceklerdi. (Nasıl ki, İslâmiyetin aleyhinde her şeyi neşretmişler.) Eğer neşretseydiler ve muaraza olsaydı, herhalde tarihlere, kitaplara şâşaalı bir surette geçecekti. İşte, meydanda bütün tarihler, kitaplar; hiçbirisinde, Müseylime-i Kezzâbın birkaç fıkrasından başka yoktur. Halbuki, Kur'ân-ı Hakîm, yirmi üç sene mütemadiyen damarlara dokunduracak ve inadı tahrik edecek bir tarzda meydan okudu. Ve derdi ki:

"Şu Kur'ân'ın, Muhammedü'l-Emin gibi bir ümmîden nazîrini yapınız ve gösteriniz.

"Haydi, bunu yapamıyorsunuz; o zat ümmî olmasın, gayet âlim ve kâtip olsun.

"Haydi, bunu da getiremiyorsunuz; birtek zât olmasın. Bütün âlimleriniz, beliğleriniz toplansın, birbirine yardım etsin. Hattâ güvendiğiniz âliheleriniz size yardım etsin.

"Haydi, bununla da yapamayacaksınız. Eskiden yazılmış beliğ eserlerden de istifade edip, hattâ gelecekleri de yardıma çağırıp Kur'ân'ın nazîrini gösteriniz, yapınız.

"Haydi, bunu da yapamıyorsunuz. Kur'ân'ın mecmuuna olmasın da, yalnız on sûresinin nazîrini getiriniz.

"Haydi, on sûresine mukabil, hakikî, doğru olarak bir nazîre getiremiyorsunuz. Haydi, hikâyelerden, asılsız kıssalardan terkip ediniz, yalnız nazmına ve belâgatine nazîre olsun getiriniz.

"Haydi, bunu da yapamıyorsunuz; birtek sûresinin nazîrini getiriniz.

"Haydi, sûre uzun olmasın; kısa bir sûre olsun, nazîrini getiriniz. Yoksa din, can, mal, iyalleriniz, dünyada da, âhirette de tehlikeye düşecektir."

İşte, sekiz tabakada ilzam suretinde, Kur'ân-ı Hakîm yirmi üç senede değil, belki bin üç yüz senede bütün ins ve cinne karşı bu meydanı okumuş ve okuyor. Halbuki, evvelki zamanda o kâfirler can, mal ve iyâlini tehlikeye atıp en dehşetli yol olan harp yolunu ihtiyar ederek, en kolay ve en kısa olan muaraza yolunu terk ettiler. Demek muaraza yolu mümkün değildi.

İşte, hiçbir âkıl, hususan o zamanda Ceziretü'l-Arabdaki adamlar, hususan Kureyşîler gibi zeki adamlar, birtek edipleri Kur'ân'ın birtek sûresine nazîre yapıp Kur'ân'ın hücumundan kurtulmasını temin ederek, kısa ve kolay yolu terk edip can, mal, iyâlini tehlikeye atıp, en müşkülâtlı yola sülûk eder mi?

Elhasıl, meşhur Câhız'ın dediği gibi, "Muaraza-i bilhuruf mümkün olmadı, muharebe-i bissüyufa mecbur oldular."

Eğer denilse: Bazı muhakkik ulema demişler ki: "Kur'ân'ın bir sûresine değil, birtek âyetine, hattâ birtek cümlesine, hattâ birtek kelimesine muaraza edilmez ve edilmemiş." Bu sözler mübalâğa görünüyor ve akıl kabul etmiyor. Çünkü beşerin sözlerinde Kur'ân cümlelerine benzeyen çok cümleler var. Bu sözün sırr-ı hikmeti nedir?

Elcevap: İ'câz-ı Kur'ân'da iki mezhep var:

Mezheb-i ekser ve râcih odur ki, Kur'ân'daki letâif-i belâgat ve mezâyâ-yı maânî, kudret-i beşerin fevkindedir.

İkinci, mercuh mezhep odur ki, Kur'ân'ın bir sûresine muaraza kudret-i beşer dahilindedir; fakat Cenâb-ı Hak, mucize-i Ahmediye (a.s.m.) olarak men etmiş. Nasıl ki bir adam ayağa kalkabilir; fakat eser-i mucize olarak bir nebî dese ki, "Sen kalkamayacaksın," o da kalkamazsa mucize olur. Şu mezheb-i mercûha "Sarfe Mezhebi" denilir. Yani, Cenâb-ı Hak cin ve insi men etmiş ki, Kur'ân'ın bir sûresine mukabele edemesinler. Eğer men etmeseydi, cin ve ins bir sûresine mukabele ederdi. İşte, şu mezhebe göre, "Bir kelimesine de muaraza edilmez" diyen ulemanın sözleri hakikattir. Çünkü, madem Cenâb-ı Hak i'câz için onları men etmiş; muarazaya ağızlarını açamazlar. Ağızlarını açsalar da, izn-i İlâhî olmazsa kelimeyi çıkaramazlar.

Amma mezheb-i râcih ve ekser olan mezheb-i evvele göre dahi, o ulemanın beyan ettiği fikrin şöyle bir ince veçhi vardır ki:

Kur'ân-ı Hakîmin cümleleri, kelimeleri birbirine bakar. Bazı olur, bir kelime on yere bakar; onda, on nükte-i belâgat, on münasebet bulunuyor. Nasıl ki, İşârâtü'l-İ'câz namındaki tefsirde, Fâtiha'nın bazı cümleleri içinde ve



cümleleri içinde, şu nüktelerden bazı numuneleri göstermişiz.


Meselâ, nasıl ki münakkaş bir sarayda, müteaddit, muhtelif nakışların düğümü hükmünde bir taşı, bütün nakışlara bakacak bir yerde yerleştirmek, bütün o duvarı nukuşuyla bilmeye mütevakkıftır. Hem nasıl ki, insanın başındaki gözbebeğini yerinde yerleştirmek, bütün cesedin münasebâtını ve vezâif-i acibesini ve gözün o vezâife karşı vaziyetini bilmekle oluyor. Öyle de, ehl-i hakikatin çok ileri giden bir kısmı, Kur'ân'ın kelimâtında pek çok münasebâtı ve sair âyetlere, cümlelere bakan vücuhları, alâkaları göstermişler. Hususan ulema-i ilm-i huruf daha ileri gidip, bir harf-i Kur'ân'da bir sayfa kadar esrarı, ehline beyan ederek ispat etmişler.

Hem madem Hâlık-ı Külli Şeyin kelâmıdır; herbir kelimesi, kalb ve çekirdek hükmüne geçebilir. Etrafında, esrardan müteşekkil bir cesed-i mânevîye kalb ve bir şecere-i mâneviyeye çekirdek hükmüne geçebilir.

İşte, insanın sözlerinde, Kur'ân'ın kelimeleri gibi kelimeler, belki cümleler, âyetler bulunabilir. Fakat Kur'ân'da çok münasebat gözetilerek bir tarzla yerleştirildiği yerde, bir ilm-i muhit lâzım ki, öyle yerli yerine yerleşsin.




1- "Elif lâm mim. Şu yüce kitap ki, onda asla şüphe yoktur." (Bakara Sûresi: 2:1-2. )



ÜÇÜNCÜ NÜKTE:


Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın hülâsatü'l-hülâsa bir icmâl-i mahiyeti için, bir vakit Arabî ibare ile bir tefekkür-ü hakikîyi Cenâb-ı Hak benim kalbime ihsan etmişti. Şimdi, aynen o tefekkürü Arabî olarak yazacağız, sonra mânâsını beyan edeceğiz. İşte:
















-1-

İşte, şu tefekkür-ü Arabînin tercümesi ve meâli şudur ki:

Yani, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın altı ciheti parlaktır ve nurludur. Evham ve şübehat içine giremez. Çünkü arkası Arşa dayanıyor; o cihette nur-u vahiy var. Önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn var. Ebede, âhirete el atmış, Cennet ve saadet nuru var. Üstünde sikke-i i'câz parlıyor. Altında bürhan ve delil direkleri var. İçi hâlis hidayet; sağı -2- 'lar ile ukulü istintakla "Sadakte" dedirtiyor. Solunda, kalblere ezvâk-ı ruhanî vermekle, vicdanları istişhad ederek "Bârekâllah" dediren Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyâna hangi köşeden, hangi cihetten evham ve şübehâtın hırsızları girebilir?

Evet, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan asırları, meşrepleri, meslekleri muhtelif olan enbiyanın, evliyanın, muvahhidînin kitaplarının sırr-ı icmâını câmidir. Yani, bütün o ehl-i kalb ve akıl, Kur'ân-ı Hakîmin mücmel ahkâmını ve esâsâtını tasdik eder bir surette, o esâsâtı kitaplarında zikredip kabul etmişler. Demek onlar, Kur'ân şecere-i semâvîsinin kökleri hükmündedirler.




1- Meali metinde verilmiştir.

2- Akıl etmezler mi? (Yasin Sûresi: 68)



Hem Kur'ân-ı Hakîm vahye istinad ediyor ve vahiydir. Çünkü, Kur'ân'ı nâzil eden Zât-ı Zülcelâl, mu'cizât-ı Ahmediye (a.s.m.) ile, Kur'ân vahiy olduğunu gösterir, ispat eder. Ve nâzil olan Kur'ân dahi, üstündeki i'câz ile gösterir ki, Arştan geliyor. Ve münzel-i aleyh olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bidâyet-i vahiydeki telâşı ve nüzul-ü vahiy vaktindeki vaziyet-i bîhuşu ve herkesten ziyade Kur'ân'a karşı ihlâs ve hürmeti gösteriyor ki, vahiy olup ezelden geliyor, ona misafir oluyor.

Hem o Kur'ân, bilbedâhe mahz-ı hidayettir. Çünkü onun muhalifi, bilmüşahede, küfrün dalâletidir.

Hem, bizzarure, Kur'ân envâr-ı imaniyenin madenidir. Elbette envâr-ı imaniyenin aksi zulümattır. Çok Sözlerde bunu kati olarak ispat etmişiz.

Hem Kur'ân, bilyakîn, hakaikin mecmaıdır. Hayalât ve hurafat, içine giremez. Teşkil ettiği hakikatli âlem-i İslâmiyet, izhar ettiği esaslı şeriat ve gösterdiği âli kemâlâtın şehadetiyle, âlem-i gayba ait olan bahislerinde dahi, âlem-i şehadetteki bahisleri gibi ayn-ı hakaik olduğunu ve içinde hilâf bulunmadığını ispat eder.

Hem Kur'ân, bil'ayan ve şüphesiz, saadet-i dâreyne isal eder, beşeri ona sevk eder. Kimin şüphesi varsa, bir defa Kur'ân'ı okusun ve dinlesin, ne diyor?

Hem Kur'ân'ın verdiği meyveler hem mükemmeldir, hem hayattardır. Öyleyse, Kur'ân ağacının kökü hakikattedir, hayattardır. Çünkü meyvenin hayatı, ağacın hayatına delâlet eder. İşte, bak, her asırda ne kadar asfiya ve evliya gibi mükemmel ve kâmil zîhayat ve zînur meyveler vermiş.

Hem hadsiz müteferrik emârelerden neş'et eden bir hads ve kanaatle, Kur'ân, hem ins, hem cin, hem meleğin makbulü ve mergubudur ki, okunduğu vakit, onlar iştiyakla pervane gibi etrafına toplanıyorlar.

Hem Kur'ân vahiy olmakla beraber, delâil-i akliye ile teyid ve tahkim edilmiş. Evet, kâmil ukalânın ittifakı buna şahittir. Başta ulema-i ilm-i kelâmın allâmeleri ve İbni Sina, İbni Rüşd gibi felsefenin dâhileri, müttefikan, esâsât-ı Kur'âniyeyi usulleriyle, delilleriyle ispat etmişler.

Hem Kur'ân, fıtrat-ı selime cihetiyle musaddaktır. Eğer bir arıza ve bir maraz olmazsa, herbir fıtrat-ı selime onu tasdik eder. Çünkü itminân-ı vicdan ve istirahat-i kalb, onun envârıyla olur. Demek fıtrat-ı selime, vicdanın itminânı şehadetiyle onu tasdik ediyor. Evet, fıtrat, lisan-ı haliyle Kur'ân'a der: "Fıtratımızın kemâli sensiz olamaz." Şu hakikati çok yerlerde ispat etmişiz.

Hem Kur'ân, bilmüşahede ve bilbedâhe, ebedî ve daimî bir mucizedir. Her vakit i'câzını gösterir. Sair mu'cizât gibi sönmez, vakti bitmez; ebedîdir.

Hem Kur'ân'ın mertebe-i irşadında öyle bir genişlik var ki, birtek dersinde, Hazret-i Cebrâil (a.s.), bir tıfl-ı nevresîde ile omuz omuza o dersi dinler, hisselerini alırlar. Ve İbni Sina gibi en dâhi filozof, en âmi bir ehl-i kıraatle diz dize aynı dersi okurlar, derslerini alırlar. Hattâ bazen olur ki, o âmi adam, kuvvet ve safvet-i İmân cihetiyle, İbni Sina'dan daha ziyade istifade eder.

Hem Kur'ân'ın içinde öyle bir göz var ki, bütün kâinatı görür, ihata eder ve bir kitabın sayfaları gibi kâinatı göz önünde tutar, tabakatını ve âlemlerini beyan eder. Bir saatin san'atkârı nasıl saatini çevirir, açar, gösterir, tarif eder. Kur'ân dahi, elinde kâinatı tutmuş, öyle yapıyor.

İşte şöyle bir Kur'ân-ı Azîmüşşandır ki,


-1-

der, vahdâniyeti ilân eder.


-2-

On Dokuzuncu Nükteli İşaret

Sabık işaretlerde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Cenâb-ı Hakkın Resulü olduğu gayet kati ve şüphesiz bir surette ispat edildi. İşte, risaleti binler delâil-i katiye ile sabit olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, vahdâniyet-i İlâhiyenin ve saadet-i ebediyenin en parlak bir delili ve en kati bir bürhanıdır. Biz şu İşarette, o muşrık, parlak delile ve nâtık-ı sâdık bürhana, hülâsatü'l-hülâsa bir icmal ile küçük bir tarif yapacağız. Çünkü, madem o delildir ve neticesi marifet-i İlâhiyedir; elbette delili tanımak ve veçh-i delâletini bilmek lâzımdır. Öyleyse, biz de gayet muhtasar bir hülâsa ile veçh-i delâletini ve sıhhatini beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, şu kâinatın mevcudatı gibi, Hâlık-ı Kâinatın vücuduna ve vahdetine kendi zâtı delâlet ettiği gibi, o kendi delâlet-i zâtiyesini, bütün mevcudatın delâletiyle beraber, lisanıyla ilân etmiştir. Madem delildir; biz de o delilin hüccet ve istikametine ve sıdk ve hakkaniyetine on beş esasta işaret ederiz:




1- "Bil ki Allah'tan başka ilâh yoktur." (Muhammed Sûresi: 47:19.)

2- Allahım! Kur'ân'ı bize dünyada bir dost, kabirde ünsiyetli bir yoldaş, kıyamette bir şefaatçi, sırat üzerinde bir nur, Cehennem ateşine karşı bir siper ve örtü, Cennette bir refik, bütün hayırlara bir delil ve imam kıl.

Allahım! Kalblerimizi ve kabirlerimizi İmân ve Kur'ân nuruyla nurlandır. Üzerine Kur'ân indirilen zâtın-Rahmân-ı Hannân'ın salât ve selâmı onun ve âlinin üzerine olsun-hakkı ve hürmeti için, bize Kur'ân'ın burhanlarını aydınlat. Âmin.



Birinci Esas: Hem zâtıyla, hem lisanıyla, hem delâlet-i haliyle, hem kaliyle, kâinatın Sâniine delâlet eden şu delil, hem hakikat-i kâinatça musaddak, hem sâdıktır. Çünkü, bütün mevcudatın vahdâniyete delâletleri, elbette, vahdâniyeti söyleyen zâtı tasdik hükmündedir. Demek, söylediği dâvâ da umum kâinatça musaddaktır.

Hem beyan ettiği kemâl-i mutlak olan vahdâniyet-i İlâhiye ve hayr-ı mutlak olan saadet-i ebediye, bütün hakaik-i âlemin hüsün ve kemâline muvafık ve mutabık olduğundan, o, dâvâsında elbette sâdıktır.

Demek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahdâniyet-i İlâhiyeye ve saadet-i ebediyeye bir bürhan-ı nâtık-ı sâdık ve musaddaktır.

İkinci Esas: Hem o delil-i sâdık ve musaddak, madem umum enbiyanın fevkinde binler mu'cizât ve neshedilmeyen bir şeriat ve umum cin ve inse şamil bir davet sahibi olduğundan, elbette umum enbiyanın reisidir. Öyleyse, umum enbiyanın mu'cizâtlarının sırrını ve ittifaklarını câmidir. Demek, bütün enbiyanın kuvvet-i icmâı ve mu'cizâtlarının şehadeti, onun sıdk ve hakkaniyetine bir nokta-i istinad teşkil eder.

Hem onun terbiyesi ve irşadı ve nur-u şeriatiyle kemal bulan bütün evliya ve asfiyanın sultanı ve üstadıdır. Öyleyse, onların sırr-ı kerametlerini ve icmâkârâne tasdiklerini ve tahkiklerinin kuvvetini câmidir. Çünkü onlar üstadlarının açtığı ve kapıyı açık bıraktığı yolda gitmişler, hakikati bulmuşlar. Öyleyse, onların bütün kerametleri ve tahkikatları ve icmâları, o mukaddes üstadlarının sıdk ve hakkaniyeti için bir nokta-i istinad temin eder.

Hem o bürhan-ı vahdâniyet, sabık işaretlerde görüldüğü gibi, o kadar kati, yakînî ve bâhir mucizeleri ve harika irhasatları ve şüphesiz delâil-i nübüvveti var ve o zâtı öyle bir tasdik ediyor ki, kâinat toplansa onların tasdikini iptal edemez.

Üçüncü Esas: Hem o mu'cizât-ı bâhire sahibi olan vahdâniyet dellâlı ve saadet-i ebediye müjdecisi, kendi zât-ı mübarekinde öyle ahlâk-ı âliye ve vazife-i risaletinde öyle secâyâ-yı sâmiye ve tebliğ ettiği şeriat ve dininde öyle hasâil-i galiye vardır ki, en şedit düşman dahi onu tasdik ediyor, inkâra mecal bulamıyor. Madem zâtında ve vazifesinde ve dininde en yüksek ve güzel ahlâkları ve en ulvî ve mükemmel seciyeleri ve en kıymettar ve makbul hasletleri bulunuyor. Elbette o zat, mevcudattaki kemâlâtın ve ahlâk-ı âliyenin misali ve mümessili ve timsali ve üstadıdır. Öyleyse, zâtında ve vazifesinde ve dininde şu kemâlât ise, hakkaniyetine ve sıdkına o kadar kuvvetli bir nokta-i istinaddır ki, hiçbir cihette sarsılmaz.

Dördüncü Esas: Hem maden-i kemâlât ve muallim-i ahlâk-ı âliye olan o dellâl-ı vahdâniyet ve saadet, kendi kendine söylemiyor, belki söylettiriliyor. Evet, Hâlık-ı Kâinat tarafından söylettiriliyor. Üstad-ı Ezelîsinden ders alır, sonra ders verir. Çünkü, sabık işaretlerde kısmen beyan edilen binler delâil-i nübüvvetle, Hâlık-ı Kâinat, bütün mu'cizâtı onun elinde halk etmekle gösterdi ki, o, Onun hesabına konuşuyor, Onun kelâmını tebliğ ediyor.

Hem ona gelen Kur'ân ise, içinde, dışında kırk veçh-i i'câz ile gösterir ki, o Cenâb-ı Hakkın tercümanıdır.

Hem o kendi zâtında bütün ihlâsıyla ve takvâsıyla ve ciddiyetiyle ve emanetiyle ve sair bütün ahval ve etvârıyla gösterir ki, o kendi namına, kendi fikriyle demiyor, belki Hâlıkı namına konuşuyor. Hem onu dinleyen bütün ehl-i hakikat, keşif ve tahkikle tasdik etmişler ve ilmelyakîn İmân etmişler ki, o kendi kendine konuşmuyor; belki Hâlık-ı Kâinat onu konuşturuyor, ders veriyor, onunla ders verdiriyor.

Öyleyse, onun sıdk ve hakkaniyeti, bu dört gayet kuvvetli esasların icmâına istinad eder.

Beşinci Esas: Hem o tercüman-ı Kelâm-ı Ezelî, ervahları görüyor, melâikelerle sohbet ediyor, cin ve insi de irşad ediyor. Değil ins ve cin âlemi, belki âlem-i ervah ve âlem-i melâike fevkinde ders alıyor ve mâverâsında münasebeti var ve ıttılaı vardır. Sabık mu'cizâtı ve tevatürle kati macera-yı hayatı, şu hakikati ispat etmiştir. Öyleyse, kâhinler ve sair gaibden haber verenler gibi, onun haberlerine değil cin, değil ervah, değil melâike, belki Cibril'den başka Melâike-i Mukarrebîn dahi karışamıyor. Hattâ, ekser evkatta onun arkadaşı olan Hazret-i Cebrâil'i dahi bazı geri bırakıyor.

Altıncı Esas: Hem o melek, cin ve beşerin seyyidi olan zat, şu kâinat ağacının en münevver ve mükemmel meyvesi ve rahmet-i İlâhiyenin timsali ve muhabbet-i Rabbâniyenin misali ve Hakkın en münevver bürhanı ve hakikatin en parlak sirâcı ve tılsım-ı kâinatın miftahı ve muammâ-yı hilkatin keşşafı ve hikmet-i âlemin şârihi ve saltanat-ı İlâhiyenin dellâlı ve mehâsin-i san'at-ı Rabbâniyenin vassâfı; ve câmiiyet-i istidat cihetiyle, o zat mevcudattaki kemâlâtın en mükemmel enmuzecidir. Öyleyse, o zâtın şu evsâfı ve şahsiyet-i mâneviyesi işaret eder, belki gösterir ki, o zat kâinatın illet-i gaiyesidir. Yani, "O zâta şu kâinatın Hâlıkı bakmış, kâinatı halk etmiştir. Eğer onu icad etmeseydi, kâinatı dahi icad etmezdi" denilebilir. Evet, cin ve inse getirdiği hakaik-i Kur'âniye ve envâr-ı imaniye ve zâtında görünen ahlâk-ı âliye ve kemâlât-ı sâmiye, şu hakikate şahid-i katı'dır.

Yedinci Esas: Hem o bürhan-ı hak ve sirâc-ı hakikat, öyle bir din ve şeriat göstermiştir ki, iki cihanın saadetini temin edecek desâtiri câmidir. Ve câmi olmakla beraber, kâinatın hakaikini ve vezâifini ve Hâlık-ı Kâinatın esmâsını ve sıfâtını, kemâl-i hakkaniyetle beyan etmiştir.

İşte o İslâmiyet ve şeriat, öyle bir tarzda muhit ve mükemmeldir ve öyle bir surette kâinatı kendiyle beraber tarif eder ki; onun mâhiyetine dikkat eden elbette anlar ki; o din, bu güzel kâinatı yapan Zâtın, o kâinatı kendiyle beraber tarif edecek bir beyannamesidir ve bir tarifesidir. Nasıl ki bir sarayın ustası, o saraya münasip bir tarife yapar, kendini vasıflarıyla göstermek için bir tarife kaleme alır. Öyle de, din ve şeriat-i Muhammediyede (a.s.m.) öyle bir ihata, bir ulviyet, bir hakkaniyet görünüyor ki, kâinatı halk ve tedbir edenin kaleminden çıktığını gösterir. Ve o kâinatı güzelce tanzim eden kim ise, şu dini güzelce tanzim eden yine Odur. Evet, o nizam-ı ekmel, elbette bu nazm-ı ecmeli ister.

Sekizinci Esas: İşte, mezkûr sıfatlarla muttasıf ve her cihetle sarsılmaz, kuvvetli istinad noktalarına dayanan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, âlem-i şehadete müteveccih olarak, âlem-i gayb namına, cin ve insin başları üzerine ilân ederek, istikbalde gelecek asırlar arkasında duran akvâma ve milletlere hitap edip öyle bir nidâ eder ki, umum cin ve inse, umum yerlere, umum asırlara işittiriyor. Evet, işitiyoruz.

Dokuzuncu Esas: Hem öyle yüksek, kuvvetli hitap ediyor ki, bütün asırlar onu dinler. Evet, aks-i sadâsını herbir asır işitiyor.

Onuncu Esas: Hem o zâtın gidişatında görünüyor ki: Görüyor, öyle haber veriyor. Çünkü en tehlikeli vakitlerde, kemâl-i metanetle, tereddütsüz, telâşsız söylüyor. Bazı olur, tek başıyla dünyaya meydan okuyor.

On Birinci Esas: Hem bütün kuvvetiyle, öyle kuvvetli davet edip çağırır ki, yarı yeri ve nev-i beşerin beşte birini, sesine karşı "Lebbeyk" dedirtti, -1- söylettirdi.

On İkinci Esas: Hem öyle bir ciddiyetle davet ve öyle esaslı bir surette terbiye eder ki, düsturlarını asırların cephesinde ve aktârın taşlarında nakşediyor ve dehirlerin yüzlerinde pâyidar ediyor.

On Üçüncü Esas: Hem tebliğ ettiği ahkâmın sağlamlığına öyle bir vüsuk ve güvenmekle söylüyor ve davet ediyor ki, dünya toplansa, onu bir hükmünden geri çevirip pişman edemez. Buna şahit, bütün tarih-i hayatı ve Siyer-i Seniyesidir.

On Dördüncü Esas: Hem öyle bir itminân ile, bir itimad ile davet eder, tebliğ eder ki, kimseden minnet almaz, hiçbir müşkülâta karşı telâş etmez. Tereddütsüz, kemâl-i samimiyetle ve safvetle ve herkesten evvel kendisi amel edip kabul ederek, getirdiği ahkâmı ilân eder. Buna şahit ise, herkesçe, dost ve düşmanca malûm olan meşhur zühdü ve istiğnâsı ve dünyanın fâni müzeyyenâtına adem-i tenezzülüdür.

On Beşinci Esas: Hem getirdiği dine herkesten ziyade itaati ve Hâlıkına karşı herkesten ziyade ubudiyeti ve menhiyâta karşı herkesten ziyade takvâsı Katiyen gösterir ki, o, Sultân-ı Ezel ve Ebedin mübelliğidir, elçisidir. Ve o, Mâbud-u Bilhakkın en hâlis abdidir ve Kelâm-ı Ezelînin tercümanıdır.

Şu on beş adet esasların neticesi şudur ki: Mezkûr evsafla muttasıf şu zat, bütün kuvvetiyle, bütün hayatında mükerreren ve mütemadiyen -2- der, vahdâniyeti ilân eder.


-3-

-4-




1- İşittik ve itaat ettik. (Bakara Sûresi: 285)

2- "Bil ki Allah'tan başka ilâh yoktur." (Muhammed Sûresi: 47:19.)

3- Allahım! Ona ve âline, ümmetinin hasenâtı adedin-ce salât ve selâm et.

4- "Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Sensin." (Bakara Sûresi: 2:32.)





Bir İkram-ı İlâhî Ve
Bir Eser-i İnâyet-i Rabbâniye

-1- mazmununa mâsadak olmak emeliyle deriz:

Şu risalenin telifinde Cenâb-ı Hakkın bir eser-i inâyetini ve rahmetini zikredeceğim. Tâ, şu risaleyi okuyanlar ehemmiyetle baksınlar.

İşte, şu risalenin telifi, hiç kalbimde yoktu. Çünkü risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) dair Otuz Birinci ve On Dokuzuncu Sözler yazılmıştı. Birden bire, şu risaleyi yazmak için mücbir bir hatıra kalbe geldi.

Hem kuvve-i hafızam, musibetler neticesi olarak sönmüştü. Hem meşrebimde, yazdığım eserlerde nakil suretiyle, kale-kîle suretiyle gitmemiştim. Hem yanımda kütüb-ü hadisiye ve siyer kitapları yoktur. Bununla beraber, "Tevekkeltü alâllah" diyerek başladım.

Öyle bir muvaffakiyet oldu ki, Eski Said'in kuvve-i hafızasından ziyade hafızam yardım etti. Her iki üç saatte, süratle otuz kırk sayfa yazıldı. Birtek saatte on beş sayfa yazılıyordu. Ekser Buharî, Müslim, Beyhakî, Tirmizî, Şifâ-i Şerif, Ebu Nuaym, Taberanî gibi kitaplardan naklediliyor. Halbuki bu nakilde hata olsa-hadis olduğu için-günah olması lâzım geldiğinden, kalbim titriyordu. Fakat anlaşıldı ki, inâyet var ve şu risaleye ihtiyaç var. İnşaallah sahih bir surette yazılmıştır. Şayet bazı elfâz-ı hadisiyede veya râvilerin isminde bir yanlış bulunsa, tashih edilerek müsamaha ile bakmalarını ihvanlarımdan rica ediyorum.

Said Nursî


Evet, biz müsveddeyi yazıyorduk. Üstadımız da söylüyordu. Yanında hiç kitap yoktu; hiç müracaat da etmiyordu. Birden bire, gayet süratli söylüyordu, biz de yazıyorduk. İki üç saatte otuz kırk, daha fazla sayfa yazıyorduk. Bizim de kanaatimiz geldi ki, bu muvaffakiyet, mu'cizât-ı Nebeviyenin bir kerametidir.

Daimî Hizmetkarı Abdullah Çavuş


Hizmetkârı ve müsvedde Katibi Süleyman Sami


Müsvedde Katibi ve ahiret kardeşi Hafız Halid


Müsvedde ve tebyiz katibi Hafız Tevfik





1- "Rabbinin nimetini yâd et." (Duhâ Sûresi: 93:11.)